Yusuf Nazım ile söyleşi
Evrensel Kültür Dergisi/ Kasım 2012, Sayı : 251
Evinizin çalışma odasının duvarları, Nazım Hikmet'le ilgili yazılar, resimler, afişlerle dolu, kendinize seçtiğiniz yazarlık ismi "Yusuf Nazım". Nazım'ın sizdeki izdüşümü nedir?
Sondan başlayacak olursak, Nazım’ın bendeki izdüşümü
insanları ve yaşamı sevmektir. Nazım gibi büyük bir ustanın eserlerini kendi
dilinden okuma ve onun dizeleriyle dünyayı algılama şansına sahip bir kuşağın
üyesiyim. Sonradan 78 kuşağı dendi bu kuşağa. İşte bu kuşağın bir üyesi olarak tanıdım
edebiyatın büyük pınarını. Denebilir ki edebiyatla ilgilenmem, roman ve hikâyelerle
tanışmamın hemen arkasından geldi Nazım’ı tanımam. Onun, bu topraklardan doğan
ve gümbür gümbür çağlayarak akan bir pınar olduğunu çocuk yaşlarda fark etmek
güzel bir şey. Böyle bir toprakta büyüyerek ondan beslenmemek, etkilenmemek
olanaksız. Dolayısıyla, on dörtlü yaşlarımdan beri beni etkileyen, şiir
serüvenine kapılmamı sağlayan; yaz günlerinde, ülkenin ücra bir köşesinde kırık
dökük masasının üzerinde 13-14 tane kitabıyla, henüz ergen bile olamamış bir
çocuğun, şiir üzerine araştırmalar yapmasına neden olan zengin bir toprak o…
Dolayısıyla şiirle başlayan yazma serüvenimde “serbest nâzım”
biçimi ve bu biçimin ustaları; Mayakovski ve Nazım Hikmet’in özel bir yeri oldu
bende. Nazım adını ve şiirin bu biçimini çok sevdim. O yıllarda aynı evin küçük
odalarını birlikte paylaştığımız ve elimizde doğan kuzenime “nazım” adını da bu
yüzden ben koymuştum. O zamandayken, bölük pörçük karalamaya başladığım şeyleri,
ileride yayınlamaya karar verdiğimde kullanmayı düşündüğüm ve o günden sevmeye
başladığım bir isimdi Yusuf Nazım. Bu yüzden, 1993 yılında ilk defa bir gazeteye,
Özgür Gündem’e gönderdiğim yazının yazarı da Yusuf Nazım olmuştu…
Geçtiğimiz Eylül ayında ilk kitabınız okuyucuyla buluştu. Hâlbuki yirmi
yıla ulaşan bir yazım geçmişiniz var. Bir kitap için niye bu kadar geç?
Çoğumuzun hayata olan bir gecikmişliği vardır. Bu da benim
gecikmişliğim işte. Hangimiz yüreğinin götürdüğü yere gidebiliyor ki. Belki de
çok azımız. Yapmak isteyip de yapamadıklarınız, zamanın sizin önünüze koyduğu
zorunluluklar, hayata bir başka noktadan ilişme gerekliliği… Edebiyata,
felsefeye, estetiğe, iktisada düşkünsünüz. Gecekonduda Marks’ı, mum ışığında
Darwin’i okumaktan zevk alıyorsunuz; on altı yaşında, küçük bir taşra
kasabasının mütevazi kütüphanesinden çıkmıyor, Türkiye’de kapitalizmin
gelişmesini araştırıyorsunuz; on yedisinde kırsal bir alanda köylülerin toprak
sorunuyla ilgileniyor, at sırtında köyleri dolaşıyor, heybenizde felsefe
kitapları taşıyor, dedeniz yaştaki insanlarla, köy muhtarları ve ihtiyar
meclisiyle toplantılar yapıyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz mühendislik
fakültesinin kapısındasınız! Hayat sizi başka yere savuruyor, yüreğiniz başka
bir yerde kalıyor. Hâlbuki çıkmak istediğiniz başka yolculuklarınız var, henüz
çıkılmamış, bir kısmı yarım kalmış. Ve hayata dair duygularınız bir nehirdir
akıyor içinizde, biriktikçe birikiyor. Notlar alıyorsunuz, karalıyorsunuz,
yazılar yazıyorsunuz. Ama asla benliğinizle, duygularınızla, kalbinize yoğunlaşamıyorsunuz.
