12 Mart 2024 Salı

Masumluğumuzun yüzü şehirler

Fotoğraf: Bahattin Sural
Yusuf Nazım
T24 | 12 Mart 2024


Sene 1977, Ardahan.

Masumluğumuzun yüzü bir şehirdi o. İki bin metre yükseklikte, sırtını dağlara vermiş; bir mevsim yaz, zemherisi kılıçtan keskin, üç mevsim ayaz, 14 bin nüfuslu ilçe.

Bölücülerin şehri Kars, Ardahan, Iğdır olarak henüz üç parçaya bölmediği yıllardı.

Çocuktuk ya da gençtik. Masum hayaller kurardık şehrin sokaklarında; dağları yarıp suları ovalarla buluşturmaya, toprağı ortak işlemeye, buğdayı birlikte ekmeye dairdi düşlerimiz; harmanı hep beraber dövüp ekmeği bölüşmeye; sevinçte ve kederde ne varsa paylaşmaya dair…

Barındırdığı tek liseye, 63 köyünden okumak için gelen; yokluk, yoksunluk içinde barınma sorunları yaşayan öğrencileriyle bir ilçe. Beş-altı kişilik gruplar halinde kiralanan öğrenci evleri; kışın yakacak bulamadıkları için günü çoğunlukla kahvehanelerde geçiren öğrenciler…

Kiralık öğrenci evlerinde kalmaya bile gücü yetmeyenler olurdu. Bunlarsa, köylerinden ilçe merkezindeki okula, kışın ayazına, karına, tipisine aldırmadan kilometrelerce yolu tepmek zorunda kalırlardı.

Ne var ki masumluğumuzun şehrinde, hayat kadar kışları da sert, bir o kadar acımasızdı.

Bu yüzden, her sene tipinin ve zemherinin burgacına yakalanmış, kimi bir dağın yamacında nefessiz kalmış, kimi ıssız bir vadinin çukurluğunda beline dek kara saplanmış, kimi ayakta öylece donup kalmış öğrenci cesetlerinin bulunması olağandan sayılırdı.

Televizyonların evlere girmediği, yerel haberlerin radyolara ulaşmadığı yıllardı.

Haber önce fısıltı gazetesiyle kulaktan kulağa yayılır, sonra lisenin sınıf ve koridorlarında, öğrenci suretlerinin ekşimiş yüzlerinde acı dolu, keskin bir sessizlik olarak asılı kalırdı. 

O sene, lise binasının hemen yanında inşaatı başlanan ve iki binadan oluşan kompleksin yatılı bir imam hatip okuluna ait olduğunu öğrendiğimde sezmiştim masumluğumuzun başına gelecek olanları.

Lise ve ortaokulda okumak için köylerden Ardahan ilçe merkezine gelmek zorunda kalan çocukların barınma, ısınma, beslenme sorununu tümden çözecek bulunmaz bir nimetti bu okul. Birçok köylü ailenin, kapılarına dek gelen bu fırsatı geri tepmeyip çocuklarını imam hatip okuluna gönderecekleri aşikârdı, öyle de oldu…

Söz konusu okul, 1975-78 yılları arasında, Milliyetçi Cephe hükümetleri döneminde temelleri atılan 230 İmam hatip okulundan sadece biriydi ve tamamlanması CHP iktidarına nasip olacaktı.

İşte böyle değişmeye başlayacaktı bizim masumluğumuz.

Türkiye’deki İmam Hatip Okulları sevdası 12 Eylül darbecisi Kenan Evren ile Turgut Özal döneminde de sürdü gitti. 1980 darbesini takip eden dokuz yılda 134 İmam Hatip Okulu daha açıldı.

1995-96 yıllarındaki Tansu Çiller-Deniz Baykal ortaklığında eğitime başlayan 94 İmam Hatip Okulu ile birlikte ülkedeki dini okulların toplam sayısı 479’a ulaşacaktı.

1997’de 318 bine çıkan bu okullardaki öğrenci sayısı 28 Şubat kararlarının etkisiyle 78 bine kadar düşse de, sonraki yıllar art arda açılan yeni okullarla hızla yükselmeye devam etti. Özellikle 2010’lu yıllardan sonra ülke tarihinde görülmemiş ölçüde ve hızda, eğitimin imam hatipleştirilmesi süreci başlamış oldu.

Öyle ya, masumluğumuzun yüzüydü o şehirler, bir kez değişmeye başlamıştı, gerisi gelecekti.

2019 yılına gelindiğinde tablo daha belirgindi. Ülkede 1.624’ü İmam Hatip Lisesi, 3.394’ü de İmam Hatip Ortaokulu olmak üzere toplam 5.018 dini tedrisata göre eğitim yapan imam hatip okuluyla dindar bir kuşağın yetişmesinin alt yapısı büyük ölçüde tamamlanmıştı.

2018-19 öğretim yılı sayıları bunu anlamak için önemli bir gösterge. Bu okullarda okuyan 1 milyon 366 bin 664 öğrenci görmekteyiz. Bu sayının 741 bin 103 ’ünün kız öğrenci olması ise ayrıca dikkate değer.

Malûm, ağacı yaşken eğmek önemliydi. Bunu yapmanın en iyi yollarından biri çocuklar için Kur’an kursları açmak olabilir miydi?

Öyle yaptılar.

Resmi ya da değil mantar gibi çoğaldı bu tür kurslar. Çok geçmeden yönetenler, "Hayatımızı Kur'an'a göre tanzim edeceğiz" hedefini açıkça söyler oldular. Aynı sıralardaydı; yatılı Kur’an kursları sayısının 2000’e, gündüzlü Kur’an kursu sayısının da 40 binlere ulaştığı, resmi makamlar tarafından övünülerek ifade edilecekti.

Bir kez duayla, besmeleyle karışınca, kaçınılmaz olarak bir hokkabazlığa dönüşecekti siyaset.

Nitekim öyle oldu. Giderek hileli bir karanlık büyüdü gökyüzümüzde, her türlü şer’e boğulur oldu aydınlık yüzü ülkenin.

Şehirler bir bir yitirirken masumluğunu, köyler geri kalır mıydı peki?

Kalmazdı elbette.

Daha önceleri köylerde aydınlanma ocağı olarak okullar, köyün saygın ve bilge kişisi olarak da öğretmenler bulunurdu. 1990’lı yıllarda başlayan taşımalı eğitimle birlikte buna son verildi. Kırsal bölgelerdeki okullar ve öğretmenler köylük alanların dışına sürüldü. Köylerdeki aydınlanmanın ışığı sönmüştü. Geride kalan boşluğu dolduracak ise camiler ve imamlardı. Artık köylerde hatırlı kişi olarak imamdan başka kimse olmayacaktı.

İmamların, cemaate namaz kıldırmak dışında köylerdeki önemli faaliyetlerinden biri de okullar kapandığında, yaz Kur’an kursları açmaktı. Köyün olabildiğince çok çocuğunu bu kurslara kaydetmek onun önemli göreviydi. Zira vereceği kurslar için ek ders ücreti adı altında bir ödeme almaktaydılar. Böylece köyün bütün çocukları, potansiyel olarak birer Kur’an kursu öğrencisi, adeta imamın müşterisi sayılıyordu. Demek oluyordu ki, köy imamının yaz dönemindeki en büyük hedefinin, köyün bütün çocuklarını bu kurslara kaydetmek olması kaçınılmaz olacaktı.

İmamlar bu kadar çok çalışır da eşleri boş durur muydu? Durmazdı elbette. Zamanla, onlar da kendine bir görev biçmekte gecikmeyeceklerdi. Köyün kadınları ne güne duruyordu. Böylece imamların eşlerini, mukabele adı verilen toplantılarda köyün kadınlarına din eğitimi verirken görecektik. Eli hamurdan, ayağı çamurdan kurtulmayan köy kadınlarının geride kalan sınırlı boş zamanlarını da işte bu mukabeleler alacaktı. Böyle bir yaşam cenderesi içine sıkışmış kadınlar, tarlasındaki ürünü mü düşünecekti, mallarının pazarda beş para etmemesini mi; yokluğu, yoksulluğu mu? Yoksa kaderi, sınanmayı ve şükretmeyi mi?

Zaman geçiyor köyler değişiyor, kasabalar değişiyor, kentler değişiyordu. Yeni kavramlar yerleşiyordu belleğimize; AVM’ler, özel üniversiteler, özel hastaneler, özel otoyollar; daha çok özelleştirme, daha fazla kazanç, borsa, spekülasyon, acele kamulaştırma…

Böylece, zamanla kaybederken şehirler masumluğunu, çocukluğumuzun masum yüzleri bir bir soldu, bizler de kaybettik masumluğumuzu.

Geldik bugüne…

Resmi olarak 2023 sezonu yaz Kur’an kurslarından faydalanan çocuk sayısının 4 milyon olacağı tahmin edildiğini gördük. Üstelik bu, bütünüyle resmi kayıtlara bağlı olanıydı. Zira bu sayının 2015-16 yaz sezonunda zaten 5 milyon civarında olduğuna dair açıklamalar mevcuttu.

Ağacı yaşken eğmeyi keşfetmişlerdi ya. Nasıl olsa devlet denen aygıt bütünüyle ellerindeydi; ağacı fidan halindeyken bükmek neden olmasındı ki?

