30 Eylül 2017 Cumartesi

Kentin, vicdanın, adaletin katli

Yusuf Nazım
T24 | 26 Eylül 2017


Bir kentin katli

Dört yıl önce, dilime dolanan bir fiili eyleme dönüştürmek suretiyle terk etmiştim İstanbul’u. Dört gün önce yeniden döndüm. Sadece bir haftalığına.

İstanbul acı acı baktı bana. Giderek bir ucubeye dönüşmüş suretiyle; hanlarından, hamamlarından, şadırvanlarından; kervansarayları ve camilerinden çizilmiş çirkin siluetiyle...

Yenilmiş onca ağrılarıyla baktı şehir bana. En ince yerinden kırılmış, can evinden vurulmuş, kahpece katledilmiş haliyle baktı.

Bir şehir nasıl katledilir sizce?

Sinsice yaklaşıp arkadan, kalleşçe saplayarak mı kılıcını? Pusuya yatıp karanlık bir köşede, apansız ateşleyerek mi silahını?

Yoksa, imar planlarıyla mı katledilir en iyi! Gece gelen emirleri, gizli pazarlıkları, fesata bağlanmış ihaleleriyle mi; ya da kupon kupon, parsel parsel bölünerek mi katledilebilir bir şehir?

İstanbul’a geldiğim gün, bu şehrin cümle günahlarının vebalini taşıyan şahıs gitti. Arkasında, toprağına karış karış günahlar zerk edilmiş bir şehrin enkazını tarihe bırakarak gitti.

Vicdanın katli

Cumartesi günü Galatasaray Meydanı’ndaydım. Alana ilk ben varmıştım. Meydanın ortasında, Cumhuriyet’in 50.yılı için yapılan heykele sırtımı dayadım,  yüzümü güneşe verdim.

O an Vedat Günyol’un cezaevindeki Nazım Hikmet’i ziyarete gittiğinde, görüşme yeri olarak kullanılan gemide, ünlü şairin yazdığı şiir geldi aklıma:

“Bugün pazar...
Bugün, beni ilk defa
Güneşe çıkardılar.
Ve ben, ömrümde ilk defa
Gökyüzünün
Bu kadar benden uzak,
Bu kadar mavi,
Bu kadar geniş olduğuna şaşarak,
Kımıldamadan durdum
Sonra, saygıyla toprağa oturdum,
Dayadım sırtımı duvara.
Bu anda;
Ne düşmek dalgalara,
Bu anda;
Ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak,
Güneş ve
Ben...
Bahtiyarım…”

Sırtımı dayadığım elli adet borudan oluşan anıt, heykeltıraş Şadi Çelik tarafından Beyoğlu’nun karmaşasını, sadeliğiyle yenmek gibi bir anlam yüklenerek tasarlanmış aynı zamanda.

Aradan geçen 43 yılın 22 sinde, kayıplarını arayan acılı insanların sessiz çığlıklarına tanıklık etti bu heykel.

Bu düşüncelerle gözlerimi açtım. O hafta, anaların kayıplarını aradığı 652.haftaydı.

Sonbahar güneşi, 652.kezdir, bu meydana yerleşmiş ve bir daha ayrılmamış bir hüznü aydınlatıyordu.

Kalabalık giderek çoğaldı, adımlar ürkek ürkek yaklaştı birbirine, yüzlerde derin bir çukura benzeyen suskunluk.

İki gün önce Güzel Annesini kaybetmişti bu meydan. Bir gidenin daha ağırlığı çökmüştü meydana.

Konuşmalar yapılıyor; sözler ağrılı, kelimelerden acı süzülüyor adeta, sesler nasıl da dokunaklı…

Hanife Ana konuşuyor. “Yetim kaldım” diyor; “annemden yetim kaldım, babamdan yetim, kocamdan ve çocuklarımdan yetim kaldım…” Sonra duruyor...

Şimdi arkadaşımdan da yetim kaldım” diyor.

Son sözleri boğazında düğüm düğüm Hanife Ana’nın.

Bu tür konuşmalardan sonra genellikle bir alkış kopar. Ama burası kayıplar meydanı, burada alkışlara mahal yok! Onun yerine bir hıçkırık tufanı kopuyor meydandan. Göğüsler inip kalkıyor, yüzler ağlamaklı, gözler nemli...

Bir toplumun vicdanı nasıl katledilir sizce?

Sesi kısılırsa eğer insanların, korkuyla terbiye edilirse halk, zulm ile abad olursa bir toplum, işte o zaman katledilmiş olur bir toplumun vicdanı.

Adaletin katli

Dün Cumhuriyet Gazetesi yazarlarının duruşması vardı. Oradaydım.

Ahmet Şık’ın kardeşiyle karşılaştım. 71 indeki annesi ve 85 indeki hasta babasını uzak bir şehirde bırakarak gelmiş.

Ne bekliyorsunuz?” diye soruyorum.

Hiç beklemediğim kadar kesin konuşuyor:

Bırakmazlar,” diyor, “ceza verecekler!”

Hala cezaevinde tutuklu olan gazeteciler Ahmet Şık ve Kadri Gürsel; Murat Sabuncular, Akın Atalay ve Emre İper duruşmadaydılar.

Hepsi kendinden emindiler. Gazetecilik adına dik ve vakurca duruyorlardı. Yüzlerinden anlıyordum, yapılan iddialar karşısında savunma yapmayı zul görüyorlardı kendilerine. Ne var ki, tarihe kayıt düşmek gibi de bir görevleri vardı.