Ve yazdıklarınızı, ürettiklerinizi beğenmek kolay olmuyor. Mevcut üretiminizi kitaba
dönüştürmek kolay ama önce sizin beğenmeniz, önce sizin ikna olmanız gerekiyor.
Ve kendinizi beğenmediğiniz sürece de, bekliyorsunuz ve tabi ki gecikiyorsunuz…
Yani, ilk kitabı beğenerek çıkardınız?
Evet, tabii ki.. İlk kitabı beğenerek, iyi bir şey olduğuna
ikna olarak çıkardım. Çünkü, artık zamanımı tümüyle edebiyat çalışmalarına
adadım. Aklım ve yüreğim aynı yerde ve büyük bir zevkle yazıyorum.
"Kızak"
bir öykü kitabı, niçin öykü? Öykü konularını nasıl seçiyorsunuz?
Aslında asıl yazma serüvenimin başlangıcı şiirdi. Şiir
olarak bekleyen iki dosya mevcut elimde. Ancak, onları yeteri kadar olgunlaşmış
olarak görmüyorum. Kısaca beğenebileceğim konusunda ikna olmuş değilim. Öyküler
ise öyle değil. Onlar, yaşadıklarımız ve tanıklıklarımız çünkü, yaşayıp ve belleğimizin
bir köşesinde kaydettiklerimiz, kaydedip biriktirdiklerimiz. Öyküler, yağmurlu
ve fırtınalı bir gecede aniden parlayan bir şimşeğin aydınlattığı özel bir anın
resmi gibidir. İşte o resmi saklarsınız, tarif edersiniz, oturup detaylarını
yazarsınız. Bazen çok güzel bir tablo çıkar buradan, bazen de dehşetengiz bir
görüntü. Kalbiniz ve duygularınız arasındaki işbirliği öyledir ki, yaşadığınız
bir an, işittiğiniz bir söz, tanığı olduğunuz bir görüntü yeter; kalbinize
yıldırımlar düşer, aklınızda şimşekler çakar. Adeta ve işte tam da o an öykü
yazılmış gibi olur. İşte tam da o an, o özel anın öyküsü belli olmuştur ve size
oturup yazmak düşer.
Tabii ki eklemekte fayda var; yazarın kalbinde esen fırtınalar
ve aklında çakan şimşekler, içinde yaşadığı toplumsallıktan asla bağımsız
değil. En azından benim öyle olmadığını söyleyebilirim. Elbette ki, birey
olarak da duygularımız var ve bu duygularımızın eseri olarak çok güzel bir öykü
ya da başka bir edebiyat ürünü verebiliriz. Ama unutmamak gerekir ki, tek tek
bireylerin yaşadığı aşkları, sevinçleri, acıları ve hüzünleri olduğu kadar ve
hatta ondan daha çok, nihai olarak bireylerden oluşan toplumların, sosyal
sınıfların ve diğer başka toplulukların yaşadıkları ve hissiyatlar, edebiyatın esas
ilgi alanı olmalıdır.
Kısaca söylemek gerekirse, yaşadıklarımız size öykü için
gerekli malzemeyi zaten çokça sunuyor. Eğer ki bu malzemeye duyarlı bir
kalbiniz, ayağa kalkmaya hazır duygularınız ve öyküye dair bir diliniz varsa
tamam demektir. Gerisi, zamanın size teslim ettiği güzel bir ana ilişkin
serüvendir. Kısaca böyle oluyor işte, hayat gelip damarıma basıyor, ben de
oturup yazıyorum.
Kızak'taki 9 öykünüz yer alıyor. Biraz bu öykülerden konuşsak?
Evet, Kızak dokuz öyküden oluşan bir kitap. Öykü sayısını
özellikle biraz sınırladım, ne de olsa bir ilk kitap bu ve okuyucunun tepkisini
göreyim istedim. Yani bir bakıma görücüye çıkmak gibi.