Bal gibi olurdu; öyle yaptılar.

Kur’an kurslarına gideceklerin yaş sınırını 4’e düşürdüler. Bu şekilde geri dönüşü neredeyse imkânsız, yepyeni bir dindar nesil yaratmanın yapı taşları daha güçlü bir şekilde yaratılmış oldu.

Bu değişiklikle birlikte Yaz Kuran kurslarında 4-6 yaş grubunda; 2021-2022 döneminde 168.439; 2022-2023 döneminde ise 193.564 çocuğun eğitim aldığı görülecekti.

Uzaktan eğitim Kur’an kurslarında gençlere, engellilere, ev kadınlarına ve çalışanlara yönelik verilen eğitimler; keza Türksat uydularındaki onlarca dini televizyon kanalından yapılan dini yayınlar ise cabası.

Zaman öylesine acımasız, bir silindir gibi geçerken ülkenin üzerinden, başka ve yeni kavramlar zerk olmaya devam ediyordu hayatımıza; altın ve maden, tesettür ve pırlanta, dolar ve para sayma makinesi; kışlık ve yazlık saray, gökdelen ve rezidans, kupon arazi, kanun hükmünde kararname…

Masum yüzü, böylece çürürken şehirlerin, bu kadar yeter miydi? Yetmezdi elbette.

Dini tedrisata göre eğitimin, bir de üniversite boyutu vardı. Bugün ilahiyat ya da İslami ilimler fakültesi programına sahip 112 üniversite bulunmakta. Bunun 70’inin son 10 yılda açıldığı ise başka bir gerçek.

2020 yılında bunların öğrenci sayısı 112.866 idi. Eğitim politikası uzmanı Prof. Dr. Esergül Balcı’nın 2018’de hazırladığı rapordan edindiğimiz bilgilere göre ülkedeki 30 tarikata bağlı 400 kadar kol aktif olarak faaliyette. İstanbul’da açıktan çalışan 445 tekke ve zaviyeye bağlı 2 milyon 600 bin kişiden söz edilmekte.

Kur’an kurslarında yetişen hafız sayıları ise hızla artmakta. Diyanet İşleri Başkanı’nın açıklamasına göre belgeli hafız sayısı 200.000’e ulaşmıştır. Bunlardan bir tanesinin de Milli Eğitim Bakan yardımcısı olduğunu buraya not etmekte fayda var.

Tüm bu tabloya resmi olmayan Kur’an kurslarının, tarikat yurtlarının, gizli medreselerin, sübyan okullarının; TÜGVA ve TÜRKEN gibi kamu destekli vakıfların vs dâhil olmadığını da eklemeliyim.

Bir yandan ihtirasa, riyaya, servete tahvil edilirken inançlar, öte yandan an be an daha çok kirleniyordu masum yüzü ülkenin.

AKP’nin iktidar olduğu yıldan bugüne ülkeye nüfus olarak 20 milyon kişi daha eklenmişti. Ülke nüfusunun neredeyse dörtte biri, siyasal İslamcı bir rejimce yapılandırılan böyle bir ortama gözünü açtı, Kur’an kurslarına gitti, imam hatip okullarında okudu, sınava girdi, askerlik yaptı, oy kullandı, işe girdi…

Dini tedrisattan geçen bu işgücü arzı imam, müezzin, vaiz, din hizmetleri uzmanı, hafız ve kuran kursu öğreticileri olarak yetiştiler.

Son zamanlarda üretimden kopuk bu işgücü fazlasının, MEB ve İl müftülükleri işbirliği ile ÇEDES projesi kapsamında ilkokul, ortaokul ve liselere, 'manevi danışman' olarak atandığı görülmekte.

*  *  *

Sene 2023, Ardahan.

Başladığımız şehirle bitirelim istiyorum.

Aylardan Ekim’dir. Şehir içinde, AKP il örgütüne ait otomobil bir bisikletliye çarpar. Bisiklet bir tarafa, sürücüsü başka bir tarafa savrulur. Bir anda yaralı adamın başında küçük bir kalabalık toplanır. Adam hastaneye kaldırılır.

Hastanede, yaralının başında genç bir delikanlı peydahlanır. Kazaya sebep olan kişi adına ona yakınlık gösterir, ilgilenir.

Bir süre sonra bu gencin, AKP gençlik kolları başkanı olduğu anlaşılacaktır.

Bir yandan resmi işlemlere aracılık eder, şikâyet edilmemesi için çaba gösterirken, bir yandan sohbet ederler.

Gencin babası, Ardahan Merkez Camii’nin imamıdır ve seçimlerde AKP’den milletvekili adayı olmuş, seçilememiştir.

Delikanlı, babasının mümin bir insan olarak politikaya bulaştığı için bundan böyle camide imamlık yapmasının ahlâka uygun olmayacağını düşünerek istifa ettiğini söyler.

İmamlıktan istifa eden babasının artık yeni bir işi vardır. Siyasete bulaştığı için cemaate imamlık yapmayı ahlâka uygun bulmayan babasının yeni işi, Ardahan Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Sekreterliği görevidir.

Liseli yıllarımın, masumluğumuzun yüzü Ardahan’dan, 45 yıl sonra masumluğunu yitirmiş bir ülkeye.

Nereden nereye…

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/masumlugumuzun-yuzu-sehirler,43921

21 Şubat 2024 Çarşamba

Kikuyu dilinde imza

Yusuf Nazım
T24 | 21 Şubat 2024


Delikanlı, özenle doldurduğu formu masasında oturan adama uzattı. Profesör, aldığı kâğıdı ondan geri kalmayan bir titizlikle satır satır incelemeye koyuldu. Sonuna gelmişti ki birden kaşlarını çattı. Dikkatini çeken bir şey olmalıydı.

“Bu nedir?” diye sordu.

Parmağıyla formun üzerindeki bir yazıyı gösteriyordu. Okumaya çalıştı:

“Üçüncü dil Kikuyu?”

Başını hafifçe kaldırdı, gözlüğünün üstünden genç adama baktı, yeniden önündeki yazıya döndü:

“Birinci dil İngilizce, ikinci dil Fransızca anladım da bu üçüncüsü ne oluyor?”

Parmağıyla kâğıdın üzerindeki sözcüğü göstererek okumaya çalıştı:

“Kikuyu”

Genç adam Profesör’ün dediğini tekrarladı:

“Kikuyu dili hocam.”

Profesör afallamıştı. Şaşkın gözleri önündeki kâğıtla, delikanlı arasında gidip geldi:

“Böyle bir dil mi var?”

“Evet hocam, benim anadilim, ben bu dili konuşuyorum.”

Profesör bozulmuştu, fark ettirmemeye çalıştı.

“Ha öylemi, tamam.” dedi, “Haftaya gel sonucu öğren.”

Genç adam aynı kapıyı yeniden çaldığında aradan bir hafta geçmişti. İçeri girdiğinde Profesör ayağa kalktı.

“Gel bakalım, otur şöyle.” dedi.

Delikanlı gösterilen yere oturdu. Profesör sakalını sıvazlayarak devam etti:

“Senin her şey tamam. Şu dil konusu da öyle. Birinci ve ikinci dilden sınava girdin. Gayet iyi puanlar almışsın. Yalnız Tituyu dilinden sınav yapacak birini bulamadık.”

Delikanlı gülümseyerek;

“Tituyu değil hocam, Kikuyu.” diye düzeltti.

“Affedersin, Kikuyu…”

Genç adam şaşırmıştı, kaşlarını çattı.

“Peki, ne olacak şimdi?” diye sordu.

Profesör arkasına yaslandı, çaresiz bakışlarını karşısındakinin üzerinde gezdirdi.

“Bu konuda bize yardım edeceksin.” dedi.

Delikanlı, parmağını göğsüne götürdü, şaşkınlıkla;

“Ben mi?“ diye sordu. Sonra gülümseyerek, “Nasıl yardımcı olabilirim ki?” dedi.

“Kolay.” dedi Profesör, “Madem bu dili biliyorsun, bize bu dili iyi bilen birilerini söyleyeceksin, senin sınavın ona yaptıracağız.”

Genç adam iki hafta sonra giriş belgesini aldığında üç dilden de geçmişti. Elindeki dökumanda İngilizce ve Fransızca dilleri için onay veren uzman hocaların adları ve gösterişli imzaları vardı. Kikuyu dilinin altında ise sadece bir parmak izi...

Alfabesi olmayan bir dil: Kikuyu

Kikuyu.

Alfabesi olmayan bir dildi. Afrika’nın kıraç topraklarında kök salmış Kikuyu kabilesine aitti. Doğu Afrika’nın Büyük Rift Vadisi’nde 2 milyon yıl önce ayağa kalkan ilk insanımsı atalarımız olan Homo habilislerin bir kısmı, Afrika’dan çıkıp dünyaya dağılmış ve çevre koşullarına faklı şekilde uyum sağlamışlardı. Zamanla bunlara Homo erectus, Homo sapiens, Neandertal gibi isimler verilmişti. Daha sonraları baskın bir tür olarak Homo sapiens günümüze kadar ulaşmış ve yaşadığı coğrafyalarda farklı diller geliştirmişti.

