19 Ağustos 2014 Salı

Dünyanın Yalnızları

Yusuf Nazım
T24/19 Ağustos 2014


Doğu Akdeniz açıkları. USS Enterprise Uçak Gemisi. Onu, Taylor Hassas istihbarat Gemisi
izliyor… Radarlar, bilgi toplama ve gözetim merkezi NOSIC’e mütemadiyen sinyaller gönderiyor… Kürecik’te bir radar üssü, uydularla online haberleşiyor…  Aynı anda İsrail’in Ramad David Askeri Havaalanı’ndan bir A-4G Skyhawk savaş uçağı havalanıyor. Kanatlarında 250 kg ağırlığında bombalar; üzerinde Made in France etiketi, radar kontrol sistemleri ABD patentli, yakıtı Türkiye’den…  
*
Gazze Şeridi. Altı kilometre genişliğinde, kırk kilometre uzunluğunda kara parçası. Çevresi betonla, ateşle, barutla çevrili. İki yanı karadan, bir yanı denizden İsrail kuşatmasında. Diğer yanı ise Mısır Devleti tarafından kapatılmış. Tam bir açık hapishane. İçinde Filistin Halkı… İnsansız hava araçları dolaşıyor tepelerinde; Condorlar, Heronlar, Predatorlar… Vurulacak hedefleri kodluyorlar hafızalarına bir bir. Uyduların 240 km2 toprak parçasına zumlanmış kızılaltı ultra hassas kameraları durmaksızın çalışıyor; sokak sokak, ev ev, apartman apartman resimler çekiyor, şifreli sinyaller gönderiyor ana kumanda odalarına... Modern çağın yeni silahları uçaklara yüklenmiş, denenmek için hazır bekliyorlar. Birazdan lazer güdümlü füzeler, ölüm emirlerini işleyecekler. Şaşmaz bir biçimde, itinayla vuracak hedeflerini. Geceleri fosfor bombaları yağacak. Konfeti sanacak çocuklar onları. Pul pul aydınlanacak Gazze’nin semaları. Yüksek irtifalı uçaklar uranyum boşaltacaklar geceleri, kayıtlara, savaş hasarı olarak geçmeye hazır Gazeli sivillerin üzerine.
*
A-4G Skyhawk uçağı Gazze semalarında. Koordinatlar 31° 31’ 17,70” Kuzey, 34° 27’ 12,39” Doğu. Radar hedefe kilitleniyor. Güdümlü bir füze ateşleniyor… Tiz bir vınlama sesi, bir ıslık, kulakları sağır eden patlama! Hava gümbür gümbür, gökler yarılmada! Aşağıda ölüm, yangın, mahşer… Cehennem bu olsa gerek! Sanki yer yarılıyor! Sanki değil, gerçekten yarılıyor! Birkaç apartman birden havalanıyor. Bir dağ parçası kopuyor yerin dibinden. Süpersonik jetler yeri göğü inletiyor! İnsanlar kalabalık, çaresiz! Evlerden, pencerelerden, deliklerden ve tünellerden fırlıyorlar; karınca gibi çoklar, koşuyorlar, kaçışıyorlar! Her yer oluk oluk kan, lime lime et, parça parça ceset… Havada ölüm kokusu, kan kokusu, is kokusu… Yalnızlar… Yapayalnızlar… Ama ihmal edilebilecek kadar çoklar! Böcekler gibi değersiz, haşere gibi önemsizler. Modern bir dünyanın gözü önünde, modern bir savaş makinesi tarafından acımasızca öğütülmeye hazırlar; Filistin’in evlatları, Gazze’nin çocukları, dünyanın yalnızları onlar! Hepsi açık bir hapishanenin içindeler… Ölüme ve kırıma mahkûmlar; çepeçevre kuşatılmış, kimsesiz ve çaresizler…