Ahmet Şık kayıpların 500.haftasında Murat Sabuncu’yu da alarak koşmuştu Galatasaray Meydanı’na. O günden sonra Ahmet Şık’la birlikte kalplerini o meydana bırakmışlardı…

Onları duruşmada izlerken düşündüm:

Bu gazeteciler, cemaat sofralarından beslenip, hatırlı referanslarla krediler alıp, villa ve yat sahibi olmadıkları için mi suçlular yoksa, bir zamanlar cemaatin yargı kılıcının önünde diz çöküp biat etmedikleri için mi?

Örneğin, dört bine yakın hâkim ve savcıyı liyakatsiz bir şekilde yargı sistemine sokup adaletin katline ortak olmadıkları için suçlular?

Meydan meydan dolaşıp cemaati öven konuşmalar yapmadıkları; onların elinden afili ödüller almadıkları, paraya boğuldukları gazete köşelerinde, AKP ve cemaate alkış tutmadıkları için suçlu görülebilirler mi örneğin?

Almanya’nın en büyük yolsuzluk davası olan Deniz Feneri Davası’nda, savcılara görevden el çektirilip davanın kapatılması için çevrilen dolaplara ortak olmadıkları için de suçludurlar belki…

Erzincan’daki cemaat örgütlenmesinin üzerine cesurca giden savcı İlhan Cihaner’i, makamında basarak yaka paça gözaltına aldıran cemaat savcılarının safında yer almadıkları için de suçlanabilirler mi?

Geçelim bunu da, devletin olanaklarıyla ele geçirdikleri televizyon kanallarında her gün arz-ı endam etmek suretiyle cemaati övmedikleri için de suçlanabilirler mi bu yazarlar?

Bilmiyorum, yazarlarımız gizliden gizliye ya da açıktan, uzak kıtalara gidip bir cemaat liderinin önünde diz çökmüşler midir? Hadi bunu da geçtik, liderle birlikte poz verebilmek için, neden birbiriyle yarış etmedikleri de için suçlanabilirler mi?

Yıllar yılı cemaat örgütlenmesi ve bunun tehlikeleri üzerine yazılar, makaleler, kitaplar yazdıkları için iktidar/cemaat kumpasıyla hapislere tıkıldıkları halde, yine de cemaat önünde diz çökmedikleri için suçlanabilirler mi?

Kim bilir gerçeğin, yalnızca gerçeğin peşinde koşmayı gazetecilik olarak bilen yazarlar olarak, yalnızca cemaatin karşısında değil, en az onun kadar kalbi kara bir iktidar zulmünün karşısında boyun eğmedikleri de için de suçlanabilirler mi?

Belki de bir ülkenin ordusuna kumpas kurulup kozmik odasına girilirken gazetelerinde manşet manşet başlıklar attırıp, yazdıkları yazılarla bu kumpasa alkış tutmadıkları için de suçlanabilirler…

Sahte isimlerle kanuna aykırı olarak aydınların, yazarların telefonlarını dinleterek, yeri geldiğinde ülkenin yarısının gizli yaşamlarına girebilmek için kararlar alabilen savcıları övüp göklere çıkarmadıkları için de suçlu olabilirler mi?

Örneğin onlar, televizyon televizyon dolaşıp, cemaat liderinin hatırına salya sümük ağlamışlar mıdır? Ağlamamışlarsa eğer, cemaat adına düzenlenen olimpiyatlarda, statlar dolusu kalabalıklar önünde “muhterem(!)” cemaat liderine gözü yaşlı övgüler dizerek geleceğin darbecilerini alkışlamadıkları için de suçlanabilirler mi?

Ülkeyi, dünyanın en büyük gazeteci hapishanesine çeviren davalardan birini izlerken bunları düşündüm.

Görevden el çektirilen, dört bine yakın yargı mensubunun kararlarına kurban edilen binlerce, on binlerce mağduru anımsadım.

Bu davayı izlerken iddianamenin sığınağı olan tanıkların nasıl birer maskaraya dönüştüğüne, bir davanın iddia ve tanıklar yönünden mizahın doruklarına tırmanabildiğine, jurnalci gazeteciliğin parlak örneklerinden birine tanık oldum.

Sonuçta, Kadri Gürsel’in serbest bırakılmasına, diğerlerinin tutukluluğunun devamına, mahkemenin 31 Ekim’de saat 09.30’da devam etmesine karar verildi.

O an Bülent Şık’ın sözleri geldi aklıma:

Bırakmazlar, ceza verecekler!”

Avrupa’nın en büyük adliyesinde, sıkıştığımız bu küçük duruşma salonunda, bir kez daha adaletin nasıl katledildiğine tanık olurken, Montesquieu’yu duyar gibi oldum:


“Bir rejim, halkın adalete inanmaz bir noktaya gelince, o rejim mahkûm olmuş demektir.”

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kentin-vicdanin-adaletin-katli,18147

21 Eylül 2017 Perşembe

Elveda Güzel Anne

Yusuf Nazım
T24 | 21.09.2017

Eylül sarıdır, hüzün ayıdır, Eylül ayrılık ayıdır.
Şairler ayrılır aramızdan buruk bir hüzünle Eylül’de.
Çoğu zaman, haşmetli gövdeleriyle çınarlar hazırlanır, sabırsız bir gururla sonbahara Eylül’de.

Çünkü Eylül, hüzün ve ayrılık ayıdır.

