29 Kasım 2015 Pazar

hayat bir tesadüftür bazen /öykü

Yusuf Nazım
İNSANCIL
Ekim 2015, Sayı:303


Otobüse binerken heyecanlıydı. Koltuğunun altındaki paketi koluyla iyice sıkıştırdı, kartını bastı. Otobüsün, kimselerin olmadığı arka bölümüne doğru ilerledi. Boş koltuklardan birine kendini bırakıverdi.
ESHOT otobüsü, kalabalık araç trafiğinde güçlükle yanaştığı duraktan keskin bir dönüş yaparak çıktı.
Koltuğunun altındaki paketi eline aldı. Ağırlığını tartar gibi yokladı. Bantlarını, bir ucundan özenle sökerek açtı. Parmaklarını, paketin açılan ucundan içeri yavaşça daldırdı. Çekiştire çekiştire çıkarmaya çalıştığı şeyin bir kitap olduğu biraz sonra anlaşıldı. Gözünü, elindeki kitaptan ayırmadan, paketi ayaklarının dibine bıraktı.
Kitabın kapağını, avucunun içiyle okşar gibi ovuşturdu. Yüzüne, yeni doğmuş çocuğunu ilk defa kucağına alan birinin mutlu, sevecen bakışları gelip yerleşti. Sayfalarını açtı, yüzüne yaklaştırdı. Birçok yazarın ilk kitabında yaptığı gibi, taze matbaa ve mürekkep kokusunu derin derin içine çekti. Bunu yaparken mest olmuş gibi gözlerini kapadı. Kitabı iki eli arasında tuttu, kapağındaki mavi dalgalı desenlere dikkatlice baktı.
Kapak için özgün bir resim çalışmak iyi oldu” diye geçirdi içinden.
Gözleri, resmi tasarlarken, hayal gücünü olmadık ölçüde zorlayan soyut desenlerin, şimdi kitabın kapağında vücut bulmuş desenleri arasında daldı gitti.
Adam, otobüsün, tıslayarak yeni bir durağa yanaşmasını fark etmedi bile. Bakışları, kitabın kapağında, desenlerin soyut dünyasında hayran hayran dolaşmaya devam ediyordu.
 “Merhaba efendim” dedi nazik bir ses.
Başını kaldırdı. Karşısındaki koltukta, bakımlı, temiz giysili, alnındaki saçları dökülmüş, kalanları ise beyazlaşmış bir adamın sevecen bakışlarıyla göz göze geldi.
 “Merhaba” diye karşılık verdi, elindeki kitabı kapatarak.
Sevecen gözlerini saran ince kırışıklıklar dışında, yüzünün açık kahverengi tenine yayılmış benekleri, hayattan emekliliğini çoktan hak etmiş birinin işaretleri gibiydi. Yanaklarına kondurduğu gülümsemeyle, yüzünden baştan aşağı bir sevimlilik akıyordu. Gözleriyle kitabı işaret ederek;
Kitap,” dedi, “öykü galiba?”
Otobüs, ani bir frenle sarsıldı. Yeni bir durağa geldiğinin işaretiydi bu. Arka sıralardan birkaç yolcu indi, yeni binenler boş koltukları doldurdular.
Elindeki kitabı sıvazlayarak,
Evet, öykü” dedi.
Yüzüne, yaşlı adamınkinden geri kalmayan bir gülümseme yayılmıştı.
"Sorduğunuza göre kitaplarla aranız…"
“Sorulur mu efendim, kitapsız hayat çöldeki ağaca benzer ”
Bunu söylerken gözlerini iyice kısmış, başını olur mu dercesine, bir yana sallamıştı. Yeniden gözleriyle kitabı işaret etti;
Kızak, yeni bir kitap mı?” dedi.
Elindeki kitaba baktı, yeniden gülümsedi.
Evet, yeni bir kitap” dedi. “Hem de çok yeni. Matbaadan henüz çıktı. Bakın, mürekkep kokuyor hala.
Yazarı pek tanıdık gelmedi de?”
Bu soru biraz rahatsız etmişti, belli etmemeye çalıştı:
Şey..” dedi… Sıkılmış gibiydi. “Doğru, tanımıyorsunuz. Ama artık tanıdınız, yazarı benim”
Ooo!” dedi şaşkınlıkla,  “öyle mi?”
Yaşlı gövdesinden beklenmeyen çabuklukla ayağa fırladı, elini uzattı.
Demek bir yazarla müşerref oluyorum?”
Beriki, aynı çabuklukla hamle yapmaya çalıştıysa da geç kalmıştı. Elini sıktı.
“Çok rica ederim efendim, ne demek, o şeref bana ait”
Yanakları, mahcup kırmızısı bir renk aldı. Babası yaşındaki adamın, elini sıkmak için ayağa fırlamasınaydı bu mahcubiyet.
Yaşlı adam, bir yandan da kitabın kapağını incelemeye çalışıyordu.
Nazım bey, ne büyük mutluluk sizinle tanışmak! Bu arada benim adım da, Orhan Köymen.” dedi, “Sadece bir okur.”
Ayaktaki yolcular, hep birlikte aynı yöne yaylanır gibi oldu. Otobüs yavaşlamış, yeni bir durağa giriyordu. Elinde bastonuyla bir kadın, ön kapıdan destek alarak binmeye çalıştı. Kendini yukarı çekemedi. İçerden fırlayan orta yaşlı biri koluna girdi, çıkmasına yardımcı oldu. Kendi yerine oturttu.
Her davranışında ince bir nezaket hissediliyordu Orhan Bey’in. Beyaz
dişleriyle gülümsüyor,  konuşmaya devam etmek için fırsat kolluyordu.
Kim derdi ki bu otobüse bindiğimde bir yazarla tanışacağım?”
Estağfurullah efendim.”
Sizi meşgul etmiyorum ya?”
“Hayır efendim, ne demek, bir kitapseverle tanışmak benim için mutluluk”

