7 Ekim 2013 Pazartesi

Dağ yürekli eşkıya

Yusuf Nazım
Cumhuriyet/4 Ekim 2013

Eylüldü, acıya uyandı… Eylül’ün kapısı bir kez daha çaresizce aralandı. Bir ölüm geçti, Eylül’ün aralık kapısından. Bin ağıt yakıldı ardından. Biz, azaldık biraz daha, biraz daha yenildik çaresizliğimize. Baş eğdik doğanın sinesinden kopup gelen  buyruğa… Ve biz mağluptuk bir kez daha, ölümle olan bu kıyasıya savaşta…

Tuncel Kurtiz öldü. Türkiye sinemasının devi, Yılmaz Güney’in ülkeye kazandırdığı sinema ustası, onun dostu, yakın arkadaşı, yoldaşı… Türkiye sinemasının çınarı devrildi. Dünya sinemasının büyüklerinden, sinema ve tiyatro oyuncusu, yönetmen, yapımcı ve senarist; yalansız rol ustası, ağır ve doygun sesiyle bir şiir serüvencisi Tuncel Kurtiz’i kaybettik…

Tuncel Kurtiz üniversitede hukuk fakültesi, filoloji, felsefe, psikoloji ve sanat tarihi bölümlerde okur. Okuduğu okulların hiçbirinden mezun olmaz. Sevdiği bir iki hocanın dersleri hariç, çoğu zaman okula bile gitmez, elinde kitap dolu bir bavulla dolaşır, daha çok kantinde otururdu. Bavulunda ise James Joyce, Faulkner, Sait Faik, Cahit Sıtkı, Orhan Veli, James Hilton, Rabindranath Tagore’un kitapları olurdu.

1964 yılında, "Şeytanın Uşakları" ile sinemaya girer. Aslında o mu sinemaya girmiştir, sinema mı onun kanına girmiştir, bilinmez.  Sinemanın asi çocuğuyla, Bebek’te, bir bodrum katının ufacık odasında karşılaşır. Tek masa ve daktilosuyla yaşayan Yılmaz Güney’le tanışması hayatında bir dönüm noktası olur. Yılmaz’la beraberlikleri, Güney hapisten çıktıktan sonra, “Gel usta, beraber olalım  demesiyle başlar. Birlikte “Konyakçı Kabadayılar Kralı  filmini yaparlar. Yaptıkları filmleri beğenmediğinde “ne yapıyoruz ağabey” der Yılmaz’a… Yılmaz’sa, “Ağabey, başlangıçta böyle yapacağız.. Çirkin kral olacağız ki istediklerimizi yapalım” der. Kurtiz, tam kafası yatmadığında, “Hadi, sen yap ağabey, ben de ara sıra gelirim,” der… Öyle de yapar. Gider ama ara sıra gelir... Aslında ara sıra değil, Yılmaz her çağırdıkça gelir. Çünkü bilir, Yılmaz çağırıyorsa, gerek duyduğu için, ona ihtiyacı olduğu için çağırıyordur. Ve onu çevirmez, hep gider…

İhtiyarı bulun bana!

Tuncel Kurtiz, “Ben Yılmaz’ın yanında hep ikinci adam oldum, böyle olmaktan da zevk aldım” der. Yılmaz yaşasaydı eğer, “olur mu ağabey, sen her zaman benim dostum, yoldaşım, başımdın” derdi, “sen olmasan, benim filmlerim film olmaz” derdi. Nitekim Yılmaz onu, Duvar filmi için çağırdığında, “Gel ihtiyar, yanımda dur yeter,” dedi ona. “Yanımda dur. Her gün al konyağını iç, şarabını iç. Yanımda dur, yeter” dedi. Tuncel, o sırada İsveç-Macaristan ortaklığı bir filmde oynuyordu, gitti, mukavelesini iptal etti, Yılmaz’ın yanında durdu… Yılmaz’ı anlatırken, “Hani, fotoğrafım bile olsa yanında hoşuna giderdi” söyler.

Sürü filminde, hapisteki Yılmaz’a Hamo’yu kim oynayacak diye sorduklarında, filmin yönetmeni Şerif Gören’e “İhtiyarı bulun” demişti. İhtiyarın kim olduğunu bilmez Gören. Oysa ki, Tuncel Kurtiz’dir ihtiyar. Zeki Ökten soruşturur, ihtiyarın Almanya’da bir film çevirmekte olduğunu öğrenir, gelemeyeceğini söyler Yılmaz Güney’e. Yılmaz, “Şu Hürriyet gazetesine bir ilan verin, o gelir” der…

Yılmaz’la birlikte sinemada bir nehir gibi akarlar. Çoğu zaman senaryo bile yoktur, Yılmaz sette yazar senaryoyu, Tuncel Kurtiz oynar. Tıpkı bir tsunami gibidir, ne kaçılabilen, ne de kontrol altına alınabilen oyunculuğu vardır. Umut filmi, sinema serüveninde bir dönüm noktası olur. Artık o bir sinema hastasıdır. Bu filmde oynamak için, deli raporu alıp Bakırköy Akıl Hastanesi’nde bir ay yatmayı göze alabilecek kadar üstelik.

Umut ve Sürü filminden sonra Avrupa sinemasının kapıları da açılır Kurtiz’e. İsviçre, Almanya, İsveç, Norveç, Danimarka, ve Hollanda’da oyuncu ve yönetmen olarak işler yapar. Yanı sıra ABD’den de davetler alır, gider çalışır. Ama asla Holwood sinemasına yüz vermez, tekliflerini hep reddeder. Çok da alçakgönüllüdür. Öyle ki, yaşlı olduğu gerekçesiyle Türkiye’de en iyi erkek oyuncu ödülü verilmeyen sanatçı, İsrail’den en iyi yabacı ödülünü aldığında, Richard Burton, John Hurt gibi devler varken, ödülü alırken utandığını söyler.

Can Yücel’in dediği gibi “Onların uşakları, bizim dostlarımız var”. Parası olmadığı zaman böyle der. Parası olduğu zaman da cüzdanı yoktur; ne bankada bir hesabı, ne de başka bir şey. Kazandığı parayı, ya mutfakta bir kavanoza, ya da arabasının bagajında bir kese kağıdına koyar.

Aklı hep çılgınca düşlere firardaydı

Tuncel Kurtiz… Yüz hatlarında, görmüş geçirmiş bir çınarın ağırbaşlı çizgileri, bakışlarında adam olmanın haklı gururu, sesinde kükreyen bir aslanın mağrurluğu vardı. Oyunu, yalanı, hileyi sevmezdi. Provayı da… Sahnede de, çoğu kez olduğu gibi oynardı.

Bizden biriydi o… Hayata düz bakmayan biri; yeri geldiğinde susmaktan, sırasında konuşmaktan korkmayan… Gururlu, vakur sesiyle, korkusuz bir eşkıyaydı; yani içimizdendi... Hepimizdendi… Yılmaz Güney’in bulduğu bir cevher, onun öğrencisi, yolcusu, yoldaşı, yatağını paylaştığı arkadaşıydı; yaşasaydı eğer, onun öğrencisi, ustasıydı belki…

Sırtında tertemiz gömleği, kirlenmiş bir dünyaya ait ağır bir yük taşıyordu; yüzünde ak saçlı, pala bıyıklı, pir gözlü bir adam taşıyordu. Her daim eşitlikten yanaydı; emekten, özgürlükten yana. Göğsünde deli kanlı bir yürek, içinde ışıl ışıl bir cevahir taşıyordu.

2011 yılındaki Grup Yorum’un konserinde, Ümit Ülker’in şiirini okurken destansı bir ağıt bıraktı bize. Hayata dair bir ağıt yaktı… Fakat, hiç beklenmedik bir anda, ansızın çekip gitti… Aklı, hep çılgınca düşlere firardaydı, gözbebeklerinde müebbet bir hüzün, dilinde ay kesiği bir yara. Düşleri kırık dökük, umudu hiç eksik değildi. Yüreğini bizlere emanet ederek gitti…

Bazı şeyler vardır, inanması güçtür. İşte böyle gitti Tuncel Kurtiz... Dimdik ve ayakta… Gittiğini inandıramadı geride kalanlara; dünya sanki bir tiyatroydu, bir sinema gibi yaşadı hayatı. Son sözünü soramadılar ona, son sözünü söyleyemeden gitti. Güzel atlarına binerek giden o güzel insanlar gibi gitti…

Eylül acıya boyandı bir kez daha… Şimdi, kalbim üşüyor.. Kalbimin içinde, kalbim gibi kocaman bir dağ üşüyor. Kalbimin üşüyen kanatları açık. Açık olan kalbimin kanatlarından yaralı kuşlar uçuyor… Uçan kuşlar birer birer düşüyorlar. O büyük, ıssız sonsuzluğa göçüyorlar.

Tuncel Kurtiz… Bir yanı yaralıydı belki ama sapasağlamdı; geçit vermez dağ, bileği bükülmez yürek, devrimci bir candı; kanatları kınalı kuş, dağ yürekli eşkıya, sapına kadar insandı!

Ha, bir de sevdalıydı… Sevdalımızdı yani bizim… Ve bir kez daha, sevdalımız komünistti bizim…

Yusuf Nazım

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=445258&kn=29&ka=4&kb=29

22 Ağustos 2013 Perşembe

Öteki yüzün öyküleri

Erdoğan Aydın
Erdoğan Aydın
Cumhuriyet Kitap/22 Ağustos 2013

"Kızak": Yusuf Nazım'dan Öteki yüzün öyküleri

Yusuf Nazım, geleceğe güzel bir ülke bağışlamaktan başka hayalleri olmayan “o ay yüzlü çocuklara” adamış öykülerini; okuru sarsan ayrıntılarda onları anlatmış bizlere.

“Bazen, en gizemli anlamını çok küçük şeylere borçluydu hayat. Ve bazıları, işte bu hayattan alırlardı sevinçlerini; yanaklarında gülüş yığınaklarıyla çekincesiz yürür ve bazen tereddütsüz ölürlerdi. Tıpkı bir çocuk saflığıyla inanırlardı onlar bu hayata... Çünkü bilirlerdi, bugün olmasa bile elbet, onu yaratandan başka sahibi olmayacaktı hayatın…”

Böyle söylüyor öykü kitabının başlarında Yusuf Nazım. Gündelik yaşamın olağan akışı sırasında pek farkında olmadığımız, gözün görmediği, ruhun hissetmediği başka hayatların gizli kalmış dünyalarına dokunuyor kalemiyle. Para ve tahakküm dünyasının ürettiği, başka bir dünyanın hikâyelerini anlatıyor bize.

