21 Şubat 2017 Salı

Mont Valerien’de bir Ermeni

Yusuf Nazım
T24 | 21 Şubat 2017

Radikal Gazetesi’nde Bitlis’te son Ermeni’yi yazmıştım bir zamanlar.
Amerikan edebiyatının güçlü kısa öykü yazarlarından olan William Saroyan’ın,  Bitlis’teki köklerinden kopuşunun hikâyesiydi bu.

1907’de, yaklaşan o büyük fırtınanın gölgesinde başlayan bir kopuşun, küçük Saroyan’ın hayalinde, anneannesinin “kalbin diliyle” söylediği, söylerken bir “şarap deresi gibi akan” ve acının hüznüyle ezgilenmiş ninnilerle nasıl derin bir özleme dönüştüğü ve bu özlemin sonunda onun, yanında Ara Güler, Fikret Otyam ve Yaşar Kemal’le birlikte Anadolu’nun içlerine doğru yolculuğunu anlatmıştım. Köklerine olan bu yolculuğun sonunda onun, doğduğu kentin sınırlarına vardığında, eğilerek öptüğü vatan toprağında Bitlis’in son Ermeni’siyle karşılaşması vardı bu anlatıda…

Kökleri, ne kadar derinlerde olursa, acıları da o kadar büyük oluyordu hayatların. Ve başlangıçları, dönüp dolaşıp nedense hep aynı tarihleri gösteriyordu. Ne kadar dilsiz olsa da acılar, anlatmak için hikâyesini, yine de kendine bir yol buluyordu.

1906’da benzer bir hikâye, Anadolu’nun başka bir köşesinde boy verecektir.
1915 yılının kimlikleri orada oraya sürükleyen o büyük kasırgasında, ağabeysi dışında bütün ailesini kaybedecek bir çocuğun hikâyesidir bu. Fransız kolonisi olan Suriye’de, bir yetimhanede geçen çocukluk yılları sonrasında, 1925 yılında Marsilya’ya kadar uzanan, ardından Fransa’daki bir fabrikadaki tornacılık yıllarından, şiir ve edebiyatla harmanlanan; Baudelarie, Rimbaud gibi yazarların eserlerini Ermenice’ye kazandıran, Sorbonne’da edebiyat, felsefe, siyaset dersleri alırken Paris’teki faşizme karşı yeraltı direnişine katılarak, en sonunda Paris’te, Mont Valerien’in eteklerinde hüzünle son bulan; kısa, fırtınalı ama onurla nişanlanmış bir hayat hikâyesi…

Almanya’da Nazizm’in yükselişi ve diktatörlük

1930’lu yıllar.

Faşizm, “İri bir çizme gibi Balkanlara” yayılmaktadır.

Almanya’da, her türlü kötülüğün nedeni olarak demokratik parlamenter sistemi gören Hitler, seçimlerinden sonra çıkardığı “yetki kanunuyla” meclisin faaliyetlerini durdurur.

Dört yıl süre ile meclisin tüm yetkilerini kabineye devredecek kanunun oylaması sırasında, parlamento SA birliklerince kuşatılır. Bazı sosyal demokrat parlamenterler içeri alınmaz. 81 komünist vekil, seçimlerden önce zaten gözaltına alınmıştır.

Hitler, kendisine geniş yetkiler veren bir “kanun hükmünde kararnameyle” yasama ve yürütme gücünü bütünüyle ele geçirir.

Kurmuş olduğu güçlü propaganda aygıtı, güçlü hitabet ve ikna yeteneği sayesinde Alman ırkının üstünlüğüne halkı inandırır.

Büyük bir savaşa hazırlık amacıyla açılan yeni iş alanları sayesinde işsizlik azalır, ülke boydan boya otobanlarla donatılır.
Alman başbakanı olmasının yanı sıra, 1934 yılında yapılan referandumla %89,9 “evet” oyu alarak ölene kadar Cumhurbaşkanı seçilir.

Böylece Almanya’da parlamenter demokrasi sona ermiş olur.

Sene 1939.

Almanya’da Hitler faşizmi "Tek Halk, tek İmparatorluk, tek Lider" (Ein Volk, ein Reich, ein Führer) sloganıyla güçlenmektedir.