İçinde, bir an önce kitaba göz atmak yönünde sabırsız bir heyecan duyuyordu. Elindeki kitabı araladı. Sayfaları çevirdi, yeni bir öykü başlığına gelince durdu. “Yağmur Saçlı Gece” yazıyordu.
“Bu başlığı seçmem iyi oldu” diye geçirdi içinden, “Keşke editörü dinlemeyip kitaba Kızak yerine bu adı verseydim.” Artık çok geçti. Öyküye göz gezdirmeye başladı. Sanki ilk defa okuyormuş gibiydi. Hâlbuki daha önce sayısız kez okumuştu. Ama bu seferki farklıydı. Önceki okumalarında istediği değişikliği yapma şansı vardı; kelimelerle oynayabilir, isimleri, yerleri değiştirebilir, hoşlanmadığı imgeleri kaldırabilir, ya da aklına yeni gelenleri ilave edebilirdi. Oysa şimdi… Artık mümkün değildi bu. Belki de heyecanı bundandı. Kitap basılmış, çoktan okuyucuya mal olmuştu.
Aynı nazik sesin, ürkekçe araya girişiydi düşüncelerini bölen:
Efendim ukalalık etmek istemem ama çağdaş edebiyatımızda öykü deyince Sait Faik, Orhan Kemal, Haldun Taner ’siz olmaz derim. Siz ne düşünürsünüz bu konuda acaba?”
Şaşırmıştı. Gözlerini aceleyle kitaptan kaldırdı. Bozuntuya vermeden yanıtladı:
“Aklınızla bin yaşayın Orhan Bey. Ancak çok değerli başka öykücülerimiz de var; Nezihe Meriç’i, Sabahattin Ali’yi, Adnan Özyalçıner’i; keza geçenlerde kaybettiğimiz Tarık Dursun K.’yı da unutmamak gerekir.”
Duruşunu düzeltti, bacak bacak üstüne atarak devam etti:
“Sahi, bu arada edebiyata olan bu derin ilginiz nereden Orhan Bey?”
İstirham ederim efendim, benimkisi sıradan bir okurluk ilişkisi. Sadece bir ara tiyatroyla ilgilenmiştim, o kadar. Asıl işim tıp teknisyenliği. Uzun yıllar İstanbul’da bir tıbbi laboratuvar işlettim.”

Aldığı üç yeni yolcuyla birlikte salınarak çıktı otobüs duraktan.  Önde, el ele tutuşmuş iki genç, arkalarında, ellerinde dolu pazar poşetleriyle orta yaşlı kadın.
Aklı kitabındaydı yazarın. Elini, henüz sürmüştü. Uzun süredir beklediği kitabına yeni kavuşmuş sabırsız bir okur gibiydi.  Yol arkadaşının,  onu rahatsız etmeme kaygısıyla gösterdiği ince, alçakgönüllü hali olmasa oralı olmayacaktı. Ancak, onun nezaket dolu cümleleri kayıtsız kalınacak gibi değildi.