Eylül 2012’de yayımlanan Kızak, son zamanlarda değişik gazete ve edebiyat dergilerinde denemelerine de rastladığımız Yusuf Nazım’ın ilk öykü kitabı. Önsözünü, öykücülüğümüzün yaşayan ustalarından Adnan Özyalçıner’in yazmış olduğu ve nisan ayında ikinci baskısını yapan kitap, okura usta bir öykücüyü okuma tadı yaşatıyor.

Öykülerde, içimizden birilerinin bir zamanlar tanığı olduğu hayatlar, geçmişte yaşanılan ama unutulmaya yüz tutmuş olaylar, yakın tarihimizin karanlık labirentlerinde kabuk bağlamış yaraların izleri mevcut; dahası onların, sanki yeniden yaşıyormuşçasına kendini hissettiren bir gerçekliği. Her öyküde, bir zamanlar yaşanmış olanların, çarpıcı ve iç acıtıcı yüzüne dair izler görünüyor. Hilesiz ve yer yer güçlü imgelere dayanan anlatımıyla yazar, bizi hayatın üstü örtülen yanlarına doğru cesur bir yolculuğa çıkarıyor.

Adnan Özyalçıner’in kitabın önsözünde işaret ettiği gibi, “Yusuf Nazım’ın çoğu öyküsünde doğa önemli bir yer tutuyor. Canlı bir varlık olarak yaşananları adeta yönlendirdiği gibi yaşanacak olanların da habercisi. Aynı zamanda olan bitene tanıklık ediyor.” O, bazen “bir kadının kanlı rahminden, sanki yere yeni düşmüş bir çocuk yanağı kadar nemli ve yumuşacık”, bazen de “kışın ve zemherinin eksik olmayacağı” kadar sert. “Bin bir renkli çiçeklerin açtığı dağların, yeşilin her rengine boyanmış kırların, harman sarısı bozkırların coğrafyasının” öykülerini aktarıyor okuyucuya.

Öykülerde içli ve sıcak bir anlatım göze çarpıyor. Her öykü, okuru biraz daha olayların içine çekiyor, adeta onunla bütünleştiriyor. Çoğu kez anlatılanlar, canlı bir resim gibi okuyucunun gözlerinin önünde canlanıveriyor. Bu topraklarda yaşanan haksızlıklar, toplumsal travmalar, işkenceler, toplu öldürümler ve siyasal cinayetler, son derece etkileyici bir arka plan kurgusuyla okura aktarılıyor.
AMANSIZ ÇELİŞKİ

Adını kitaba veren “Kızak” öyküsünde, yediden yetmişe her yaştan okuyucunun kolayca içine dahil olacağı bir çocukluk hikâyesi anlatılıyor. Ülkenin toplumsal arka planında, yokluk ve yoksunluk koşullarında herhangi birimizin başından geçmiş/geçebilecek bir olay... Çok istenilen ve eşit düzeydeki iki nesnenin birbiriyle ve bir çocukla olan ilişkisi. Bunlardan birinin diğeri üzerinde kazayla gelen etkisi, daha başlamadan biten bir sevinç, bir insanın göz nuru ve çilekeş emeğine ihanet eder gibi bir duygu ve içinde derin bir yara gibi kalacak bir çocukluk anısı… Öyle ki, kurgunun sizi içine alarak sürüklediği akıntı, birdenbire sona erdiğinde, okuyucuyu gerçeğin çıplak ve acıtıcı yüzüyle baş başa bırakıveriyor.

“Yağmur Saçlı Gece” adlı öyküde ise yakın tarihimizin siyasal cinayetlerinden birinin, unutulmaya yüz tutmuş dramatik hikâyesi, bir daha hiç silinmeyecek şekilde belleklere kazınmakta. Çocukluğunda, yağmur saçlı gecelerin zevkli bir oyunla özdeşleşen anılarının, bir çocuğun gözlerinde nasıl bir cehennem ateşine dönüştüğünün iç sarsıcı hikâyesi anlatılıyor. Geçmişte yaşanılan acı bir tanıklık, bu tanıklığın bir çocuğun iri bal damlası gözlerinde cereyan eden görüntüsü… “Bulutların yağmur yüklü zamanlarında” yaşadığı korku ve gerilim dolu günler, bir türlü geçmek bilmeyen iç sıkıntıları, içten içe yaşanmak istenen bir yüzleşme ve meydan okuma dürtüsü… Ve “sokak lambalarının cansız ışıkları altında, tel tel süzülen yağmur saçlı bir gecenin kollarına doğru” atılan adımlar… Hasanpaşa dolmuşlarının birinde, kesintisiz yağan bir yağmurun cama vururken çıkardığı seslerin arasında geçmişe yapılan bir yolculuk… Bir öykünün, ilerledikçe, adım adım okuyucuyu içine sürüklediği bir fırtınaya dönüşmesi; küçük bir çocuğun, yuvalarında sihirli birer küre gibi duran bal damlası gözlerine yansıyan bir ölümün sureti… Öykü sona erdiğinde, bir ülkenin yaralı tarihi kanıyor sanki okuyucunun yüreğinde.

“Torba” adlı öyküsünde, korkuyla ve zorbalıkla bastırılmış bir toplumda, “dillerini kökünden kopartmış gibi susarak, sefil, mahzun ve korkak bir karınca gibi yaşayan” insanların, yeri geldiğinde üzerlerindeki ölü toprağını nasıl atacağı anlatılmakta. Burada aynı zamanda, yakın geçmişimizin siyasal toplu katliamlarından birinin, gerçek tanıklığından yola çıkılarak anlatılan bir öykü okuyorsunuz. Öyküye figür olarak, sıradan ve pejmürde iki emekçinin seçilmesinin ise tesadüf olmadığını, bunun sınıfsal ve toplumsal bir karşılığını izleyerek görüyorsunuz.

“Sessizdi Oranın Çığlıkları”, “Düğme”, “Bu İşyerinde Grev Var”, “Çıplak” ve “Pirinç” öykülerinde de, on yıllardır yaşadığımız topraklardaki çözülmemiş sorunlar ve çelişkiler ustaca olayların içine yerleşmiş durumda. Ve yine doğa her zamanki gibi, kendi sinesinde büyüyen bu amansız çelişki ve çatışmaların birer canlı tanığı…

78 KUŞAĞI
Yusuf Nazım

Bir zamanlar eşitlikçi ve özgürlükçü hayalleri olan bir ülkenin yenilmiş ama yok olmamış bir kuşağının ayak izlerini takip ediyorsunuz öykülerde. Öyle ki bu ayak izleri, bazen çok eski ve sisli bir geçmişe götürüyor sizi, bazen de yakın zamanın ya da bugünün yaşanılanlarına...

12 Eylül 1980 darbesiyle baskılanan toplumsal muhalefetin içinden gelen 78’ kuşağı, kendine duyduğu o müthiş güvenle, büyüttüğü umutlar kadar büyük bedeller ödedi. Kendisi için hiçbir şey talep etmeyen bu kuşağın hikâyesi henüz tam olarak yazılmadı. Yazılmaya çalışıldı ama tam da becerilemedi, belki de yarım kaldı. Edebiyatımız, bu kuşağın yeni bir gelecek arayışını yeteri kadar işleyemedi. Öykücülüğümüz de bu anlamda, tarihsel bir sürecin kendine armağan etmiş olduğu bu görkemli malzemeyi tatmin edici bir şekilde kullanamadı. Bugün de hâlâ, bir zamanlar adını bile anmaktan imtina ettiğimiz Kürt sorunu dahil, biriktirmiş olduğumuz derin sorunlar, iç çekmeler ve çatışmaların içerisindeyiz.

Yusuf Nazım, belki de öykücülüğümüzdeki bu boşluğu doldurmaya aday bir “öteki yüzün öykücüsü”. Kızak’taki öykülere ve bu öykülerin sahip olduğu sese kulak verdiğimizde bunun kuşatıcılığını ve sarsıcılığını görüyoruz.

Öykülerde tutku, adanmışlık ve sevgi önemli bir yer tutuyor. Gerek “Koko”nun “reklamların, sözleşmelerin, teşvik ve primlerin kirletemeyeceği kadar yufka yüreğinden”, gerek “Düğme”deki çok küçük simgesel nesnelerin, aşka ve sevdaya dair duygular söz konusu olduğunda, zulmün bile ‘ti’ye alınarak nasıl bir direnç abidesine dönüşülebileceği örneğinden bunu görüyoruz.

Yazar, geleceğe güzel bir ülke bağışlamaktan başka hayalleri olmayan “o ay yüzlü çocuklara” adamış öykülerini; okuru sarsan ayrıntılarda onları anlatmış bizlere. Dahası öyküden öyküye atlarken “umutlarını atlarının terkilerine alarak yitip giden o çocukların şimdi nerede olduklarını sorduruyor her defasında. Bu sorunun yanıtı yok ne yazık ki. Ama kitabı bitirip de arkanıza yaslandığınızda, güçlü bir şekilde hissediyorsunuz; “geri dönecekler, bir gün, mutlaka!” Gezi Parkı’ndan Türkiye’ye yayılan o güçlü çığlık onların ayak sesleri belki de…

Kızak/ Yusuf Nazım/ Evrensel Basım Yayın, 2.Baskı/ 128 s.




13 Ağustos 2013 Salı

Statüsüz halk: Kürtler

Yusuf Nazım
Radikal/13 Ağustos 2013


Bir bakanın ağzından duydum; ülkeye barış gelecekmiş artık, Kürtler özgür olacakmış ama statüsü olmayacakmış!

İnsan ayağı basmış, eli değmiş, teni dokunmuş; ölümler ve kırımlar görmüş, nice uygarlıklar kurulmuş, savaşlar ve afetler yaşamış bütün topraklar özgür olsun.