Diğer bir kısım Homo habilis ise Afrika’da kalmış, iki ayak üzerindeki evrimleşmesini burada sürdürmüştü. Afrika kıtasının her yerine dağılan atalarımızın bu ilk öncülleri ise buralarda, kendi dillerini geliştirmişlerdi.

Kikuyu dili. Belki de 2 milyon yıl önce Afrika’da ayağa kalkan ilk insanımsı atalarımızdan başlayarak gelişen bir dil. Kim bilir, onların sahip olduğu ilk zekâ becerilerinin ürünü olan hırıltı ve seslerden evrimleşerek oluşmuş, asırlardır nesilden nesile aktarılarak bugüne gelmişti. Öylesine kadim, o kadar yaşlı, bir o kadar eski.

Cambridge Üniversitesi giriş sınavında genç adam, bu dili en iyi bilen birisi olarak Profesör’e, kabilesinin en yaşlı üyesi olan şefin adını vermişti. Profesör’ün gönderdiği adam, Kikuyu kabilesinin şefini bulmuş ve ona bu durumu anlatmıştı. Şefse ona, genç adamı tanıdığını, bu dili iyi bildiğini söylemiş, imza atmayı bilmediği için de önündeki kâğıda parmağını basmıştı…

İnsan evrimine adanan bir ömür

1960 yılında Louis, Mary ve 11 yaşındaki Philip, Olduvai Gorge
yakınlarında iki milyon yıl önce ilk insanların yaşadığı bir siti kazarken

1922 yılında, Cambridge Üniversitesi’nde, doldurduğu formda bildiği üç dilden birini Kikuyu olarak yazan bu genç adam, geleceğin insan evrimi araştırılmalarında yeni bir çığır açacak olan ünlü Antropolog & Paleantropolog Profesör Louis Leakey’den başkası değildir. 

Louis Leakey, İngiliz bir misyoner ailenin çocuğu olarak 1903’te Kenya’da doğmuştu. Ailesi, İngiliz sömürgesi Kenya'nın dağlarında bir köyde Kikuyu insanlarıyla yaşamaktaydı. İngiliz anne-babaya karşılık Louis, Kenya'da Kikuyular arasında dünyaya gelmiş, bir beyaz olmasına rağmen onların kültür ve gelenekleriyle büyümüş, kendini hep bir Kikuyu olarak hissetmişti. Çocukluğu hep Kikuyu kardeşlerinin arasında geçmiş; onlarla oyun oynamış; ok atmayı, avlanmayı, iz sürmeyi, kapan kurmayı öğrenmişti. Yalnız kaldığı zamanlardaki uğrak yeri, dere kenarlarındaki oyuntular, ıssız akarsu çevreleriydi. Henüz çocuk yaşta buralardan topladığı cama benzer ilginç taş ve kaya parçaları onu, antropoloji ve fosil bilimin zirvelerine taşıyacak, İngiliz Cambridge Üniversitesi'nden alacağı çifte lisansla insan evriminin kökenlerine doğru bitmek bilmez bir yolculuğa çıkacaktır.

Derin bir tutkuyla çıktığı bu yolculukta, Nairobi’nin dağlarında, dere kenarlarından topladığı ilginç cam taşları, en sonunda onu, Olduvai Gorge adı verilen fosil yatağını keşfetmesine kadar götürecektir.

Eşi Mary Louis’le birlikte burada, milyonlarca yıl öncesine ait el baltaları, soyu tükenmiş hayvan fosilleri ve ilk insanımsılara ait kemik parçaları bulurlar. Kimi 2 milyon yıl yaşında iki ayaklıya, kimi 18 milyon yıl yaşında primata ait kemik fosillerdir bunlar…

Böylece Louis Leakey, insanın Avrupa ve Asya'da evrimleştiğine ilişkin fosil bilimcilerin geleneksel tezini alt üst edecek ve insan evriminin başladığı yerin Afrika olduğunu kanıtlayarak bilim tarihine geçecektir.

Bizim Kikuyularımız

Tarihteki llk Kürtçe gramer kitabı
Bizim de Anadolu ve Mezopotamya topraklarında kök salmış bir Kikuyu dilimizin olduğunu biliyor musunuz?

Adına Kürtçe deniyor. Kimi yerlerde bu dilde konuşanların hor görüldüğü, uzak şehirlerde gençlerine omuz vurulduğu, şarkılarının terör emaresi görülüp, mahkemelerde “bilinmeyen bir dilden” sayıldığı bir dil o.

Bu topraklardan çok uzaklarda, 1787 yılında ta Roma’da yayınlanan bir gramer kitabı vardır. Günümüzden 237 yıl önce yayınlanan bu kitabın adı “Grammatica e Vocabolario Della Lingua Kurda” yani “Kürt Dilinin Grameri ve Kelime Bilgisi”dir. Maurizio Garzoni adlı İtalyan rahip tarafından yazılan eser, ilk Kürtçe gramer kitabı olarak biliniyor.

Bugün ülkemizde hâlâ “bilinmeyen” ancak çeyrek bin yıl önce Avrupa’da gramer kitabı yazılan bir dil; Kürtçe!

Ve ısrarla, inatla “bilinmeyen bir dilden” konuşmaya devam eden bizim talihsiz Kikuyularımız.

Hepinizin Dünya Anadil Günü kutlu olsun.

Kaynak:
Louis Leakey, A.Mardon, Golden Meteorite Press, 2021
www.evrenatlasi.com
www.bilimveaydinlanma.org

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kikuyu-dilinde-imza,43641

 


31 Ocak 2024 Çarşamba

Emeklinin ölüm yılı

Yusuf Nazım
T24 | 30 Ocak 2024

Onu, ilaç almak için beklediğim eczanenin önünde, arabanın camından bakarken gördüm.

Bölünmüş yolun ortasında, otların arasındaydı. Eğilip kalkıyor, yerden bir şeyler alıyor, ara sıra başını kaldırıp etrafa bakınıyordu. Belindekini sonradan fark ettim. Avuçlarıyla otları yoluyor, kucağındaki torbaya dolduruyordu.

Dikkatle onu izlediğimi gören yanımdaki esnaf, merakımı anlamış olacak ki;

“Bizim Ramazan.” dedi, “Emeklidir. Bir kaç günde bir gelir, yol kenarlarında yetişen turp otlarını, ısırgan otlarını ve diğer yenilecek bitkileri toplar.”

Ramazan’a bir kez daha baktım, arkasından bir kadın aynı hareketlerle onu izliyordu.

Esnaf devam etti;

“İnsanlar et yiyemeyince ot yemeye başladılar.”

*  *  *

 Emekliler...

 13,5 milyon can; nefes alan, acıkan, canı yanan, evladını özleyen, torununu seven, aybaşını iple çeken, yaşıyormuş gibi yapan milyonlar...

Bir zamanlar sırtlarında bu ülkenin yükünü taşıyanlar.

Kimi öğretmen, kimi memur, kimi işçi ya da çiftçi; hekimi, teknisyeni, mühendisi olarak yıllar yılı çalışmış; ömrünce can vermiş, alın teri dökmüş, göz nurunu akıtmış; üretmiş, beslemiş, değer katmış, yetiştirmiş...

Şimdiyse değersizler.

Tam da, bundan böyle yaşamak zamanı dedikleri anda acımasız bir kapana sıkışıp kalmışlar.

Bir süredir siyasal İslamcı, vahşi bir kapitalizmin çarklarındalar. Yaşayacakları en güzel zamanları, yıllardır bekleyen umutları, ertelenmiş hayalleri bu kötücül çarkların dişlileri arasında acımasızca öğütülmekte.

Posası çoktan çıkartılmış, artık yok hükmündeler.

Devletin eli emeklinin boğazında; sıktıkça sıkıyor, sıktıkça sıkıyor, sıktıkça sıkıyor...

Nasıl olsa örgütsüzler, üretim dışı kalmışlar; nasıl olsa din sosuna batırılmış vaatlerle çoktan dumura uğratılmış düşleri, kolayca gözden çıkarılabilirler. 

Nasıl olsa vicdanı yok rakamların, istatistikler iki dudak arasına sıkışmışlar.

Kanun hükmünde talimatlar, binlerce kez yinelenen vaatler, damardan verilen ayetler, hepsi hazırlar.

Tek bir düdük sesiyle emre amadeler.

Bakın, nasıl da koro halinde bağırıyorlar:

“Emekli et yerine ot yesin” diyorlar!

Emeklinin 26 yılda alacağı maaşı tek bir yılda huzur hakkı olarak cebe indiren şirket yöneticisi bürokrat bağırıyor;

“Et yemesin, ot yesinler!”

Devletin tepesine çöreklenmiş üçer beşer maaşlı, hayır hasenatçı beyefendiler; belediye parasıyla Amerikalara, Avrupalara gidip, bedavadan unvan peşinde koşan hanımefendiler avazları çıktığınca bağırıyor:

“Et yemesin, ot yesinler!”

Memleketin sırtına kene gibi yapışmış doymak bilmez zevat, bir eli yağda bir eli balda kapı kulu bürokrat; liyakatsiz memur, anlı şanlı yönetici, kibirli devlet adamları hep bir ağızdan bağırıyor:

“Et yemesin...”