Göz ucuyla kitabına döndü:

Yirmili yaşlarda bir delikanlıyı anlatıyordu öyküsünde. İstanbul’da geçen gerçek bir yaşam öyküsüydü bu. Yağmurlu, fırtınalı havalarda bilinçaltındaki korkularıyla evine sığınan, tüm pencereleri, perdeleri kapatan Can’ın öyküsü…

“Aslında efendim, tiyatro aşkı çocukluğumda vardı bende. Malumunuz, hayat meselesi işte, babam tutturdu tiyatro para etmez diye…”
“Üzülmeyin, çoğumuzun başına gelen şey bu.”
“Affedersiniz, sizi meşgul etmiyorum değil mi?”
“Yoo, yo, devam edin lütfen, sizi dinliyorum.”
“Teşekkür ederim efendim. Sonra, sağlık meslek lisesi, derken yüksek okul..”

Araç, frenleyerek sağa doğru yumuşak bir kavis yaptı. Yeni bir durak olmalıydı. Bir kadın, elinden sıkı sıkıya tuttuğu küçük bir kız çocuğuyla basamakları tırmandı. Çocuk, elinde yarısı yenmiş bir simidi kemirmekle meşguldü.

Bakışları, yeniden kitaba kaymıştı:

Can’ın, insanlarla iletişimini keserek yine evine kapandığı, yağmurlu, fırtınalı bir gün. Onun, bütün cesaretini toplayarak kendini, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında sokağa atışını bir çırpıda okuyuverdi…

“Yüksel okul bitti ama iş yok tabii.”
“Ne yaptınız peki?”
“Bir doktor arkadaşımla birlikte bu laboratuvar işine başladık.”
“Böylece tiyatro aşkı bitti yani?”
“Yok efendim, aşk dediğin kolay biter mi?”
“Tıbbi laboratuvarı işletirken bir yandan da amatör tiyatro kurslarına devam ettim.”



Otobüs, peş peşe dizilmiş birkaç araçtan dolayı durağa yanaşamadı. Biraz beride durdu. Araca doğru koşturan insan kalabalığı ön kapıdan içeri doluşuverdi. Yaşlı bir kadın, ortalara kadar yürüdü, oturanlara göz gezdirdi. Cam kenarındaki delikanlı, gözlerini kapadı, uyuyormuş gibi yaptı.

Kısa bir sessizlik oldu. Nazım, fırsattan istifade, kaldığı yerden devam etti öyküye:

Delikanlının Hasanpaşa dolmuşlarında başını cama yaslayarak gözlerini kapayışını; çocukluğunu, annesi Gülcihan’ı, onunla olan anılarını hayal edişini, gözlerini satırlarda hızla gezdirerek okudu…

Orhan Bey'in nezaket dolu cümlesini duymasaydı devam edecekti:
“Lütfen sizi meşgul ediyorsam söyleyiniz, çok üzülürüm yoksa?”
“Hayır, hayır efendim, devam edin. Zevkle dinliyorum sizi. Aşk demiştiniz, yani tiyatro…”
“Evet, tiyatro aşkım devam etti. Akşamları iple çekiyordum.”
“İkisi birden zor olmuyor muydu peki?”
“Zor olmaz mı efendim, oluyordu tabii ki. Ama elden ne gelir; gündüzleri midemi, akşamları ruhumu doyuruyordum.”

Tıslayan fren pistonları yeni bir durağın habercisiydi. Bekleyen tek kişi de oralı olmayınca hızlanarak yoluna devam etti otobüs.