Milyonlarca yıllık bir serüvene sahip insanlık. Giderek yaşlanıyor dünyamız. Yaşlanıyor ve büyük bir sonsuzluğun girdabında yuvarlanıp gidiyor. İşte böyle bir dünyanın üzerinde devasa bir uygarlık mirasına sahip bütün insanlık özgür olsun! Irkı ne olursa, derisinin rengi neye çalarsa; inancı hangi dinden, mezhebi hangi mezhepten olursa olsun; ister Alevi, ister Sunni, ya da Şafi; Müslüman veya Hıristiyan; Yahudi ya da Katolik.. Veya Protestan; ateist bile olabilir... Belki bir Kızılderili, bir zenci; derisi beyaz Güney Afrikalı, belki Surinamlı; gözleri çekik Vietnamlı; Koreli bir gazi bile olabilir; bir Eskimo veya bir Arap… Dili ne olursa olsun; ister Urduca, ister Mongolca, ister Katalanca; mesela İngilizce; belki de Tamilce, Fince veya Latince; hangi bilinmez bir dilden konuşursa konuşsun; bütün insanlar özgür olsun ama yeter ki adı “Kürt” olmasın! Statüsü de bulunmasın!

Hangi ulusa mensup olursa olsun. Yıllardır, hangi haksız zulmün parmaklıkları ardında bulunursa bulunsun; hangi kıtada yaşarsa; bayrağı ne olursa, çocuğunu hangi pasaportla doğurursa, damarlarında hangi asil kan dolaşırsa dolaşsın, ama özgür olsun!

Bütün hayatlar özgür olsun

Adı neredeyse unutulmuş/unutturulmuş, toprakları terk edilmiş/ettirilmiş, varlığı yok sayılmış, sürülmüş, zenginlikleri talan edilmiş; ata yadigârı yerlerinden edilmiş, kentlerin varoşlarına, sur diplerine, kenar mahallere savrulmuş bütün hayatlar özgür olsun; yeter ki adı “Kürt” olmasın!

Bambu ormanlarının sevimli pandaları, beyaz tüylü kutup ayıları, sayısı tükenmekte olan Caretta Caretta’lar; fok balıkları, yunus balıkları hep özgür olsun! Henüz balta girmemiş ormanlar, uygarlık mikrobundan kendini saklamayı başarmış ıssız vadiler, dereler ve tepeler özgür olsun; havada kuşlar, suda balıklar, filler ve kertenkeleler; bütün bir börtü böcek özgür olsun ama yeter ki “Kürt” olmasın!

Arap Baharı gelsin, Wall Street Baharı gitsin; Tahrir Meydanı’na inelim, Libya’ya özgürlük isteyelim; kabile devrimleri yapalım; bedevilere hürriyet, aşiretlere de öyle… Saddam’a ölüm diyelim, Kaddafi’nin kellesini alalım; Mısır’da Mübarek de gitti, Taliban’a özgürlük! Gazze’ye yağmur gibi yağan mı? Fosfor bombaları değil, konfeti dağıtıyor çocuklara uçaklar! Haydi, Kürecik’e üsler de kuralım, el birliğiyle İsrail’in güvenliğini sağlayalım, Patriotlar olmazsa olmaz zaten, bırakalım İsrail halkı daha güvende ve özgür olsun!

Üç bin köy yakılmış! Boşaltılmış ve yıkılmış! Srilanka’da, Surinam’da, Kamboçya’da değil! Benim ülkemde! Anadolu’mda, Mezopotamya’mda! Binlerce yıldır kök saldığım topraklarımda! Her toprak parçası özgür olsun, yeter ki üzerinde “Kürt” olmasın!

Eski Sovyetler Birliği’nin dağılan bütün ülkeleri; Özbekistan mı desem, Türkmenistan mı, Tacikistan mı… Ermenistan’ı unutmayalım; Kırgızistan, Kazakistan ve Gürcistan’da var... Hepsi özgür olsunlar! Ulusların self determinasyon hakkı önünde saygıyla eğilelim; dünyanın bütün halklarına koro halinde özgürlük isteyelim. Hepsi gelişmiş ve ileri, hepsi uygar ülkeler; Estonya, Letonya ve Litvanya da özgür olsun! Dahası var; Moldavya, Belarus ve Ukrayna… Hep özgür olsunlar!

Çok renkli devrimlerimiz olsun; Kadife Devrimi, Gül Devrimi, Lale Devrimi… Turuncu Devrimini de unutmayalım. Sonuçta ayrımsız, bütün ülkeler özgür olsun!

Küçük büyük fark etmez. Nüfusu ne olursa olsun; 4 milyon nüfusuyla Kongo, 3,3 milyon nüfusuyla Moritanya, 2,8 milyon nüfusuyla Arnavutluk ve Kuveyt, 2,7 milyon nüfusuyla Moğol halkı, 2 milyondan az nüfuslu Lesoto! Hep özgür olsunlar! 1,5 milyondan daha az olan nüfuslarıyla Katar, Bahreyn, Doğu Timor ve Botsana özgür olmasınlar mı?

Peki, 510.000 nüfusuyla Lüksemburg? Ya 317 bin nüfuslu İzlanda? Ve sadece 31 bin nüfusuyla San Marino; zaten özgür değiller mi?

Yedi kıtada, denizde ve okyanusta, Kuzey Kutbunda ya da Güney’de; toprakları çorak ya da çöl; dağlık veya bataklık, her toprak parçası özgür olsun! Beş yüz binden az olan nüfuslarıyla Surinam, Burinei, Maldivler özgür olmasınlar mı?

Kıbrıs’ın kuzeyine özgürlük gelsin! Bulgaristan’daki esir Türkler’i kurtaralım. Karabağ’dakileri de.. 550 bin nüfuslu Batı Sahra, 180 bin nüfuslu Samoa ve Guam ülkeleri, 245 bin nüfusuyla Yeni Kaledonya; 104 bin nüfusla Greneda, 108 bin nüfuslu Virjin, 3 bin nüfuslu Falkland Adaları ve 4 bin nüfusuyla Saint Helan özgür olsunlar! Tayvan, Kosova, Abhazya ve Güney, Osetya hepsi özgür olsun!

Açlığın ve kıtlığın pençesinde kurtuluşunu bekliyor Kenya. El kapısı değil Somali, sırada Sudan’ı özgürleştirmek de var; kaç parçaya bölünmüş bile olsa… Olsun, yine de bütün parçaları özgür olsun! Dağılmış ve şimdi paramparça eski Yugoslavya; Bugün Hırvatistan, yarın belki Dalmaçya; Sırbistan ve Bosna-Hersek; Makedonya, Slovenya; Karadağ ve Kosova.. Hepsi özgür olsunlar! Üstelik bir de statüleri olsun ama “Kürt” olmasın!

Özgürlük adına bir milyon insan öldü Irak’ta

Sonunda, sınırlarımıza kadar dayandı özgürlük. Sıra komşularda; bir zamanlar “hür dünya” idi adı. Sonra “hür teşebbüs” oldu. Özgürlük taşıdı dünyanın bütün topraklarına! Daha modern kavramlara ikame etti adını; serbest piyasa, kapitalizm, küreselleşme diye... O şimdi savaşıyor; “hür dünya”, özgürlük adına “özgür ordu” lar kurarak savaşıyor. Barış ve özgürlük tutkunu devletler “özgür ordulara” destek olmak için birbiriyle yarışıyor. Kol kola giriyor koalisyon kuvvetleri; harıl harıl mesaide Birleşmiş Milletler. Giderek daha çok genişliyor “demokrasi cephesi!”

Özgürlük!..” Adına bir milyon insan öldü Irak’ta! Geçenlerde saydım, manşetlerin yalancısıyım; bir günde tam 127 ölü vardı Irak’ın sokaklarında! Maşallah, ne kadar da hızla yerleşiyor “demokrasi.” Kılıcı keskin ne de olsa; bakın, nasıl da kellesini aldı Libya’da Kaddafi’nin, şu bizim meşhur demokrasi! Ederi tam üç yüz milyon dolar! Bavulla gönderdik paraları. Ölüme de fatura kesilir mi demeyin. Muhasebesi tutulmaz olur mu hiç demokrasiyle gelen ölümlerin. Medyaya haber düştü geçenlerde; Libya’ya gelecek özgürlüğün öncüsü ve demokrasi şampiyonu Fransa, “yüzde otuz beşine anlaşmış bile Libya petrolünün”. Ne de güzel diyeti varmış meğersem özgürlüğün! Şimdi, kabileler birbirini boğazlıyor Libya’nın çöllerinde. Demek ki daha çok demokrasi gerekecek oralara… Daha çok çalışacak dersini koalisyon kuvvetleri.

Ne kadar da ağırbaşlı konuşuyordu ve öylesine kendinden emin görünüyordu bakan; “Kürtlere statü falan veremeyiz” diyordu. Sanırsın sadaka dağıtıyor mübarek! Ama ekliyordu; “barış ve özgürlük gelecek” diyordu ülkeye…

Evet, barış ve özgürlük gelecek ülkeye. Tıpkı Afganistan, Irak gibi; tıpkı Tunus, Libya, Mısır gibi; bak işte şimdi, tıpkı Suriye gibi…

Nasıl da bir araya gelmişler, medeni ve demokrat dünyanın bütün ülkeleri. Komşuda Kürt’ün üzerine salmışlar cümle vahşilerini yeryüzünün. Cihatla özgürlük gelecekmiş güya Suriye’ye. Maşallah, dört yanı şeyhlikler, emirliklerle dolacakmış; bütün Suriye özgür olacakmış ama adı “Kürt” olmayacakmış.

Yusuf Nazım
http://www.radikal.com.tr/yorum/statusuz_halk_kurtler-1145872

1 Ağustos 2013 Perşembe

Devlet kendi katilleriyle sevişiyor


Ethem Sarısülük-Abdullah Cömert-Mehmet Ayvalıtaş
İrfan Tuna-Ali İsmail Korkmaz

Yusuf Nazım
Cumhuriyet/1 Ağustos 2013


Sonunda o haber geldi. Hiç istenmediği, hiç beklenmediği kadar acı geldi.

Ali İsmail Korkmaz öldü!


“DirenAli” demişlerdi ona.

“Ali ne olur, diren!” diye yalvarmıştı anası, kardeşleri, sevenleri; “diren Ali, ne olur diren!”

