19 Ağustos 2015 Çarşamba

Vatan sizin olsun, oğlumu geri verin bana!

Yusuf Nazım
T24/19 Ağ.2015


Nazım Hikmet bir dünya şairidir. Emekten, emekçiden, ötesi insandan yanadır; solcudur, sosyalisttir, sapına kadar komünisttir. Görüşlerinden dolayı kendi yurdunda soruşturmalara uğrar, hapse atılır, ölüm tehditleri alır. Bunun üzerine çok sevdiği yurdundan ayrılmak zorunda kalır.

Çok geçmez vatan hainine çıkartılır adı. Hakkında spekülasyonlar yapılır, gazetelerde boy boy resimleri yayınlanır. Ne için mi? Yüzüne tükürsünler diye! 

Oysaki onun kadar seveni yoktur bu vatanın. Karadeniz’in ötesinden hasretle bakar vatanına, durmadan sevda şiirleri yazar memleketine. Kendine karşı yöneltilen vatan hainliği suçlamasınaysa şiiriyle yanıt verir:

“Vatan çiftliklerinizse, 
kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan, 
vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan, 
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın, 
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan, 
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın, 
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa, 
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan, 
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa, 
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan, 
                            ben vatan hainiyim. 
Yazın üç sütun üstüne kapkara haykıran puntolarla : 
Nâzım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ.” 

* * *

Şehitlik, peygamberlerden sonra gelen en yüce makammış meğer. Böyle buyuruyor muktedir!

Oysaki 5 Eylül 2012’de, Afyon’da ordu deposundaki patlamada oğlunu kaybeden bir babanın komutana haykırışı başkadır:

'Vatanınız batsın, vatan sağ olmasın, oğlum sağ olsun!'

Son günlerde anaların, eşlerin feryatları yükseliyor dört bir yandan. 

Bir asker eşi; 

“Böyle vatan olmaz. Ben helal etmiyorum, çocuğuma bir şey olursa. Böyle vatan sağ olmasın.” 

diye feryat ediyor. Ve ekliyor peşinden;

“Yazıklar olsun böyle vatana da, böyle Cumhurbaşkanı'na da, böyle Başbakan’a da... Kendi çocuklarını göndersinler…”

Oğlu öldürülen başka bir askerin annesi, 

“Ben de Diyarbakırlıyım, Kürdüm. Bu anneler niye ağlıyor? Bir sinek bile öldürmedim!”

diyor, yüzüne karşı bağırıyor AB Bakanı Volkan Bozkır'ın. 

Bursa’da toplanan asker annelerinin feryadı ise başka;

“Başkan olamadığı için bunları yapıyor.  Bilal’i askere göndersin, oğluna gemicikler almasın.”

Kırıkkale’deki cenaze töreninde, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan’ı yuhalıyor kalabalık.. Güçlükle kaçıp, Emniyet binasına sığınıyor bakan.

Bu sefer, Şemdinli’de ölen askerin sevgilisi konuşuyor;

"Vatan sağ olmasın, yeter başka canlar, yarım kalmışlıklar olmasın…”

Muradiye’de bir trafik kazasında ölen çavuşun iki çocuklu eşi ise şöyle diyor;

“Ben eşimi şehit olması için göndermedim. Vatan sağ olmasın. Bunu da böyle yazın!”

İşte böyle! Şimdilerde vatan, bayrak ve şehit haberleri süslüyor gazeteleri. Ajanslar, cenaze merasimiyle başlıyorlar haberlerine.

Peş peşe diziliyor saray takımı, erkan-ı devlet; koro halindeler, zevahiri kurtarmak telaşında hepsi:

“Peygamberlerden sonra, en yüce makam şehitlerindir.”
“Vatan sağ olsun!”

* * *

Oysa ben, düşünmeden edemiyorum; oğullarını yitirmiş bütün analar adına, bütün eşler, bütün sevgililer adına. 

Vatan nedir sizce?