Sigortasız, sosyal güvencesiz göçmen işçilerin sırtından palazlanan kan emicilerin cümlesi hep bir ağızdan tekrarlıyor:

“Ot yesinler!”

*  *  *

1 Kasım 1918.

Osmanlı Dünya Savaşından yenik çıkmış, toptan bir yok oluşun arifesindedir. Ülke topraklarının tamamının işgal edileceği konuşulmaktadır.

Posta ve Telgraf İdaresi yabancıların yönetimine verilmiş; limanlar, demiryolları ve ulaşım tamamen işgal devletlerinin kontrolüne geçmiş, maliye yönetimi Avrupalı devletlerin idaresine bırakılmış, dış borçlar ve mali gelirlerin kontrolü bile yabancı özel komisyonların denetiminde.

Turan macerası peşinde askeri kırdıran, Anadolu’yu Ermenilerden arındıran, halkı canından bezdirip Osmanlıyı sonu gelmez bir trajediye sürükleyen ittihatçıların kudretli liderleri; Enver, Talat ve Cemal Paşa pılısını pırtısını toplayarak o gece ülkeden kaçmıştır.

Akşam Gazetesi’ndeki köşesinde Refik Halid, geride yenilmiş, harap bir ülke bırakarak kaçan şanlı paşalara şöyle seslenir:

“Yaz başlangıcında sırtı karnına yapışmış, sarı, sıska, cansız birtakım tahtakuruları çıkar, iğne gibi vücudumuza batarlar, derimizi haşlarlar, kanımızı emerler, sonra sabaha karşı etli, canlı, iri yarı şuraya buraya kaçarlar… Galiba şafak attı, güneş doğuyor; tahtakuruları nereye?”

Kaleminin ucunu, mürekkep yerine zehre batıran yazar, bir devrin muktedirleri için zehir zemberek sözlerle devam eder:

“Vurdular, kırdılar; yaktılar, yıktılar; astılar, kestiler; kastılar, kavurdular; nihayet leşimizi meydanlara sererek yılan gibi kaçtılar; memlekete düşmanları sokarak üstümüzden aştılar… Eli sopalı, beli palalı, gözü kanlı paşalar damdan dama nereye?”

Şimdi siz, elinizde ayetler, dilinizden düşmeyen besmeleler, yıllar yılı vatandaşın sırtına basarak tırmandığınız sihirli kulelerinizde, halka yukarıdan bakan efendiler.

Neredeyse çeyrek asrı bulan iktidarınızın sonunda milyonlarca emekliye müjde diye ölüm yılı sunuyorsunuz.

Aslında biliyorum, sayınız göründüğü kadar hiç de çok değil. Hepi topu bir avuç soyguncu müteahhit, faizci bezirgan, yeni yetme zenginsiniz. Çevrenizde mafyacı, yandaş ihaleci, uyuşturucu baronu, haramzade, vurguncu bir elit. Memleketin sırtına yapışmış parazitler gibisiniz. Yıllar yılı halkın sofrasına çöktünüz; tıksırıncaya kadar yediniz, içtiniz, semirdiniz.

Fabrikaları kapattınız; madenleri, barajları, limanları ve marinaları sattınız; üniversiteleri hallaç pamuğu gibi dağıttınız. Güzide kurumların kapısına kilit vurup bilim yuvalarını çökerttiniz; halkın sesini boğmak için demokrasinin boynuna ilmik taktınız. Şehirleri ve kasabaları yağmalayıp parsel parsel sattınız. Ormanları, bağları, zeytinlikleri talan edip dereleri kuruttunuz. Doymadınız, ülkenin en güzel koylarına çöktünüz; el değmemiş her karış toprağına, son damla suyuna; parkına, bahçesine, ağacına kadar göz koydunuz. Gençlerin umudunu ve geleceğini yok ettiniz.

Nice umutlar kırıldı sayenizde, kaç can kurudu, nice ocaklar söndü ihtirasınızla? Sefil perişan oldu halk, kaçının ahını alıp günahına girdiniz?

Doymak bilmez iştahınız sakın ola ki kesilmesin, semirmeye devam edin beyler; görüyorum, yedikçe büyüyor, büyüdükçe şişiyor karnınız, lâkin yükseldikçe çürüyor kuleleriniz.

Merak buyurmayın efendiler, yükseldikçe daha da çürüyecek o kuleler. Bir gün gelecek, bu devir bitecek, şan şöhret balonlarınız bir bir sönecek; bu kulluk dönemi de sona erecek. Refik Halid’in yüz yıl önce dediği gibi, siz de diğerleri gibi pılınızı pırtınızı toplayarak çekip gideceksiniz.

Ne diyordu Refik Halid:

“Ziyafet bitti, fakat ağzınızı silmeden, elinizi yıkamadan, bir de acı kahvemizi içmeden efendiler nereye?”

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/emeklinin-olum-yili,43319

15 Ocak 2024 Pazartesi

Tarih nasıl affedecek bizi?

Yusuf Nazım
T24 | 30 Aralık 2021

Kadınlar koğuşu kalabalıktı.

Demir mazgallar gürültüyle açıldı. Yanında, vahşi köpeğiyle binbaşının gölgesi beton zeminin üzerinde sivri bir hançer gibi uzadı.

İçerdekiler hep birden ayağa kalktı. Binbaşı, kalabalığın arasında sert adımlarla yürüdü, tavırları küstahtı. Hoyrat, kıyıcı bakışları kalabalığın arasında tek bir kişinin üzerinde kilitlendi.

Kadın on dokuz yaşındaydı. Ayaktaki kalabalığın arasında, oturduğu yerde kıpırdamadan durdu! Gözlerinde, aylardan beri işkence görmüş, gururu kırılmış, ruhu incinmiş olmanın öfkesi vardı. Omuzlarını düzeltti, meydan okur gibi binbaşıya dimdik baktı.

Faşizmin, ülkede yeşil bir kasırga gibi estiği yıllardı. Darbeciler tarafından üniversite sıralarından alınmış Diyarbakır zindanlarına atılmıştı.

Hani şu, insanların lağımlarında fareler gibi süründürüldüğü, dışkı yedirildiği, salt bu yüzden kimi mağdurların hapis sonrası dişlerini çektirdiği, işkencenin akla hayale gelmeyecek her türünün denediği Diyarbakır Zindanları...

 Kadının, bu davranışının bedeli ağır oldu. Binbaşı onu, vahşi köpeği Co’nun kulübesine kapattı. Nefes almanın dahi güç olduğu, pislik içindeki o kulübede tam alt ay kaldı; dayak yedi, eziyet çekti, işkence gördü…

Genç kadın eğilmedi. İki yıl yattı, çıktı. İzmir’de iletişim, halkla ilişkiler ve gazetecilik okudu. Gazetecilik, yazı işleri müdürlüğü, yayın koordinatörlüğü yaptı. Gazete çıkardı, kadın hareketi içinde yer aldı, hak savunuculuğu yaptı, belediyelerin sosyal projelerinde çalıştı.

Yıllar içinde evlendi, anne oldu. Çalışkanlığı, sabrı, güçlü iradesiyle halkının gönlünü mest etti. 2007’de Diyarbakır, 2011’de Siirt’ten bağımsız milletvekili seçildi. 2014 seçimlerinde, dünyanın en büyük Kürt nüfusunun yaşadığı Diyarbakır şehrinin halkı, %55 oyla onu, kenti yönetmesi için belediye başkanı seçti.

12 Eylül darbecilerinin, Diyarbakır Zindanlarında köpek kulübesine kapatmasından tam 36 yıl sonraydı; Türkiye ‘demokrasisi’ onu belediye başkanlığı koltuğundan aldı, bir kez daha cezaevine kapattı.

Adı Gültan Kışanak; beş yıldır cezaevinde…

 *  *  *

 Hava karanlık ve serin.

Ankara’nın Eylül akşamları bazen ruhsuz olur. 78 yaşında hayata veda eden kadın, vasiyeti üzerine evinin penceresinden seyretmeye alıştığı İncek Mezarlığı’na defnedilecektir.

Kalabalık, merhuma son görevini yerine getirme telaşındadır. Cenaze son yolculuğuna uğurlanmak üzere mezara indirilir, üzeri toprakla kapatılır. Tam bu esnada, bir saattir mezarlıkta peydahlanan serseri bir gürûh, ağızlarında kin ve nefret çığlıklarıyla yaklaşmaktadır.

Havada taşlar, sopalar uçuşmaya başlar. Gözü dönmüş kalabalık Alevilere, Kürtlere, Ermenilere karşı galiz küfürler eşliğinde saldırıya geçerler. Birçok milletvekili, siyasetçi, belediye başkanı da oradadır. Saldırgan gurup mezarlığa bir Kürt’ün, Alevi’nin ölüsünü gömdürmek istemez. Ardından mezara saldırır, söküp parçalamaya çalışırlar.

Ölen kişi bir Kürt Alevi’si olan Hatun Tuğluk’tur. Kızı, izinli olarak cezaevinden çıkıp gelmiştir. 78 yaşındaki annesinin, topraktan alelacele çıkarılarak kaçırılır gibi götürülüşüne tanık olur. Cenaze, yakınları ve sevenleri tarafından Dersim’e götürülerek orada defnedilir… 

*  *  *

 Hatun Tuğluk’un kızı, annesinin cenazesini gömmek için Dersim’e gidemedi, cezaevine döndü.