Ama olmadı!

Ali direnemedi!

Ölümün soğuk yüzlü suretine ancak yirmi gün dayanabildi Ali.

Onu, karanlık bir sokakta yapayalnız kıstıran soysuz ölüm, yaşamının gencecik baharından koparıp aldı. Çocuk gülüşünü, bir çırpıda soğutuverdi Ali’nin…

Gezi Baharı’nın beşinci ölümüydü Ali. Beşinci fidanıydı toprağından sökülen; beşinci gülüydü Gezi’nin dallarından kopartılan.

En önce Abdullah Cömert gitti. Antakyalı çocuk. Arkadaşlarının “Abdocan” diye çağırdığı 22 yaşında genç. 3 Haziran günü, Antakya’nın Armutlu Mahallesi’nde Gezi olaylarını protesto ederken gaz bombası fişeğiyle öldürüldü. Elinde, “Her Yer Taksim” yazılı bir dövizle çekilmiş fotoğraftaki gülümsemesi baki kaldı. Faili hâlâ bulunamadı.

Sonra Ethem Sarısülük. 26 yaşında bir işçi. 1 Haziran'daki Ankara Gezi protestoları sırasında polis tarafından başından vurularak öldürüldü. Ölümüne kadar 14 gün komada kaldı. Katil polis serbest bırakıldı. Olaya tanıklık eden iki kişi tutuklandı. Olay anında, Ethem’in vurulduğu sokağa bakan MOBESE kamerasının açısının değiştirildiği görüldü. Sarısülük’ün Güneydoğu sınırında çalıştığı bir karakol inşaatında çektirdiği fotoğraflar “bir teröristin fotoğrafları” diye basına servis edildiyse de gerçek kısa sürede anlaşıldı.

Derken Mehmet Ayvalıtaş aldı sırayı. 19 yaşında işçi. 2 Haziran günü Gezi protestoları sırasında Ümraniye'deki 1 Mayıs Mahallesi’nde, otobanı trafiğe kapatan kalabalıkla beraberdi. Gösteri yapan grubun üzerine sürerek dehşet saçan bir cip tarafından ezilerek öldürüldü.

İrfan Tuna ise 47 yaşında Ankaralı bir temizlik işçisi. Yoğun gaz bombasına maruz kaldı, kendini çalıştığı dershaneden dışarı attı. Gaz bombaları sokakta da peşini bırakmadı. Gaz ve zehir bulutu içerisinde kalp krizi geçirerek öldü.

Ve nihayet Ali İsmail Korkmaz. Antakyalı. 19 yaşında üniversite öğrencisi. 3 Haziran günü Eskişehir’deki Gezi protestoları sırasında gaz bombalarından kaçtığı bir sokakta, kimliği belirlenemeyen siviller tarafından sopa ve coplarla dövülerek öldürüldü. 35 gün komada kaldı. Ali’nin dövüldüğü sokağa bakan üç kameranın ikisinde kayıt olmadığını söylediler. Diğerinin ise hasarlı olduğu anlaşıldı. Eskişehir Valisi olayı “münferit” olarak niteledi.

Evet, öldürülenlerin kısa hikâyeleri bunlar…

Şimdi, beş ölü yatıyor toprakta; nefes almadan, kıpırdamadan. Beş oğul eksilmiş yemek sofralarından. Beş ölünün resimleri asılı duruyor evlerin duvarlarından. Sabahları, öğlenleri ve akşamları beş ananın kursağından lokma geçmiyor. Beş ölünün anası, oğul oğul diye sevemiyor, ay yüzlü çocuklarının saçlarını okşayamıyor. Beş ölünün kirpikleri kapalı, gözlerinde ışık yok; beş fidani delikanlı, yanakları gülüş yığınaklı beş çocuk artık yaşamıyor… Beş evin kapıları aralık, gözü yaşlı beş ana, pencereden bakıyor; şu karşıki yolun köşesinden, işte bu kavşaktan, o yokuşun başından her an görünür diye! Beş çocuktan biri yürüyüp gelir diye…

Ama olmuyor… Biliyoruz, artık hiç olmayacak… O beş gençten biri, o yolun köşesinden bir daha hiç görünmeyecek. Şu karşıki kavşaktan bir fidani delikanlı dönüp bir daha gelmeyecek. O yokuşun başından türküler söyleyerek biri yürümeyecek. Beş aralık kapıdan Abdocan gibi beş oğul bir daha hiç girmeyecek…

Katiller ise aramızda, elini kolunu sallayarak dolaşıyorlar. Beş soğuk yüzlü ölümün çürümüş kokusu siniyor sokaklara. Tiksinerek içiyoruz ciğerlerimize. Beş katilin, kanlı ayak izleri var yollarda. Ayaklarımız, üstüne basaraktan yürüyor izlerin; İstanbul’un, Antakya’nın, Eskişehir’in mahallelerinde. Beş ölünün masum ruhu, yana yakıla katillerini arıyor şimdi aramızda! Karanlık ve ıslak kaldırımlarda katillerin ayak sesleri yankılanıyor; parmakları tetikte, soğuk nefesleri ensemizde. Her an yeni bir fidanı sökmek için hazırlar. Her an yeni bir gülü daha koparmaya muktedirler. Her an yeni bir gülüşü daha soldurmak için emir bekliyorlar.

Beş katilin sinsi, karanlık bakışları kesiyor kameraları. Nereye gitseler, nefesleri ölüm soğukluğunda. Yürüdükleri her yol, geçtikleri her cadde, bekledikleri her durak ölümü hatırlatıyor bize. Uğradıkları her mekân yağlı bir karanlık içinde, yapış yapış. Geçtikleri her yerde gaz ve barut artıkları. Akşamları, kanlı elleriyle okşuyorlar çocuklarının siyah, kumral, sarı saçlarını. Masum ve sıradan insanlar gibi çöküyorlar iftar sofralarına. Okudukları her dua ölümü çağrıştırıyor. Dokundukları her yiyeceğe kan bulaşıyor ellerinden. Dilleri, haram cümlelerle kirlenmiş, yalan besmelelerle açıyorlar oruçlarını. Geceleri vıcık vıcık ter, kan kokan etleriyle giriyorlar kadınlarının koyunlarına. Ucube bir yaratık gibi doyuruyorlar, ölümden arta kalmış iştahlarını. Nereye gitsek onlardan bir iz var. Hangi durakta beklesek beş katil sokuluyor yanımıza. Hangi sokağa girsek, sivri, ürkünç gölgeleri bekleşiyor onların. Parklarda ve bahçelerde eli satırlı suretleriyle dolaşıyorlar.

Namluları her daim ölüm püskürtmeye hazır. Üniformalarında katilleri saklıyor polisler. Saçları jöleli, gömleği kolalı, eli palalı katil adayları bekleşiyor izbe sokaklarda. Sabırsız bir celladı andırıyor yüzleri, sinsi bakışlarıyla kesiyorlar karanlığı. Pervasız bir iştahla, yeni kurbanları için bekleşiyorlar.

Mahkemeler sessiz. Kaçma şüphesi yok hiçbir failin. Hâkimler katil adaylarını salıvermek için hazır beklemede. Nedense kameralar yön değiştiriyor birden. Kayıtları kendiliğinden siliniyor belleklerin. Bileği ansızın dönüveriyor kolluk kuvvetlerinin; silahlar kendi kendine patlıyor, kayboluveriyor birden bütün caniler, sırra kadem basıyor cümle izler.

Şehrin eteklerinde ağır bir koku. Adım adım çürüyor mahalleler. Bir ülke kendini yağmalıyor durmadan. Bir devlet kendi katilleriyle sevişiyor hâlâ…

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=432220&kn=29&ka=4&kb=29

26 Temmuz 2013 Cuma

Kibirli devrin muktedirleri

Yusuf Nazım
T24.com.tr /26 Temmuz 2013



Dişlileri ölüm ve kan kokan, kirlenmiş bir devlet aygıtının egemeniydiler. Hükmetmeye dairdi kudretleri. İçine aldıklarını insafsızca öğüten, devasa bir güç makinesinin uğuldayan çarklarına dönüşmüş, pervasızdılar.

Bilimden, kültürden ve mizahtan yana yoktu nasipleri; sanattan, estetikten, heykelden yana… Alın terini, göz nurunu sağaraktan kullarının, kısa zamanda haşmetli kuleler inşa ettiler kendilerine. Servetlerine servet katan kibirli bir devrin borçlusuydular. Hayır dualarıyla tahkim ederken iktidarlarını, her semte yeni camiler açarak ödemek niyetindeydiler borçlarını.

Kimi umrede temizlemek isterken komisyon ve rüşvetle kirlenmiş ruhlarını, kimi zemzem suyuyla arıtmak çabasındaydı günahlarını. Egemen olan karşısında daima mazlum ve boynu bükük; mezalim karşısında korkak ve itaatkâr; güçlü olmaya yüz tuttuklarında hâkim ve muktedirdiler.

Gaflet ve cehaletle yoğrulmuş, sahte bir imanla kutsanmış ruhu vardı bu devrin. Devlet eliyle zengin olmanın, sınırsız servetlere konmanın; talanla ve yağmayla doymanın mübah olduğu bir ruhu vardı. Bu ruha kayıtsız teslim olmuş medya kanalları, emirle hizaya giren ajansları, cüzdanlarında imzalı boş çekler taşıyan köşe yazarları, muktedir olanın önünde diz çökmeye alışmış kaypak kalemleri vardı.

Afili, yeni bir sosyeteye yazılırken isimleri, açılışlarda ve törenlerde hileli yüzleriyle poz vermeye çoktan alışmıştılar. Asgari ücret fiyatına türbanları, saf ipekten boneleri, manşet olurken gazetelere çarşaf çarşaf, şuhu içinde endamları vardı.

