28 Temmuz 2017 Cuma

Baharı olacak ülke

Yusuf Nazım
28.07.2017


2016 yılının Şubat ayıydı.

Bir video düşmüştü bilgisayarıma. 2014 yılının Hakkari’sinden gündüz vakti bir gözaltı görüntüsüydü bu.

Şehrin, ıslak, kirli bir caddesinde, zırhlı bir kolluk aracı apansız geliyor, kaldırımda bekleyen bir grup gazetecinin önünde zınk diye duruyordu.

Arabadan hışımla inen üç kişi, elinde kamera olan bir kadını yaka paça ederek aracın arkasına ite kaka sokuyorlardı…

Bir atmacanın avını yakalamasına benziyordu bu; hoyrat, çevik, aceleci…
Kadının ve oradaki birkaç kişinin engel olma çabaları ise nafile kalıyordu.
Araç, avını kıskıvrak yakalamış bir atmaca gibi, geldiği hızla uzaklaşıyordu.

Bu ilginç videoyu Facebook sayfamdan “bir kadın gazetecinin, kolluk tarafından nezaketle gözaltına buyur edilmesi” başlığıyla paylaşmıştım.



Sur’da İngiliz ve Sırp ajanların yakalanma anı

Bu olaydan birkaç gün sonraydı. Hendek savaşları diye geçen çatışmalar sırasında ilan edilen sokağa çıkma yasaklarının ikinci ayı bitmişti.

Sur’daki keskin nişancılardan bahsediyordu haber ajansları. Ana akım medyanın bangır bangır bağıran haberlerinde, yabancı uyruklu gazeteci görünümlü ajanlar anlatılıyordu.

Tesadüfen Youtube’taki bir video ilişmişti gözüme. İzleyicisi bol bir televizyon kanalı, Sur’da biri Sırp diğeri İngiliz iki şüphelinin yakalanma anını ekranlara taşıyordu. Videoyu yayına sokan site ise “Sur’da İngiliz ve Sırp ajanların yakalanma anı” diye iliştirmişti altına.

Show TV’nin ana haber bülteninden alınmıştı video. Sur’da yakalanan biri Sırp, diğeri İngiliz iki kişinin gözaltına alınması haberini halkımızı ballandıra ballandıra anlatıyordu.

Şaşırdım!

Bir gün önce Facebook’ta paylaştığım videonun aynısıydı bu. Hakkari’de gözaltına alınan kadın gazeteci, Show Tv ekranlarında birdenbire Sırp ve İngiliz şüpheliye dönüşüvermişti… Videoda gözaltına alınan kişinin birkaç Türkçe sözcükle karşı koyma çabasının ise Show Tv spikeri, yabancının Türkçe bildiğini de ekleyerek haberini kurtarmaya çalışıyordu.



Haber Nöbeti’nde birkaç gün

Bundan yaklaşık bir ay sonrasıydı.

Kürt illerindeki zor koşullar altında çalışan gazetecilerle dayanışmak amacıyla Türkiye’nin batısından bir Haber Nöbeti Koordinasyonu oluşturulmuştu. Sonradan  Günter Wallraff Eleştirel Gazetecilik Ödülü’ne layık görülecek proje için her hafta 8-10 kişilik gazeteci grubu bölgeye gidiyor, oradaki meslektaşlarının çalışma koşullarını gözlemliyor, onlarla birlikte habere çıkıyor, gerçeklerini izini sürmeye çalışıyorlardı.

Ben de Haber Nöbeti ekiplerinin yedincisine sızdım!

Sızdım diyorum, çünkü aslında ekipler tamamlanmıştı. İlave yapmalarının, koordinasyon ve planlama açısından güçlükleri vardı.

Oysaki gitmeyi çok istiyordum. On yıllardır topraklarına acıdan başka bir şey ekmemiş o topraklarda az da olsa gerçekle yüzleşmeyi, gazeteci meslektaşlarla dayanışmayı çok önemsiyordum. Koordinasyondan sorumlu arkadaşın yaptığı küçük bir torpille yedinci ekibe dahil olmayı başardım.