İstanbul’da hukuk okumuş, avukatlık yapmıştı. İnsan Hakları Derneği üyesi, Yurtsever Kadınlar Derneği kurucusuydu. Toplum ve Hukuk Araştırmaları Vakfı Yönetim Kurulu Üyeliğinde bulunmuş, Demokratik Toplum Partisi kurucu eş başkanlığını yapmıştı. 2007’de Diyarbakır, 2011’de Van’dan bağımsız milletvekili seçilerek HDP ’ye katılmıştı. Son olarak da Parti Meclisi'ne girmiş, Genel Başkan Yardımcılığı görevini üstlenmişti…

Adı Aysel Tuğluk; beş yıldır cezaevinde.

Annesinin ölüsüne karşı yapılan, eşi görülmemiş canavarlığın acısıyla yaşıyor. Öyle bir acı ki bu, Kürt’ün dirisinden sonra, ölüsünü bile rahat bırakmayan zalimliğin, devlet katında hoş görülmesiyle katmerlenen; derin, derin olduğu kadar dilsiz, dilsiz olduğu kadar da sahipsiz hali…

Aysel Tuğluk o gün cezaevine döndü; tüm hapishane, cümle kapılar, parmaklıklar üzerine kapandı; dünyası karardıkça karardı. Ölü bir Kürt’e iki karış toprağı dahi çok gören ırkçı nefretin acısını bir türlü kabullenemedi, dindiremedi. Yaşadığı derin acı onu, dilsizleştirdiği kadar hafızasızlaştırdı.

O bir Demans hastası artık; giderek ağır Alzheimer’a dönüşüyor. Belki de, tüm topluma sirayet eden bu ağır lekeye belleğini kapanmak, üstesinden gelemediği acıyı unutmak istiyor…    

*  *  *

Peki, sadece Gültan Kışanak, Aysel Tuğluk mu?

Çoğu Kürt olan HDP’li kadın siyasetçi de benzer durumda. Hepsi, adeta üzerlerine ateşten bir gömleği giymişler. Geride eşlerini, işlerini, çocuklarını bırakmış zindanlarda ömür tüketmekteler.

1935’te kadınların siyaset sahnesine çıkmasından sonra, 1960 darbecilerinin tutukladığı 7 DP’li kadın vekili saymazsak en çok çile çeken, bedel ödeyen; en çok gadre uğrayan Kürt kadın siyasetçileri olmuştur. Onlar ki yürüttükleri kadın siyasetiyle birlikte 2007’lere kadar %1’lerde seyreden meclisteki kadın vekil oranını %17,1’lere taşımışlardır.

İyi ama karşılığı ne oldu bunun?

Karşılığı hiç kuşku yok, daha çok acı oldu elbette; yerinden yurdundan edilmek oldu, çoluğundan çocuğundan ayrılmak oldu; sürgün oldu, dert oldu, hapis oldu. Hem de öyle beribenzer bir hapis değil. Ömürlerinin en güzel yıllarını zindanlarda tüketti bu insanlar.

1994’te TBMM kapısında tutuklanan 7 vekilden biri kadındı. Leyla Zana ’ya, kürsüde ana dilinde konuştuğunda, et-tırnak hoşgörüsünü gösteremedik. Bir tek linç edilmediği kaldı. Sonraki yıllarda da Kürt kadın siyasetçileri benzer nefretin kurbanları olmaktan kurtulamadılar. Bağımsız ya da HDP üyesi 18 kadın milletvekili tutuklandı; cezaevine girdi, çıktı; söyledikleri her sözcük, kurdukları her cümle, attıkları her adım aleyhlerine delil olarak kullanıldı. Haklarında üst üste yüzlerce davalar açıldı, açılmaya devam ediyor.

Onlarsa, yaralarına tuz basmayı yeğlediler. Mayınlarla dolu siyaset yolundan ayrılmadılar, üzerlerindeki ateşten gömleği çıkarmadılar. 

*  *  *

Hâlbuki ne insan öldürmüş, ne cana kıymışlardı.

Hiçbiri katil değildi, ellerine silah almadılar.

Uyuşturucu kullanmaktan, kokain kaçırmaktan; hırsızlıktan, rüşvetten, mala çökmekten hapis yatmadılar.

Mafya ve çek senet işlerine bulaşmadı; cezaevlerinden, kendilerine özel çıkarılan afla serbest kalmadılar.

Köylünün deresini kurutup üzerine HES yapmak mı?

İmar planlarıyla oynayıp şehirleri betona boğmak m?

Dağlara siyanür ekip ormanları tarumar etmek mi?

O taraklarda bezi yoktu hiçbirinin.

Sorarsan, sevdaları vardı, öyle diyorlardı.

Sadece insana dair miydi?

Değildi tabii!

Börtünün böceğin yaşadığı toprağa, toprakta büyüyen ağaca, ağaçta öten kuşa dairdi sevdaları.

Üzerinde yaşadıkları coğrafyada on yıllardır süren bir ateş vardı. O ateşi söndürmek için yollar aradılar. Söz kurdular, itiraz ettiler, soru sordular; yanıtlar aradılar. Onlara bu görevi halkları vermişti, yaptıkları her şey, bu görevi layıkıyla yerine getirmek içindi.

Belki kusurları da oldu, yanlışlar da yaptılar; öyle büyüktü ki acıları, heyecanlandıkları da oldu, yalpaladıkları, öfkelendikleri de…

Lâkin hiçbir zaman bir köpek kafesine kapatılmayı hak etmediler.

Ölülerinin, mezardan çıkartılarak kendi toprağından sürgün edilmesini hiç hak etmediler.

Milyonlarca seçmenin iradesinin yok sayılarak ömürlerinin, zindan zindan çürütülmesini ise hiç mi, hiç hak etmediler! 

*  *  *

İki binli yıllar…

Yeni bir yüzyıla girdiğimizde biraz umutluyduk kuşkusuz.

Dünyaca kutladığımız milenyumdaydık. Ay’ı bırakmış Mars’a, yıldızlara gidiyorduk. İçinden ışık hızıyla geçtiğimiz bu çağa isim vermekte bile zorlanıyorduk; bilgi çağı diyorduk; uzay çağı, robot çağı, sibernetik çağı…

Oysa öylesine uzağındaydık ki çağın!

Halâ diline kilit vurmakla meşguldük bir halkın. Ezgileri hep yabancı geliyordu bize; renklerini yasaklıyor, düğünlerini basıyor, partilerini kapatıyorduk... Kendi halkının şölenlerle meclise uğurladığı vekillerini, enselerinden tutup zindanlara atıyor, bununla övünüyorduk.

O bile yetmiyordu; ölülerini topraktan çıkartıp diyar diyar sürüyor, en yüksek devlet katından yetkililerle, tarihe utanç fotoğrafları bırakıyorduk.

Sahi kimdik biz?

Nereden geliyor, nereye gidiyorduk?

Son çağın lanetlileri miydik yoksa?

İnsanlığa bu kadar zulmü nasıl reva görüyorduk?

Tanrı bu kötülük fermanını ne zaman buyurmuştu bize?

Bu deli gömleğini hangi ara giymiştik üzerimize?

Bakın, tüm dünya durmuş, nasıl da utançla seyrediyor eserimizi.

Öyle bir günah çukuruna yuvarlandık ki; karanlık, dipsiz.

Bilmiyorum, tarih nasıl affedecek bizi?

        

Not: Yeni yılda Sayın Aysel Tuğluk’un, Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Kurumu’nun verdiği ‘cezaevinde kalamaz’ raporuna uygun şekilde ‘infaz ertelemesi’ yapılmak suretiyle serbest bırakılmasını umut eder, tüm okurlarıma kavgasız, savaşsız, incinmesiz, huzurlu bir yıl dilerim.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/tarih-nasil-affedecek-bizi,33643



19 Aralık 2023 Salı

Tohumdan toprağa çığlıklar

Yusuf Nazım
19 Aralık 2023

Telefondaki ses ağlamaklıydı.

“Mahvolduk biz” dedi, “mahvolduk!”

Şaşırmıştım. Doğrusu, bu denli acınası bir tepki beklemiyordum.

“Biz ne yaparız o zaman?” diye devam etti, “Abi biz yandık, öldük! Bunca hayvana nasıl bakacağız, çoluk çocuk ne yiyip ne içeceğiz?”

Sırtına bir hançer saplanmış, canı yanmış, güçlükle nefes alıyor gibiydi…

*  *  *

Yazları iki yıl kaldığım Seferihisar’ın dağ köyü Gölcük’te geceleri penceresinden ışık sızan tek ev benimkiydi. Sabaha kadar çalışır, saat 04.00 civarında evin arkasındaki yoldan gelen çıngırak seslerine kulak verirdim. Koyunların, patırtılı ayak seslerine çobanın ıslıkları eşlik ederdi.

Çoban dediğim evli, üç çocuk babası komşumuz Mehmet’ti. Mehmet, anne babasıyla paylaştığı aynı evde yedi kişinin geçimini sağlamak için, ancak 20 hane kalmış köyde tutunmaya çalışıyordu. Bunun için koyun besliyor; hastalığıydı, salgınıydı, ilacıydı, suyuydu samanıydı uğraşıp duruyor; hayvanlarına çobanlık ediyor, geceleri dağlarda sürüsüyle koyun koyuna yatıyordu.