Üstün Alman ırkı ve büyük Alman ulusu ideolojisiyle Alman Nazizmi önce Avusturya, sonra Polonya, ardından Finlandiya’ya saldırarak işgal etmeye başlar.

Faşizm, üstün Alman ırkı dışındaki tüm milletleri teslim almaya girişmiştir. Yahudileri, çingeneleri, komünistleri, Ermenileri ve hatta engellileri imha etmek üzere işgal topraklarında toplama kampları kurulmaya başlanır.

Saldırılar hız kesmeden devam eder; Danimarka ve Norveç işgale başlarlar.
Norveç direnmeden teslim olur. Nazi ordularının Hollanda saldırısından sonra Fransa seferi başlayacaktır.

Paris: İşgal, direniş ve ölüm yılları

Yıl 1943’e gelir.

Alman Nazi birlikleri Fransa’ya girmiştir.

Paris işgal altındadır, susmuştur. Fransa’nın işbirlikçi Vichy hükümeti Alman işgalcileriyle kol koladır. Paris’in devrimci ruhu, Alman faşizminin çizmeleri altında inlemektedir.

1871 yılında, 72 gün süren Paris Komünü sırasında, barikatlardaki direnişçi işçilerin ellerinde sönen ateş, bu sefer aynı şehirde, bir avuç göçmen işçinin avuçlarında tutuşacaktır.

Fransız Komünist Partisi, Nazi işgaline karşı silahlı direniş başlatma kararı alır.  
Bunun için Fransa'daki göçmen işçilerden oluşan özel bir Partizan birliği kurulur.
Çok gizli bir şekilde örgütlenen bu direniş grubu çoğunlukla yabancı göçmen işçilerden oluşmaktadır. Kimi Franko faşizmine karşı İspanya iç savaşına katılmış, kimi Avrupa’daki Nazi toplama kamplarından kaçmış, çoğu Yahudi olmak üzere sıradan, basit, onurlu insanlardan oluşmaktadır. Liderlerinin adından dolayı Manuşyan Grubu olarak anılan birliğin asıl adı “Stalingrad Müfrezesi” dir.  İçlerinde bir İspanyol, iki Romanyalı, iki Macar, üç Fransız, beş İtalyan ve sekiz Polonyalı direnişçi vardır.

Manuşyan Grubu’nun görevi Almanların ikmal hatlarına sabotajlar yapmak, onlara silah taşıyan trenleri, demiryollarını havaya uçurmak, üst düzey Nazi subaylarına suikastlar yapmaktır. Ülkelerinden türlü acılarla kopmuş, Fransa’yı kendilerine yurt edinmiş bu insanlar, faşizm lanetini bertaraf edebilmek için tüm bu eylemleri yaparlar da. Eylemlerin içinde Hitler’e sinir krizleri geçirten, Nazi SS generali Julius Ritter’in bir suikast sonucu öldürülmesi de vardır.

Grup, bir ihbar sonucu 1943 Kasımında önemli bir darbe alır. Üyelerinin çoğu yakalanır. Tutuldukları Fresnes Hapishanesi’nde üç ay boyunca ağır işkence altında sorgulanırlar. Hiçbiri konuşmaz, pişmanlık göstermez. Aksine, faşist işgale karşı eylemlerini savunurlar.

Grubun lideri Manuşyan mahkemede, faşizme karşı direnişin savunmasını yapar. Bu konuşması, sonradan Cezayir ve Londra radyolarında da yayınlanacaktır.
Arşivlerden, o günün işbirlikçi Fransız basını açıp okunduğunda ise, “23 azılı teröristin ölüm cezasına çarptırıldığı” yönünde başlıklar göze çarpacaktır.

Almanya, Anadolu, Romanya, İspanya ve İtalya’daki hayatlarından nice hikâyeler taşıyan bu 23 direnişçi, ölüme mahkûm edildiklerinde salonda kararlılıkla ayağa kalkarlar. Mahkeme başkanının, pişmanlık duyup duymadıkları yönündeki soruya ise her bir ağızdan “hayır!” yanıtını verirler.