*  *  *

Bu topraklar, vakitsiz yaşanan acıların topraklarıdır.
Çünkü acılar çoğu zaman vakitsiz yaşanır bu topraklarda.
Vakitsiz yaşanan acıların yükünü ise kadınlar, en çok da analar çeker.
Onlar, derin acıların iz sürücüleri, adalet ve vicdan arayıcılarıdır.
Kimi Asiye Anne’dir, kimi Befo Ana, kimi de Şahsenem Anne’dir.
Hepsi anadır onların, hepsi hastır, her birinin çığlığı mezarları bile olmayan ölüleri için tarihe düşülen bir ağıttır. Bazen Kiraz Anne olur adları, bazen Hanife, bazen de Gülmez Anne…
Kimi zaman yorulur nefesleri onların, bayrakları elden ele geçer, evlatları, torunları taşır.
Kimi zaman, birbirlerinin tabutlarını omuzlarlar. 
Hepsi birbirinden güzel annelerdir onlar.

*  *  *


Onlardan biri de Güzel Şahin’dir. 
Atalarının söylediği gibi, “Dersimliyim” der kendine. Çoğuna olduğu gibi, gün gelmiş Dersim, ona da yar olmamıştır. Köklerinden kopmuş, İstanbul’un varoşlarına savrulmuşlardır.

1990’larda İstanbul’un varoşları yaralıdır, kanlıdır. Varoşların çocukları hak arama mücadelesindedir; baskıyla, sömürüyle, zulümle kavgalıdır.   


Güzel Şahin, kavgaya tutuştuğu bu zulümden payını, 17 yaşındaki oğlunun gözaltında tırnaklarının sökülmesiyle alır. Kayıp evlatlarının peşine düştüğünde ise sayısız gözaltı, aşağılama, itilme, kakılma şeklinde bir ceberrut düzendir karşısına çıkan. 1996’da altmış üç yaşındadır, iki evladı cezaevindeyken başlayan ölüm oruçlarına, o da dışarıdan açlık grevine başlayarak destek olur. Çocukları cezaevinden çıktıktan sonra da, yaşına bakmaz, hiç bir hak arama mücadelesinden geri kalmaz.

Cumartesi Anneleri’nin değişmeyen isimlerindendir o. Nerede bir kayıp haberi varsa koşar, nerede zulum altında inleyen duyarsa yetişir, nerede bir zalimlik görürse bir ana gibi göğsünü siper eder. Kalbi incinen, mağdur olan, haksızlığa itiraz eden kim varsa, onu kendi çocuğu beller.Hasan Gülenay, 20 Temmuz 1992’de gözaltında kaybedilir. Anne perişan haldedir, kayıp kocasının peşinde, yollara düşer. Dört çocuğu vardır geride kalan. Güzel Şahin, dört çocuğu da alır, bağrına basar. Kendi torunlarından ayırt etmez onları. Esenler’deki yoksul gecekondusu, yüreği gibi geniş ve zengindir. Çocukları sarıp sarmalayan, koruyup kollayandır o. İster üç yaşında olsun, ister elli yaşında, kendinden küçük herkesi bebeği gibi görür.

Onu, bir gün Diyarbakır’daki cenazede, bir kayıp annesinin tabutuna omuz verirken, bir başka gün Suruç’ta cenaze yıkarken, başka bir gün Kobane’de insan zinciri olurken görürsünüz…

Ona göre, yüreği atması için mağdurun Kürt olması gerekmez. Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay tutuklandığında, cezaevi önünde yapılan nöbet eylemlerini hiç aksatmaz. Sivas Katliamı anmalarının hiç birini kaçırmaz. Kürt’tür, Alevidir, inançlı biridir. Ancak, mağdurluk söz konusu olduğunda, “ben ne Alevi, ne Sünniyim, her şeyden önce bir insanım. Bir insan olduğum için buradayım, her yerdeyim; Alevi dardaysa Alevi’nin yanındayım, Sünni dardaysa Sünni’nin yanındayım, Çerkez dardaysa Çerkez’in yanındayım, Laz dardaysa Laz’ın yanındayım” diyecek kadar bilgedir. Munzur Festivallerinin hiç eksik olmayan katılımcısıdır o. Eğitimsizdir, lakin üniversiteden ihraçlar başladığında koşar, akademisyenlerin yanında safını alır. Tam bir İbrahim Kaypakkaya hayranıdır, hiç bir anmasını kaçırmaz.

*  *  *

Bu toprakların kaderidir vakitsiz gelen ölümler.
Daima hak arayanın, yüreği atıp başkaldıranın, özgürlük isteyenin kapısını çalar ölüm.
Hep arkadan gelir, hep sinsice yaklaşır, hep kalleşçe sallar kılıcını.

İşte böylesi zamanlarda, bir avuç insana düşer vakitsiz gelen ölümlerin yasını tutmak.
Hep bir avuç insanın boynunun borcu olur, vakitsiz giden ölüleri uğurlamak.

Bunlardan biri de Maside Ocak'tır. Cumartesi Anneleri aktivistlerinden biridir o. Ölüm haberini alır almaz koşar. Cenaze hazırlıkları, yakınlara haber verme, acılara ortak olma; medya bildirimleri, teknik hazırlıklar... Çoğu zaman ona düşer bu işler. Gözyaşlarına boğulur, ama koşar, çırpınır, taze acısıyla her yana yetişmeye çalışır. Tek tesellisi olur onun: “Dayan bebeğim, dayan!”

Böyle derdi sekseninde yaşlı kadın. Ak saçlı, mavi gözlü, kırış kırış olmuş derilerinin kıvrımlarında, acılı bir tarihten izler taşıyan bu kadın yine Güzel Anne’dir. “Dayan bebeğim dayan” der Maside ye. İşte bu sözlerden güç alır Maside, bağrına taş basar ve dayanır.