Bir sessizlik oldu. Fırsattan istifade, gözleri tanıdık satırlarla buluştu yeniden:

Öyküyü, kendi yazmamış gibi sabırsızlıkla okuyordu. Aslında okumuyor, düşünüyordu. Yazdıkları öylesine ezberindeydi ki, bir paragrafın başına göz atması yetiyordu. Kahramanımızın, Hasanpaşa'ya varışını, dolmuştan inişini, yokuşu tırmanarak sağa dönüşünü, biraz ilerde dört katlı bir apartmanın karşı kaldırımında, kurumuş bir ağacın dalları altında bekleyişini…

         Başını kaldırdı. Bu sefer kendisi sordu:
         “Ne kadar sürdü bu durum?”
         “Sormayın! Bazı işler vardır, bir kez bulaşınca kolay yakanızı bırakmaz. Benimki de böyleydi işte!”
         “Mutlu değildiniz o zaman?”
         “Nasıl mutlu olunur ki efendim? Bedeninizle ruhunuz farklı dünyalarda yaşıyorsa...”
         “Peki ya sonra?”
         “Bu arada, işi birlikte kurduğumuz doktor arkadaşımla evlenmiştim. Tam on beş yıl sürdü bu durum. Tabii başarısız bir evlilik oldu. Sonunda her ikisinden de ayrıldım; hem işimden, hem eşimden…”
“Peki, İzmir’de ne yapıyorsunuz?”
“Malum yaşlılık. Karadeniz’in rutubeti dokunuyor bacaklarıma. Burası sıcak
memleket. Yerleşmek için kiralık ev bakmaya geldim.”
Uzun bir sessizlik girdi araya...

Boşalmaya başlamıştı otobüs. Belki de son durağa yaklaşıyordu. Önce, sarmaş dolaş olmuş iki genç, sonra elinde pazar poşetleriyle kadın, ardından birkaç durak önce güçlükle araca binen yaşlı olanı, sırayla indiler.

         Gözleri, öykünün son paragrafına kendiliğinden düşüvermişti Nazım’ın:

         Apartmanın karşısında Can’ın, yağmurda, kuru bir ağacın duldasında beklerken belleğinin karanlık dehlizlerinde on altı yıl öncesine yaptığı yolculuk; 1991’in Kadıköy, Hasanpaşa’sı, yine yağmur saçlı bir gece. Karanlıkta, sokaktan sokağa süzülen siluetler, -şu anda önünde beklediği- dört katlı apartman, bir polis baskını; merdivenlerde koşturan ayak sesleri, kırılan kapılar, devrilen masalar, ortalığa saçılmış kitaplar, bildiriler; yere yatırılmış Gülcihan’ın dağılmış saçları, başına dayalı bir silah… Çocuk gözlerinin, odanın aralık kapısından süzülen bakışları, annesiyle göz göze gelişi… “Hiç değilse çocuğun önünde yapmayın!” diye çığlıkları annesinin … Dışarda, polis araçlarının acı sirenleri, telsizlerin geceye tükürür gibi sesleri… Kulakları tırmalayan bir cayırtı…

         Birden irkildi. Orhan Beyin, mütevazı sesiydi onu kendine getiren.
Peki efendim,” demişti ayağa kalkarken “izninizle ben bu durakta ineceğim.”
Aaa, iniyorsunuz demek! Ben de bir sonraki durakta ineceğim.”
Sizin gibi değerli bir yazarla tanışma şerefine nail olmak beni bahtiyar etti.”
Bunu söylerken saygıyla öne eğilmiş, elini uzatmıştı bile. Nazım, aynı çabuklukla ayağa fırladı, elini sıktı. Yüzünün yuvarlakları yine pembeydi.
“Beni mahcup ediyorsunuz Orhan Bey. Şunun şurasında çömez bir yazarım. Umarım, okuyucuda bir karşılığı olur yazdıklarımın.”
Yaşlı adam, sohbetin başından beri yüzünün beyazlığında eksik olmayan gülümsemeyle devam etti:
“Gevezeliğimle başınız ağrıttıysam, lütfen bağışlayın! Cide’de yaşıyorum, biliyorsunuz rahmetli Rıfat Ilgaz’ın memleketi. Bir gün yolunuz düşerse mutlaka beklerim. ”
         Orhan Bey arka kapıya doğru ilerlerken Nazım, elindeki kitap olduğu halde ona eşlik etti. Bir süre daha ayaküstü konuşmaya devam ettiler.
         Otobüs bir kez daha tıslayarak durdu. Araç hareket ettiğinde, bunu niye yaptığını kestiremediği bir şekilde Nazım, arka pencereden el sallamaya devam ediyordu…