21 Şubat 1944.

Havada kış güneşin göz kamaştıran berraklığı vardır.

Paris’in, Mont Valerien Tepesi’nin etekleri, tarihin sayfalarına utançla yazacağı bir güne tanıklık etmektedir.

Öğleden sonra 03.00 sularında, Manuşyan Grubu’nun 22 üyesi, gözleri kapatılmış olarak olarak beşerli gruplar halinde kurşuna dizilirler.

Grubun tek kadın üyesi,  32 yaşındaki Moldavya asıllı Olga Bancic infaz edilmez. Fransa yasalarının kadınların idamını yasaklamasından dolayı Olga, Almanya’ya götürülür. Aynı yıl Stuttgart’taki Urbanstrasse Cezaevi’nde, giyotinle kafası kesilerek idam edilir.

Kızıl Afiş

Manuşyan Grubu, yaptığı eylemlerle bir efsaneye dönüşmüştür. Bu yönüyle Paris’teki yeraltı direnişinin en önemli motivasyon kaynağıdır. Bu grubun eylemleriyle, dizlerinin üzerine çökmüş olan Paris, ayağa kalkmış, adeta direnmeyi öğrenmiştir.

Bu yüzden Naziler ve işbirlikçi Vichy Hükümeti, direnişçilerin yakalanmasını bir fırsata dönüştürmek isterler. Bunun için Manuşyan Grubu’nun mücadelesini, işgale karşı direniş ve vatan savunması amaçlarından saptırarak Almanya ve Fransa'ya karşı yabancı ülkelerin bir komplosu olarak göstermek isterler. Bu grubun arkasında Yahudiler ile Bolşeviklerin bulunduğu kirli propagandasını yayarlar.

Bu amaçla, kırmızı üzerine direnişçilerin adları ve resimlerinin basılı olduğu afişler hazırlanır. Afişin üzerindeki resimlerin kimi Ermeni’dir, kimi Yahudi, kimi İspanyol, Macar ya da Romen. Tam ortasında Manuşyan’ın fotoğrafı vardır. Her resmin altında ise ölüm, saldırı, bombalama sayıları yer almaktadır.

Afişin üzerinde ayrıca, “Özgürlük Savaşçıları mı? Hayır, suç ordusu!” ibaresi vardır. En altta ise yakalanan silahlar, cesetler, sabotaja uğramış trenler resmedilir. Afişten on beş bin adet bastırılarak Paris’in duvarlarına asılır.

Özgürlüklerin, direnişlerin olduğu kadar ayrılıkların da şehridir Paris.
21 Şubat 1944 tarihinde Paris, direnişin evlatlarından ebediyen ayrılmıştır.
Evlatlarını kaybettikten sonra Paris’in duvarlarında, üzerinde direnişçilerin resimlerinin “cinayet şebekesi” diye basılı olduğu kırmızı afişlere, bu sefer el yazısı ile şu cümlenin eklendiği görülür:

Morts Pour La France!

yani;

“Fransa için öldüler!”

Kimi Anadolu’dan gelmiş, kimi İspanya’dan, kimi Polonya veya başka ülkelerden; kimi İtalyandır, kimi Macar, kimi Ermeni ya da Rumen. Ama hepsi Fransa’nın evladıdır, hepsi Fransa ölmüştür. Afişlerin bazılarına, görünmeyen eller tarafından “Fransa’yı bunlar kurtaracak!” yazılmakta, sokaklardaki bu kırmızı afişler, Paris’in direnişçi gururunu okşamayıp yüceltmektedir.

İşgale karşı direnişi bitirmek ve halkın moralini kırmak amacıyla kullanılan bu afişlerin propaganda etkisi kısa sürede tersine dönecektir. Tarihe “Kızıl Afiş” olarak geçecek, zamanla bir sembol olarak işgal karşıtı direnişin daha çok moral kazanmasına sebep olacaktır.

Yıllar içinde bir efsaneye dönüşecek bu afişler adına filmler, belgeseller yapılacak, kitaplar yazılacaktır.

Louis Aragon.

Fransız Komünist Partisi üyesi.

Faşizme karşı yer altı direniş hareketinin aktif elemanı, şair, deneme yazarı, romancı.