Öykülerin hemen hemen tamamı, son çeyrek yüzyılın büyük
umutları, heyecanları, düş kırıklıkları ve alt üst oluşlarıyla dolu ülkemiz
toprağının görüp gördüklerinden doğmuştur. Her biri bu toprakların sevincini,
hüznünü, dehşetle yaşanmış travmasını anlatmaktadır. Her bir öykü, yaşadığımız
bu yaşamın görünmeyen öteki yüzü gibidir.
Kızak’taki öyküler, hayatları sıradanmış gibi olanların
öyküleri. Aslında sıradanmış gibi derken bir şeyin altını çiziyorum; “hayata
gerçek rengini verenler” in hikâyeleri bunlar. Okuyucuyu içine alan, sarsan ve
örseleyen sıra dışı hikâyeler. Bütün bu hikayeler, merkezinde insan olmak üzere
bütün bir doğanın tanıklığında gelişmektedir. Doğa içindeki canlı, cansız
nesneler dünyası, öykülerin de birer kahramanıdır. Çoğu zaman onların canlı
tanıklığında gelişir olaylar, ondan güç alarak mesajlarını oluşturur ve taşır. Bazen
madde dünyasının çok küçük parçalarında gizlidir asıl mesajlar ve o küçük
parçayla insan arasındaki bağdır insanı güçlü kılan. Ve işte o bağı
keşfetmekten geçer, insanın en zor durumlarda dahi ayakta kalmasını sağlayan
kuvvet. Bazen de doğa, kendi sinesinde doğup gelişenin saklayanıdır. O sessiz
bir isyanın susturulmuş çığlığı gibidir. Susmak nasıl bir çığlık olursa bazen,
çaresizliğinde bir başkaldırıya dönüştüğü anlar olur. Sessizdi Oranın Çığlıkları, işte böyle bir öyküdür. Koko, daha yazıldığı yıllarda bazı
edebiyatçılar tarafından çok beğenilmiş ve hatta keşke Koko’nun romanı yazılsa denmiştir. Değerli Aydın Çubukçu bunu
önermiştir örneğin, belki ileride yazılır, kim bilir..
Her
öykünüzün başında 'hayat' üzerine söylenmiş güzel yazılar var. Galiba bunlar
size ait? Bu öyküden bağımsız sözler üzerine neler söyleyeceksiniz?
Evet, bunlar benim hayata dair
özdeyişlerim. Birisinde, “Öyküler hep hayata dairdir” der ya, işte böyle bir
şey. Öykülerin hayat karşısındaki tavrının özetleridir bu esasında. Bu
özdeyişler başlangıçta öykülerin içinde geçen paragraflardı. Sonradan, öykülere
fazladan katacağı didaktizmden kaçınmak için çıkardım ve daha özlü ifadelerle
öykülerin başlarında kullandım. Bir bakıma bunlar, yazarın hayata dair
söyleyecek sözleridir. Kim bilir, belki okuyucu da benimser, paylaşır
bunları ve “benim de hayata dair sözümdür” der bunlar için…
Hangi projeler üzerinde
çalışıyorsunuz? Yeni çalışmalarınızdan söz eder misiniz?
Şu an ikinci öykü kitabım hemen
hemen hazır. Ancak yayınlaması için araya biraz zaman koymak istiyorum. Bu
arada çokça yeni öyküler var ve her gün de yazılmak üzere yenileri sıraya
giriyor. Şiirler var ama biraz üzerinde çalışılması gerekiyor. Ayrıca, halen
değişik dergi ve gazetelerde yayınlanmış denemelerim var. Bunlar da oldukça
beğeni toplayan yazılar. Sanırım bir ara bunları da yayınlamayı düşüneceğim.
Ama dediğim gibi şu an öncelikli olan ikinci öykü kitabı..
Yakın zamandaki iş programımda
kömürle ilgili bir belgesel film projesi var. Halen senaryosunu yazdığım bir
film bu. Daha önceleri Zonguldak’ın Kandilli beldesindeki kömür ocaklarına 580 metre yeraltına
inerek tanıklık ettiğim bir yaşamın belgeseli. Geçtiğimiz yaz, genç bir
yönetmen arkadaşım, Gülsün Sarıoğlu ile Diyarbakır, Batman ve Van illerinde
çekimlerini yaptığımız Düşümdeki Uçurtma adlı belgesel filmin çekimleri
sonrasında zamanın nasıl da hızla geçtiğini anımsadım; on yıldır bir kenarda
beklettiğim bu projeye artık hayat vereyim istiyorum.