* * *

Aradan birkaç gün geçmişti. O günü ve o adamı çoktan unutmuştu. Baskıdan yeni çıkan ilk kitabının heyecanını, tümüyle olmasa da hala üzerinde taşıyordu. Kutlamaları kabul ediyor, arayan, tebrik eden, kitabını soran dostlarıyla konuşuyor, uzun yıllardır hiç görüşmediği, adını bile unuttuğu tanıdıklarından, okul arkadaşlarından mesajlar alıyordu. Hiçbir mesajı yanıtsız bırakmıyordu. Telefonundaki yanıtsız çağrılara geri dönüşler yapıyor, gelen elektronik posaları özenle yanıtlıyordu. Çok sevdiği kimi dostlarının davetlerini kıramıyor, onlarla buluşuyor, bazıları gece geç vakitlere dek süren sohbetlere katılıyordu.
Yine böyle bir gündü. Bakırköy’de arkadaşlarıyla buluşmuştu. Florya Sahili’nde yürüyüş yapmış, ekmek arası balıkla karınlarını doyurmuşlardı. Bir çay bahçesinde içtikleri demli çaylara, sanat, edebiyat, eleştiri ve kitaplar üzerine keyifli bir sohbet eşlik etmişti.
Eve geldiğinde duvardaki saat gece yarısını biraz geçeyi gösteriyordu. Verimsiz bir gündü. Bütün günü dışarıda geçirmiş, hiçbir şey yazamamış, okuyamamıştı. O günkü elektronik postalarına bakmak için çalışma odasına geçti. Bilgisayarını açtı. Gelen mesajlarının en başındakine takıldı gözü. Tuhaf bir başlığı vardı:

Sanki bin yıl geriye; buruk anımsamaya…”
Orhan Köymen adlı kişiden geliyordu. Ne mesajın başlığına anlam verebildi, ne de gönderen kişiyi anımsayabildi…
Merakla mesajı okumaya başladı. Şöyle yazıyordu:
“Sevgili Nazım!
Cide’ye döndüm. Bana hediye etmek lütfunda bulunduğunuz  'KIZAK'' ı bir solukta okudum. Kitap bittiğinde sanki bin yıl geriye, Hasanpaşa'ya gittim. Fenerbahçe İşkembe Salonu’nu sağımda bırakıp hafif yokuşu tırmandım. Yol kendiliğinden sağa sapıyordu. Yaklaşık yirmi metre ileride, sağdaki dört katlı evin giriş katındaydım. Duyar gibi oldum:
'Hiç değilse çocuğun önünde yapmayın!'
         …
Gülcihan, bizim tıbbi tahlil laboratuvarında yetiştirdiğimiz laboranttı. Biz onu hep Hatice olarak bildik, tanıdık, sevdik… O bunun farkında değildi; gözleriyle konuşur, sevdiklerine su verir gibi gülümserdi.
Çok sevgiler...
Orhan Köymen”


Gözleri mesajın içeriğinde, hareketsiz, öylece dona kaldı. Neden sonra başını hafifçe kaldırdı. Buğulanmış bakışlarını zamanın boşluğuna bırakmış gibiydi. 

27 Kasım 2015 Cuma

Nusaybin’in yalnız kalmış çaresizliği

Yusuf Nazım
T24/27 Kasım 2015


Nusaybin’dendi.

Ajanslardan düşmüş bir fotoğraftı önümdeki.

Bana bakıyordu.

Sanki başka bir zamanda kalmış, başka bir dünyaya bakıyordu.

Soluk suretinde eski zaman hikâyelerini saklar gibiydi. Nedenlerin, niçinlerin, nasılların karşılıklarını bulamadığı bir dünyaya anlamsız gözlerle bakan bir resim…

Öylesine sade, öylesine yalnız, öylesine kuru…

* * *

Önümdeydi ve ona bakıyordum.

Günlerdir çepeçevre kuşatılmış, sokakları insanlarına haram edilmiş bir kentten geliyordu.

Kendi çürümüş çaresizliğimde, her gün dirhem dirhem etlerime yapışan tarifi olmayan bir acının adıydı o.
İşte o acıyı gördüm bu resimde.

Ona bakarken uzak coğrafyalara, ıssız dağların yabanıl doruklarına “şehit olmaya” gönderilmiş askerlerin yolunu gözleyen anaları gördüm…

Canı yanan, yüreği atıp dağa çıkan gerillanın kokusunu özleyen kadınları…

Hepsi aynı değil miydi?
Hepsinin bir bekleyeni yok muydu?
Hepsinin yollarını gözleyen gözler, işte bu resimdeki gözler değil miydi?