Aragon 1955 yılında yazdığı L'Affiche rouge (Kızıl Afiş) şiiriyle 23’lerin direniş ruhunu, ölümsüzleştirir. Şair şiiri yazarken, Misak’ın eşi Meline’ye yazdığı son mektuptan esinlenmiştir.

Şiir 1959 yılında Léo Ferré tarafından Manuşyan Grubu anısına bestelenir. Jean Ferrat ve Maurice Vandair müziğiyle şarkısı yapılır.

Meline’ye mektup

Toplumların adalete, eşitliğe, özgür yaşama olan aşklarının bir göstergesi olarak tarihe bir onur sayfası açan Manuşyan Grubu’nun geride bıraktığı hikâyeler arasında, aynı zamanda acılı bir aşkın izleri kalmıştır.

Grubun lideri Misak’la, yine kendisi gibi bir yetim Ermeni’si olan Meline arasındaki aşktır bu.

Manuşyan, Sovyet Ermenistan’ına yardım çalışmaları sırasında 1934 yılında Mélinée Soukémian’la tanışmıştır. Meline İstanbulludur ve tıpkı kendisi gibi Anadolu’da esen kasırgadan nasibini almış, Yunanistan’daki bir yetimhanede büyümüştür.

Tarihin acılarla, ızdıraplarla, savaşlarla örülmüş dolambaçlı yolları onları, Paris’in yeraltı direniş örgütünde buluşturmuş, çoğu zaman olduğu gibi yetimler yine birbirini bulmuştur.

Tıpkı Hrant ile Rakel gibi, tıpkı yetimhanelere büyüyerek hayatlarını birleştirmiş diğer çiftler gibi.

Çift, 22 Şubat 1936 ‘da evlenmişleridir. Ne kötü tesadüftür ki bu tarih, on iki yıl sonra Mont Valerien’in yamaçlarında kurşuna dizildikten sonra eşi Misak’ın ölü bedeninin toprağa verildiği güne denk gelecektir.

Talih Meline’yi, örgüt üyelerine karşı yapılan o büyük Nazi operasyonunda yakalanmaktan son anda kurtarmışsa da, sevgilisinin ölümünden sonra, zamanın yüreğine ektiği o derin ıstıraptan kurtaramamıştır.

Onların, birbirlerine karşı duydukları tutkunun özgürlüğe, eşitliğe, insanca bir yaşama dair başka bir aşkla birleşerek, Paris’in sokaklarında işgale ve faşizme karşı direnişe dönüşmüş hali, belki de aşkın en güzel halidir.

Öyle olmalı ki Misak Manuşyan, kurşuna dizilmesinden üç saat önce sevgilisi Meline’ye yazdığı mektupta şöyle diyecektir:

“Sevgili Melinee, benim sevgili küçük yetimim,

Birkaç saat sonra bu dünyada olmayacağım. Öğleden sonra saat üçte kurşuna dizileceğiz. Bu bana, yaşamımdaki herhangi bir kaza gibi geliyor; inanmıyorum, ama gene de seni bir daha hiç göremeyeceğim. Sana ne yazabilirim? Kafamın içinde her şey karmakarışık, ama aynı zamanda apaydınlık. Kurtuluş Ordusu’na gönüllü bir asker olarak katılmıştım ve zaferin sona yaklaştığı hedefin eşiğindeyken can veriyorum. Sağ kalacak ve yarının özgürlük ve barışını tadacak olan herkese mutluluklar diliyorum. Fransız halkının ve özgürlük için dövüşen herkesin, bizim anımızı saygıyla anacaklarını biliyorum. Ölüm anında, Alman halkına ya da başka herhangi bir kimseye nefret beslemediğimi duyuruyorum; herkes, ceza ya da ödül biçiminde hak ettiğini alacaktır. Alman halkı ve diğer halklar, artık fazla sürmeyecek olan savaştan sonra barış ve özgürlük içinde yaşayacaklardır. Herkese mutluluklar… Sadece seni yeterince mutlu edememiş olmaktan ötürü derin bir üzüntü duyuyorum; senin de her zaman arzu ettiğin gibi sana bir çocuk verebilmeyi o denli isterdim ki. Bu yüzden, savaştan sonra mutlaka evlenmeni ve benim mutluluğum için bir çocuk sahibi olmanı ve benim son isteğimi yerine getirmek üzere, seni mutlu edecek biriyle evlenmeni istiyorum. Bütün eşyamı ve diğer maddi varlığımı sana ve yeğenlerime bırakıyorum. Fransız Kurtuluş Ordusu’nun bir neferi olarak öldüğüme göre, savaştan sonra benim eşim sıfatıyla savaş emekliliği ödeneği hakkını talep edebilirsin. Beni onurlandırmak isteyen dostların yardımıyla, okunmaya değer şiirlerimi ve yazılarımı yayımlamalısınız. Olanaklı olursa anımı Ermenistan’daki akrabalarıma iletmelisiniz. Az sonra 23 yoldaşımla birlikte, ama hiçbir kötülük yapmadığım ya da yaptıysam da kin duyarak yapmadığım için gözümü kırpmadan ve vicdanı rahat bir insanın huzuru içinde öleceğim. Bugün hava güneşli.