Ne zaman bir ölüm olsa, ne zaman yürekler gözyaşlarına gark olsa, Güzel Anne mutlaka çıkagelir “dayan bebeğim, dayan” der Maside’ye. Maside ancak böyle dayanır acılara, ancak böyle baş edebilir gözyaşlarına.

*  *  *

Şimdi ise aylardan yine eylüldür.
Eylül sarıdır, hüzün ayıdır, eylül ayrılık ayıdır.
Eylül ün yirmisinde Maside nin telefonu bir kez daha çalar.
Maside’nin telefonu yine bir ölüm haberi için sızlar.
Eylül koparmıştır bir ağacı daha, yüreklerde, en incecik dalından.
Sonbahar, devirmiştir bir çınarı daha köklerinden.
Önce gözyaşları boşalır Maside’nin.
Sonra, kurulmuş gibi adımları...
Hemen koşar Maside. Yakınlarına, dostlarına haber verir; cenaze hazırlıkları, ifa edilecek son görevler, gazeteciler, medya falan…
Bu sefer, kimse “dayan!” demez Maside’ye; “dayan bebeğim, dayan!” diyen biri çıkmaz.
Çıkmaz, çünkü Maside, bir ölünün üzerine yatmış ağlamaktadır.
Çünkü, Maside’nin üzerine yatarak ağladığı tahta bir tabutta, beyaz kefene sarılı Güzel Anne’nin soğumuş bedeni yatmaktadır.

*  *  *

Güzel Anne.
O da, diğer tüm Cumartesi Anneleri gibi çığlıklarını, yıllar yılı acılarla dolu yüreklerine gömdü.
Her cumartesi günü, Galatasaray’ın taş kaldırımlarını mekân tuttu o.
Bütün analarla birlikte ceberrut bir dönemin karanlığında kaybolmuş çocuklarını aradılar.
Kalabalıkların sessiz silüetinde, kımıldayan rüzgârın nefesinde, açılan her kapının gıcırtısında onların yüzü vardı.
Çoğunun, geceleri gözlerine örtü inmedi, kapıları örtülmedi.
Yıllardır, her an çıkıp gelecek gibi beklediler.
Lakin bir türlü gelmediler.

*  *  *

Güzel Şahin.
İsminin güzelliği, yüreğine aksetmiş gibiydi.
Bu yüzden olsa gerek Güzel Anne kalmıştı adı.
Gözleri Anadolu, gövdesi Mezopotamya gibiydi.
Ölümden, kederden, acıdan elbiselerini giyinerek gitti.
Bütün öksüzlerin, garibanların, bütün yetim kalmış çocukların güzel annesiydi o.
Berkinlerin, Ali İsmaillerin, Suruçlu çocukların; Ankara Garı’nda ölüme halay çekenlerin.
Hepimizin güzel annesiydi o.
Elveda Güzel Anne.
Elveda!



http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/elveda-guzel-anne,18110

14 Eylül 2017 Perşembe

NU-SE

 Yusuf Nazım
T24 | 14.09.2017

Onları ilk kez Yüksel Caddesi’nde otururken gördüm.

Son derece basit, masum bir talep için oradaydılar. Daha birçoğunun benzer amaçlar için, farklı zamanlarda, farklı biçimlerde yaptığı gibi. Biri eğitim emekçisi, diğeri akademisyendi. İki satırlık bir KHK ile işlerine son verilmişti. İşlerini geri istiyorlardı!

İlk anda, insanı sarıp sarmalayan, yüzlerindeki o çocukça gülümsemeleri dikkatimi çekmişti. Öylesine okuyup geçmiştim isimlerini.

NU-SE’ydi adları.

Birkaç gün sonra, sosyal medyada tekrar rastladım onlara.

Yine oradaydılar. Yanlarında birkaç kişi daha vardı. Ayaktaydılar. Yüzlerinde hiç düşmeyen gülümsemeleriyle… Kırmızı bir önlük giymişlerdi bu sefer. Üzerinde işimi geri istiyorum yazıyordu. Son derece olağan bir şeydi bu. Taleplerini birkaç gün dile getirecek, sonra köşelerine çekilip kadere boyun eğeceklerdi.

Adları ise NU-SE’ydi

Sonra, bir gözaltı haberinde iliştiler gözlerime.

Artık tanıyordum. Devletimize göre, Yüksel Caddesi’ndeki sayıları her geçen artan kalabalıkla, toplumun nizamını bozmaya başlamışlardı! Kendilerini derdest ederek karakola götürmekten beis görmemişti demokrasimiz. Yalnız bir sorun vardı; işini geri istemekten başka bir derdi olmayan bu insanları hangi gerekçeyle tutacaklardı. Tutamamış, serbest bırakmışlardı.

Çünkü adları NU-SE’ydi onların.

Takip eden günlerde, günü birlik gözaltılar başladı.

Kolluk göz açtırmıyordu artık. Her gün karakoldaydılar. Ne var ki, çıkar çıkmaz ilk durakları yine Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı oluyordu. Bir gün, internet haber sitelerinden okumuştum. Bütün kapılar yüzlerine kapandığında, söylenecek kelimeler tükendiğinde, artık yapılacak hiç bir şeyleri kalmadığında, insanoğlunun elindeki o son çareye, açlığın koynuna sığınmaya karar vermişlerdi…
İnsan Hakları Anıtı’nın önü çelenklerle, çiçeklerle, papatyalarla dolu oluyordu artık.

Çiçeklerin üzerinde ise NU-SE yazıyordu.

Başka bir gün, onları bir kez daha gördüm. Arkadaşları kollarına girmişti. Güçlükle yürüyorlardı.