Kibirle büyümüş bir devrin efendisiydiler


Kibirle büyümüş bir devrin efendisiydiler. Yüzlerinde, kinle ve nefretle örtülmüş bir tarihin, modern zamanlara uygun maskeleri, çok yakın bir maziden tanıdıktı suretleri. Madımak’ta, bir büyük cehennem ateşini harlayanlar onlardı. Kör bir karanlığın esiri, gözü dönmüş zalimliğin efendisiydiler. Arşa yükselirken henüz çocuk yaşta, gencecik bedenlerin feryat figan çığlıkları, ağız dolusu salyalarıyla ölüm dansları yapmaktan geri durmadılar. Kimi cübbeli, başı sarıklı, eli tespihli; sözüm ona müslümandılar. Ölüm fermanları verdiler ayetlerden derleyerek; Abdallara, Bedrettinlere, Yunuslara... Ve asla acımadılar türkülerine ozanların! Kıydılar sözlerine şairlerin. Allahın adını zikrederek yaktılar şehirleri bir bir.. Katli vacipti, diri diri ateşe attıkları ozanların, erenlerin, canların; kömürleşen bedenleri ise helaldi!. Gazayı, hep bir ağızdan mübarek eylediler. Cübbelerini ve sarıklarını çıkardılar, tespihlerini sakladılar; önce avukatı oldular yarattıkları şeytanın, sonra da vekili, yıllar yılı tebaa saydıkları milletin.

Yavuzdular, nüfuzluydular, buyurgandılar. Beş yıldızlı tatil köylerinin, yedi yıldızlı otellerin mescitlerinde kılıyorlardı artık beş vakit namazlarını. AVM’lerin, hastane zincirlerinin, inşaat ve enerji şirketlerinin açık gizli ortaklarıydılar. Borsaya tahvil ettikleri senetler üzerinden ediyorlardı Tanrıya olan niyazlarını. Şükredip sevaba girsinler diye işçileri, fabrikalarının bahçelerinde kubbeleri altın işlemeli camiler yaptırdılar. Bankalara, külçe külçe altın kıvamında akıyordu artık hayır niyetine kazanılan sevaplar. Piyasada haraç mezat satılırken emeğin karşılığı, hisse senedi ve tahvil olarak çoğalıyordu dualar. Nedense, hep ahrete kalıyordu cümle sorular.

Demirden, betondan ve ziftten yanaydılar. Sayısı binlerce barajlardan, toprağın bağrında yara gibi HES’lerden; ete, ota, süte; vicdana ve hürriyete bulaşmış nükleerden; köprülerden, kulelerden ve gökdelenlerden yanaydılar. Gürül gürül akan sulardan yana değillerdi; reyhanlardan, incir ağaçlarından, asma yapraklarından, buğday başaklarından; Rize’nin çayından, Giresun’un fındığından, Çukurova’nın pamuğundan… Bursa’nın ayvasından, narından; Solaklı’nın vadisinden, Düziçi’nin ovasından, Munzur’un karından, Tortum’un çayından yana değillerdi! Dağları yarmaktan yanaydılar; gökleri delmekten, dereleri zapt etmekten; çağıl çağıl akan ırmakları borulara hapsetmekten yanaydılar!

Kibirli bir devrin muktedirleriydi onlar. Gün geldi, kibirden kulelerine yenilerini inşa etmek üzere Taksim Meydanı’nda durdular. Sabırsız bir cellâdı andırıyordu yüzleri. İştahla kabarmış kursaklarını doldurmak üzere, öfkeyle bilenmiş baltalarını Gezi Parkı’nın kalbine acımazsızca vurdular!

Çığlıkları yükseldi kuşların, ağaçların, çiçeklerin. Sessizlik sese dönüştü birden. Işık hızıyla yayıldı öfke, meydan meydan çoğaldı sevinç, katlana katlana büyüdü umut… Susmuşları vardı bu hayatın, yok sayılmışları, unutulmuşları; içinde kaybolup gittikleri o sessiz dünyalarından çıkarak geldiler. Kimi çoluk-çocuk, kimi yaşlı kadın-erkek; kolu dövmeli kız, kulağı küpeli delikanlı; kimine göre serseri züppe, çoğu gençtiler...

Kanlı bir mahşer yerinde, ellerinde gitarları, akordion çalmaktan, gaza ve bombalara inat, göz gözü görmez bir meydanda dans etmekten geri durmadılar. Serde, hovarda bıçkın delikanlı, gerçekte yufka yürekli, özünde hassastılar. Acıyla kavrulan kendi gözlerini değil, bir sokak köpeğininkini silebilmeyi; paylaşmanın karşılıksızını, dayanışmanın alasını, mertliğin gözü pek olanını gösterdiler. Zalime gülerek eğlenmeyi, zulmü ti’ye almayı, ağlarken bile sevinmeyi öğrendiler. Ateşin, gazın ve dumanın girdabında evlenme teklif etmeyi, sarılıp sevgilisine tutkuyla öpmeyi ihmal etmediler. En güçlü silahlarıydı, ince bir mizahla kovdular kötülüğü. Sevimli ve masum maskeleriyle gülümsediler zehire ve karanlığa. Soluksuz kaldılar, dayandılar; koştular, yorulmadılar; kör oldular, gördüler; uykusuz kaldılar, direndiler; öldüler ama yenilmediler...

Birbirlerine daha çok ses oldular. Taksim’in, Tarlabaşı’nın, Dolapdere’nin sokaklarında birlikte nefes oldular. Fikirleri farklıydı, giyimleri, kuşamları da öyle. Tuttukları takımlar bile farklıydı, partileri de. Başka başka semtlerden gelmişlerdi, başka şehirlerden, ülkelerden. Buna rağmen el ele verdiler, kardeş oldular. Asi bir rüzgâr olup estiler kentin semalarında; sel olup aktılar Üsküdar’dan, Kadıköy’den, Boğaziçi’nden; Statta düşmandılar, okulda rakip, sokakta tinerci; ayaktı, baş oldular. Direnmek yaşamaktır dediler, Beşiktaş’ta yoldaş oldular!

Şimdi isyan etmeyi de öğrendiler


Hâlbuki hep aşkı bilirlerdi onlar. Ya da biz öyle sanırdık. Şimdi isyan etmeyi de öğrendiler. Düşenin koluna girmeyi, hiç tanımadık birine göğsünü siper edebilmeyi, acıyı bal eyleyip eğlenmeyi öğrendiler; yaralıyken direnmeyi, direnirken gülmeyi…

Hayat, en büyük öğretendi. Yaralı bir ay gibi birbirlerinin gölgesine sokuldular, omuz omuza durdular, ilk defa tanıdıkları mevzidaşlarınn kollarında ısınarak sabahladılar. Bugün, gölgesinde duracakları ağaca yönelen şiddet, yarın o ağacın gölgesine sığınacak insana yönelecekti, anladılar. Ve cümle cihana, kibirli bir devrin muktedirlerine kolayca boyun eğmeyeceklerini gösterdiler.

Oysaki bir zamanlar, umutsuz serüvenleri vardı onların. İçine düştükleri o heyula boşlukta yalnızdılar. Paranın, hırsın, ihtirasın; çeklerin ve senetlerinin çürüttüğü bir dünyanın çaresiziydiler. Hep yeni keşifler peşinde koşmuş, yanıtsız sorular biriktirmişlerdi; hep yeni bir arayış içerisinde olmuşlardı.

Şimdiyse, hücrelerinden başlayan, kolayca söndüremedikleri bir yangının ateşiydi gibiydi yaşadıkları. Gururlu ve cüretkârdılar. Bir İstanbul Haziran’ında, Gezi Parkı’nda tanıştıkları o gizemli hayatın büyüsü dolaşıyordu damarlarında hâlâ. Ve onların, çocuksu ve masum heyecanlarıyla, ilk defa âşık olmak gibiydi bu gizemli hayata dokunuşları. Kim bilir, âşık olmayı sevmek kadar, isyan etmeyi de sevmekti en büyük buluşları.

@yusufnazim

http://t24.com.tr/haber/kibirli-devrin-muktedirleri/235289

23 Mayıs 2013 Perşembe

Gidiyorlar...

Yusuf Nazım
Radikal/23 Mayıs 2013


Gidiyorlar…

Karanlıklar içinde, yabanıl bir ormanın derinliklerinden sıyrılarak... Havada meşe palamutlarının, ceviz ağaçlarının kokusu. Dağlarda kar altında, vadilerde yağmur, arada sulu sepken... Dar patikalardan geçip buz gibi dereleri aşarak; taşların ve kayaların üzerinden sekerek gidiyorlar. Arkalarında, üzerinde “barış, özgürlük, insanlık” adına tuhaf sözler yazılı bir manifesto bırakarak…

28 Mayıs 2013, Gezi Parkı'nda dozerler
Taksim’de Gezi Parkı’nı çok arayacak güvercinler. Tarlabaşı’nda sessizce zamana boyun eğiyor tarih. Ali Sami Yen Stadı mı kaldı Mecidiyeköy’de? Ağır ağır bir AVM yükseliyor şimdi yerinde. Siren sesleri kesildi, trenler kalkmıyor artık Haydarpaşa’dan. Henüz yapılmadan yok satıyor senetleri. Astronomik rakamlara cirolanıyor çekler. Garlarda, donuk bakışlarıyla birbirine sokulmuşlar, sürüler halinde tiner çekiyor çocuklar. Kim bilir hangi kentin sürgünü, hangi yangından savrulmuşlar...

Eski kartpostallarda bir anı olarak kalmaya mahkum suretleri; Altın Boynuz’da, bir çırpıda çiziliveriyor silueti Süleymaniye’nin… Rüşvet ve komisyon pazarlıkları bastırıyor ezan seslerini... İştahla pusuda bekliyor inşaat şirketleri. Televizyon kanalları birbiriyle anlaşmalı, şatafatlı reklamları yayınlanıyor her gün. Boyalı, sırıtkan yüzleriyle endam ediyor sanatçılar; ekolojik evler, doğa dostu konutlar, depreme dayanıklı inşaatlar için güven telkin ediyorlar durmaksınız. Beş yıldızlı oteller diziliyor Boğaz’a boncuk boncuk, şeyhler, prensler ağırlansın diye; Ritz Carlton, Swissôtel, Four Seasons, Conrad…

Gidiyorlar…

Ardıçların ve yaban armutlarının, meşe ve palamutların, ceviz ağaçlarının arasından hayal meyal sızarak. Arkalarında, hayatın onlara bıraktığı yanıtsız sorular; tanrılara böylesine meydan okumaları nedendi? Bu kadar cesur muydular, yoksa korkak mı? Bir katile ait olabilir miydi gözlerindeki çocuk gülüşleri? Dillerinden düşmeyen o tılsımlı sözler de neyin nesiydi?