Bu resimde kimsesizliği gördüm!

O resme baktığımda, Anadolu’nun “artık bize çok uzak” köşesinden yükselen çığlıkları duydum…

On yıllardır, ne zaman gerçek olacak diye umutla beklenen, flu bir kardeşlik adına kinle, nefretle, ölümle sınanmış kimliği gördüm…

Bu resimde ben sessizliği gördüm.
Bir mahşer yerini andırsa bile bir yanımız, yangınlar içinde kalsa, yansa kavrulsa bile yüreğimiz, çağdaş bir dünyanın umursamazlığını gördüm.

Ne kadar çok yakın dursan, ne kadar çok şükretsen bile Tanrı’ya, ne kadar kimi olsan da büyük ve muktedir olanın, ben bu resimde kimsesizliği gördüm!

Başka neyi mi gördüm?

Gözlerinin önünde annesi öldürülen, tek gözünü kaybetmiş 9 yaşında bir kız çocuğunun gözyaşlarından bir türlü gitmeyen ölümcül korkuyu gördüm!

Nusaybin Devlet Hastanesi’ne ambulansla taşınan yaşlı bir kadının, “her tarafta, polisler, tanklar var” diyerek hüngür hüngür ağlayışını gördüm…

Çocuklarının önünde etleri lime lime savrulurken, evinin merdivenlerine yığılıp kalan 5 çocuk anası “hamile terörist” Selamet Yeşilmen’i gördüm!

Bir hastanenin ilaç kokulu koridorlarında, “Ne Mutlu Türküm!” diye bağıran özel timlerin histerik çığlıkları arasında hasta kadınların korkulu bekleyişlerini gördüm…

Bu fotoğrafa uzun uzun baktım…

Bu resme bakarken biraz da geçmişimden vurulmuş gibi oldum.
Yoklukla, yoksunlukla yoğrulmuş bir hayatta, çocuklarına kol kanat gererek büyütmüş, kendi annemin sevecen, mahsun bakışlarını gördüm…

İçinde, çıtır çıtır odunların yandığı kuzine sobanın arkasında, bağdaş kurmuş otururken, eski transistörlü radyosundan Kürtçe, Ermenice ezgiler dinleyen babaannemi gördüm…

Bu resimde ben ateşi, dumanı ve külü gördüm;  ateşi ateşle söndürmek isteyen bir ülkenin iki parçaya değil, binlerce parçaya bölünmüşlüğünü gördüm!

Bir yanda kuşatılmış kentler, viran içinde kalmış, ölüm yağıyorken üstüne sokakların; bir yanda kapamış elleriyle yüzünü, utanç içinde bir dünya; yok olmuş, bitmiş, tükenmiş, ikiyüzlü bir insanlığı gördüm!

Köyleri yakılmış, ateşe verilmiş ormanları, mezarları bile bombalanmış, toprakları karış karış ölüm kokan bir ülkenin sessiz ama derinden çığlığını gördüm!

Senozlu Hilmiye Nine’yi, Çineli Gülşen’i, Samistatlı Havva’yı gördüm

Bu resimde ben biraz da kendi vurulmuşluğumu gördüm; öyle beribenzer değil; kolumdan, kanadımdan da değil, taa can evimden vurulmuşluğumu gördüm!

Ne mi gördüm bu resimde ben?

Umutları talan edilmiş, sevinçleri tarumar; yersiz, yurtsuz, kimsesiz kalmış çocukları gördüm; gövdesi yangın yeri, yaraları kan revan, yenilmiş, yıkık, harap toprakları gördüm!

Her gün biraz daha bitap, her gün biraz daha çaresiz, her gün biraz daha kasvetli bir coğrafyanın ağrılarını, hüznünü, sızısını gördüm!

Bu resimde ben gövdesiyle bir Türk’ü, kanlı giysileriyle Kürd’ü; bakışıyla Çerkez, acılarıyla Ermeni’yi ve Rum’u gördüm!

Bu resimde ben, nice kavimlere yurt olmuş Anadolu’yu, acılar diyarı Mezopotamya’yı gördüm!