Gülüşlerinden yaralı çocuklar gibiydiler. Mecalleri iyiden iyiye azalmış, takatları kesilmişti. Havaya güçlükle kaldırdıkları elleriyle çevredekileri selamlıyor, sıcacık gülümsemelerini haksızlığın, adaletsizliğin, eşitsizliğin hüküm sürdüğü bir dünyaya doğru üflüyorlardı.

Adları NU-SE’ydi ve şehirden şehire dolaşıyordu artık.

Günün birinde tekerlekli bir sandalyede çarptılar gözüme.

Bacakları, iyice güçten düşmüştü. Giderek zayıflayan bedenlerini taşımakta zorluk çekiyordu. Gülümsemelerini, tekerlekli bir sandalyenin üzerinden armağan ediyorlardı bu sefer hayata.

Adları ise yasaktı. Yüksel Caddesi’nde hak aramak imkânsızdı artık. Sadece hak aramak değil, üç kişinin bir araya gelmesi bile imkânsızdı. İnsan Hakları Anıtı önünde durmak, çiçek koymak, kitap okumak, seyretmek; üzerinde isimlerin yazılı olduğu dövizlerle orada durmak, isimlerini anmak, hatta üzeri boş, beyaz bir karton parçası taşımak… Yasaktı bütün bunlar.
Orada, kitap okuyan kadın heykeli bile çelik bariyerlerle gözaltına alınmıştı.

Çünkü adları NU-SE’ydi onların.

Bir gün, polislerin arasında, kollarına girilmiş, götürülürken görmüştüm onları.

Haklarında, devlete ait, imzalı mühürlü kocaman bir tutuklama kararı vardı artık. Kaçamazlardı! Öyle olur olmaz yerde, oturup toplumun huzurunu bozamazlardı! Elini kolunu sallayarak dolaşamaz, istedikleri yere papatyalar koyamazlardı!
Devletti bu, gerekçe üretmek elbette zor olmayacaktı. Gerçekte ise cürümleri, Ankara’nın orta yerinde, işlerini ve ekmeklerini geri istemeye tam teşebbüsten ibaret kalacaktı.

Ne var ki, hala çocuksuydu yüzleri, hala bir eser yoktu yılgınlıktan, bakışları hala civanmert, gülmekte hala cömerttiler.

Adları ise NU-SE olarak anılıyordu.

Bir süre göremedim onları, sadece haberlerini okuyordum.

Yüksel Caddesi artık yalnızdı, kimsesizdi. Lakin çok geçmedi, sevenleri ve destekçileri dolduruverdiler bu boşluğu. Onlar da, diğerleri gibi her gün polis copuna maruz kaldı, zehir içti, gözaltına alındılar. Kimilerinin çatur çutur kolları kırıldı oracıkta. Veli Saçılık, her gün İnsan Hakları Anıtı önünde sürdürdü itirazını. Bıkmadan, yılmadan, usanmadan! Tek başına, kötülüğün tarihine Türkiye’nin Kolsuz Direnişi’ni yazdı. Her gün gaz sıkıldı üzerine, zehir püskürtüldü, yağmur gibi plastik mermi yedi bedenine. Ampute kolu bile kırıldı, ancak onun kolsuz direnişi asla kırılamadı!

Adları ise hala NU-SE’ydi.

Son olarak, cezaevinde, ağır bir açlığın koynunda bir meçhule doğru giderken, başlarında gardiyanlar varken gördüm onları.

Cezaevinde yaşanan gerçeği bir video filme almışlardı. Devletin gardiyanı geliyor, uykudayken dürtüyor, “öldünüz mü?” diye soruyordu.

“Henüz ölmedik” diyorlardı, “ölmedik, ölmeyeceğiz! Ölmek için değil, yaşamak/yaşatmak için  buradayız.”

Böyle söylüyor ve açlığın koynundaki gülümseme ye devam ediyorlardı.
Hapishaneden resimler çiziyor, şekiller yapıyorlardı. Resimlerde sakallı bir adam ile gülen bir kadın göze çarpıyordu. İçerideki küçük hapishaneden, dışardaki büyük hapishaneye pusulalar gönderiyorlardı.

Pusulaların altında NU-SE yazıyordu.

*  *  *

Bugün, 189 gündür açlığın koynunda onlar. 115 gündür, onları işten atan, aç bırakan devletin hapishanesinde tutuklular. Ayakta duramıyorlar artık; gözleri çukurlarına düşmüş, kasları erimiş, benizleri sararmış. Fakat incecikten gülümsemeye devam ediyorlar hala. Umutla bakıyorlar maviliklere…

Ve adları var artık onların.

Tıpkı kendileri gibi gerçek, gülümsemeleri kadar sahici, yürekleri gibi umut dolu.

Bugün mahkemeye çıkacaklar. Onların değil bizim mahkememiz bu. Onlar değil, adalet yargılanacak bugün.

Onları değil bizi çağırıyorlar mahkemeye bugün; ekmeği elinden alınanlar, işinden edilenler; öğrenciler, öğretmenler, akademisyenler; gazeteci, yazar ve aydınlar; Horasan’da bir okulda, öğretmensiz kalmış yoksul çocuklar çağrılıyor mahkemeye bugün.

Geç kalmayalım, hepimizin mahkemesi var bugün!

Geç kalırsak eğer…

Okulda, çocukların defterine, sıralarına, ağaçlara yazılamayacak adları.

Geç kalırsak eğer…

Okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara çizilemeyecek yüzleri.

Geç kalırsak eğer…

Yaldızlı imgelerde, toplarda tüfeklerde, kralların tacında okunamayacak adları…

Geç kalırsak eğer…

En güzel gecelerde, günün ak ekmeğinde, bir daha göremeyeceğiz gülümsemelerini. (*)

Adlarını unutmayın.