Sevgili karım ve sevgili dostlarım; yaşama, güneşe ve doğanın o çok sevdiğim güzelliklerine bakarken veda edeceğim. Bana kötülük yapan ya da yapmayı istemiş olan herkesi bağışlıyorum; ancak canını kurtarmak için bize ihanet edenleri ve bizi satanları asla bağışlamayacağım. Seni ve senin yan ısıra kız kardeşini ve uzak yakın tüm dostları sımsıkı kucaklıyorum; hepinizi kalbimin bir köşesine yerleştiriyorum. Elveda.
Dostun, yoldaşın ve kocan…
Misak Manukyan, Fresnes, 21 Şubat 1944”





Mont Valeiren'de bir Ermeni

Sene 1944, şehir Paris’tir.

Günlerden 21 Şubat, yer Mont Valerien Tepesi’nin etekleridir.

Tepenin eteklerine direkler dikilmiştir.

Üzerlerine birbiri ardı sıra Parisli 22 direnişçinin kalbi dizilmiştir.

Onlar, hayatın ruhlarına nice acılar zerk ederek dört bir yana savurduğu vatansız insanlardır.

İçlerinde demir işçileri de vardı, öğrenciler de, mühendisler, şairler de.

Buldukları ilk özgür toprak parçasının, vatanları olmasını isterler.

O toprak parçası Fransa olur.

Fransa’nın özgürlüğü için savaşırlar, Fransa için ölürler.

Tıpkı, çıkarıldıkları mahkemede, Manuşyan’ın işbirlikçi Fransızlara dönerek söylediği gibi:

 “Sizler Fransız’sınız. Biz bu ülkenin kurtuluşu için savaştık. Siz ise ruhunuzu ve vicdanınızı düşmana sattınız. Siz Fransız uyruğunu miras aldınız, biz ise hak ettik.”

Evet, onlar Fransız uyruğunu, faşizme karşı ödün vermeksizin, savaşarak onurlarıyla hak etmişlerdir.

Başta Fransız halkı olmak üzere, yeryüzünün değişik coğrafyalarında, faşizme, zalimliğe, vatan işgaline karşı mücadele vererek kimliklerini ve özgürlüklerini arayan halklar, tarihe Manuşyan Grubu diye geçen direnişçileri unutmaz.

Fransız resmi tarihinin fazla anımsamak istemediği bu tarihi olay, 1975 yılında Fransız yönetmen Frank Cassenti tarafından, yine aynı adla uyarlanarak sinema dünyasına armağan edilir.

2009 yılında ise, bu sefer Ermeni kökenli Fransız sinemacı Robert Guédiguian, direnişi bir kez daha bütün ayrıntıları ile işleyerek “Suç Ordusu” (Army of Crime) adıyla yeniden filme alır. Film adını, Geştapo’nun direnişçileri tanımlamak için kullandığı Kızıl Afiş’teki terimden almaktadır.

Bugün artık, bir efsane olarak tarihteki ölümsüz yerini alan bu direnişi anlatan sayısız makale, araştırma ve kitap yayınlanmıştır.  

