13 Kasım 2012 Salı

Susmak bir çığlık olur bazen

Tahir Şilkan
Yusuf Nazım ile söyleşi

Evrensel Kültür Dergisi/ Kasım 2012, Sayı : 251

Evinizin çalışma odasının duvarları, Nazım Hikmet'le ilgili yazılar, resimler, afişlerle dolu, kendinize seçtiğiniz yazarlık ismi "Yusuf Nazım". Nazım'ın sizdeki izdüşümü nedir?

Sondan başlayacak olursak, Nazım’ın bendeki izdüşümü insanları ve yaşamı sevmektir. Nazım gibi büyük bir ustanın eserlerini kendi dilinden okuma ve onun dizeleriyle dünyayı algılama şansına sahip bir kuşağın üyesiyim. Sonradan 78 kuşağı dendi bu kuşağa. İşte bu kuşağın bir üyesi olarak tanıdım edebiyatın büyük pınarını. Denebilir ki edebiyatla ilgilenmem, roman ve hikâyelerle tanışmamın hemen arkasından geldi Nazım’ı tanımam. Onun, bu topraklardan doğan ve gümbür gümbür çağlayarak akan bir pınar olduğunu çocuk yaşlarda fark etmek güzel bir şey. Böyle bir toprakta büyüyerek ondan beslenmemek, etkilenmemek olanaksız. Dolayısıyla, on dörtlü yaşlarımdan beri beni etkileyen, şiir serüvenine kapılmamı sağlayan; yaz günlerinde, ülkenin ücra bir köşesinde kırık dökük masasının üzerinde 13-14 tane kitabıyla, henüz ergen bile olamamış bir çocuğun, şiir üzerine araştırmalar yapmasına neden olan zengin bir toprak o…



Dolayısıyla şiirle başlayan yazma serüvenimde “serbest nâzım” biçimi ve bu biçimin ustaları; Mayakovski ve Nazım Hikmet’in özel bir yeri oldu bende. Nazım adını ve şiirin bu biçimini çok sevdim. O yıllarda aynı evin küçük odalarını birlikte paylaştığımız ve elimizde doğan kuzenime “nazım” adını da bu yüzden ben koymuştum. O zamandayken, bölük pörçük karalamaya başladığım şeyleri, ileride yayınlamaya karar verdiğimde kullanmayı düşündüğüm ve o günden sevmeye başladığım bir isimdi Yusuf Nazım. Bu yüzden, 1993 yılında ilk defa bir gazeteye, Özgür Gündem’e gönderdiğim yazının yazarı da Yusuf Nazım olmuştu…



Geçtiğimiz Eylül ayında ilk kitabınız okuyucuyla buluştu. Hâlbuki yirmi yıla ulaşan bir yazım geçmişiniz var. Bir kitap için niye bu kadar geç?

Çoğumuzun hayata olan bir gecikmişliği vardır. Bu da benim gecikmişliğim işte. Hangimiz yüreğinin götürdüğü yere gidebiliyor ki. Belki de çok azımız. Yapmak isteyip de yapamadıklarınız, zamanın sizin önünüze koyduğu zorunluluklar, hayata bir başka noktadan ilişme gerekliliği… Edebiyata, felsefeye, estetiğe, iktisada düşkünsünüz. Gecekonduda Marks’ı, mum ışığında Darwin’i okumaktan zevk alıyorsunuz; on altı yaşında, küçük bir taşra kasabasının mütevazi kütüphanesinden çıkmıyor, Türkiye’de kapitalizmin gelişmesini araştırıyorsunuz; on yedisinde kırsal bir alanda köylülerin toprak sorunuyla ilgileniyor, at sırtında köyleri dolaşıyor, heybenizde felsefe kitapları taşıyor, dedeniz yaştaki insanlarla, köy muhtarları ve ihtiyar meclisiyle toplantılar yapıyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz mühendislik fakültesinin kapısındasınız! Hayat sizi başka yere savuruyor, yüreğiniz başka bir yerde kalıyor. Hâlbuki çıkmak istediğiniz başka yolculuklarınız var, henüz çıkılmamış, bir kısmı yarım kalmış. Ve hayata dair duygularınız bir nehirdir akıyor içinizde, biriktikçe birikiyor. Notlar alıyorsunuz, karalıyorsunuz, yazılar yazıyorsunuz. Ama asla benliğinizle, duygularınızla, kalbinize yoğunlaşamıyorsunuz. Ve yazdıklarınızı, ürettiklerinizi beğenmek kolay olmuyor. Mevcut üretiminizi kitaba dönüştürmek kolay ama önce sizin beğenmeniz, önce sizin ikna olmanız gerekiyor. Ve kendinizi beğenmediğiniz sürece de, bekliyorsunuz ve tabi ki gecikiyorsunuz…