Haber Nöbeti ’ne katıldığım süre içinde, DİHA (Dicle Haber Ajansı) ‘nda genç gazeteci arkadaşların özveriyle, canla, başla çalışmalarına tanık olmuştum. Hepsi de gencecik, pırıl pırıl çocuklardı. Haberler art arda geliyordu; Su’dan, Bağlar’dan, Karapınar’dan, Koşu Yolu’ndan… Kameraları kaptıkları gibi koşuyorlardı.

Ajanstaki, yaşça büyük ve deneyimli olanlar nasihat vermeyi ihmal etmiyorlardı onlara; “arkadaşlar dikkatli olun, fazla yaklaşmayın, kolluğun uyarılarına karşılık vermeyin…

Ajansta bulunduğum sürece haber ekibi, büyük, uzunca bir masanın her iki yanında dizilmiş olarak oturuyordu. Ben de aralarındaydım. Karşımda ise iki genç kadın gazeteci oturuyordu.

Akşam olup da ayrılık vakti geldiğinde bütün çalışanlarla tek tek vedalaştık.
Ayaküstü, gerçeğin halka ulaştırılmasında üstlerine düşen sorumluluğa vurgu yaparken bir örneği paylaştım onlarla.

Hani şu Hakkâri’de kolluk tarafından kaçırılan kadın gazetecinin, bir televizyon kanalında nasıl bir Sırp ajana dönüştürülmesi gerçeğinden bahsettim onlara.

DİHA Haber Ajansı ekibiyle vedalaşma
Ben bu örneği anlatırken tuhaf bir şey oldu. Hepsi birden gülümsemeye başladılar... “Ne oldu?” diye sorduğumda tamamının bakışları, gün boyu karşımda oturan, zaman zaman haber için koşup giden, çıkınında türlü haberlerle geri gelen iki kadından birine çevrildi. Zayıf yüzlü, kestane saçlı kadın gazeteciye. Adı Beritan’dı, güldü. Sadece iki sözcük döküldü dudaklarından. “O bendim” dedi. Ve ekledi; “yalnız 2014 değil, 2015 yılıydı.

Evet, Sırp şüpheli ya da ajanı(!) haber muhabiri Beritan, benim DİHA’da Haber Nöbeti’ndeyken bütün gün karşımda oturan genç gazeteciymiş meğer…


Demirden, çelikten, zırhtan oluşmuş bir mevsim

Sinesine yıllardır nice acıların zerk edildiği bir coğrafyaydı orası.
Anlıyordum ki bahar başka bir dilde ulaşıyordu oralara. Sokaklar tutulmuş, köşe başlarında siperler, mevziler; ne yana dönsen silahlı, maskeli adamlar; demirden, çelikten, zırhtan oluşmuş bir mevsim. Kime sorsan bir belirsizlik, nereye dokunsan acı, ne yöne dönsen bir siper. Belki de baharı olmayacaktı o sene oraların...

Nitekim öyle de oldu. O sene, bahar bir türlü gelemedi Fırat’ın doğusuna.
Sonradan, oralarla da sınırlı kalmadı bu. Mevsimler bir başka geçti bütün ülkede. Batıdan başlayan kasırga bir kez daha vurdu oraları.

Gün TV kapatıldı. DİHA Haber Ajansı da öyle. Gün TV’deki bir günlük Haber Nöbeti’nde tanıştığım program yapımcısı, Kürt dili uzmanı, eğitimci Mehmet’in, ben İzmir’e dönerken söylediği “bizi unutmayın” sözü hiç gitmedi kulaklarımdan…
DİHA Haber Ajansı’nda karşımda oturan iki genç kadından Şerife Oruç bir yıldır cezaevindeydi, habere koşamıyordu artık.

Diha muhabiri Şerife Oruç bir yıldır cezaevinde
Şu satırları yazdığım sırada, Şerife Oruç’un Batman’da mahkemesi vardı.  Salondaki televizyondan ise, görülmekte olan Cumhuriyet Gazetesi davasının haberleri duyuluyordu. Ahmet Şık’ın yargılayanları yargılayan ifadesi çığ gibi paylaşılmaktaydı sosyal medyadan. Ben Cumhuriyet’e yazı gönderirken okur temsilcisiydi Güray Öz. Torununun kelebek resmine bile izin verilmeyen Öz’ün savunması düşüyor önüme. O da diğerleri gibi kararlı; “gazetecilik yargılanamaz, mahkum edilemez” diyor…

Fırat’ın doğusundan başlayan soğuk rüzgârlar, artık Fırat’ın batısında da aynı şiddetle esiyordu. Esiyor ve önüne kattığı hemen her şeyi sürükleyip götürüyordu.