NU-SE!




(*) Paul Eluard’ın Ey Özgürlük şiirinden
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/nu-se,18049

6 Eylül 2017 Çarşamba

Eşkinoz’dan Esenyurt’a bir hikâye

Yusuf NAZIM

Evrensel Ek/5 Mart 2016

9. yüzyıldan başlayan bir hikâye bu. Küçük Çekmece Gölü havzasından yukarılara doğru uzanan Ekrem Ömer Paşa’ya ait bir çiftlik. Bu çiftliğin ortaklarından Eşkinozgiller ailesi… Ve adını aileden alan yöre; Eşkinoz.
İşte bu köyle başlıyor hikâyemiz. Cumhuriyet öncesi ve hemen sonrasında Balkanlardan Eşkinoz’a gelen göçmenler. Bir yandan Romanlar yerleşir, Köy içi denir adına. Balkanlardan gelenler ise Merkez Mahallesi adıyla mekân tutar. Serin serin rüzgârlar eser yamaçlarında Eşkinoz’un. Bu yüzden olsa gerek 1967’de Esenyurt adını alır yerleşim. 1989’da belde belediyesi olarak daha çok Kars ilinden bir göç dalgası başlar… Yeni bir kentin hikâyesidir başlayan. Ne Eşkinoz’un adı kalır artık, ne de Eşkinozgillerden bir eser…

Esenyurt adlı bir beldededir artık yolumuz. Heybesinde eski zaman düşleriyle Karslı bir başkan umut olur beldeye. Yeni bir sancıdır başlar kentte; çamurlu yollarında bata-çıka yürünen bir köyün, çağdaş bir bir kente dönüşmesinin öyküsüdür bu. Yollar yapılır, kanallar açılır, imar planları hazırlanır. Gündüz vakti gecekondular biter, varoşlar çoğalır kıyılarında beldenin. Dengini, döşeğini alan yollardadır artık. Kars’tan, Ardahan’dan, başka uzak diyarlardan düşerler yola, Esenyurt kucak açar gelenlere. Bir yandan yeni yeni mahalleler kurulur, baştan aşağıya bir imardır başlar, bir yandan haramiler tutar köşe başlarını; kir akar, pas akar, oluk oluk rant akar.

Bir yanda, yeni bir kenti var etmenin heyecanı, diğer yanda iktidar ve güç tutkusu. Çocuk parkları AVM’lere, sağlık hizmet projeleri lüks konutlara, rekreasyon alanları eğlence merkezlerine dönüşür yavaş yavaş. Artık, haramilerin sofrasındadır bu şehir.
Modern bir şehrin hikâyesi dolaşır dillerde. Adı Esenkent’tir, bacası olmayan şehir! Yolları bakımlı, bahçeleri yeşil. Birden Ruhi Su’nun türküsü düşer akıllara:

Oltu'dan girdik de Sarıkamış'a
Akıl ermez orda yatan üleşe
Askeri kırdıran Enveri Paşa
Kitlendi kapılar, mekân ağladı

Askeri kırdıran Enver Paşa, adını bir caddeye vermiştir Esenkent’in ortasında. Hemen yanı başında, şehrin kalbine saplanmış gibidir, betondan bir rant abidesi yükselir; adını Elit Kent koymuşlardır bu kentin seçkinleri.
Esenkent’te Süleyman Demirel Caddesi’nin Talat Paşa ile yolu kesişir, geçerken göz kırpalar birbirlerine. Yaşasaydı, utancından başını öne eğerdi Rıfat Ilgaz! Adını bir Kültür Merkezi’ne vermişler. Lakin sağlıklarını parayla satın almakla meşguller hastalar içinde. Ne folklor çalışması, ne heykel sergileri, ne müzik atölyeleri… Yalnızca tabelası kalmıştı baki. Artık özel bir hastaneye dönüşmüştür o, mütemadiyen para keser kapılarında. Arkasında, hüzünle çatmıştır yüzünü amfi tiyatro. Çalılar kaplar her sene gövdesini. Ücra bir köşesinde saklanmış gibidir bir vakıf; Esenkent Eğitim Kültür ve Sanat Vakfı, kültür ve sanattan başka her şeyle meşgul…

* * *

Zaman böylece akıp geçer. Sene 2004’tür artık. Siyasetin çehresi de değişmiştir, tarzı da. Üstelik hem ülkede, hem de İstanbul’da. Esenyurt da nasibini alır, geri kalmaz bundan. Yeni bir başkanla birlikte yeni bir döneme girer bu şehir. Bambaşka bir dönemdir bundan böyle yaşanacak olan.

Halkına hizmet aşkıyla doludur her gelen. Yeni bir imar hamlesi daha başlar. Yeni yeni semtler, mahalleler eklenir şehre, yepyeni yollar, yeni kompleksler peydahlanır. Parklara, bahçelere, spor merkezlerine isim olur yalancının, talancının, soyguncunun adı.

Karış karış rant fışkırır, görülmedik bir talana uğrar toprakları Eşkinoz’un. Göğü yırtarcasına yükselir gökdelenler, ağrısı olur, sivri sivri batar yüreklere. Tepeden tırnağa betona dönüşür kent…

Oysaki viranelerinde tiner çeken çocukları vardır Esenyurt’un. Esrarı, eroini pazarlanır okul kapılarında. Kotçular Sanayi Sitesi’nde ciğerleri slikozistle dağlanmaya devam eder işçilerin. Her gün biraz daha heder olur ömürleri Lee Cooper, Dolce Gabana, Mavi Jeans bedenlere.