Yani, ilk kitabı beğenerek çıkardınız?

Evet, tabii ki.. İlk kitabı beğenerek, iyi bir şey olduğuna ikna olarak çıkardım. Çünkü, artık zamanımı tümüyle edebiyat çalışmalarına adadım. Aklım ve yüreğim aynı yerde ve büyük bir zevkle yazıyorum.
   
"Kızak" bir öykü kitabı, niçin öykü?  Öykü konularını nasıl seçiyorsunuz

Aslında asıl yazma serüvenimin başlangıcı şiirdi. Şiir olarak bekleyen iki dosya mevcut elimde. Ancak, onları yeteri kadar olgunlaşmış olarak görmüyorum. Kısaca beğenebileceğim konusunda ikna olmuş değilim. Öyküler ise öyle değil. Onlar, yaşadıklarımız ve tanıklıklarımız çünkü, yaşayıp ve belleğimizin bir köşesinde kaydettiklerimiz, kaydedip biriktirdiklerimiz. Öyküler, yağmurlu ve fırtınalı bir gecede aniden parlayan bir şimşeğin aydınlattığı özel bir anın resmi gibidir. İşte o resmi saklarsınız, tarif edersiniz, oturup detaylarını yazarsınız. Bazen çok güzel bir tablo çıkar buradan, bazen de dehşetengiz bir görüntü. Kalbiniz ve duygularınız arasındaki işbirliği öyledir ki, yaşadığınız bir an, işittiğiniz bir söz, tanığı olduğunuz bir görüntü yeter; kalbinize yıldırımlar düşer, aklınızda şimşekler çakar. Adeta ve işte tam da o an öykü yazılmış gibi olur. İşte tam da o an, o özel anın öyküsü belli olmuştur ve size oturup yazmak düşer.

Tabii ki eklemekte fayda var; yazarın kalbinde esen fırtınalar ve aklında çakan şimşekler, içinde yaşadığı toplumsallıktan asla bağımsız değil. En azından benim öyle olmadığını söyleyebilirim. Elbette ki, birey olarak da duygularımız var ve bu duygularımızın eseri olarak çok güzel bir öykü ya da başka bir edebiyat ürünü verebiliriz. Ama unutmamak gerekir ki, tek tek bireylerin yaşadığı aşkları, sevinçleri, acıları ve hüzünleri olduğu kadar ve hatta ondan daha çok, nihai olarak bireylerden oluşan toplumların, sosyal sınıfların ve diğer başka toplulukların yaşadıkları ve hissiyatlar, edebiyatın esas ilgi alanı olmalıdır.

Kısaca söylemek gerekirse, yaşadıklarımız size öykü için gerekli malzemeyi zaten çokça sunuyor. Eğer ki bu malzemeye duyarlı bir kalbiniz, ayağa kalkmaya hazır duygularınız ve öyküye dair bir diliniz varsa tamam demektir. Gerisi, zamanın size teslim ettiği güzel bir ana ilişkin serüvendir. Kısaca böyle oluyor işte, hayat gelip damarıma basıyor, ben de oturup yazıyorum.

Kızak'taki 9 öykünüz yer alıyor. Biraz bu öykülerden konuşsak?

Evet, Kızak dokuz öyküden oluşan bir kitap. Öykü sayısını özellikle biraz sınırladım, ne de olsa bir ilk kitap bu ve okuyucunun tepkisini göreyim istedim. Yani bir bakıma görücüye çıkmak gibi.