Yazar olup hapse atılmaksa, ozan olup çatal-bıçak linçe uğramaksa, sürgün edilmekse, şair olup yakılmaksa gündüz vakti bir otelde;

Özel jetlerinizle üç günde üç kıtayı birden dolaşmaksa vatan, hafta sonları başka bir ülkede ördek avına çıkmak, avladığınız hayvan derilerinden koleksiyon yapmaksa;

Vatan, çocukluğunuzu büyüttüğünüz toprağınızdan, kentsel dönüşüm adıyla bir gecede apansız sürülmekse, yerine rezidanslar, malikâneler, milyon dolarlık villalar yapılmaksa;


Affedersiniz, Ermeni olduğunuz için hor görülmekse vatan, Kürt olduğun için linç edilmek, solcu olduğun için hiç yerine koyulmaksa;

Vatan, her gün ölmekse tersanelerde, silikozisse eğer kot taslama isçilerinin ciğerlerinde

Vatan, her gün ölmekse tersanelerde, silikozisse eğer kot taslama isçilerinin ciğerlerinde; redevans diye diye fareler gibi can çekişmekse maden ocaklarında, tarlada saati 2 liradan, fabrikada 4 lira 16 kuruştan köle gibi çalışmaksa vatan;

Çitçinin el emeği, alın teri, göz nurunun yok sayıldığı yerin adıysa vatan, Yırca’da asırlık zeytin ağaçlarının bir gecede kökünden sökülmesiyse;

Vatan, toprağını savunurken Hilmiye Nine’nin, bir dağın yamacında kalbine zerk edilen acıysa; bileğinde kelepçeyse Çineli Gülşen’in, gözlerindeki yaşsa Samistallı Havva’nın, Köknarlı Recep’in, Karaçamlı Fatma’nın;

Bir gece vakti, ansızın dere yatağına dizilmiş jandarmaysa vatan; bir avuç zengini, haramisi, açgözlü tüccarı, para babası için üzümünün, şarabının, zeytininin suyunun kesilmesiyse; adım başı barajlar kurmaksa derelerine; karşı duranı, ses vereni, itiraz edeni kadınıyla, yaşlısıyla, çocuğuyla; iki bin metre yükseklikte, üstelik hava karanlıkken, üstelik bir kış günü, derin bir vadiye kılıç-kalkan püskürtmekse vatan;

Termik santral kurmak için; HES için, RES için, altın ve dolar için; Biga’da, Karabel’de, Efemçukuru’nda, Manisa’da ata yadigârı arazilerinin bir gecede, acele kamulaştırılarak gasp edilmesiyse vatan;

Her türlü yasasıyla, mahkemesiyle, hileli ÇED raporuyla; jandarması, polisi, avukatıyla; yetmedi kepçesi, kalkanı, biber gazıyla, sanki hücum eder gibi düşmana, yoksul, gariban köylülerin üzerine yürümekse vatan;

Canına tak deyip de itiraz edersen bir gün, payına düşen polis copuysa, kafanın gözünün kırılmasıysa, ateş ve yangınsa, faili meçhulse, ölümse; yargıya düştüğünde yolun; hak diye, hukuk diye, adalet diye, o şehir senin, bu şehir benim sürülmekse;

Sular altına gömülecek Hasankeyf’se vatan, Munzur’a vurulan kelepçeyse, yerin altında unutulan Allianoi’yse; toprağını, suyunu, deresini heba ederek işlettiğiniz altın madenleriniz, barajlarınız ve nükleer santrallerinizse;

Kapısından giremediğimiz, önünden geçemediğimiz beş yıldızlı, yedi yıldızlı otelleriniz, tatil köyleriniz, malikanelerinizse vatan;

Çizmekse beş yüz yıllık Süleymaniye Camii’nin siluetini bir çırpıda, yok etmekse üç bin yıllık bir kentin tarihini adım adım, Boğaziçi’ne dikilen boncuk boncuk gökdelenlerinizse; bir gecede iki emsalden on iki emsale çıkarılan arsalarınız, bu arsalardan yaptığınız vurgunlarınızsa vatan;

Adım başı kurulan AVM’lerinizse; özel okullarınız, para basma makinesi gibi çalışan hastanelerinizse; belediye kasalarından devşirdiğiniz paralar ve arsalarla ihya ettiğiniz vakıflarınız, adlarınızı kapılarına iri puntolarla astığınız vakıf üniversitelerinizse vatan;

Bir gecede kapatarak en güzel koylarını, park yeri olsun diye teknelerinize, yatlarınıza, antik kentlerin hemen kıyısına yapılan limanlarınızsa; Soma'da can çekişirken iyi ölmek, şehit olurken mutlu olmaksa vatan;

Bir kuş gibi avlanmasıysa çocukların sokak ortasında; anaların kesilmeyen feryatlarıysa, ocaklara düşen ölüm haberleriyse her gün; durmayan kan, bitmeyen kin, dinmeyen acıysa vatan; onlarca yıldır kendi dağını, taşını, vadisini bıkmadan, usanmadan, yılmadan bombalamaksa; öle öle tükenmekse, öldüre öldüre kirlenmekse vatan;