Fırat’ın doğusuna ulaşmayan bahar

Tutuklu Cumhuriyet yazarları
Şimdi görüyordum ki, bir yıl önce Fırat’ın doğusuna ulaşamayan bahar, kendini Fırat’ın batısından da esirgiyordu. Sokaklar yine tutulmuş, köşe başlarında kuş uçurtulmuyor. Gazeteler kapatılmış, televizyon kanalları susturulmuş, kültür sanat merkezleri, kadın evleri, sinemalar da öyle. Seçilmişler içerde, yerel yönetimler ise kayyımda. Ne yana dönsen sansür, ne yana dönsen karanlık, ne yana dönsen tuzak; yine demirden, çelikten, zırhtan oluşmuş bir mevsim…

Lakin biliyorum ki kaçarı yok, bahara dönecek bu mevsim!

Nasıl direniyorlarsa Semih ve Nuriye Türkiye için, işte öylesine kolsuz direnişine devam ediyor Ankara, Semih ve Nuriye için.

Bakın nasıl da söylüyor şarkını Ahmet Şık. Sözlerinde, tedirginlikten bir eser var mı? Kadri Gürsel üstüne üstüne yürüyor yalanın, dolanın, riyakârlığın!

Bakın nasıl da kararlı diğerleri…

Ve nasıl ayaktalar, dimdikler; nasıl da karşısında olmaya deva ediyorlar hala kulluğun, köleliğin, biat etmenin!

Başka yolu yok, görüyorum, mutlak baharı olacak bu ülkenin!



20 Temmuz 2017 Perşembe

Surlarından kanayan şehir

Yusuf Nazım
T24 | 20.07.2017

Seni vurdular!
Balıkçılar Çarşısı’nda Dört Ayaklı Minare’ydin sen, ayaklarından vurdular.
Dört Ayaklı Minare’nin başucunda Tahir Elçi’ydin sen, seni bir kez daha vurdular.
Çocukların vardı senin Sur Kapı’da, Dağ Kapı’da, Mardin Kapı’da.
Oyunlar oynarlardı Urfa Kapı’da; Lalabey’de, Melikahmet’te, Hançepek‘de.
Çocukların vardı senin fedai, qırıq, serseri!
Kimi İstanbul’da tinerci, ciğerleri slikozis dolu, kimi birkaç kilo kalmış, kemik.

*  *  *

Sur diplerinde çocukların vardı senin.
Telaş içinde koşarlardı.
Yüzlerinde yorgun suretleri, sanırsın ağır bir dünya yükü. 
Sabahları, siftah yapmak olurdu biricik hayalleri.
Kaşları çatık, bakışları tedirgin, hayal içinde hayal satarlardı.
Senin ki surlarında Yedi Kardeşler’in, Keçi Burcu’n vardı, Kırklar Dağı’yla göz göze, Hevsel’in Bahçeleri’yle komşuydun.
Sen ki bir zamanlar Rumların, Ermenilerin, Süryanilerin yurduydun.
Kürtlere, Türklere, Yezidilere yar olmuştun.
Sen ki taş ustalarının, duvar ustalarının elinde büyümüş, güzel bir diyar olmuştun.
Şimdi söyle bana, nedir bu halin?

Sur içi, 21 Mayıs 2016
Dicle’nin kıyısında bir büyük mezara gömmüşler seni.