Biraz ileride, iş makineleri harıl harıl çalışıyor. Dozerler, zeytin ağaçlarını söküyor köklerinden, bombalar ise binaları; keskin nişancılar sapan atan çocukları avlıyorlar mahallerde. Gözlemciler hummalı bir çalışma içindeler. Filistinli ölü çocukları sayıyorlar mütemadiyen. Arada bir, Demir Kubbe Füze Savunma sisteminden kurtulup İsrail’e düşebilen roketlerle ilgili mesajlar yayınlıyor ajanslar. İşgal altındaki Filistinlileri kınamak için dünyanın bütün medeni ülkeleri sıraya giriyorlar. ‘İsrail’in kendini savunma hakkı kutsaldır’ diye açıklama yapıyor ABD! Onu destekleyen bir açıklama geliyor hemen, demokrasinin beşiği İngiltere’den. Fransa boş durur mu, ‘İsrail’in kendini savunma hakkına saygı göstermek gerekir’ diye düşüyor ajanslara haber…

Melek Tavus’un çocukları

Dünya. Yeryüzünden 35.756 km yükseklikte, NROL-15 casus uydusu. Kuzey Yarımküre. Hedef sinyal koordinatları 38° 52’ 15,31” Kuzey, 77° 03’ 22,56” Batı. Amerika Birleşik Devletleri, Washington DC., Pentagon. Uzak Doğu Strateji Geliştirme Departmanı… Veri Toplama ve Değerlendirme Merkezi... Görüntü Gözlem Odası kalabalık. Dev bir ekran. Yüzlerce küçük monitör. Hızla akan görüntüler... Kontrol masasında bir el uzanıyor, tuşa dokunuyor; dev ekranda bir resim karesi donuyor birden! Bir dağın görüntüsü. Hayvan sürüleri insan sürülerine karışmış, kaçıyorlar! Resmin altında, The Sinjar Mountains yazısı… Şengal Dağı’nın eteklerinde, yerden 3000 metre yüksekte uçmakta olan MQ-9 Reaper İnsansız Hava Aracının vızıldayan sesi duyuluyor… Ölüm çeteleri konvoylar halinde ilerliyorlar; Şengal’e, Haseke’ye, Kobane’ye doğru... Ellerinde Amerikan silahları; Hammerlar, obüsler, zırhlı araçlar; yakın ve orta menzilli füzeler, hareketli rampalar… 
*
Dokuz kilometre genişliğinde, elli beş kilometre uzunluğunda çıplak bir dağ parçası: Şengal Dağı… Kuru çöl sıcağının kavurduğu toprak, çatlamış kayalar, ıssız vadiler. Hayvanların bile yaşamayı reddettiği, Tanrı’nın terk ettiği bir diyar. Eteklerinde Şengal, Telefar, Sinun… Tarihin 73 kez kıyıma uğrattığı bir halk; Melek Tavus’un çocukları…

Katliam ve kırım haberleri düşüyor ansızın ajanslara. Irak’a götürdükleri demokrasi, kelle kopararak ilerliyor Irak’ın çöllerinde. Öyle ya, Tanrı değil mi bu, emrediyor! Ve gözünü kırpmadan yerine getiriyor kulları. Ölüm emirlerini uygularken Kuran’dan ayetler okuyor cellâtlar. Her ölüm kaç sevap eder, kim bilir? Her sevap kaç ölüme bedeldir? Bu coğrafyada, inancı, cinsi, sesi, sözü farklı olanların, katli vacip ölümler düşüyor artk paylarına.

Kara giysiler içinde zincire vuruluyor kadınlar ve genç kızlar. Köle pazarlarında basit rakamlara dönüşüyor, galiz kötülükler akıyor körpecik bedenlerine çocukların. Öldürdükçe çoğalıyor sevapları adamların; içtikçe daha çok kana susuyor, yok ettikçe daha da artıyor iştahları. Cennet’in anahtarını boyunlarına asarak her gün daha çok cana kıyıyor katiller.

Bir de müsebbibi var, bu orta çağdan kalma barbarlığın. Onlar ki, cehennemin kapısını aralayan iblisler gibiler; dünyanın en çağdaş, en uygar ülkeleri(!). Sahte gözyaşlarıyla sıra girmişler. Nasıl da ellerini ovuşturarak izliyorlar uzaktan; Irak’a, Libya’ya, Suriye’ye özgürlük getirmeye ant içmiş, batının en demokratik devletleri! Nasıl da hevesle konmayı bekliyorlar paylarına düşecek petrolün sofrasına.