Ya bize kalanlar? Tuzla’da tersane tersane dolaşan ölüm? Ya ciğerleri slikozise doymuş Mardinli emekçiler? Saati 3 lira 33 kuruştan, naylon çadırlarda cayır cayır yanan Vanlı inşaat işçileri…

Tahıl tankerleri bekleşiyor limanlarda. GDO’dan arınmak için üniversiteden üniversiteye dolaşıyor uzman raporları. Peki ya, hapishanelerin izbe karanlıklarında kirlenen bir ülkenin vicdanı? O, duvarları sağır sübyan koğuşları? Pozantı’nın mağdur çocukları?..

Mecliste fazla mesaide komisyonlar. Ertesi gün Resmi Gazete’de bir haber; yumurta ithalatından alınan bilmem ne fonu şu kadar puan düşürülmüş!. Limanlar dolup boşalıyor bir anda. Fonlar çözülüyor bankalardan, türedi zenginler çoğalıyor bir gecede… Hafta sonları Polonya’ya ördek avına gidiyor gazete patronları. Kumarhaneleri tıklım tıklım, gece kulüplerinde, damarlarına eroin basıyor gençler...

Gidiyorlar…
Toprağın, havanın ve suyun büyülü dünyasından çıkarak… İncir ve asma ağaçlarının gölgesinde, efil efil bir rüzgarın serinliğinde; tepelerden tepelere, kadınlı, erkekli gruplar halinde ince bir ip gibi dizilerek…
Fotoğraf : Hasan Cemal
Paranın, hırsın, mülkiyetin ve gözü dönmüşlüğün olmadığı bir dünyadan çıkarak gidiyorlar; borsanın, kredi kartlarının ve senetlerin; bankerlerin ve tefeci tüccarların; etrafı duvarlarla çevrili malikânelerin, yabancı dilde hizmet veren tatil köylerinin, pistlerinden özel uçakların havalandığı, yedi yıldızlı otellerin olmadığı bir dünyayı terk ederek gidiyorlar... 


Sanatın içine tükürenler, şimdi büyük kentlere hükmediyorlar. Uzak bir kentte vinç sesleri kulakları tırmalıyor, buldozer gürültülerine tekbir sesleri karışıyor. Kars’ta, İnsanlık Anıtı tek bir emirle yıkılıyor! Semaları diken diken, boz bulanık artık İstanbul’un… Toprağı sıksan, şüheda değil, gökdelenler fışkırıyor.

 

Yeni bir devr-i saltanata dönüşüyor zaman. Kasımpaşa Stadı’nın ismi ne oldu? Rize’de açılan üniversitede kimin mührü var? Belediye başkanları mütemadiyen tabela asma yarışındalar. Üniversitelerin, parkların ve camilerin yaldızlı isimlerinde yeni şahlar, padişahlar peydahlanıyor. Ne kadar ihale peşinde bürokrat, mafyacı milletvekili, silah tüccarı emekli paşa varsa, hepsi de yüce yargıya sığınmış, hepsi de öylesine rahat. Üstelik hepsi bayrak düşkünü, ülkesi ve milletiyle bütün, hepsi büyük vatansever!..

Saksıda büyür olmuş artık kiraz ağacı, nar ağacı; gizlice kanına giriyor insanlığın genetiği değiştirilmiş organizmalar. İki bin yıllık Allianoi’yi de gömdüler. Batman’da, sular altında kalacak Hasankeyf. Munzur’a da kelepçe vuracaklar. Fırtına Vadisi derseniz, şimdi sessiz akıyor suları. Artvin’de Metin Lokumcu’ya nasıl kıydılar… 2021’e kadar yetecek biber gazımız bile var. Ne kadar da ilerideyiz teknolojide; yatak odalarına kadar girmiş telekulak. Düşmana inat Patriotlarımız, sokak çocukları için mobesa kameralarımız var...

Fotoğraf : Hasan Cemal
Gidiyorlar…

Kuş uçmaz, kervan geçmez dağların doruklarından, kına yeşili vadilerin eteklerinden, geçit vermez uçurumların sarp yamaçlarından ipince bir bulut gibi süzülerek…
Sanki başka ve esrarengiz bir dünyadan gelmişler gibi. Sanki görünmeyen, gizli bir hayatın gecikmiş yolcuları gibi…

Sahi, nereden gelmişlerdi? Niye buradaydılar? Nasıl dehşetengiz bir yangının savurduğu alazın izleriydiler? Ülkeleri yok muydu? Sebepsiz bir yanlışa dair miydi hayalleri? Niye hep çocuk yaşlarında kuruyorlardı en olmayacak düşlerini? Ecelsiz bir ölümden miydi yoksa hep rehberleri?

Kumkapı’da, parmakları kemani, kara gözleri ceylani, hicaz makamından bir çocuğun sese dönüşüyor bakışları. Balat’ta bir çingenenin ağıtları duyuluyor. Bir başkasının toprağı kazıyor, etten ayrılıyor tırnakları; Sulukule’nin ise gözü yaşlı. Cümle bölücüler iş başında; mahalle mahalle, semt semt, varoş varoş bölüyorlar şehirleri; özel okullar, özel hastaneler, özel yollar yapıyorlar; özel parklar ve bahçeler... Bir de şaşaalı isimler takıyorlar; yenilikçi tasarım, modern şehir planlama, kentsel dönüşüm diye...

Kentsel dönüşümle vurgun yemiş gibi eski semtler; boyunları bükük, korkuyla bekleşiyor. Hep göç ve sürgün düşüyor paylarına, hep acı ve keder. Bir bir sınıf atlıyor sokaklar. Sürüler halinde, durmaksızın şehir dışına itiliyorlar aşağı kentin yoksulları.
Kim bilir, kaç nesil ne sevinçler birikmiş bu sokaklarda, kaç nesil hüzünler durağı bu semtler. Sorsan, kaç neslin izi vardır Fener’in eski Rum evlerinde; kaldırımlarında çengiler, ellerinden darbuka, nefesleri ince saz. Gitti, işte eski Sultanahmet, Beyazıt, geride ne kaldı? Yavaş yavaş ruhunu kaybediyor Zeytinburnu, işte Ayvansaray, işte Tarlabaşı ve Balat; işte bu şehrin geride kalanları…

Gidiyorlar…

Sanki film durmuş, Akira Kurosava’nın düşlerinden fırlamış, çıkagelmişler gibi; kolları meşe dalı, gövdeleri köknar, saçları söğüt; sanırsın toprağa ve yeşile vurgun; kaşları kara, saçları belikli kız, bakışları yağız delikanlı..

Adını söylemeyi unuttum; HES’e karşı toprağında kalabilmek uğruna ineğini satan Salarha Vadisi’nden Kazım şimdi nerede? Munzurlu Yörük ana, Karaçamlı Fatma, Köknarlı Recep, Çineli Gülşen nerede kaldılar? Panzerler, bölük bölük bir vadiye püskürtürken köylüleri, Senozlu köylünün kalbine zerk edilen acıya ne oldu? Peki ya, Fatma Nine’yi bir dağın başında soluksuz bırakan zehir?

Sonunda gidiyorlar…

Tek bir çakıl taşına dahi tamah etmeden. Ceplerinde tek bir dolar, tek bir lira dahi taşımadan. Derin vadilerin ıssız koyaklarından, sisler içindeki ormanların serinliklerinden, sazlıklar ve fundalıklar arasından ilerleyerek gidiyorlar...

Solaklı Vadisi (04.11.2011)
Oysa, acılar içinde hala Anadolum! Kim bilir, kimlere yar olacak Kaz Dağları, Toroslar, Karadeniz; Efem Çukuru, Loç Vadisi, Büyükdere, Munzur? Hilmiye ninenin etlerinde lime lime büyüyen ağrı? Üç parça HES için toprağa ve suya sinsice celp edilen ölüm? Fırtına Vadisi, Solaklı, Gerze, Tortum!..

Gözümüz aydın! Gözümüz aydın!
Onlar kalıyorlar…

Yusuf Nazım
Twitter : @yusufnazim

http://www.radikal.com.tr/yorum/gidiyorlar-1134600


7 Nisan 2013 Pazar

Kitabın Ege'deki Yolculuğu : İzmir Kitap Fuarı



18. İzmir Kitap Fuarı Başlıyor
20 – 28 Nisan 2013, Kültür Park



TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. ve Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile bu sene on sekizincisi düzenlenen İzmir Kitap Fuarı 20-28 Nisan 2013 tarihlerinde Uluslararası İzmir Fuar Alanı’nda okurlarla buluşmaya hazırlanıyor.

"Doğa-insan ilişkisi, Yusuf Nazım’ın öykülerini canlı ve çarpıcı kılan en önemli özelliklerinden biri. Çünkü onun öykülerindeki gidilmedik, bilinmedik uzaklıktaki doğa, bütün çekilen, çektirilen acıları, baskıları, işkenceleri görüp duyandır. Bilene, bilmeyene de yayacak olan odur. Rüzgarlarıyla, fırtınalarıyla, tipileriyle yapacaktır bunu. Görene, görmeyene, duyana, duymayana Yusuf Nazım’ın öykülerinin eşliğinde ulaştıracaktır."   Adnan Özyalçıner
340 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımıyla düzenlenecek olan fuarda dokuz gün süresince söyleşi, panel, şiir dinletileri ve çocuk programlarıyla yaklaşık 100 etkinlik gerçekleştirilecek.

Onur Konuğu olarak çevirmen ve yazar Ahmet Cemal’in belirlendiği 18. İzmir Kitap Fuarı 20 Nisan’da kapılarını kitap okurlarına açıyor. 1942 yılında doğumlu olan Ahmet Cemal Sankt Georg Avusturya Lisesi'ni ve İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirerek çevirmen olarak dünya edebiyatının önemli isimlerini Türkçe’ye kazandırmıştır. Uzun yıllar estetik, sanat tarihi, tiyatro tarihi ve çağdaş tiyatro üzerine dersler veren Ahmet Cemal, öykü, deneme, makale ve şiir kitapları yazmıştır. Halen Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapmaktadır.