Manuşyan grubunun hayatta kalan üyeleri Mélinée Manouchian, Adam Rayski, Arsène Tchakarian’ın tanıklıklarını, kimi tarihçilerle birlikte kaleme alarak bugüne gelmesine olanak sağlamışlardır

Bunlardan sadece Meline tarafından 1954’te yazılan “Manouchian, Les Éditeurs français réunis” adlı kitap “Manuşyan, Bir Özgürlük Tutsağı” adıyla Türkçe’ye çevrilmiş ve 2009 yılında Aras Yayıncılık tarafından yayınlanmıştır.

Ayrıca Manuşyan adı başta Fransa olmak üzere kimi ülkelerde sokaklara, okullara, parklara verilmiş; grubun anısına büstler, anıtlar, mozoleler yapılmıştır.
Paris’te Ivry Mezarlığı’ndaki Manuşyan Anıt Mezarı

Manuşyan Grubu, Paris’in Val-de-Marne semtindeki Parisien d'Ivry Mezarlığı’nda gömülüdür ve burada, enternasyonal 23 direnişçinin anıları için bir anıt bulunmaktadır.


Paris.

Aşkların ve direnişlerin şehri.

Heybelerinde ölümsüz hayaller taşıyan nice güzel insanın, dünyanın dört yanından gelerek sığındığı bir şehirdir o.

Şairlerin, ressamların, düşünürlerin; özgürlük düşkünlerinin...

Paris, değerini bilir onların; bağrına basar, anılarını daima sıcak tutar, saklar.

Yolunuz bir gün Paris’e düşerse eğer, şehrin batı yakasında, yıldız şeklindeki Mont Valerien Tepesi’ne çıkın. Tepenin güney-batı eteklerinde, üzeri sarmaşıklarla dolu olan ağaçlar arasında dolaşın. Parisli direnişçilerin özgürlüğe adanmış ruhu karşılayacaktır orada sizi.

Tepenin yamaçlarındaki ağaçlara, yerdeki yapraklara, açıklık alandaki kaideye dokunun.

Anımsayın ki, Mont Valerien’de kurşuna dizilenlerin arasında iki Ermeni vardır.

Bunlardan biri, 1906’da Anadolu’da doğmuş, ruhu Mont Valeiren’de bir direkte asılı bulunmuştur.

Ölü bedeni Paris’teki Irvy Mezarlığı’nda, kökleri Adıyaman’dadır.

Tarih bir kez daha, Paris’te bir tepenin eteklerinde sessizce durmuştur.

Adı Misak’tır, soy adı Manuşyan’dır.

Bir marangoz, tornacı, edebiyatçı, şair ve direnişçi!

Bir Ermeni yetimi!

Adıyamanlı Misak Manuşyan.







1939-1945 arası direnişçiler anısına,Manuşyan Grubunun kurşuna dizildiği Mont Valerin'de yapılmış Ulusal Direniş Anıtı
















13 Şubat 2017 Pazartesi

Referandum üzerinde Gezi’ni hayaleti dolaşıyor

Yusuf Nazım
T24 | 12.02.2017


Zaman, giderek daralıyor.
Yakındır, geleceğini oylayacak bu ülke.
Sanki bir var oluş, yok oluş meselesi.
Biraz durmak, mola vermek, soluklanmak için; derlenip toparlanmak, yeni bir hamle yapmak için; dönüp baştan, belki de sil baştan, kim bilir en baştan yola koyulmak için…
Hava boz bulanık.
Ufukta bulutlar, rüzgâr öylesine sert, gökyüzü ürkütücü, gri. 
Geçmişini tüketmiş, sanki geleceğini arıyor ülke.