Görüyorum.
Taşlarına, duvarlarına, hanlarına kıymışlar senin!
Seni surlarından vurmuşlar!
Bazalttan yapılarına kıymışlar senin ey şehir!
Bütün kapılarını kırmışlar!
Paramparça olmuş kapılarından girmişler, kalelerini zapt etmişler.
Taşını, toprağını almışlar, etini tırnağından ayırmışlar senin!
Seni kürek kürek, kamyon kamyon taşımışlar!
Dicle’nin kıyısında bir büyük mezara gömmüşler seni.
Sana her gün, her geçen gün biraz daha kıymışlar…

*  *  *

Biliyorum.
Sokaklarında simit, selpak satan karakaşlı, kara gözlü çocukların var.
Kayıplarının peşinde diyar diyar dolaşan bağrı yanık anaların var.
Burçların, nasıl da tedirgin bakıyor şimdilerde Dicle’nin vadisine.
Korku dolu, ürkek, huzursuz; kaderine terk edilmiş sürme gözlü Hevsel
Bahçeleri’n var.
Uzak diyarlardan nice hayallerle gelmiş kavimlerin, bütün kapılarından yürüyerek geçmişler.
Onlar ki Deliller Hanı’nda atlarıyla, develeriyle konaklamışlar.
Demiri bükmüşler, bakırı dövmüşler, altını ilmek ilmek işlemişler.
Surlarını dövmelerle süslemişler.
Onlar ki vakit olmuş, Sülüklü Han’ın şarabından içmişler.
Kocatepe’de, Çanakkale’de, Conkbayır’da yedi düvele karşı birlikte vuruşmuşmuşlar.
Sen ki kavimler diyarısın, bazalttan yapılmış duvarlarında 27 kavmin izi var.
Bugünlerde niye böyle boynun bükük?
Söyle bana şehir, o güzelim bahçelerinde başka kimin gözü var?

Dört Ayaklı Minare, Ekim 2016
Mimberlerde okunan dua, kiliselerde ayin!

Şimdi eğil de bir surlarına kulak ver. 
Dinle!
Harap duvarlarının, bazalt kayalarının sana diyecekleri var.
İnanma, senin için söylenenlere, hep yalan!
Sana verilen vaatler, senin için söylenilen ilahiler hep yalan!
Camilerde ezan sesi, mimberlerde okunan dua, kiliselerde ayin!
Hepsi yalan!         
Nasıl anlayacak şimdi seni kalbim?
Nasıl inanacak bunca yalana, nasıl kanacak?
Seni nasıl anlatacaklar bu şehrin tarihine?
Çocukların, surlarına bakıp da neleri hayal edecekler?
Hangi yüzle sığacak bu ülkenin vicdanına bunca riyakârlık?
Gelenler, yemişlerini toplar olmuş hep sofrandan.
Sen kendi çocuklarına niye böyle haramsın?
Söyle bana ey şehir, sen hangi yüzyıla kanayan yaramsın?

*  *  *

Duyuyorum.
Ezan sesleri eksilmiş semalarından.
Yerine, dalga dalga anonslar yükseliyor artık minarelerinden.

Ali Paşa, Veli Paşa Mahalleleri yıkılacak!”

diyorlar...

Surlardan bir görünüm
Seni surlarından, minarelerinden; seni tarihinden yıkmak istiyorlar ey şehir!
Elimden bir şey gelmiyor, laikin sana bir çift sözüm var…
Taşköprülerin de onlarca gözün var senin.
Onun akışına karşı gelenlerin mezarlığı olmuştur hep tarih.
Boyun eğmeyecek surların, her devirde başı dik kalmış kalelerin, binyıllardır
taşlarına el sürmüş kavimlerin var senin.
Biliyorum, belki güç, belki bağışlaması yok tanrıların!
Bırak o zaman, kalmasın içimde, söyleyeyim!
Aman dilemiyor, dilemeyecek bu şehir kimseden.
Aman dilemeyecek yıkılan surlar.
Aman dilemeyecek kimse!
Çünkü senin, kapılarına hayat veren dokuz bin yıldan eski bir tarihin var.

Amed’sin, Amida’sın, Dikranagerd’sin sen!

Bil ki, yalnız değilsin.
Sana nasıl diz çöktürebilirler?
Surlarının ötesinde aklı sende olan kardeşlerin var.
Lakin söyle bana, hangi kardeşin, hangi kardeşe ahısın sen?
Sana, zulümlerden zulüm beğen diyen nasıl tanrıların var?
Söyle, niçin çocukların senden böyle uzakta?
Ocakları sönmüş, yurtları tarumar, aşları eksik.
Kimi pancarda, fındıkta, tütünde, pamukta…
Çocukların neden gurbet yollarında şimdi senin?
Niçin böyle tersanelerine sağ girip, üç günde ölü çıkan evlatların var?