Silahtan beter, ölümcül oluyor bazen sözler

Oysaki demokrasi adına bir milyon insan ölmemiş miydi Irak’ın sokaklarında. Şimdi, nerede o Irak’a demokrasi yerleştiren koalisyon kuvvetleri? Neden bıçak açmıyor ağızlarını? Dünyanın en demokratik, en modern ulusları yok artık! Uygar dünya kapatmış elleriyle yüzünü. Birleşmiş Milletler kendi binalarını korumaktan aciz. Avrupa Birliği dersen, bebek ölümlerini kınamakla meşgul. Büyük Amerika mı, o şimdi soykırımın ayak izlerini arıyor Şengal’in eteklerinde…

Silahtan beter, ölümcül oluyor bazen sözler; çağdaş ülkeler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Helsinki İzleme Komitesi, Batı standartları, Uluslararası Af Örgütü, Birleşmiş Milletler komisyonları; kurullar, heyetler, gözlemciler, komisyonlar… Biraz da sözcükler öldürüyor insanları… Belki biraz daha ağır, biraz daha sessiz, biraz daha sinsi...
*
Şengal mi? Şengal Dağı şimdi sıcak, ateşten yanıyor; Şengal Dağı yalnız, Şengal Dağı kimsesiz… Şengal Dağı’na yalnızca bir el uzanıyor, o da Rojava’dan! Kobane’den, Cizîre’den, Kandil’den geliyorlar. Dağları aşarak, dereleri geçerek, kayaları sekerek geliyorlar. Dünyanın terk ettiği boynu bükükleri, ötekileri, yalnızları için geliyorlar; Êzidîleri, Türkmenleri, Şabakları, Hıristiyanları ve Kürtleri için… Çöl sıcağında kavrulmuş cılız bedenler için geliyorlar; toza toprağa bulanmış yaşlıları, taşların ve kayaların kovuklarında doğum yapmış kadınları, körpe çocukları, hastaları için; uygar dünyanın görmezden geldiği Şengal Dağı’nın çaresizleri için geliyorlar! Yalnızca onlar geliyorlar… Pazarlıksız, hesap kitap yapmadan, şart koşmadan... Dünyanın yalnızlarının yardımına, sadece dünyanın öteki yalnızları koşuyorlar!

Çeklerin, tahvillerin, senetlerinin olmadığı bir dünya bu; kulelerin, sarayların, plazaların ve çok yıldızlı otellerin… Şengal’in ölüm ve ceset kokan tepelerinden İnsani bir koridor açıyorlar; Kobane’ye, Cizîre’ye, Rojava’ya doğru... Bir insanlık koridoru bu! Başka ve bilinmeyen bir dünyadan yeryüzüne açılan… Sanırsın tarihin sonu gelmiş; cümle medeniyetler çökmüş, büyük insanlık yok olmuş, söz bitmiş! İşte bu insanlık koridorundan yürüyorlar insanlar; aç susuz, sefil, perişan; korkularını alın çizgilerinde ağır bir yük gibi taşıyarak, derileri kana ve tere bulaşmış olarak; esmer alınları güneşte kavruk kavruk, tozun ve toprağın içinde, çıplak bir dağın yamaçlarında, öbek öbek, tespih taneleri gibi dizilerek…

Yürüyorlar… Sıska, cılız bedenleriyle bir o yana, bir bu yana salınarak; ayakları pare pare, kah yalınayak, kah sürünerek; kimi yaşlı, sırtlarında, kimi çocuk, kimi ağır aksak; kucaklarında sütsüz kalmış bebeleri, haraç mezat satılmaktan kurtulmuş genç kızları, kadınları; avurtları çökmüş, yanakları boz bulanık, ölümden arta kalan suretleriyle… Tanrıların görmezden geldikleri bunlar; yeryüzünün lanetlileri, bin yıllık uygarlığın geride kalmış artıkları! Tarihin yenilmişleri bunlar. Yok sayılmış evlatları, dünyanın yalnızları, yapayalnızları… 

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/dunyanin-yalnizlari,9988

Yusuf Nazım, Öykü yazarı
@yusufnazim