*  *  *

Sokaklar şimdiden hareketlenmiş.
Demokrasiden, insan haklarından, özgürlüklerden yana esiyor rüzgâr.
Anadolu’dan Mezopotamya’ya, hep barışın diliyle kuruluyor cümleler.
Bir yanda korku, endişe, ucu giderek hoyratlığa dönüşen bir panik.
İçimdeki sese kulak veriyorum.
Büyük suçlar, büyük korkuların eseridir diyor o ses.
Büyük korkuların sahipleri, şimdi büyük kudretleriyle iş başında!
Sokaklar perde perde kalkan, havada zehir kokusu, biber gazı, soğuk su.
Her gün kanun hükmünde iniyor emirler.
Her emir daha acımasız, daha insafsız, yeni bir demiri kesiyor.
Hayır” afişleri asanlar mütemadiyen gözaltındalar.
Kadınlar coşuyor bir o yana, bir bu yana, orta yerde halaya duruyorlar.
Sokaklarda cop sesleri, feryat figan, çığlıklar.
Vapurda, metroda heyecanla bildirilerini okuyor üniversiteliler.
Omuzlarında gitar, küfelerinde kitapları var.
Konuşma bitiyor, apansız bir alkış tufanı yükseliyor içerden.
Bir şehirde “başkanlık karşıtı” bildiri dağıtırken, bir başkasında “anayasaya hayır!” derken gözaltına alınıyor gençler.
Başka bir şehirdeyse, “tek adama hayır!” konuşması yaptığı için derdestler!
Büyük şehrin göbeğinde, biat etmeyen sendikalar basılıyor, uluorta.
Üzerinde “hayır!” yazıyorsa eğer, afişler toplatılıyor.
Kadınların, sosyal medyaya düşüyor çığlıkları, otobüslerde yaka paça götürülürken görülüyorlar.
Sebep?
Çünkü “hayır!” konuşması yapmışlar!
Muhalifsen eğer, farklıysan, en azından farklı düşünüyorsan, “ihbarlar birer sansar” a dönüşüyor o zaman.
Ya “bir telefondan bir telefona atlıyor” ya da İmzasız bir mesaja bakıyorlar.
Sonuç?
Bilmen kaç numaralı kanunu taammüden çiğnemekten yine gözaltındasın.

*  *  *

Üniversitelerde, “bu suça ortak olmayacağız” diyenler var hala.
Dikler!
Yine dedikleri gibi, dimdikler!
Bu suça ortak olmamaya kararlılar.
Bilim ki, bu insanların evidir, bugünlerde bir bir, grup grup, topluca kovuluyorlar evlerinden.
Kimi, yeni düşmüş toprağa, taptaze fidan gibiler.
Kimi, on yıllardır kök salmış, ulu bir çınar gibiler.
Şimdiyse, kanun hükmünde, acımasızca sökülüyorlar köklerinden.
Kanun hükmünde emirlerle koparılıyorlar toprağından!
Ama olsun, onurlular, kıvanç içindeler.
Yılmıyorlar!

Dayanışma akademileri kuruyorlar birbiri peşi sıra.
Belki gelecek güvenceleri yok, parasız, pulsuzlar.
Belki bugün karınları tok, yarın açlar.
Akademiden kovulmuş, kampüssüzler!
Ne kürsüleri, ne odaları, ne de unvanları.
Fark eder mi?
Varsın olmasın, çünkü geleceğe olan inançları, heyecanları var!
Her şeylerini almışlar ellerinden!
Bırakınız alsınlar; asla teslim alamayacakları cesaretleri ve umutları var!
Alınları açık, başları dik; notları var tarihe düşmek için, mirasları var geleceğe bırakmak için…