Onca çabanın karşılığı mı?

Köylü Mehmet, ithal etle rekabet edemezdi. Etini zararına satar, sütünü ise özel mandıracıya beş paraya kaptırırdı.

Evinin sofrasındaki lokma her geçen gün azalan Mehmet, hayat denilen bu kavganın yorgunuydu.

Sayıştay, belediyelerin köylüden ürün alımını durduruyor

Telefonda konuştuğum işte bu Mehmet’ti.

Sorduğum bir soru üzerine, Kooperatifin bu yaz sütün litresini 21 liradan aldığını, yılbaşından sonra 30-35 lira olmasını beklediklerini söylemişti. Bunun çok iyi bir fiyat olduğunu, pazardan kendi sütümüzü aynı fiyata alan bendeniz de çok iyi biliyordum.

Mehmet’in, yeni çıkan Sayıştay kararından haberinin olmadığını o an anladım. Ona, sırtına keskin bir bıçak gibi saplanacak o haberi vermek maalesef bana düşmüştü. Sayıştay, İzmir Büyük Şehir Belediyesi’nin, kooperatifler aracılığıyla köylüden, diğer ürünlerin yanı sıra süt alımını da rekabete aykırı bularak durdurulmasını istemişti!

“Abi biz mahvolduk!” diyen Mehmet’in telefondaki sesi kısılmış, soluğu kesilmiş, ağzı kurumuştu.

“Biz öldük, biz yandık, biz mahvolduk…”

Başka Bir Tarım Mümkün mü?

2014 yılında yerleştiğim Seferihisar’da, o dönemki Belediye Başkanı Tunç Soyer’in başlattığı yerli tohumları destekleme projesini bir panelde dinlemiş, Karakılçık buğdayının Gödence köyünden başlayan hikâyesini bir avuç tohum adlı yazımda anlatmıştım.

2006 yılında yerli tohum ticaretini yasaklayan kanuna karşı, tohum bankası kuran, yerli tohum ve fidanlarla ilgili takas şenlikleri düzenleyen belediye, 2019’dan itibaren projeyi ileri bir aşamaya dönüştürür. Başka Bir Tarım Mümkün diyerek, kurulan Tarımsal Kooperatifleri aracılığıyla köylünün ürününü ederi fiyatlardan almaya başlar.

Sadece Gölcük’ün sütünü mü?

Değil tabii. Diğer pek çok köyün etini, sütünü, zeytinini, çiçeğini, fidanını, lavantasını…

Bu yeni süreçle birlikte küçük üretici, ürününü emeğinin karşılığını alarak satar. Elinde kalan ise kooperatife verir, zarar etmez. Paketleyemediği, işleyemediği mahsulünü kalkınma kooperatifinin kurduğu işletmelerde değerlendirir.

Böylece köylü üretir, üyesi olduğu kooperatife satar, İzmir Büyük Şehir Belediyesi de bu kooperatiflerden satın alarak il ve ilçe belediyelerinde, diğer kamu kurumlarında, okullarda tüketime sunar.

Bunlardan, Süt Kuzusu adı verilen projeyle paketleyip markalaştırdığı sütleri İzmir’deki 0-5 yaş arası çocuklara ücretsiz olarak dağıtır.

Köylünün benzine renk gelir, toprağına tutunmak için umutlanır. Zamanla kooperatiflerin sayısı çoğalır, 120’ye çıkar.

Köylüler, Başka Bir Tarımın Mümkün olduğunu yaşayarak görürler.

Büyükşehir Belediyesi, ihtiyaç duyduğu ürünleri köylülerin kurduğu bu kooperatiflerden sağlamayı ilke edinir. Öyle ki; 2015-2018 arası 15 kooperatiften alım yapılırken bu sayı 2018-2023 yılları arasında, 72’si İzmir’de, 26’sı diğer illerde olmak üzere 98 kooperatife yükselir.

Çiftçiliği bırakmanın eşiğine gelmiş olan köylünün yüzü gülmeye başlamıştır.

2023’de, Toprak Mahsulleri Ofisi’nin 8,25 TL alım fiyatı açıkladığı Karakılçık buğdayını, Büyükşehir Belediye Şirketi olan İztarım 16 TL’ye köylüden alır.

Örneğin hayvancılık memleketi Ardahan’ın köylerinde özel mandıraların 10 ila 16 TL’ye aldığı sütü, İzmir’deki kooperatifler üreticiden 21 TL’ye satın almaktadır.

Zeytin üreticisi, her 100 litre zeytinyağının sıkım bedeli için özel fabrikalara 12-20 litre yağ verdiği günlerden, kooperatif işletmelere, %8 karşılığında sıkım yaptırdığı günlere gelmiştir.

Aynı kooperatif destekleri koyun, keçi, çiçek, fidan, mandalina, domates, üzüm gibi pek çok üründe de gerçekleşir.

İzmir Büyükşehir Belediyesi, tüm çiçek ve fidan alımlarını, fahiş fiyatlara, ne idüğü belirsiz şirketlerden değil, bu kooperatiflerden yapar.

12 Eylül darbesi sonrasında, tarımda sübvansiyonların azaltılarak ülke tarımı ile hayvancılığının baltalandığı Özallı yıllardan sonra ilk kez, İzmir’in köylerinde Başka Bir Tarım’ın meyveleri yetişmeye başlamıştır.

İşte bu kooperatifler aracılığıyla, tarım ve hayvancılığın bir büyük şehir belediyesi tarafından desteklenmesiyle alınan meyvelerdir bunlar.

Serbest rekabetin kirli çarklarına girmeksizin köylüden aracısız alınan ürünlerin bir kısmı da, Halkın Bakkalı, Halkın Marketi, Halkın Kasabı gibi market ağlarda GDO’suz ve sağlıklı bir şekilde İzmir genelinde tüketiciyle buluşur.

Kooperatif örgütlenmesi giderek gelişmektedir. İzmir’deki 70 kooperatifin ortalama üye sayısı 125’tir. Bunların dışında 2000 ortaklı, erken başarıyı yakalamış birkaç kooperatif de mevcuttur.

Anadolu’dan yükselen çığlıklar

Bu yazıyı kaleme alırken İzmir’den Manisa’ya; Manisa’dan Ardahan’a, Hanak’a; oradan Diyarbakır’a ve Bingöl’e birçok yeri aradım; küçük üreticilerle, muhtarlarla görüştüm.

Mehmet’in çığlığını arayıp görüştüğüm tüm köylülerden işittim.

Bu çığlık, sadece köylü Mehmet’ten değil, Anadolu’nun her köşesinde, tohumdan toprağa yükselen çığlıklardı.       

Sayıştay, belediyenin ihalesiz olarak köylü kooperatiflerinden mal alamayacağına hükmetmişti.

Yasa açıktı; 24 Ocak 1980 kararlarıyla IMF/Dünya Bankası politikaları uygulanmaya başlanmıştı. 12 Eylül darbesi sonrasında Turgut Özal dönemiyle birlikte tarım ve hayvancılık gözden çıkarılmış, ardından 2003 yılında AKP iktidarının Kamu İhale Kanunu’na getirdiği istisnalarla, belediyelerin üreticiden kooperatifler aracılığıyla işlenmiş ürün alımı yasaklanmıştı.

İsteniyordu ki üretici tarladaki ürününü, hiçbir katma değer ilave etmeksizin yok pahasına satsın.

İsteniyordu ki köylü aracının, tüccarın, tefecinin insafına kalsın.

İsteniyordu ki, köylünün rekabet gücü zayıflasın, ülke büyük çaplı tarım ve hayvansal ürün ithalatçılarına mahkûm olsun.

İsteniyordu ki yerli tohumların bile yasaklandığı bu ülkede Başka Bir Tarım Mümkün olmasın!     

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/tohumdan-topraga-cigliklar,42772

18 Aralık 2023 Pazartesi

Bizim Çağ Soruyor

12 Aralık 2023

-Kızak kitabımın hikâyesi-

Hep hayatın içindeydik. Hep yolculuklardaydık ve içinden hep hayat geçiyordu bu yolculukların. Duruyor, şaşırıyor, tanık oluyorduk.

On beş yaşımda, şiirle başlayan yazınsal yolculuğum üniversiteli yıllarda da devam ediyordu. Şaşkınlığım ve tanıklığım, en çok sözcüklerin büyülü dünyasında dile geliyor, ya bir şiire, ya da bir öyküye dönüşüyordu.

Ankara’da, Hacettepe Üniversitesi’nde mühendislik okuyup mezun olmuş, heyecanla İstanbul’a gelmiştim. Telekomünikasyon sektöründe Türkiye’nin yabancı ortaklı büyük bir firmasında çalışıyordum. Toplum olarak 12 Eylül travmasıyla baş etme yıllarıydı. Yenilmiş, dağılmış, ancak umutlarımızı yitirmemiştik. Yüreğimiz yalnızca kendi toprağımızın değil bütün yeryüzü parçalarının acılarıyla kardeşti. Gün oluyor binlerce bilgisayarı besleyen kompüter merkezindeki devasa ana bilgisayar kabinlerinin arkasında, bir arkadaşıma, Filistin’in acılı topraklarında kolu kırılan bir çocuğa dair yazdığım şiir okurken buluyordum kendimi. Gün oluyor, 12 Eylül darbesinden sonra yapılan ilk grevin seslerine kulak veriyordu kalbim. Başka bir gün oluyor ülkemin yanık topraklarından fısıltılar çalınıyor kulağıma, sözcükler hikâyelere dönüşüyordu parmaklarımda.