Çoktan yeşili tükenmiştir Kapadık Çiftliği’nin, griye boyalıdır yüzü artık bahçelerin. Sular akmaz olmuştur pınarlarından. Bir AVM yükselmiştir ortasından, özel gişeler açılır, otoyollarla varılır karşısına.

Çingene Mahallesi gölgesinde büzülmüş gibidir gökdelenlerin. Sayısı azalmıştır Romanların. Çalgıları biraz ince saz, şarkıları biraz daha hüzünlü...

Güzel umutları vardı bir zamanlar bu şehrin; bir birinden güzel isimli caddeleri, sokakları. Nazım Hikmet Caddesi’ne nasıl da yakışırdı bir şiirin dizeleri; adım başı kitapevi, kültür merkezi, okuma ve kadın evleri, kitapçılar, sahaflar, kütüphaneler... Oysa haramiler basmış şimdi her yanını! Her adımda rant, her adımda talan, her adımda yağma! Rezidanslar şehri bu şehir; sıra sıra gökdelenler, Eskule’ler, AVM’ler. Paraya tahvil edilmiş cümle yüzü bu kentin. Unutulmuş kalmış adı bir caddede Terzi Fikri’nin. Fatsa’da yarattığı eserden bir emare yok, kim bilir nasıl da titriyordur ruhu terzinin.

Biraz ileride yeni bir semt, yeni bir hikâyenin daha izi var. İncirtepe’de yavaş yavaş ağarıyor gün. Küçük Çekmece Gölü havzasına, alçala alçala sarkıyor, bütün bir mahalle sessiz. Hayatı dişiyle tırnağıyla kazımaktan başka çareleri olmayan insanlar. Havada, zorlu bir güne daha başlayacak olmanın inceden inceye ağırlığı. Evlerin hasta, tedirgin bakan yüzleri yorgun. Çocuk ağlamaları arasında gıcırtıyla aralanıyor kapılar. Meşakkatli kadın yüzleridir görünenler. Kollarında çantaları, ellerinde çıkınlar; başları örtülü örtüsüz, sırtları mantolu mantosuz, umutları az ya da çok; en çok hayal kurmasını bilen, düşleri tükenmeyen, aşkları yarım, sevdaları kusursuz kadınlar... Derme çatma evlerinden çıkarak, Balık Yolu’ndan Köyiçi’ne doğru yürüyorlar… Sessiz bir temizlik ordusu gibi süzülüyorlar. Cam silip mermer parlatmak gayeleri, kederli yüzlerinde saklı kalmış hikâyeler taşıyorlar.


Yüzleri yukarı kentlere dönük kadınların, dayanıyorlar kapılara; şatafatlı, modern kentlerin sorgulu-sualli kapılarından geçiyorlar. Kimi kart göstererek, kimi kimlik bırakarak, kimi parmak basarak... Beton çitlerle çevrilidir kentler, soğuk duvarlar, ıssızmış gibi duran bahçeler; sıra sıra, renk renk, model model araçlar karşılıyor onları. Dublekslere, triplekslere; bahçe kapısı aydınlık ve ferah evlere, malikânelere akıyorlar birer birer…
Uzun bir hikâyedir bu. Sıvasız duvarlarıyla eski yüzlü mahallelerden geçer yolu. Bize uzak kentlerden gelenleri vardır bu şehrin. Öykülerinde derin acıların izleri; apansız askerler basmıştır bir gece köylerini! Göçmüşler, yurt eylemişler bu kentin varoşlarını. Merdiven altı atölyelerde iş tutmuş, kapısı kırık kondular yurdu olmuştur onların.

Haramidere’yi eşkıyalar basmıştır çoktan; bir AVM inşaatında cayır cayır çadırlar; içinde depremden kurtulmuş Vanlı işçiler yanmıştır! Sorsan, ağız birliği etmiş gibidir hepsi, kader derler! Daha aşağılarda, sigortasız işçilerini alın terini öğütür Kıraç’ın fabrikaları.

Birazdan Örnek Mahallesi’ne düşeektir yolumuz. Pazar yerinde, sokaklarda, kahvehanelerde emekli bir öğretmenin sesi işitilir. Kolunda deste deste bildiriler, çakmak çakmaktır bakışları. Konuşurken, okşar gibidir sevgisi, yüksek perdeden duyulur sesi. “Yılgınlık yok gençler, kazanacağız!

* * *

İşte güneşli bir gün. Hava aydınlık ve ılık. Doğan Araslı Bulvarı’nda, Depo Durağı’nda heyecanlı bir kalabalık. Gençler buluşmuşlar; kadınlı, erkekli; vasıflı, vasıfsız; öğrenci, işçi; hararetli bir tartışmadalar. Fabrikalardan çıkmışlar; okullardan, semtlerden; Evren Sitesi’nden, Fatih Oto Sanayi Sitesi’nden; tornacısı, makinecisi, overlokçusu… Heybelerinde düşleri, ellerinde pankartlar, dudaklarında bir söylence; 1 Mayıs’a gidiyorlar! Bayramlarına gidiyorlar! Esenyurt’un yüz akı, yeni bir hayatın müjdecisi, asıl hikâyesi onlar. Birazdan otobüsler kalkacak; dillerinde türküleri, bakışlarında heyecan, bitmeyen bir umudu taşıyorlar...

2 Eylül 2017 Cumartesi

Adım barış!