Öyle çok şey gördüm ki bu resimde… Toprağını, suyunu gözü gibi koruyanları, HES’e karşı yürüyen anaları; Senozlu Hilmiye Nine’yi, Çineli Gülşen’i, Samistatlı Havva’yı gördüm!

Sübyan koğuşlarında taciz edilen, kendi yurdunda terörist, ırak kentlerin ötekisi, her gün biraz daha ölen, her gün biraz daha hor görülen esmer tenli çocukların analarını gördüm!

* * *

Nusaybin’den gelen, ajanslara düşen bir fotoğraftı o.
Gözlerini bana dikmiş bakıyordu…

Öylesine sessiz, öylesine sade, öylesine yalnız… Yapayalnız…
Baktıkça utandım.
İnsanlığımdan utandım.
Utandım ve ağladım!

Öyle çok şey vardı ki bu fotoğrafta…
Öyle çok şey saklıydı ki…

Yaşlı bir kadının, yaşıyormuş gibi yapan bakışlarındaki hiçliğini gördüm…

Bir fotoğraf karesine hapsolmuş yenilmişliğimi…
Nusaybin’in yalnız kalmış çaresizliğini…

Biraz da bizim çaresizliğimizi gördüm bu fotoğrafta…
Çaresizliğimizi…

@yusufnazim

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/nusaybinin-yalniz-kalmis-caresizligi,13320


19 Kasım 2015 Perşembe

Silvan’da ölen, biraz da insanlığımızdır

Yusuf Nazım
T24 /19 Kasım 2015


Belki bir çıbanbaşıydı Silvan.
Belki, sokaklarını asi gençlerin doldurduğu aykırı bir şehir.
Bir zamanlar, toprakları kendilerine haram edilmiş, köyleri yakılmış, ocakları söndürülmüş kalabalıkları sığınağı…
Belli ki canı yanmış, yüreği atmış gençlerin geçici bir durağı o.

Her yanı tuzaklarla dolu bir şehir; sokaklarından barikatlar, yollarından hendekler…
Belki de, on yıllardır ülkenin bir yanına musallat olmuş acımasız bir savaş makinesinden kendini koruma refleksi bu…
Kim bilir, nice soruları vardı sokakların; bir türlü kulak verilmeyen.
Belki dinlense, bir yanıtı vardı bu kentin.
Belki de izin verilse, söyleyecek sözleri…

Ama sorulmadı!
Dinleyeni hiç olmadı bu şehrin…

Kürt’ün duvarlarına Türk’ün gücünü resmediyorsanız

Bir kente giriyorsanız eğer…

Huzuru getirmek için girdiğiniz kentin sokaklarını, çocukların, gençlerin, kadınların kanlarıyla boyuyorsanız…

İçinde, davetsiz bir misafir gibi dolaştığınız mahallelerde evlerin soğuk bakışları ısırıyorsa sizi…

Göz göze geldiğiniz her kadın öfkeyle susuyor, her genç acıyla bakıyorsa yüzünüze, karşılaştığınız her çocuk çığlık çığlığa ağlıyorsa…

Ateşle, kanla, barutla zapt ettiğiniz bir şehirde, Kürt’ün duvarlarına Türk’ün gücünü resmediyorsanız…

Sokaklarına “buram buram kan kokmayı”, Türk’e, Türk olduğu için övünmeyi, Kürt’e itaat etmeyi reva görüyorsanız…

Bir zamanlar b.k yedirerek aşağıladığınız insanların sokaklarını, yarım yüzyıl sonra yabancı bir ülkenin ordusu gibi girip sinkaflı sloganlara boyuyorsanız…

Terörist diye öldürdükleriniz geceleri rüyalarınıza giriyor, içinizde bir türlü dindiremediğiniz o derin kuşku durmaksızın vicdanlarınızı kemiriyorsa…

Üzerine yağmur gibi kurşunlar, roketler, bombalar yağdırdığınız kentten karşılık olarak alkışlar, tencere ve tava sesleri alıyorsanız…

Taş atan her çocuğa, öfke duyan her gence, ölüsüne sahip çıkan her kadına, itiraz eden her yaşlıya terörist diyorsanız…

Her canlı vurulacak bir hedef gibi görünüyorsa

Öldürmeyi kendine hak, terörist dediğin her insana ölmeyi müstahak görüyorsanız; üstelik öldürdükçe bitmiyorsa bu insanlar, aksine daha da çoğalıyorsalar…