*  *  *

Meydanlar ne kadar da renkli.
Kadınlar inmiş sokaklara; gençler, yaşlılar, orta yaşlılar.
Hep bir ağızdan şakıyorlar, cıvıl cıvıl kuşlar gibiler.
Gökyüzünü yüzlerine bulamışlar, rengârenk, gökkuşağı gibiler.
Nereye baksan bir heyecan, neye dokunsan bir neşe, ne yana dönsen bir umut.
Hayır Televizyonu da karışmış aralarına, gelene geçene mikrofon uzatıyor, nabzını tutuyor sokakların.
Göz alıcı, renk cümbüşü içindeler; zekâyla, eğlenceyle, mizahla göz kırpıyorlar hayata.
Hoyratlıkları yok, şefkatleri var.
Husumetleri dersen hiç yok; evet diyeni de, hayır diyeni de, hiçbir şey demeyeni de kucaklayacak sevgileri var.
Mümkün olsa, hep “yârin yanağından gayri” diyecekler, “hep beraber” yaşayacaklar bu dünyanın güzelliklerini.
Bazen bir parkta geceleyecekler, bazen suyu kesilen bir vadide.
Bazen de, ocağına ölüm inmiş bir madende!
Ağaçlara kıymasınlar diye kepçelere, iş makinelerine siper edecekler bedenlerini.
Ne gözaltında yılacaklar, ne mahkeme kapılarında, ne de zindanlarda!
Üzerlerine püskürtülen zehiri, Hatçe Nine’yle birlikte soluyacaklar bir vadinin yamaçlarında.
Dereleri siyah akanlarla”, “yüz karası değil, kömür karası” olanlarla birlikte maruz kalacaklar muktedirin tekmelerine.
Bazen de, zehirli bir gaz bulutunun içinde bulacaklar kendilerini.
Köpeklerinin, biber gazından yaşarmış gözlerini, kendi gözlerinden önce silecekler.
Hep zekâ pırıltıları olacak gözbebeklerinde.
Hep onulmaz düşler taşıyacaklar heybelerinde.
Tıpkı, kendileri gibi sevecekler, kendilerine benzeyen/benzemeyen bu cennet yeryüzündeki cümle mahlûkatı.
Lokmasını, tıpkı bir sokak köpeğiyle paylaşan bir emekçi gibi, tereddütsüz paylaşacaklar hayatı; üstelik çıkarıp sırtından, kendi ceketiyle sarar gibi, işte öylesine sevgiyle saracaklar dünyayı.
Kuşku yok, ölürken bile, kendilerinden sonra kalacak dünyada olacak hep akılları; bahçesine diktiği ağacında, geride bıraktığı köpeğinde, sahipsiz olacak kedisinde.
İşte en çok da bunun için “hayır!” diyecekler çaresizliğe.

*  *  *

Hava açmış, bulutlar parça parça, gökyüzü alaca mavi.
Vapurlar geçiyor Yenikapı’dan Üsküdar’a.
İçinde halaya durmuşlar genç kızlar, delikanlılar.
Martılar kanat çırpıyor üzerinde.
Korkunun ecele faydası olmazmış hiç.
Nicedir, yok saymışlar sanatı, felsefeyi; karartmaya kalkmışlar bilimi, edebiyatı.
Yırtmışlar perdesini, kapısına kilit vurmuşlar tiyatronun.
Aldırır mı sanatın emekçileri, repliklerine devam ediyor, devam edecek onlar!
Baksanıza, sokaklar sahne diyor hemen; bütün pazar yerleri, vapur iskeleleri, meydanlar sahne!
Sezonu olmaz ki gösterilerin, “hayır” a perde açıyor bütün tiyatrolar.
Birden ayağa kalkıyor maestro, özenle veriyor işaretini.
Yaylı çalgılar hazır, üflemeliler beklemede, sırada vurmalılar da var!
Orkestra “hayır!” a dönüyor birden, kaldığı yerden devam ediyor çalmaya.   

Uzaktan çalgı sesleri duyuluyor, köşede renkli kalabalık, içinde çengiler.
Uzun bir konvoy oluşturmuş gençler, sonu gözükmüyor sıradakilerin; şenlikli, yüzleri güleç, coşkuları yerinde; hayalleri de pek de taze.
Selamsız Bandosu değil bu, Hayır Bandosu, o da sokağa iniyor.
Ellerinde davullar, erbaneler, trompetler.    
Dillerinde sevimli sözcükleriyle gençler geliyorlar; erbaneler “hayır!” diyor, çalgılar “hayır!”, çengiler “hayır!
Bir yerden gözüm ısırıyor bunları, yollardalar, seferber olmuşlar.
Görene sevinç, duyana heyecan, dokunana umut dağıtıyorlar.
Yüreklerinden başlıyor sevinçleri, gözlerine ulaşıyor.
Yüzlerine gün vurmuş, damarlarında kıpır kıpır bir telaş, gülüşleri bahar.
Bir yanı çürüyor, bir yanı diri”, geleceğini arıyor bu ülke.
Kim ne derse desin.