Yasaklamaksa kendi işçisine, memuruna, emekçisine en gözde sahillerini, koylarını, fiyortlarını; pazarlamaksa tüm bunları yeni türedi zenginine, soyguncusuna, şeyhine, prensine;

Her gün ormanına, malına, canına kast edilip, üstelik yetinmeyip, bir de a*ına koyulmaksa milletin;

Kendi yurdunda sürgünsen, yasaklıysan, saklıyorsan kimliğini

Kendi yurdunda sürgünsen, yasaklıysan, saklıyorsan kimliğini, ana dilini bile konuşmaktan korkuyorsan; açsan, çaresizsen, yollara düşmüşsen; fındıkta, pancarda, tütünde mevsimlik işçiysen; eli zincirli, palalı, kasaturalı sürüler, alnın esmer, dilin kırık diye peşine düşüyorsa ve her seferinde otobüslere doldurulup kovuluyorsan;

Vatan, asker olup vurulup ölmekse bir dağın kuytu köşesinde, gerilla kıyafetiyle öldürülmekse, hele ki bir kadınsan, çırılçıplak soyulup teşhir edilmekse sokak ortasında;

Vatan gemiciklerinizse, çikolata ve ayakkabı kutularınızsa vatan; Urla'da villalarınız, Çamlıca’da Şehrizar Konaklarınız, Ankara'da kaçak saraylarınızsa;

Darbelerle yapılan anayasalarınızsa vatan; her daim darbelerden aldığınız güçse, bu gücün gölgesinde sürdüğünüz sefanızsa; dolar dolu ayakkabı kutularınızla bankalarınızsa vatan; hileyle, yalanla büyümüş ajanslarınız, talimatla yola gelmiş televizyonlarınızsa;

Vatan, dualarınız ve ayetlerinizle kılıflanmış holdinglerinizse; günahlarınızın sığamayacağı kadar, üstelik olur olmaz yere diktiğiniz, altına AVM, yanına rezidanslar yaptığınız devasa camilerinizse;

Asgari ücret seviyesinde kravatlarınız, üç yüz bin Frank değerinde, İsviçre malı, Patek Philippe 5101G marka kol saatleriniz, kurayla çekilip sallanan, makaraya alınan ayetlerinizle yönettiğiniz bakanlıklarınızsa vatan;

Gezi'de polis kurşunuysa, gazıysa, akrebi ve TOMA’sıysa; parktaki ağaçlar uğruna gözleri oyulmaksa gençlerin; kafası kırılmaksa, kıstırılmaksa izbe bir karanlıkta; coplarla, tekmelerle, odunlarla canlarına kıyılmaksa;

Boğazına kadar çamura batıp, cerahat içinde yüzüp ama hiç yargılanmamaksa vatan; baklava çaldığın için hapis yatmak, ülkeyi soyduğun için ödül almaksa; Ankara'yı parsel parsel satmak, İstanbul’u fersah fersah kapatmaksa, kupon arazileri el altından haraç mezat pazarlamaksa vatan;

Evet, işte bunların tamamıysa vatan;
Sakın madalya vermeyin çocuklara!
Madalya takmayın o çocuklara!
Asker ya da polis olsun, adı fark etmez, şehit ya da gerilla.
Ölüler madalya takmaz!
Plaket, mlaket de istemez!
Peygamberden sonra gelen şehitlik mertebesi falan da gerekmez.

Eğer, işte bütün bunlarsa vatan;

Vatan sizin olsun, oğlumu geri verin bana!

@yusufnazim

11 Ağustos 2015 Salı

Sizce nasıl sıfırlanır bu acılar?