Fuar alanına girişin ücretsiz olduğu İzmir Kitap Fuarı, her gün saat 11.00-20.00 arası, kapanış günü olan 28 Nisan 2013 tarihinde ise 11.00-19.00 saatleri arasında ziyaret edilebilir.

Kızak kitabı imza etkinliği
28 Nisan, Pazar, Saat: 13.00 - 16.00
Evrensel Basın Yayın standı

Kızak, ön kapak

Kızak, arka kapak

9 Mart 2013 Cumartesi

Düşümdeki Uçurtma



Akdamar Adası'nda bir düş

Yusuf Nazım
Cumhuriyet /8 Mart 2013


Bir hastalık düşünün; ortaya çıkmak için sadece erkek çocukları seçsin! Bir hastalık düşünün; çocuklarında ortaya çıkan ölümcül hastalığın sebebi sadece kadınlar olsun! Bir hastalık düşünün; çocukları hasta olacak korkusuyla genç kızlar âşık olmaktan ve sevmekten korksun! Ve bir hastalık düşünün ki, hücrelerinde taşıdığı kötülüğü nesilden nesile aktardığı gerekçesiyle kadınlar suçlansın ve günahkâr sayılsınlar.

Duchenne Muscular Distrofi. Kısa adıyla Duchenne, ya da DMD… Bu hastalığın uğradığı yaşamlara dair dünyada yapılan ilk belgesel : Düşümdeki Uçurtma

Sadece erkek çocuklarda ortaya çıkan genetik bir kas hastalık. İkiyüzden fazla çeşidi bulunan nöromüsküler hastalıktan bir tanesi; Hastalığın bir-iki yaşlarında kaslarda zafiyet şeklinde kendini göstermesi, 8-10 yaşlarında tekerlekli sandalyeli bir yaşam, iyi bakım koşulları sağlanamazsa; omurga eğriliği, solunum ve beslenme sorunları… Derken erken yaştan gelen  ölümler… Erkeğin güç olarak görüldüğü bir toplum, daha çok erkek çocuğa sahip olma dürtüsü, bilgisizlik, cehalet ve kaderle avunulan hayatlar.
Hayal içinde koşuyorlar İba Köyü'nün çocukları

Ve kadınlar. Ve ekinde, tütünde, pazardaki kadınlar... Erkeğine sağlam bir erkek çocuk veremeyen kadının bahtsızlığı; töre tarafından kuşatılmışlık, yalnızlık, tükenmişlik… Sağlıklı bir erkek çocuk hayali peşinde koşarken ikinci, üçüncü, dördüncü hasta çocuklar… Bakımsızlık, yetersiz sağlık hizmetleri, çaresizlik içerisinde kıvranan kadınlar, peş peşe gelen ölümler…

İşte, bedenlerinde böyle bir kötülüğü taşıyan erkek çocuklarla, onların ailelerinin gizli kalmış hayatlarına yolculuktu bizimkisi. Hayallerimizi serbest bırakarak özgürleştirdiğimiz ve bir uçurtmanın kuyruğuna takarak devam ettiğimiz yolculuk... Diyarbakır’dan başlayan, Batman’dan devam eden ve Van’da noktalanan bir hikâye...

Çokça hayalleri vardı bu yolculuğun. Kentlerin ve kasabaların ücra köşelerinde unutulmuş, bir köşeye kıstırılmış, hayat tarafından yok sayılmış çocuklarla kurulmuş düşler. Ve bu düşleri gerçeğe dönüştürmek üzere çıkılan yolculuklar.
Bir anıt kalacak belki Hasankeyf'te...

Yolcuğun ilk durağı Diyarbakır. Tarihi adıyla Amida. Veysi ile Keçiburcu’na tırmanıp Hevsel Bahçelerini izleyebilir miydik? Gidenleri vardı bu kentin; Mardin Kapı’dan, Dağ Kapı’dan, Urfa Kapı’dan, Yeni Kapı’dan. On Gözlü Köprü’süden geçip Deliller Hanı’nda bir tas su içebilir miydik? Dört Ayaklı Minaresi’nde mola verip, Surp Giragos Kilisesi’nde dilekte bulunabilir miydik?

Batman’da sular altında kalacaktı Hasankeyf. Beşiri ilçesinde, Distrofin üretemeyen kaslarıyla odalarına hapsolmuş Ata ve Hamza kardeşler. Dicle’nin sularına bırakıp kayıklarımızı, Hasankeyf’in zirvesine bir saygı tırmanışı yapabilir miydik? Göğsümüzde üç dilde yazılmış dövizlerimiz, Hasankeyf sular altında kalmasın, çocuklar ölmesin diye, dünyaya bir selam gönderebilir miydik?

Depremin yıktığı Van’dı son durağımız. Ve yaralı kentin düşleri gibiydi hayallerimiz. Lakin her şeye karşın umudumuz çoktu. Sevgili Kadir’imizle düşlerimizdeki uçurtmayı Akdamar Adası’nın zirvesinden uçurabilir miydik?

Bütün soruların yanıtları, yönetmenliğini Gülsün Sarıoğlu’nun yaptığı ve galasını 25 Şubat 2013 günü Cemal Reşit Rey Salonu’nda gerçekleştiren Düşümdeki Uçurtma belgesel filminde saklı. Film, görkemli bir galadan sonra, umudu uçurtmanın kuyruğunda asılı olarak yeni yolculuklara hazırlanıyor. İyi yolculuklar sana Düşümdeki Uçurtma.

Yusuf Nazım

21 Şubat 2013 Perşembe

Haber değeri yüksek ölümler eksik olsun hayat!

Yusuf Nazım
Radikal/21 Şubat 2013

 
Kırık bakışlarıyla, soluk bir fotoğrafta gördüm onu geçende. Vakitsiz gelen bir ölümün soğuk silueti vardı yüzünde. Ebediyen susmuştu. Çepeçevre sarmış bedenini tahta bir tabut ve daracık bir kefen bezi içinde…
 
Altında bir yazı : “Ajansları yalanlayan fotoğraf!”

Öylesine baygındı ki bakışları... Sanki, başka bir dünyanın aralığından bize bakar gibiydi. Sanki, başka bir dünyayı aralar gibiydi bakışları. Göğsünde bereleri, etleri morarmış, şakağı kızıl, kurumuş kan içinde…

“Diyarbakır’da, polise atmak isterken elinde patlayan bombayla ölen gencin haberini yapan Cihan Haber Ajansı, Anadolu Ajansı, İhlas Haber Ajansı ve Doğan Haber Ajansı'nı yalanlayan fotoğraflar..” diye devam ediyordu haber…

Ölümse eğer kalbimizi kıran, haberin değeri yüksek olsa da neye yarar. Bir ölünün cansız bedeninden çıkan yalan haber, nasıl bir bombaya dönüşür? O bomba, nerede ve nasıl patlar? Haber ajanslarında kaç reyting yapar? Ne tür bir hasara döner toplumun vicdanında?

“Otopsi raporunda, yaşamını yitiren 18 yaşındaki Şahin Öner'in ezilerek öldüğü anlaşılmıştır.”

Ölüler yalan söyler mi sizce? Ölüm, hangi suretiyle doğrularsa bir haberi, o haber manşet olur?

Şahin Öner… Diyarbakırlıydı, gençti, yurttaştı. Büyüdüğü toprağın çocuğuydu o. Ağrıları çoktu. Bu yüzden, belli ki öfkesi de vardı. Öğrenciydi. Üniversitede okuyordu. Yaşasaydı, bu ülkeye yurttaş olmaya devam edecekti. Belki bir ressam, bir yazar, bir sanatçı; bir öğretmen olacaktı… Belki de onuruyla ekmeğini taştan çıkaran bir emekçi... Belli ki haksızlığa karşı damarlarındaki kan, biraz deli akıyordu. Belki dili başkaydı, Kürt’tü. Fark etmez, Türk’de olabilirdi. Mutlaka hayalleri vardı, öfkesi, soluk soluğa nefesi, umutları ve düşleri… Ölüsü bir polis panzerinin altından çıkarıldı…

Haber değeri yüksek ölümler eksik olsun hayat

Haber değeri yüksek ölümler eksik olsun hayat. Kim sevinebilir ölü ele geçirilmiş hayatlara. Siz, taraf tutan ölüler gördünüz mü hiç? Ya hayatlarını yarım bırakarak çekip giden çocuklar? Onların suskun ve aralık bakışları, medyaya servis edilen haberlerin yerine geçer mi? Ölü bir bedenin söyledikleri, tekzip etmeye yeter mi sizce manşetleri? 

Şahin Öner.. Diyarbakırlıydı, Kürt’tü, dili başkaydı… Ne fark eder ki, Türk’de olabilirdi. Bir Karadenizli, ya da Egeli… Hoş, Türk olsaydı aynı kaderi yaşar mıydı, bilinmez. Öfkesi sokağa taştı diye panzerler üstüne kalkar mıydı? Diyelim kaza oldu, hastane yerine karakola gider miydi? Farz edelim, başka bir coğrafyada yaşasaydı Şahin, aceleyle eline bomba tutuşturulup bilcümle ajanslar, 4 sütun üzerine manşet atar mıydı?
/*
Şubat tatili de bitti. Çocuklar okullarıyla buluştular. Yarım kalan derslerine devam ettiler. Üniversiteler cıvıl cıvıl, yakında baharı karşılayacaklar… Şahin Öner okuluna gidemedi, bir daha gidemeyecek! Yeni bir baharı olmayacak onun. Hocaları, arkadaşları onun gülümseyen asi yüzünü okul sıralarında bir daha göremeyecekler…

Diyarbakır ilinin valisi mi? Onun da çocukları vardır muhtemelen. Onlar okula gittiler, hep gidecekler. Onların sıraları boş kalmayacak. Sevimli, şımarık ya da asi yüzleriyle öğretmenlerine zekice sorular sormaya devam edecekler. Şahin Öner soramayacak! Onun hayata sorduğu bazı sorular vardı, karşılıksız kaldı. Başka sorusu olmayacak…

O ilin emniyet müdürü, o panzerin sürücüsü; onların bağlı bulunduğu genel müdür ya da onun da bağlı olduğu bakan! Onların da çocukları vardır. Hepsi, en sevimli halleriyle güle oynaya koştular okul sıralarına. Onların çocuklarından biri, serseri bir polis panzerinin altında kalmadı, kalmayacak. Kazara bir şey gelse başlarına, sürücü, memur, müdür ya da vali, bil cümle zevat; üstünü örtmek için el ele verip medyaya yalan haber salmayacak.