Diyarbakır Surlarından Hevsel Bahçeleri, Kırklar Dağı ve On Gözlü Köprü
Görüyorum, Surp Sarkis zor durumda.
Anto Dayı mezarında huzursuz, Surp Giragos’tan ise haber yok.
Çanı düştü mü, duvarı yıkık mı, bahçesi temiz mi?
Paramparça olmuş şimdi bazalt taşların.
İş makineleri sabırsız, üç vardiya birden çalışmada.
Biteviye betonla dolduruyorlar kalbini.   
Şimdi nasıl atacak bu yürek, nasıl yaşayacak; tarihine neler yazacak bu şehir senin?
Kubbelerin delik deşik olmuş, kiliseler çansız, minareler ezansız.
Duvarların neden böyle yıkık, semtlerin harap, çocuk sesleri azalmış sokaklarında.
Söyle bana, Dicle’nin kıyısında zaman, nasıl böyle nankör, nasıl böyle vefasız?

*  *  *

Haberin var mı?
Kırklar Dağı bir süredir zaten yaralı.
Sana nasıl kıymışlar böyle ey şehir!
Dicle’nin kıyısında, kanın tarihe karışıyor, sen şimdi Dicle gibi yaralı bir nehirsin.
Suları yetmiyor Dicle’nin yıkamaya.
Hevsel’in bahçeleri örtemiyor yaralarını.
Diline mühür, ayaklarına prangalar vurulmuş, duvarlar içinde kalmış bir esirsin sen.
Etrafı bazalt kayalarla çevrilmiş bir bekirsin.
Amed’sin, Amida’sın, Dikranagerd’sin.
Yedi veren güllerinin diyarısın.
Diyarbakır’sın sen!
Söyle!
Nasıl bir kardeşliktir bu sana reva görülen?
Hangi yüzyılda, hangi kardeşin, hangi kardeşe zulmüsün?
Neden minarelerinden vurulmuş, niçin kiliselerin yaralı?
Niye böyle surlarından kanamalı bir şehirsin şimdi sen?


Not: Sur, 9000 yıllık şehrin merkezinde bulunan ve etrafı surlarla çevrili ilçedir. İlçenin etrafını saran 5000 yıllık surlar, dünyanın ikinci büyük surları olup UNESCO tarafından Dünya Tarihi Listesi’ne alınmıştır. Aralık 2015’te başlayan çatışmalar sonucunda Suriçi’ndeki 595 tescilli yapıdan 89’u tamamen yıkılmış, 48 yapı da hasar görmüştür. Uydu fotoğraflarında bazı mahallelerin büyük oranda ortadan kalktığı anlaşılmaktadır. İlçedeki bazı mahallelerde ise “kentsel dönüşüm” adı altında yıkım ve yeniden yapılaşma sürmektedir.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/surlarindan-kanayan-sehir,17727

9 Temmuz 2017 Pazar

Bir insanı boğazlamak!

Yusuf Nazım
T24 | 09.07.2017


Bu yazı, metin içinde yer alan bir video görüntüsündeki insan boğazlamanın saniye saniye anatomisidir.