T24/11 Ağustos 2015
Bir ülke.
Hemen yanı başımızda.
Sınırları sınırlarımıza dayalı.
Ve belki de kaygıları kaygımız.
Uzaklarda, nasıl da maviye bulanmış dorukları dağların.
Nasıl da heybetle yükseliyorlar.
Ufukta, ucu bulutlara uzanmış bir dağ seçiliyor.
Dağın eteklerinde bir köy. Evleri insan kokuyor, ocakları duman.
Köyün içinde derince açılmış bir çukur!
Sanırsın yer yarılmış.
Ya da bir devin ayak izidir.
Tıpkı, kötü masallardaki gibi; bir dudağı yerde, bir dudağı gökte!
Sanırsın Gök Tanrısı gürlemiş, sanırsın gazabına uğramış tanrıların...
Çukurun içinde parça parça taşlar, siyahlaşmış kayalar, isli eşyalar…
Yanmış, yıkılmış bir evden geriye kalan ne varsa.
Oraya buraya savrulmuşlar; taşların arasında bir bez bebek, toza bulanmış giysiler, yanmış pencereler, kapılar.
Ve parçalamış cesetler tabii...
Cesetlerin arasında yaşlı bir kadının ölüsü.
Ayakları dibinde renkli bir bez parçası, bir seccade…

* * *

Yine bir fotoğraf!
Yine bir fotoğraftan sızan acı; Zergele!
Uzaklarda bir köyün, cesetlerden, lime lime olmuş etlerden, oyuncak bebeklerden mürekkep hali.
Yani, artık bir köy olmaktan çıkmış, meali.
Artık köy adına bir şey kalmamış orada.
Ne sıra sıra dizilmiş eski yüzlü evler, ne camiden bir eser, ne okula benzer bir şey.
Sadece bir enkaz yığını kalmış geride.
Ateşle, barutla, ölümle sınanmış bir yığın.
Nasıl yanmışa bir gecede, nasıl yıkılmışsa bir dağın etekleri, öylesine insan kokuyor şimdi cesetleri.
Öylesine ölüm hıçkırıyor insanların çığlıkları.

Belli ki, oralarda bir yerde, kuşkuya çalınmış bir dağın yamaçları. 
Belli ki bir dağın yamaçlarına sığınması çok görülmüş bir köyün.
Çoktandır, insansız hava araçları gönderilmiş semalarına, radarlar çalışmış durmadan, haritalar çizilmiş, fotoğraflar çekilmiş bol bol.
Adına terör yuvası denmiş; Jetlerle, uçaklarla, yüzlerce kiloluk bombalarla hücum edilmiş üzerlerine.

* * *

İnsansız hava araçları ne kadar hassastır sizce?
Evlerinin bahçesinde oyun oynayan küçük bir çocuğu seçer mi mesela?
Ya da seccadesinde namaz kılan yaşlı bir nineyi?
Çocukların vazgeçilmez oyuncağı, el yapması bez bebeği nasıl resmeden ekranlara?
Sahi, bir vuruşta koca bir tepeyi yerle bir edecek bombayı nasıl fırlatır hedefe uçaklar?
Bir pilotun nasıl dokunur parmakları, bir anda onlarca insanı ölüme götürecek bombanın tetiğine?

* * *

Bir çocuğu tanımıştım bir zamanlar; köyü boşaltılmış, acılar yüklenmiş bir ailenin en küçük ferdiydi.
Bombalar yapacağım” diyordu, “barış bombaları”;
Eliyle tarif ediyordu çocuk, gözlerinde sevinç ışıkları;
“insanlığın üzerine atacağım, o bombaların etkisinde kalanlar barış ve sevgiden başka bir şey düşünemez olsunlar”, diye…

Oysa ki bilmiyordu çocuk; savaş bombaları üretmekle meşguldü büyükler. En büyüğünü, kuşkusuz en korkuncunu 1945 yılında üretmişti. Üretmiş ve aynı yılın 6 Ağustos’unda Hiroşima'ya, 9 Ağustos’unda da Nagazaki’ye atmışlardı. Havanın durumunu, nemini; rüzgârın şiddetini, yönünü bile ölçmeyi ihmal etmemişlerdi. Hatta, iki kent halkının en çok sokakta olduğu saati, dakikayı bile titizlikle seçmişlerdi: Saatler 08.15’i gösterdiğinde, tarihte görülmemiş bir ölüm yağmıştı bu iki şehire…

Çünkü akıllıydı büyükler. Bir kez düşünmeye başlayınca korkunç bir ölüm makinesine dönüşüveriyorlardı hemen. İlkinde, 140 bin insan ölmüştü! İkincisinde rüzgâr suçluydu; son anda yön değiştirmiş, planlanandan daha az sayıda, yalnızca 74 bin insanın ölmesiyle kalmıştı. Ne varki, ilk anda ölenlerin sayısıydı bu. Sonra ölenlerle birlikte, 143 bini bulacaktı ölenler.