Sanatçısına, sürmanşet “şerefsiz” diyen, çatal fırlatan bir yayıncılık. Devran döndüğünde süklüm püklüm pişmanlık dileyen, arsız, utanmasız bir güruh. Karanlık ve gizli odakların servis edilen haberlerini gazetecilik sanan bir zavallılık. Yalan ve linç kültürüyle beslenen ajanslar, kanallar, medya yöneticileri; onların da çocukları var. Şubat tatili bittiğinde, yumuşak ve sıcak ellerinden tutarak, okul sıralarına uğurladılar, hep uğurlayacaklar. Yeridir, arkalarından el bile sallayacaklar.

Ya Şahin Öner? O, başka bir yolun yolcusuydu. Onun yakınları, 12 Şubat günü, soğuk bir tabutun altından omuz vererek yürüdüler. Anne ve babası çocuklarını, sıcacık okul sıraları yerine, üzerinde ağıtların yakıldığı karlı ve donmuş toprağa uğurladılar. Bu onun son yolculuğu oldu…

Şahin Öner gerçekte nasıl öldü, kim bilir çoğu merak bile etmediler. Kalbi atmış, sokağa çıkmış, izinli ama izinsiz bağırmış, çağırmış… Panzerler niye çocukların üstüne yürümüş, sormadılar. Ne bir emniyet müdürü açığa alındı, ne de memur sorgulandı. Bakanlar, kendilerine bağlı kolluk kuvvetlerinin marifeti bir ölümü sormaya zahmet bile etmediler…

Ajanslar, böyle reva buyurdular

Devletin kocaman valisi, 18 inde bir çocuğun eline bombayı tutuşturuverdi; emniyet pimini çekti, haber kanalları patlattı…

Genç bir bedenin ölüm haberi, aceleyle servis edildi ; "polise atmak isterken elinde patlayan bombayla yaşamını yitirdi" diye.

Ajanslar, pusuya yatmış gibiydiler, böyle reva buyurdular. Çok sesli yalanlar fışkırdı ülkenin antenlerinden. Televizyon kanalları birbiriyle yarıştı. Ana haber bültenlerinde, hararetle sundular ölüm haberini spikerler…

Böylece, 18 'inde bir çocuğun ölüme dokundu bakışları. Soluk alamaz oldu bir kentin sokakları. Islak, kirli bir yapışkanlık kaldı havada, asılı. Hepimizin tenine bulaştı; aklımıza, yüreklerimize, can çekişen ruhlarımıza…

Ne oldu? Asi bir yüz daha eksildi Diyarbakır’ın sokaklarından. Başka asi yüzler çoğaldı onun bıraktığı yerden. Üstelik biraz daha taşkın, biraz daha öfkeli…

/*
Şahin Öner… Yüzünde taşıdığı o asi gülümsemesiyle, başka bir baharı daha olmayacak genç… O, artık yaşamıyor… Ebediyen de yaşamayacak. Yarı açık gözlerinde, masum bir yaşamın pırıltısı yok artık. Ne bir sevgilisi olacak, ne de yarım kalmış aşkı. Anasının, kokulu tülbendine bir daha yüz süremeyecek. Şefkatli ellerinin yoğurduğu hamurdan ekmek yiyemeyecek. Sıcak çorbasından bir tek tas dahi içemeyecek… Onun, daha henüz yirmisine dahi varmamış gençliği, bastırmak ve yok etmek üzerinden beslenen bir devlet aygıtının kana ve ölüme alıştırılmış çarkları tarafından öğütüldü. Daha niceleri gibi...

Ölüm mü? Koca bir yalanın adı şimdilerde. Öylesine ağır, bedelsiz ve çirkin…
Nereden ve nasıl gelirse gelsin; kimin eliyle var olursa olsun; öylesine zamansız, bir o kadar hilekâr ve yakışıksız…

Ölüm… Gidip de bir daha geri gelmeyecek olanın adı… Henüz yaşayamadıklarımız. Doymaya fırsat bulamadığımız bunca şey… Belki, biraz da bizim gençliğimiz…

Not: Bu yazı, ucunda ölüm olsa bile onurlu bir barış için yazılmıştır.
Yusuf Nazım
Twitter : @yusufnazim
 

17 Şubat 2013 Pazar

Düşümdeki Uçurtma - Belgesel Film

DÜŞÜMDEKİ UÇURTMA

“Büyük aşklar yolculuklarla başlar…”

Bizim aşkımız da bir yolculukla başladı. Duchenne Muscular Dystrophy (DMD) hastalığıyla ilgili olarak Diyarbakır, Batman ve Van illerini kapsayan seyahat, aslında hasta hayatların görünmeyen dünyasına yapılan bir yolculuktu...


Tedavisi mümkün olmayan bir hastalık tarafından bedenleri kuşatılmış, köylerin, kentlerin ve kasabaların ücra köşelerine hapsolarak unutulan insanlar... Distrofin üretemeyen kaslarının mücadelede yenik düştüğü; yaşamları, kendi iradeleri dışında, doğanın haksız adaletinin bir tecellisi olarak kısaltılan, hayatın dokunmayı unuttuğu çocuklar... Ve onların “hastalık taşıyıcısı” olarak suçlanan ve bunu kader bilerek sineye çekmiş, yüreği burkuk, boynu bükük anneleri. Birer hastalık taşıyıcısı adayı olan genç kızların aşka ve sevdaya dair hayalleri…

İşte bu hayallerin izini sürerken, adına “hasta” denilerek yok sayılmış, varlıkları unutulmuş bu insanların, zaman zaman dramdan trajediye dönüşen yaşamlarına dokunmaya çalışmak… Bu dokunuşla birlikte, içinde yaşadıklarını unuttukları kentlerin tarihine onlarla birlikte yolculuklar yapmak...

Diyarbakır'da Amida’nın surlara tırmanarak Hevsel Bahçelerini izlemek, Batman'da Hasankeyf'e bir saygı tırmanışı yapmak ve Van'da Akdamar Adası'nın zirvesinde uçurtma uçurmayı hayal etmek… Ve sonuçta düşümüzdeki uçurtmayı gerçeğe dönüştürmek…

Düşümdeki Uçurtma filmi bize, hayallerimizi serbest bırakabildiğimiz ölçüde özgür olabileceğimizi hatırlatan bir umut filmi.

“Hayaller, serbest bırakıldıkları ölçüde özgürdürler…”


KITE IN MY DREAM

“Great loves start with journeys...”

Our love [and cause] started with a journey, too. Following a route through Diyarbakır, Batman and Van provinces, it is a journey to the invisible worlds of ill lives who endure with the Duchenne Muscular Dystrophy (DMD) disease.

People who are marginalized and incarcerated in the far corners of villages, towns and cities; bodies under the siege of an incurable disease... Children with weak and defeated muscles which cannot produce dystrophin, whose ill-fated lives are – out of their will - shortened due to the injustice of nature and obliviated by the life itself... And such children's mothers who accept the blame to be “the carriers of the disease” with a heart-wrenching and destitute manner and put up with it as part of their destinies. Dreams of young girls about love and passion who are to be carriers of the disease in the future...

The attempt of touching the lives and pursuing the dreams of these people whose existences are ignored and forgotten under the justifying title called “diseased”... Travelling with them through the histories of the cities they have forgotten that they are living in...

Watching the Gardens of Hevsel by climbing up the city walls of Amida in Diyarbakır, climbing up Hasankeyf in Batman as an homage and imagining to fly kites on the peak of Akhtamar Island, Van... And realizing our dream and flying kites in the end...

The Kite in My Dream is a movie of hope which reminds us that we are free as much as we set our dreams free.

“Dreams are free as much as they are set to be free...”


Fragman : http://vimeo.com/44161503

BAFİROKA XEWNEROJKA MİN

“Evînên mezin bi rêwîtiyan dest pê dikin…”

Evîna me jî bi rêwîtiyekê dest pê kir. Gera me ya di derbarî nexweşiya DMD’ê (Duchenne Muscular Dystrophy) de ku li Amed, Êlih û Wanê hat kirin, di rastiya xwe de rêwîtiyek bû ji bo jiyanên nexweş ên ku cîhana wan nayên dîtin.

Mirovên bedena wan ku ji aliyê nexweşiyeke bêderman ve hatiye dorpêçkirin; di quncikên talde yên gund, bajar û bajarokan de bi awayekî zindankirî hatine jibîrkirin… Zarokên ku masûlkeyên wan bi çênekirina “dîstrofîn”ê re têkoşînê winda kirine; bêyî vîna wan jiyanên wan ên ku bi qedereke neheq a xwezayê re hatine kurtkirin û zarokên ku jiyanê ew ji bîr kirine. Û dayîkên wan ên ku bi “hilgiriya nexweşiyê” tên sûcdarkirin; û vê jî wek qederekê daqurtandî, stûxwar û dilşkestî. Xiyalên keçên ciwan ên namzetên hilgirên nexweşiyê di derbarî hez û evînê de…
Va di dema şopandina rêça van xiyalan de, ev mirovên tune-hesibandî yên bi navê “nexweş” ên hebûna wan hatiye jibîkirin; lêxebitîn ji bo destdayîna jiyanên wan ên dem bi dem ji dramê vedihuhere trajediyê… Bi vê destdayînê, bi wan re rêwîti-kirin ber bi dîroka wî bajarî ku jibîrkirine tê de dijîn…

Li Amedê, bi hilkişîna Sûrên Amîda re raçavkirina baxçeyên Hevselê; li Êlihê, ji Hesenkêfê re pêkanîna hilkişîya rêzdariyê û li Wanê, li serê Girava Axtamarê xiyalkirina firandina bafirokan… Û di encamê de veguherandina bafiroka xiyalan bi rastiyê. ..

Fîlma Bafiroka Xewneroşka min ji me re, fîlmeke hêviyê ya bi qasî ku em xiyalên xwe serbest berdin ew qas em dikarin azad bibin e.

“Xiyal bi qasî serbest bên berdan azad in….”