Bir de büyük bir sabırsızlıkla
beklettiğim roman taslakları var. Konusu belli, çok beğendiğim üç roman
taslağı.Henüz çok erken ama yine de öykülerden sonra beni en fazla
heyecanlandıran tasarılar olduğu için belirtmek istedim.
Bir söyleşide, "15 yaşından bu yana, hiç umutsuzluk içinde olmadım demiştiniz. Sizi umutlu yapan nedir?
Doğru, küçük yaşlardan
itibaren lügatimde “umutsuzluk” adına bir şey barındırmadım. Çok zor
koşullardan geldim, büyük olanaksızlıklarla büyüdüm, çok
yalnızlıklar gördüm ama hiçbir şey içimdeki umut halkasının zincirini
koparmayı başaramadı. Geleceğe, insan toplumunun yaşamayı hak ettiği daha güzel
bir dünyaya olan inancım hiç kaybolmadı. Biliyorsunuz, bizim kuşağın büyük
umutları vardı, büyük düşleri. Hiçbir şeyi kendimiz için istemeyen bir kuşaktık
biz. Önce başkasını, sonra kendini sevecek kadar saftık, çocuktuk. Bu yüzden
çocuk gülüşlü kahramanlarımız vardı bizim. Gittiler ve hikâyeleri yarım
kaldı onların.
Beni umutlu kılan şeyi
soruyorsunuz; nasıl umutlu olamazsınız ki! Milyonlarca yıllık insanlık serüveninde,
kendi hayatlarımızın daracık koridoru ne kadar yer kaplar ki. Ve hangi ömre
sığar, dünyayı kuşatacak denli bir güzellik? En güzel günlerimizi, yalnızca
kendi sınırlı ömürlerimizde görebilmeyi isteyecek kadar bencil olabilir miyiz?
Tarihin inişleri ve çıkışları vardır, çağların da karanlık ve aydınlık
dönemleri. Ülkelerin de böyle; gerileme ve ilerleme yılları, soluklanma ve
atılım dönemleri… Sonuçta, emin olduğum bir şey varsa; tarihin suyu ileri doğru
akar ve ilerler..
Bugün, insanlık çağının ileri hamlesinden
her zamankinden daha çok umutluyum. Sevginin en büyük güç olduğuna ve bunu en
çok insanın hak ettiğine sonsuz bir inanç duyuyorum.
Bu yüzden bir yanımdaki o saf ve
masum çocuğu hep besleyip, koruyorum. Eskiden olduğu gibi, onu yaratandan başka
sahibi olmayacak bir hayata inanıyorum ben. Bundan dolayıdır ki, sevince hala
bir çocuk gibi gülüyor gözlerimiz ve hala aynı saflıkta atıyor yüreğimiz.
İnanıyorum ki bir gün, o çocuk
gülüşlü kahramanlar yeniden gelecekler ve yarım kalmış öykülerine, bıraktıkları
yerden devam edecekler.
Hiçbir birikim bir kenarda öyle saklı kalmıyor, kalamıyor;illa ki bir yerlerden sızıyor ve hatta görüldüğü gibi taşıyor demek ki..
YanıtlaSilİçimizde taşıdığımız, insanoğlunun bu cennet yeryüzünde yüzbinlerce yıldır biriktirdiklerinin sadece küçük bir suretidir...
YanıtlaSilYusuf Nazım, tesadüf eseri bloğunuza denk geldim. Demek öykü kitabınız var.
YanıtlaSilNe yalan söyleyeyim sevindim. Çünkü farklı yazarların öykülerini okumak, yeni öykü tatlarını keşfetmeyi severim:)
Yeni bir yazar ve öykü kitabı keşfettim ya çok sevindim. Hemen Kızak'ı edinmeliyim.
http://hayalkahvem.blogspot.com/2011/09/ve-muzik-ve-kitap-ve-sevinmek.html
Merhabalar Hayal Kahvesi,
SilTesadüfler şaşırtıcıdır çoğu kez..