Ve kökünü kurutmak için ölümü müstahak gördüklerinize, her gün, bir öncekinden daha çok zalim olmanız gerekiyorsa…

Yalanın perdesi yırtılmasın diye, gün be gün kudretiniz artıyor, kibriniz giderek büyüyorsa…

Gücünüz arttıkça diliniz mütemadiyen sivriliyor, biraz daha gür çıkıyorsa sesiniz ve giderek çoğalıyorsa zehriniz…

Hâkim olduğunuz kentin sokaklarında, kendinizi bir yabancı gibi hissediyor, ezik bir suçluluk duygusu kaplıyorsa içinizi…

Bir ordu gibi şahlanarak girdiğiniz kasabalarda, yiyecek iki lokma ekmek, içecek bir yudum su, sırtınızı dayayacağınız bir duvar parçası bulamıyorsanız…

Mahalle mahalle, sokak sokak fethettiğiniz kasabada bir işgal ordusu gibi karşılanıyor, yediden yetmişe ahlarla, zılgıtlarla, tencere tavalarla uğurlanıyorsanız…

Karşınıza çıkan her ev, düşmanı saklayan bir kale gibi büyüyorsa önünüzde ve patlamaya hazır bir bomba gibi karşılıyorsa sokaklar sizi...

Çaldığınız her kapı kuşkuyla aralanıyor, her duvar gizli bir tuzak gibi önünüzde büyüyor, her canlı vurulacak bir hedef gibi görünüyorsa gözünüze…

Bir şehir çepeçevre kuşatılıyorsa; günlerce sokağa çıkma yasağı sürüyor, halk bastırılıyor; açlıkla, susuzlukla, korkuyla terbiye edilmeye çalışılıyorsa…

Ateş ve barut bir kasırga gibi esiyorsa kentin üzerinde...

Huzuru getirmek amacındaki kuvvetleriniz geri çekilirken arkalarında yıkılmış bir kent, ölü çocuklar, gençler, kadınlar bırakıyorsa…

Ve her seferinde daha da büyüyen bir öfke bulutu kalıyorsa gidenlerden geride…

Kinle, nefretle bilenmiş kuvvetleriniz; akrepler, kobralar, ejderler, zırhlı araçlar eşliğinde geçiyorken sokaklardan, öfkeyle toplanıyorsa kalabalık; zılgıtlar karışıyorsa araçların uğultularına; eller uzanıyor, yumruklar sıkılıyor, sesler çarpıyorsa birbirine…

İşgalci bir ordunun askerlerine benziyorsanız…

Ellerinde cep telefonlarıyla o kentin çocukları, şehri terk etmekte olan askerlerin korkudan sararmış suretlerini kameraya çekme yarışına giriyorsa…

Göğsünü açmış, yol kenarında bağırırken bir delikanlının asfaltı titreten tankların gıcırdayan paletlerine, “Ne duruyorsunuz, beni de öldürün!” diyen çığlığı karışıyorsa…

Sömürge topraklarını, adeta kaçar gibi terk eden işgalci bir ordunun askerlerine benziyorsanız…

Öldürdüğünüz her insanın mezarına, sokaklarını fethe çıktığınız o kentin halkı sel olup akıyorsa…

Muzaffer bir ordu edasıyla girdiğiniz kentten, geride viran olmuş mahalleler, yıkılmış sokaklar, bombalanmış evler, ölüsü kaldırılamayan cesetler bırakıyorsanız…

Ve altı yaşında, sekiz yaşında, on yaşında çocuklar, yaşlı kadınlar, genç kızlar fırlıyorlarsa önünüze ve çatal parmaklarını uzatıp sokar gibi yapıyorsa gözünüzün bebeğine…

Korkuyla, koşar adım çekilirken, sürüyerek geçiyorsa adımlarınız o kentin sokaklarından…

Zırhlı araçların soğuk gövdelerinden, demire ve çeliğe saklanmış suretleriyle, yüzleri korkuya batmış erlerin tedirgin bakışları süzülüyorsa…

Sözler ve kavramlar anlamını çoktan yitirmiş demektir.
Çünkü Silvan’da ölen biraz da bizim insanlığımızdır.
Yaralanansa bu topraklar.