İşte 1990’lı yıllar bu yıllardı. Bilişim sektöründe, teknolojinin tam ortasında, kompütürlere saniyeler ölçüsünde milyonlarca hesap yaptırmaya çalışırken ruhumda şiire ve edebiyata dair başka bir nehir akmaktaydı. Özgür Gündem, Özgür Ülke, Yeni Politika, Evrensel Kültür, Gerçek gibi gazete ve dergilerde denemelerim yayınlanıyordu. Özellikle Özgür Gündem’de yazmak ateşten bir gömleği giymek gibiydi. Malum, yazarlarının patır patır faili meçhullere kurban olduğu yıllar o yıllardı.

Sessizdi oranın çığlıkları

Yaşadığımız topraklara, kulağınızı değil de kalbinizi dayadığınızda birbirinden yakıcı hikâyeler akıyordu sinenize.

“Yaşlı kadın” diyordu karşımdaki, “koşarak çıkmış dere yatağından. Yanmakta olan evini görünce çılgına dönmüş. Evin etrafını kuşatan askerler arasından kendini, can havliyle evine atmaya çalışmış, askerler engel olmuş ona.” Alnını kırıştırarak devam ediyor anlatmaya; “Her taraftan dumanlar yükseliyor. Kadının evi gözlerinin önünde cayır cayır yanmakta. Çırpınmış, kendini paralamış, kurtulmaya çalışmış en sonunda asker kalabalığın ortasında yere yığılıp kalmış. Kısa süren bekleyişten sonra, bir anda yerdeki bir kaya parçasını iki eliyle kaptığı gibi ayağa fırlamış. Askerler silahlarını namlusunu korkuyla ona çevirmişler. Yaşlı kadın kendi etrafında dönmüş, dönmüş, dönmüş… Bir anda kaya parçasını kendi kafasına indirivermiş…”

Boşaltılarak yakılan bir köyde yaşanan bu olayı anlatan, memleketi Dersim’e giden bir doktor arkadaşımdı. Olayı sesi titreyerek anlatmış, sonra bir ölüm sessizliği girmişti aramıza…

İşte o an, aramıza giren o kısa sessizlik, bir çığlık olup saplanmıştı yüreğime.

O yıllar durmaksızın şiire ve öyküye dolaşıyordu parmaklarım. Yine öyle oldu. Olayı öyküleştirip Sessizdi Oranın Çığlıkları başlığıyla Evrensel Kültür dergisine gönderdim. Yayınlandı.

O an karar vermiştim. İleride, öykülerimi kitaplaştırdığımda kitabın adı Sessizdi Oranın Çığlıkları olacaktı…

2013 yılına geldiğinde ilk öykü dosyam hazırdı. Bir yazar arkadaşıma okuması için gönderdim. Görüşlerini aldım. Öyküleri beğendi ama maalesef, o benim çok sevdiğim kitap adını beğenmedi. Başka bir isim düşünmelisin diye öneride bulundu.

Yağmur saçlı gece

Öykülere göz gezdirdim. 1992’de İstanbul Hasanpaşa’daki bir kadın cinayetini konu eden öyküyü gözüme kestirdim. Evinde, dokuz yaşındaki çocuğunun gözleri önünde infaz edilen bir kadının hikâyesiydi anlatılan. Kadın, öldürüldüğü gece, incecikten sicim gibi yağan bir yağmurun altında çocuğuyla güle oynaya, mutlu, neşeli bir şekilde gelmişti eve. Öykünün adını Yağmur Saçlı Gece koymuştum. İşte, demiştim, kitabın adı bu olmalı. Dosyanın kapağına kitabın bu yeni adını yazdım.

Evrensel Yayın’la anlaşmıştık, Kitabı basacaklardı. Editörlüğünü ise öykücülüğümüz yaşayan çınarlarından Adnan Özyalçıner yapacaktı. Başka bazı yazar arkadaşlarımın, Adnan Ağabeyin bu iş için biraz yaşlı olacağı yönünde tereddütleri vardı. Ama yapacak bir şey yoktu. Yayınevi böyle karar vermişti.

Nihayet dosya editör incelemesinden geçerek bana geldi. Sevgili Adnan Özyalçıner, öyküleri didik dedik etmiş, çizmiş, karalamış, çok sayıda hataya işaret etmişti. Öylesine çok yazımsal ve anlamsal hatalar vardı ki şaşırdım, inanamadım, itiraz ettim. Altı çizilen her sözcüğü, cümleyi tek tek inceledim, araştırdım. Bazılarında yanılmış olabileceğini bulmaya çalıştım. Ama nafileydi. Yok, bu yanlış olamaz, şu kesinlikle doğru değil, bak bundan eminim dediğim her konuda, yanıldığım ortaya çıktı. Öylesine ince ve titiz bir editörlük yapmıştı ki, öylesine kusursuz bir okumaydı ki sevgili Adnan Özyalçıner’e bir kez daha hayran oldum.

Ancak Adnan Ağabey bir şey daha yapmıştı. Dosyanın kapak sayfasındaki Yağmur Saçlı Gece adının üzerini kalınca çizmiş, altına Kızak yazmıştı. Bu kitabın adı Kızak olmalı diyordu… Kitabın her satırında emeği olan Adnan Özyalçıner’in sunuş yazısını da yazması benim için ayrıca gurur ve mutluluk kaynağıdır.

Kızak, diğer öykülerin tersine kitabın tek çocuk öyküsüydü. Acıların, ölümlerin, çatışmaların henüz küçüklerin yaşamlarına zerk edilmediği, hayatın ve kelimelerin egemen siyaset çarklarında öğütülüp, ergen elleriyle kirletilmediği bir çocukluk dönemi öyküsü.

Kitap yayınlandı. Kızak ise okurlar tarafından en çok beğenilen öykü oldu.


https://bizimcagedebiyat.com/kizak/

 

21 Kasım 2023 Salı

Bizim Çağ Edebiyat : Yusuf Nazım’la Söyleşi

Bizim Çağ Edebiyat
28 Ekim 2023
Aygül Aydoğdu


Aygül Aydoğdu: Yusuf Nazım, küçük yaşlarda şiirle başlıyor yazmaya. Halen birçok gazete ve dergide denemeler, köşe yazıları yazıyor; Kızak ve Leyla’yı Beklerken adlı iki öykü kitabı var.

Yaşamınızdaki yazma çeşitliliğini görünce edebiyatta kendinizi nereye konumlandırdığınızı merak ettim. Hangi türde yazma motivasyonunuz daha güçlü?

Yusuf Nazım: Ben çocukluğunu dört bin yıl önce yaşamış biriyim. Toprağına basıp havasını kokladığım kültür ve üretim ilişkileri dört bin yıl öncesine ait. 1960’lı yıllara kadar da değişmemiş. Bakın bilgisayarların, cep telefonlarının, radyo ve televizyonların, robotların, uyduların, yapay zekânın demiyorum; elektriğin, suyun, akaryakıtın, bakır tellerin, motorlu taşıtların olmadığı bir dünyadan bahsediyorum. Sadece insan ve hayvanlar arasındaki bir dayanışma ile toprağın, buğdayın, ağacın var olduğu bir dünya…

İçinde çocukluğumu büyüttüğüm toplumun gerçeği işte bu. Ama bir şeyler var yine de; sözcükler, ezgiler, deyişler ve yazı… Aslında yazının bile çok geç geldiği bir coğrafya. Düşünüyorum da yaşadığımız köyün yazılı tarihi o kadar sınırlı ki. Binlerce yıl öncesinin insanı taşa, kayaya, papirüse yazarken biz, yaşadığımız kapalı ekonomik alanda yüz yıllık yazılı tarihe bile sahip değiliz. Örneğin benim yüz yıl önceki atalarımın bana bıraktığı yazılı hiçbir miras olmadığını çok sonraları şaşırarak fark ettim.

İşte bu koşullarda kelimelerin büyülü dünyasıyla buluşmam benim kaçınılmaz olarak toplumsal gerçekçi bir alanda düşünmeme, duygulanmama, yazmama sebep oldu denebilir.

Gazete yazarlığına gelince son yıllarda daralttım, sadece T24’te yazıyorum. Bunlar da politik ya da gündemi yorumlayan köşe yazıları değil. Bu tür yazıları sevmiyorum zaten. Benim işim de değil. Benimkiler yine hayatın damarıma basıp da kendimi durduramadan yazdığım yazılar. Çoğu öyküyü andıran, lirik denemeler. Hatta kimilerinde lirizm öyle yoğun oluyor ki kimi okurlarım, bugünkü şiirini okudum, diye yorum yapıyor.