Hiroşima ve Nagazaki’nin sağ kalanları şanslı mıydı dersiniz? Buna evet demek mümkün değil. Sağ kalanlar, bir süre sonra, ilk anda ölenler kadar şanslı olmadıklarını anlamışlardı. Günler, aylar, yıllar sürecek bir sürede, acılar içinde can çekişerek ölmekti onların kaderleri. Sonraki yıllarda 500 bini bulacaktı bu iki şehrin ölüleri…

Paul Tibbets… Enola Gay isimli ölüm uçağından Hiroşima’ya atom bombasını bırakan ABD’li subayın adıydı. Görevini başarıyla tamamladı. Tinian Adası’ndaki Hava Üssü’ne indiğinde, onun, 145 bin Hiroşimalıyı öldüren parmakları, bir general tarafından göğsüne takılan seçkin hizmet madalyasını okşamakla meşguldü…

Tibbets hiçbir zaman pişmanlık getirmedi. Yaptığıyla hep övündü.  İyi bir şey yaptığına inanmıştı/inandırılmıştı.

* * *

Hayallerinde barış bombası yapan çocuk bilmiyordu. Oysa ki savaş bombaları üretiyordu büyükler. Üretiyordu ve atıyordu… Üstelik çocukların, kadınların, yaşlıların üzerine. Niye mi? Belki de savaştan, acıdan, ölümden başka bir şey düşünemesinler diye! Zergele’de, tek vuruşta koca bir tepeyi yerle bir edecek bombayı fırlatırken pilot, emri verirken komutan, kararı onaylarken siyasetçi…

Acaba, onların da çocukları, barış bombaları yapmayı hayal ederler mi bir gün?
Onca insanı, tek seferde yok etmeyi başaran pilot, Diyarbakır’daki üssüne döndüğünde onu da karşılayan bir general olmuş mudur? Onun da göğsüne, uçağından ölüm atışları yaptığı parmaklarıyla okşayacağı bir üstün hizmet madalyası takılmış mıdır? Kariyerine yazılmış mıdır; 150 kilometre, 2 saatlik uçuş, 8 ölü; biri namaz kılarken, bir diğeri hamile, gerisi 27 yaralı; başarılı bir hücum, yerle bir edilmiş köy, yıkık evler, 1 cami, 1 okul…

Sahi, barış bombası icat edebilir mi bir gün, bu ülkenin acıya doymuş çocukları?
Barış bombası üretirse bir gün çocuklar, büyükler insan öldürmekten vaz geçerler mi?

* * *

Zergele!
Seni nasıl anlatırız çocuklara bir gün, bilmem?
Öyle çok alıştık ki, hemen her gün ölüm haberlerinin düşmesine sofralarımıza.
Öyle çok alıştık ki topluca ölmelere.
Silmek öyle kolay mıdır, derin acıları? Üstünü örtmek mümkün müdür durmaksızın kanayan yaraları?
Barış bombası yaparsa bir gün çocuklar, unutmak nasıl mümkün olacak, bunca yaşananı?

Belki kasa kasa paraları; dolarları, euroları sıfırlamak kolay.
Belki fısıldaya fısıldaya kupon arsaları, gemileri, villaları; çikolata ve ayakkabı kutularını sıfırlamak da kolay!
Peki nasıl unuturuz 1977’nin 1 Mayıs’ını, Taksim’ini; 78’de Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı?
Nasıl unuturuz alev alev yanarken Madımak’ı, Sivas’ı; Diyarbakır’ı, Iğdır’ı ve Lice’yi?
Akıllar ne kadar tutulmuş olabilir sizce bu ülkede, vicdanlar ne ölçüde kanamalı?
Her gün, deniz aşırı büyüyor filolar; dolar dolar, petrol petrol çoğalıyor; ağrımızsa katmer katmer…
Fısıltılar telefondan telefona ulaşıyor, ajanslar birbirinin yalancısı, gazeteler ağlamaklı.
Azarlanmış alt yazılardan öğreniyoruz gerçekleri.
Sizce nasıl hatırlarız Gazi’yi, Gezi’nin güzel çocuklarını?
Roboskili köylüleri, Somalı işçileri, Ermenekli Madencileri.
Yaralı oyuncaklarıyla Suruç’un gül yüzlü gençlerini.
Bir fısıltı gibi gelip geçer mi bütün bunlar?
Sizce nasıl sıfırlanır bu acılar?

@yusufnazim


http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/sizce-nasil-sifirlanir-bu-acilar,12494

Video: Zergele (+18)
https://www.youtube.com/watch?v=MjZm2wZL3x0