Öykülerin hemen hemen tamamı, son çeyrek yüzyılın büyük umutları, heyecanları, düş kırıklıkları ve alt üst oluşlarıyla dolu ülkemiz toprağının görüp gördüklerinden doğmuştur. Her biri bu toprakların sevincini, hüznünü, dehşetle yaşanmış travmasını anlatmaktadır. Her bir öykü, yaşadığımız bu yaşamın görünmeyen öteki yüzü gibidir.

Kızak’taki öyküler, hayatları sıradanmış gibi olanların öyküleri. Aslında sıradanmış gibi derken bir şeyin altını çiziyorum; “hayata gerçek rengini verenler” in hikâyeleri bunlar. Okuyucuyu içine alan, sarsan ve örseleyen sıra dışı hikâyeler. Bütün bu hikayeler, merkezinde insan olmak üzere bütün bir doğanın tanıklığında gelişmektedir. Doğa içindeki canlı, cansız nesneler dünyası, öykülerin de birer kahramanıdır. Çoğu zaman onların canlı tanıklığında gelişir olaylar, ondan güç alarak mesajlarını oluşturur ve taşır. Bazen madde dünyasının çok küçük parçalarında gizlidir asıl mesajlar ve o küçük parçayla insan arasındaki bağdır insanı güçlü kılan. Ve işte o bağı keşfetmekten geçer, insanın en zor durumlarda dahi ayakta kalmasını sağlayan kuvvet. Bazen de doğa, kendi sinesinde doğup gelişenin saklayanıdır. O sessiz bir isyanın susturulmuş çığlığı gibidir. Susmak nasıl bir çığlık olursa bazen, çaresizliğinde bir başkaldırıya dönüştüğü anlar olur. Sessizdi Oranın Çığlıkları, işte böyle bir öyküdür. Koko, daha yazıldığı yıllarda bazı edebiyatçılar tarafından çok beğenilmiş ve hatta keşke Koko’nun romanı yazılsa denmiştir. Değerli Aydın Çubukçu bunu önermiştir örneğin, belki ileride yazılır, kim bilir..

Her öykünüzün başında 'hayat' üzerine söylenmiş güzel yazılar var. Galiba bunlar size ait? Bu öyküden bağımsız sözler üzerine neler söyleyeceksiniz?
Evet, bunlar benim hayata dair özdeyişlerim. Birisinde, “Öyküler hep hayata dairdir” der ya, işte böyle bir şey. Öykülerin hayat karşısındaki tavrının özetleridir bu esasında. Bu özdeyişler başlangıçta öykülerin içinde geçen paragraflardı. Sonradan, öykülere fazladan katacağı didaktizmden kaçınmak için çıkardım ve daha özlü ifadelerle öykülerin başlarında kullandım. Bir bakıma bunlar, yazarın hayata dair söyleyecek sözleridir. Kim bilir, belki okuyucu da benimser,  paylaşır bunları ve “benim de hayata dair sözümdür” der bunlar için…

Hangi projeler üzerinde çalışıyorsunuz? Yeni çalışmalarınızdan söz eder misiniz?

Şu an ikinci öykü kitabım hemen hemen hazır. Ancak yayınlaması için araya biraz zaman koymak istiyorum. Bu arada çokça yeni öyküler var ve her gün de yazılmak üzere yenileri sıraya giriyor. Şiirler var ama biraz üzerinde çalışılması gerekiyor. Ayrıca, halen değişik dergi ve gazetelerde yayınlanmış denemelerim var. Bunlar da oldukça beğeni toplayan yazılar. Sanırım bir ara bunları da yayınlamayı düşüneceğim. Ama dediğim gibi şu an öncelikli olan ikinci öykü kitabı..

Yakın zamandaki iş programımda kömürle ilgili bir belgesel film projesi var. Halen senaryosunu yazdığım bir film bu. Daha önceleri Zonguldak’ın Kandilli beldesindeki kömür ocaklarına 580 metre yeraltına inerek tanıklık ettiğim bir yaşamın belgeseli. Geçtiğimiz yaz, genç bir yönetmen arkadaşım, Gülsün Sarıoğlu ile Diyarbakır, Batman ve Van illerinde çekimlerini yaptığımız Düşümdeki Uçurtma adlı belgesel filmin çekimleri sonrasında zamanın nasıl da hızla geçtiğini anımsadım; on yıldır bir kenarda beklettiğim bu projeye artık hayat vereyim istiyorum.