A. Aydoğdu: Sunay Akın, Leyla’yı Beklerken adlı öykü kitabınızın sunuş yazısında “Öykü sanatının güçlü bir yağmuru altına girecek ve sonunda sırılsıklam olacaksınız.” diyor. Gerçekten öykülerinizde fotografik gözlem gücü, kurgunun sağlamlığı, ayrıntıların zenginliği yanında dilin çok renkliliği de göze çarpıyor. Tüm bu bileşenleri besleyen nedir?

Y. Nazım: Sevgili Sunay Akın’a öykü kitabıma bir ön söz yazar mısın, diye sorduğumda benden kitabı istemişti. Yanıt olarak yazılmış bir ön söz geldi. Bir insanın duygu dünyasına bu kadar derinlikli inebilmek, olsa olsa Sunay Akın gibi bir ustaya yakışırdı doğrusu. Beni yazmaya iten o köklü duyguları, geceleri yazarken içine düştüğüm duygu durumunu, coşkuyu, sesli/sessiz attığım çığlıkları bu kadar iyi hissedebilmek herkesin harcı değil. “Bana yağmuru anlatma yağdır!” Tam da yapmak istediğim şeyi, yağmuru yağdırmaya çabalayışımı öyle güzel yakalamış ki… Gördüğüm, tanık olduğum, hissettiğim her şeyin; acının, sevincin, hüznün bendeki kopyasının okura geçmesini ister gibi bir duygu ile yazmak… Dolayısıyla beni besleyen şeyin yaşamın içindeki o derin gerçeklik olduğunu söylemek yanlış olmasa gerek.

A. Aydoğdu: Öykülerinizdeki karakterlerin çoğunda oldukça coşkulu, sıcak, yoğun hatta çocuksu bir insan sevgisi var. Giderek her anlamda kirlenen bir dünyada, birbirine düşmanlaşan insanlar arasında karakterleriniz bu sevgiyi nasıl bu denli diri tutabiliyor?

Y. Nazım: Dünyayı iyi yaşamak, onu güzelleştirebilmek için aşktan ve sevgiden başka neyimiz var ki? Dolayısıyla öykülerimde de, içlerinde bu güzel kavramları diri tutan kahramanların olması çok doğal. Tabi sadece onlar değil. Olumlu kahramanlar kadar bunların karşıtları da mevcut. Hikâyeler onların çevresinde dönüyor. Onlar da yaşamın içinde varlar ve birbirine karşıtlar. Bu karşıtlık ne kadar fazlaysa, çelişkiler o kadar keskin ve hikâyeler de bir o kadar güçlü oluyor.

A. Aydoğdu: Aşk Bir Aldatma, Leylayı Beklerken gibi kadın gözüyle yazılmış başarılı öyküleriniz var. Kadının dünyasına dair yetkinliğinizin kaynağı nedir sizce?

Y. Nazım: Yetkin olmak sözü abartılı olabilir, haddime mi? Oradaki, bilinç akışı yöntemi ile anlatılan bir hikâye. Bir kadının reflekslerini, iç dünyasını, duygularını iyi verebilmişsem ne âlâ. Şöyle diyeyim, kimi zaman karakterle konuşurken onunla aramda duygu alışverişi olur. Başlangıçta tek yönlü gelişen, sonra karşılıklı olan bir etkileşim bu. Eğer bir kurgu karakterle değil de, gerçek kahramanla konuşuyorsam bu duygu geçişi çok daha hızlı olur. Kelimeler adeta kulağından girer bütün hücrelerime, yüreğime bıçak gibi saplanır. Belki de kimi öykülerdeki kadın karakterler gerçektir.

A. Aydoğdu: Ezilenin, sömürülenin, ötekinin yanında sınıfsal bir bakış açısıyla yazıyorsunuz. Dolayısıyla öykülerinizin bir derdi var. Okuyucunuza ne anlatmak istiyorsunuz yani yazar olarak sizin derdiniz nedir?

Y. Nazım: Asıl dert hayatın içinde, gerçekte. Ben onu alıp daha görünür hale getiriyorum. Çoğu zaman o dert, toplumun ve bireyin içinde yaşadığı karmaşa ve kaos içinde kaybolup gidiyor. Aynı zamanda birilerinin işine de yarıyor olabilir bu. İşte bu hengâme ve karışıklıkta kaybolup giden o gerçekliği soyup çırılçıplak hale getirerek toplumun önüne koymak… İşte benim derdim de bu! Sonuçta, dedim ya, aşktan ve sevgiden başka neyimiz var ki? Belki bunu hatırlatmak gibi bir misyonum var benim de…

A. Aydoğdu: Öyküleriniz farklı illerden farklı ülkelere geniş bir coğrafyayı içeriyor. Bu çeşitlilik bana öykülerinizin otobiyografik izler taşıyabileceğini düşündürdü. Yanılıyor muyum, ne dersiniz?

Y. Nazım: Otobiyografik denir mi buna emin değilim. Hayatın içinde yolculuklar yapıyoruz hepimiz. Dokunuyoruz, hissediyoruz, duraklıyoruz; gülüyor, ağlıyor, seviniyoruz… Ben kimi dokunuşlarımda duruyor ve tanık oluyorum. Dolayısıyla çoğunlukla başka hayatlara dair oluyor hikâyelerim.

A.  Aydoğdu: Öykülerinizin arka planında değil tam da göbeğinde toplumca yıllardır yüzleşemediğimiz darbeler, köy boşaltmalar, kadının sömürülmesi gibi konuların yarattığı acılar, çığlıklar var. Öyküleriniz toplumun kendisiyle yüzleşmesi konusunda bir misyon taşıyor olabilir mi?

Y. Nazım: Daha önceki başka bir soruda, farklı bir bağlamda yanıtladım bunu. Doğru, öykülerim bireyin ve toplumun kendine bakmasını sağlamak gibi bir misyon taşıyor olabilir.

“Elbette ki beni de değiştiriyor, geliştiriyor, dönüştürüyor yazdıklarım. Düşündükçe ilerliyor, yazdıkça gelişiyor, kazdıkça daha derine iniyorsunuz.”

A. Aydoğdu: Sanatın, edebiyatın, okumanın ve yazmanın dönüştürücü gücüne inanıyor musunuz? Örneğin yazmak sizi geliştirip dönüştürdü mü?

Y. Nazım: Kuşkusuz ki yazınsal ya da felsefi her edimin toplumu değiştirip dönüştürmek gibi bir gücü vardır. İnsanın duygularına yönelen her etkinlikte bunu görmek olası. Bu anlamda elbette ki beni de değiştiriyor, geliştiriyor, dönüştürüyor yazdıklarım. Düşündükçe ilerliyor, yazdıkça gelişiyor, kazdıkça daha derine iniyorsunuz…

A. Aydoğdu: İlhan Erdost’a ilişkin Sigarası Kol Saati Kalemi Bize Kaldı adlı öykünün ortaya çıkış süreci nasıl oldu, anlatır mısınız?

Y. Nazım: Okurken hissedilmiş ve öyle sorulmuş bir soru gibi geldi bana. Birçoğunda olduğu gibi rastgele ve kendiliğinden bana bulaşan bir hikâye bu. Ankara’da Devrimci 78’liler Federasyonu’ndan arkadaşların her yıl düzenledikleri 12 Eylül Utanç Müzesi sergisi vardı. Ağrılı, karanlık bir geçmişe ilişkin hafızayı canlı tutacak kimi nesnelerin; işkencede öldürülen birinin ceketi, idam edilen bir başkasını ayakkabıları, kimi işkence aletleri, Diyarbakır zindanlarında yaşananları canlı kılacak işkence odalarının… sergilendiği bir müze. Ankara’daki sevgili arkadaşım Yasemin’e de 12 Eylül Askeri Darbesi sırasında işkencede öldürülen yayıncı İlhan Erdost‘un eşyalarını temin etmek görevi düşüyor. Yasemin üstlendiği görev için ağabeyi Muzaffer Erdost‘un kapısını çalıyor. Hüzün dolu bir buluşma. Muzaffer Erdost çıkarıyor kolileri, içindekileri bir bir masaya koymaya başlıyor; ayakkabısı, sigarası, kol saati, kalemi… Yasemin Ankara’da ben İstanbul’dayım, yazışıyoruz… O anlatıyor, ben dinliyorum; o ağlıyor, ben yazıyorum… Sonra ikimiz birden ağlıyoruz… İşte, öykü böyle çıktı.

A. Aydoğdu: Okuruyla buluşmayı bekleyen yeni çalışmalarınız var mı?

Y. Nazım: Bir öykü, bir deneme, iki de şiir dosyam hazır. Ancak bunlardan önce son üç buçuk yıldır üzerinde çalıştığım tamamlanmış üç ciltlik bir roman serisi var.  Bağımsız evrim bilimci Oktay Kaynak’la ortak isimle basılacak. Birinci cilt yeni yıldan önce okurla buluşacak. Adı “aklın ayak izleri-eşik” Zekânın hikâyesi de diyebiliriz buna. İnsan aklının hikâyesini yazarken kazmayı derine, daha derine vurmamız gerekti. Roman, 18 milyon yıl öncesinden başlıyor, yaşadığımız çağın içinden geçip geleceğe doğru ilerliyor… Daha fazlasını söylemeyeyim.

A. Aydoğdu: Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.

https://bizimcagedebiyat.com/yusuf-nazimla-soylesi/