Açık bir pencereden, -üstelik gecenin geç bir vaktiyse eğer- tatlı ılık yaz rüzgârının teninizi okşayan melodileri arasında Andrea Bocelli'yi dinlemek; kitapçı dükkanlarının raflarındaki çeşit çeşit kitapların renklerden ve desenlerden oluşan gözalıcı kapaklarını heveskar duygularla okşamak; denemeler, öyküler ve şiirlerin dünyasında hiç bitmeyen gizemli yolculuklara çıkmak...
Müziğin seslere ve notlara bürünmüş cezbedici ezgileri, edebiyatın hayat karşısında insan ruhunun derinliklerinde estirdiği fıtınalar, sanatın bireyi ve toplumu yeniden var etme mücadelesindeki sonsuz yaratıcılığı. Ve işte, insanoğlunun doğaya karşı estetik başkaldırısının muhteşem araçları...
İyi ki varsınız Hayal Kahvesi, hoş geldiniz..
Nanananooom!.. Bugün İstanbul'daydım. Kitapçıya daldım. "Yusuf Nazım'ın Kızak'ı var mı?" diye sordum. Bir tane vardı. Hemen kaptım:) Hoş bir kitap kapağı vardı. Müşterimle olan randevuma geç kalıyordum. Kasada ödeme yaparken, kitabın son öyküsüne aceleyle göz attım. Öykünün adı "Çıplak"tı. İlk sayfayı okumaya başladım. Doktorun muayenehanesine bir hasta getiriliyor. Öyküden bir cümleyle açıklamam gerekirse, hastanın derdi şu: "Üstündekileri soyunuyor, sürekli çıplak geziniyor..."
YanıtlaSilKitaba haksızlık yapmak istemedim, öykünün ilk sayfasından sonra okumayı kestim. Bu öyküde, çıplak gezmek isteyen bir adam olmasına rağmen, kitapçıdan çıkıp arabama bindiğimde, İlhan Berk ve hep çıplak gezindiği, üzerine elbise giymeyi kabul etmediği için ömrünü evin bir odasında kilitli geçiren ablası aklıma geldi. İlhan Berk'in ablasının sahici hikayesi beni çok etkilemişti. Ama ablasının neden çıplak dolaşmak istediğini hiç kimse bilmeyecekti. Bu öykü ise kurgu... Bu öyküdeki adamın neden çıplak gezmek istediğini belki öykünün sonunda öğrenebileceğim. Henüz bilmiyorum. Bir süre merak etmek istiyorum.
Öykünün başında "Yaşanmışlıkları da olmasaydı, öykülerden ne kalırdı geriye..." diye bir cümle yazılmış. Belki yaşanmış bir olaydan esinlenmiştir. Kim bilir?
NOT: İlhan Berk le ilgili yazımı okumal isterseniz:
http://hayalkahvem.blogspot.com/2011/10/iki-sairin-cocuklugundaki-sacl.html
Teşekkürler Hayal Kahvesi,
YanıtlaSilŞansınız varmış; Kızak'ın 2.baskı hazırlıklarının sürdüğü şu sıralar kitabı bulabilmişsiniz.
İşte, iyi bir kitap okuru daha! Bazılarına kitap kurdu denmesi, bu sebeptendir. İki şairin çocukluğundaki saçlı tesadüfler ilginç olduğu kadar hüzünlüydü. Bunlardan bir tanesinin, kız kardeşiyle arasını yapmaya çalıştığı sevgili dostu Ahmet Arif'in, o en utangaç haliyle ilk buluşmasına, temiz bir gömleği olmadığından gidemediği için kardeşine karşı mahçup olan şair olması daha da ilginçti..
İlhan Berk'in çocuk dünyasını yıkacak denli böyle bir anıya gerçek hayatta sahip olması, bir şair ruhunun derinliklerinde kimbilir ne fırtınalar esmesine neden olmuştur...
Kitap dostları için güzel bir blog açmışsın:
http://hayalkahvem.blogspot.com/
Evet, "yaşanmışlıkları da olmasaydı eğer," sadece okumak için öyküler kalırdı bize.. Berk'in, ruhunun derinliklerinde esen fırtınalardan bir eser kalmazdı belki de...