Bir de büyük bir sabırsızlıkla beklettiğim roman taslakları var. Konusu belli, çok beğendiğim üç roman taslağı.Henüz çok erken ama yine de öykülerden sonra beni en fazla heyecanlandıran tasarılar olduğu için belirtmek istedim.

Bir söyleşide, "15 yaşından bu yana, hiç umutsuzluk içinde olmadım demiştiniz. Sizi umutlu yapan nedir?

Doğru,  küçük yaşlardan itibaren lügatimde “umutsuzluk” adına bir şey barındırmadım. Çok zor koşullardan geldim, büyük olanaksızlıklarla büyüdüm, çok yalnızlıklar  gördüm ama hiçbir şey içimdeki umut halkasının zincirini koparmayı başaramadı. Geleceğe, insan toplumunun yaşamayı hak ettiği daha güzel bir dünyaya olan inancım hiç kaybolmadı. Biliyorsunuz, bizim kuşağın büyük umutları vardı, büyük düşleri. Hiçbir şeyi kendimiz için istemeyen bir kuşaktık biz. Önce başkasını, sonra kendini sevecek kadar saftık, çocuktuk. Bu yüzden çocuk gülüşlü kahramanlarımız vardı bizim.  Gittiler ve hikâyeleri yarım kaldı onların.

Beni umutlu kılan şeyi soruyorsunuz; nasıl umutlu olamazsınız ki! Milyonlarca yıllık insanlık serüveninde, kendi hayatlarımızın daracık koridoru ne kadar yer kaplar ki. Ve hangi ömre sığar, dünyayı kuşatacak denli bir güzellik? En güzel günlerimizi, yalnızca kendi sınırlı ömürlerimizde görebilmeyi isteyecek kadar bencil olabilir miyiz? Tarihin inişleri ve çıkışları vardır, çağların da karanlık ve aydınlık dönemleri. Ülkelerin de böyle; gerileme ve ilerleme yılları, soluklanma ve atılım dönemleri… Sonuçta, emin olduğum bir şey varsa; tarihin suyu ileri doğru akar ve ilerler..

Bugün, insanlık çağının ileri hamlesinden her zamankinden daha çok umutluyum. Sevginin en büyük güç olduğuna ve bunu en çok insanın hak ettiğine sonsuz bir inanç duyuyorum.
Bu yüzden bir yanımdaki o saf ve masum çocuğu hep besleyip, koruyorum. Eskiden olduğu gibi, onu yaratandan başka sahibi olmayacak bir hayata inanıyorum ben. Bundan dolayıdır ki, sevince hala bir çocuk gibi gülüyor gözlerimiz ve hala aynı saflıkta atıyor yüreğimiz.

İnanıyorum ki bir gün, o çocuk gülüşlü kahramanlar yeniden gelecekler ve yarım kalmış öykülerine, bıraktıkları yerden devam edecekler.
 

6 yorum:

  1. Hiçbir birikim bir kenarda öyle saklı kalmıyor, kalamıyor;illa ki bir yerlerden sızıyor ve hatta görüldüğü gibi taşıyor demek ki..

    YanıtlaSil
  2. İçimizde taşıdığımız, insanoğlunun bu cennet yeryüzünde yüzbinlerce yıldır biriktirdiklerinin sadece küçük bir suretidir...

    YanıtlaSil
  3. Yusuf Nazım, tesadüf eseri bloğunuza denk geldim. Demek öykü kitabınız var.
    Ne yalan söyleyeyim sevindim. Çünkü farklı yazarların öykülerini okumak, yeni öykü tatlarını keşfetmeyi severim:)

    Yeni bir yazar ve öykü kitabı keşfettim ya çok sevindim. Hemen Kızak'ı edinmeliyim.

    http://hayalkahvem.blogspot.com/2011/09/ve-muzik-ve-kitap-ve-sevinmek.html

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Merhabalar Hayal Kahvesi,

      Tesadüfler şaşırtıcıdır çoğu kez..