Yusuf Nazım
T24 | 2 Eylül 2017


Adım barış!
Devletsizim! Milliyetim yoktur benim, bayrağım da. Ülke, sınır, kural tanımam, uyruğuna bakmam insanların ben.
Acılarım var bu yeryüzünde. Hepsi birbirinden farklı, hepsi birbirine ırak.
Trablus’ta çoktan unutulmuşum, Sana’da can çekişiyorum, Kabil’de demir bir kafesteyim.
Şengal’de Ezidi bir anne, Bodrum’da sahile vuran bir çocuk, Musul’da prangalanmış bir köleyim.
Ege’nin iki yakasından birbirine bakan derin bir özlemin adıyım.
Cizre’de yaralı, Filistin’de kanamalı, Myanmar’da çaresiz bir ölüyüm ben.

Adım barış!
Ne bir dine aitim, ne bir mezhebim var, ne de teninin rengiyle övünen bir dâhiyim.
Ben olmadan yaşam olmaz. Bensiz yaşam olursa, o yaşamın tadı olmaz.
Bu yüzden Diyarbakır’ım ben. Diyarbakır’da, surlarından kanayan bir yarayım. Halep’im, Şam’ım, Bağdat’ım. Şehirlerin baharat kokulu yollarıyım. Lazkiye’de bir Arap kadının ellerindeki kınayım.
Anadolu’da Ankara’yım ben. Ankara’nın Yüksel Caddesi’nde her gün açan, kucak dolusu papatyayım.
Orada, etrafı tellerle kuşatılmış, kitap okuyan bir heykel, açlığın koynunda usanmadan, yılmadan gülümseyen, gülüşlerinden yaralı iki çocuğum ben.

Adım barış!
Soyuna bakmam insanların, ırkından anlamam, düşüncelerine göre ayırt etmem.
Özgürlük yoldaşımdır benim, tutkularım var, sınır tanımayan.
Yaraları, yaralarıma bağlı bir kadının saçlarına takılmış, bir kırmızı gonca gülüm ben.
Şairim, bir şiirin dizelerinde, incir ağacıyım bir şarkınım sözlerinde, tutkuyum insanların dillerinde.
İşte bu kadar derin, vefalı ve anlamlı, bu kadar vazgeçilmezim ben.

Adım barış!
Cinsiyetim yoktur benim, yüzlerce dil bilirim, hepsi birbirinden zengin, hepsi birbirinden değerli. 
Türk’üm, Kürt’üm, Ermeni’yim; bir o kadar da Rum’um, Arap’ım, Çerkez’im.  
Arap’ın içinde Hıristiyan, Kürt’ün içinde Zaza, onun içinde Süryani’yim.
Her birinin içinde, ne kadar azalsam da, yine de çoğum ben.
Az olduğum zaman mahpus, bazen sürgün, bazense çok ıraklardayım.
Dilsizim kimi zaman, kimi zaman acı, kimi zaman kederli, çoğu zaman suskunum.
Lakin bekleyenim çok benim.
Gün olur namlunun ucundayım, gün olur kelepçede, gün olur iki satırlık bir kanun hükmündeyim.

Adım barış!
Kindar değilim. Nefretim yoktur hiçbir canlıya. Hepsini eşit bilir, ayrımsız severim. Hiçbir müktedirin ağzına bakmam, kimseye biat etmem, yaşayınca koşulsuz, özgürce yaşamak isterim yaşayacaklarımı.
Çünkü toprağım ben, suyum, havayım.
Yalnızca bu kadar da değil; toprakta karıncayım, suda balığım, havada kuşum.
Şehrin ortasında bir park, parkta bir ağaç, ağaçta bir dal, dalda bir zeytinim ben.

Adım barış!
Çoğu zaman, özlemi en çok duyulan şeyin adıyım ben.
Adalet dersen, kardeşimdir benim, onunla nefes alırım, onunla veririm. Eşitlik olmadığı zaman ben bir hiçim, yaşayamam.
Şehirler bir bir yıkılırken, semtler dümdüz edilirken, geride kalan son ev terk edilir, son ışık söner, son ağaç kesilirken sığınılacak kutsal bir yurdum ben.
Şu karanlık gökyüzü altında, son çareniz de tükendiğinde, feriniz iyiden iyiye azaldığında, size bahşedilmiş bu cennet yeryüzünde, tıkanıp soluksuz kaldığınızda, alacağınız o son nefesim ben.
En karamsar anınızda, rengârenk çiçekler gibi açacak, nefti bir ormancasına kapınızda yeşerecek, dağların yabanıl doruklarından yükselip, kararmış ufkunuza kanat çırpacak, sarsılmaz bir umudum ben.

Adım barış!
Adımı siz koymuşsunuz.
Rüzgârım ben, efil efil eserim, esmeye muhtacım.
Çoğu zaman elim kolum bağlıdır benim, özgürlüğe susamışım, eşitliğe hasretim.
Çok uzun bir gecenin şafağında, er geç parıldayacak, göz kamaştırıcı bir ışığım ben.
Belki de hiç gelmeyecekmiş sanılan, lakin hep sabırsızlıkla beklenen, geldiğinde ise, ıssız tepelerin yamaçlarındaki dağ menekşeleri gibi deli dolu açacak taptaze bir baharım ben.

Adım barış!
Henüz var olmadım ben.
Bu dünyaya yabancıyım ama mutlaka geleceğim.
Gelişi müjdeyle anılacak, coşkuyla kutlanacak, adına bayramlar yapılacak henüz doğmamış bir çocuğum.
Bir çölün ayazında, kuru bir ağacın dalında, her an uç vermeye hazırlanan bir tomurcuğum.
Gülünce yüzünde güller açan, yüreği aşklar mevsimi bir kadının, kalbinde arsızca kanatlanan asi bir çiçeğim ben.
Adım barış!


Not: 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde, barış tüm dünyanın üstüne olsun.