      Açık bir pencereden, -üstelik gecenin geç bir vaktiyse eğer- tatlı ılık yaz rüzgârının teninizi okşayan melodileri arasında Andrea Bocelli'yi dinlemek; kitapçı dükkanlarının raflarındaki çeşit çeşit kitapların renklerden ve desenlerden oluşan gözalıcı kapaklarını heveskar duygularla okşamak; denemeler, öyküler ve şiirlerin dünyasında hiç bitmeyen gizemli yolculuklara çıkmak...

      Müziğin seslere ve notlara bürünmüş cezbedici ezgileri, edebiyatın hayat karşısında insan ruhunun derinliklerinde estirdiği fıtınalar, sanatın bireyi ve toplumu yeniden var etme mücadelesindeki sonsuz yaratıcılığı. Ve işte, insanoğlunun doğaya karşı estetik başkaldırısının muhteşem araçları...

      İyi ki varsınız Hayal Kahvesi, hoş geldiniz..

      Sil
  4. Nanananooom!.. Bugün İstanbul'daydım. Kitapçıya daldım. "Yusuf Nazım'ın Kızak'ı var mı?" diye sordum. Bir tane vardı. Hemen kaptım:) Hoş bir kitap kapağı vardı. Müşterimle olan randevuma geç kalıyordum. Kasada ödeme yaparken, kitabın son öyküsüne aceleyle göz attım. Öykünün adı "Çıplak"tı. İlk sayfayı okumaya başladım. Doktorun muayenehanesine bir hasta getiriliyor. Öyküden bir cümleyle açıklamam gerekirse, hastanın derdi şu: "Üstündekileri soyunuyor, sürekli çıplak geziniyor..."

    Kitaba haksızlık yapmak istemedim, öykünün ilk sayfasından sonra okumayı kestim. Bu öyküde, çıplak gezmek isteyen bir adam olmasına rağmen, kitapçıdan çıkıp arabama bindiğimde, İlhan Berk ve hep çıplak gezindiği, üzerine elbise giymeyi kabul etmediği için ömrünü evin bir odasında kilitli geçiren ablası aklıma geldi. İlhan Berk'in ablasının sahici hikayesi beni çok etkilemişti. Ama ablasının neden çıplak dolaşmak istediğini hiç kimse bilmeyecekti. Bu öykü ise kurgu... Bu öyküdeki adamın neden çıplak gezmek istediğini belki öykünün sonunda öğrenebileceğim. Henüz bilmiyorum. Bir süre merak etmek istiyorum.

    Öykünün başında "Yaşanmışlıkları da olmasaydı, öykülerden ne kalırdı geriye..." diye bir cümle yazılmış. Belki yaşanmış bir olaydan esinlenmiştir. Kim bilir?

    NOT: İlhan Berk le ilgili yazımı okumal isterseniz:
    http://hayalkahvem.blogspot.com/2011/10/iki-sairin-cocuklugundaki-sacl.html









    YanıtlaSil
  5. Teşekkürler Hayal Kahvesi,

    Şansınız varmış; Kızak'ın 2.baskı hazırlıklarının sürdüğü şu sıralar kitabı bulabilmişsiniz.

    İşte, iyi bir kitap okuru daha! Bazılarına kitap kurdu denmesi, bu sebeptendir. İki şairin çocukluğundaki saçlı tesadüfler ilginç olduğu kadar hüzünlüydü. Bunlardan bir tanesinin, kız kardeşiyle arasını yapmaya çalıştığı sevgili dostu Ahmet Arif'in, o en utangaç haliyle ilk buluşmasına, temiz bir gömleği olmadığından gidemediği için kardeşine karşı mahçup olan şair olması daha da ilginçti..

    İlhan Berk'in çocuk dünyasını yıkacak denli böyle bir anıya gerçek hayatta sahip olması, bir şair ruhunun derinliklerinde kimbilir ne fırtınalar esmesine neden olmuştur...

    Kitap dostları için güzel bir blog açmışsın:

    http://hayalkahvem.blogspot.com/

    Evet, "yaşanmışlıkları da olmasaydı eğer," sadece okumak için öyküler kalırdı bize.. Berk'in, ruhunun derinliklerinde esen fırtınalardan bir eser kalmazdı belki de...

    YanıtlaSil

yusuf.nazim1@gmail.com