1.saniye:
Bir kadın ve adam.
Binayı çevreleyen demir parmaklıkların önündeler.
İlk bakışta, aralarında bir boğuşma yaşandığı izlenimini ediniyorsunuz.
Ama yanlış!
2.saniye:
Bir anda, karşılıklı bir arbede değil, adamın kadını boğazlamaya çalıştığı izlenimine kapılıyorsunuz.
Dehşet verici bir durum!
Üstelik belinde silah var adamın.
Polis olmalı.
Oysaki giysileri bir polisinkilere benzemiyor.
Ama üniformalı…
4.saniye:
Kadraja bir adam giriyor.
Bir an için, arka plandaki boğazlama sahnesini kapatarak sakince yürüyüp geçiyor.
Sol eline defter, ajanda gibi bir şeyler var.
Duraklamıyor bile!
6.saniye:
Demir parmaklıklar önündeki adam, kadına zor kullanmaya devam ediyor.
Boğazlama sahnesi bütün dehşetiyle sürmekte.
Adam, kadının baş ya da boyun bölgesine olanca gücüyle bastırıyor.
Genç kadının ayakları yerde, demir parmaklıkların kaidesinde, eğreti durumda.
Adamın, boynuna bastırması nedeniyle kadının gövdesi, geriye doğru kaykılıyor.
Galiba rüzgâr var.
Aniden ikisinin arasından, üstünde yazılar olan, afişe benzer bir kâğıt parçası savulup uzaklaşıyor.
8.saniye:
Kadraja iki adam giriyor.
Birinin elinde bir çanta.
Kaldırımda olağan bir şekilde yürüyorlar.
Kollarını sallayarak umursamaz bir şekilde gidiyorlar.
Sanki çığlıkları duymuyorlar, sanki orada biri boğazlanmıyor…
Dönüp baktıkları belli ama yine de duraksamıyorlar.
Boğazlama görüntüsü bir an için kayboluyor.
9.saniye:
İki adamın hemen arkasında genç bir delikanlı gözüküyor.
Altında gri, kapri pantolan, ayaklarından spor ayakkabı, sağ elinde pet şişe.
O da hızını kesmiyor.
Bir anda ekranda beş kişi oluyorlar.
Arkada, kadının boğazına ya da başına çökmüş bir adam.
Hemen önünde, kaldırımda hızlı adımlarla yürüyen delikanlı.
Ve önünde yan yana yürüyen iki kişi daha...
Üçü birden, bir an bile hızlarından bir şey kaybetmeden geçip gidiyorlar.
Hızını kesmese bile delikanlının, ekrandan kaybolmadan önce dönüp, boğazlama olayına baktığı belli oluyor.
12.saniye:
Adam, olanca gücüyle kadının baş tarafına abanıyor.
Çaresizce çırpınıyor kadın.
Bir ara, kurtardığı sağ eli, adamın kolunun altında yukarı doğru kalkıyor.
Sanki iki parmağı açık.
Zafer işareti mi ne?
Bir uluma duyuluyor!
Kadının boğulma sesine benziyor bu.
Adam, kadını sırt üstü yatırmış durumda artık.
Kurban, bir kez daha sağ kolunu kurtarıyor.
Parmaklarıyla yaptığı zafer işareti açıkça görülüyor.
20.saniye:
Bir feryat daha kopuyor aniden.
Kadınca bir feryat bu!
Boğuk, kesik kesik, canhıraş...
Boğazlanan, nefesi tükenen, can havliyle çırpınan bir canlının çığlığına benziyor.
Derken, bir adam daha giriyor kadraja.
Sol elinde bir çanta.
Yürüyor.
Dönüp bakmıyor bile.
Hızını dahi azaltmıyor.
Geçip gidiyor…
21.saniye:
Kurban teslim alınmış gibi.
Adam, elleriyle kadının boğazına çökerken birden kameraya takılıyor gözü!
Başını bahçeye taraf çeviriyor.
İçerde birilerine sesleniyor sanki…
Boğuk bir çığlık daha yükseliyor kaldırımdan.
Adam bastırıyor, bastırıyor, bastırıyor…
Kadın çırpınıyor, çırpınıyor, çırpınıyor…
Bir anda nasıl yapıyorsa sol bacağını kaldırıyor, sağ eliyle de kendini kurtarmaya çalışıyor.
27.saniye:
Çırpınışları devam ediyor genç kadının.
Adamın sol eli, birkaç kez kadının yüzüne doğru, bir ileri bir geri gidip geliyor.
Kadının canhıraş çığlıkları peş peşe üç beş kez art arda yankılanıyor.
36.saniye:
Adam başını hızla sola doğru çeviriyor.
Başını çevirdiği yönden kaldırıma aniden bir gölge fırlıyor.
Kadının feryat figan çığlıkları devam ediyor.
Gölgenin ucundan hışımla bir gövde atılıyor ileriye!
Aynı üniformalı.
Aynı beli silahlı.
Hamlesi kameraya doğru…
38.saniye:
Görüntü burada sonlanıyor…

*  *  *

Düşünüyorum…
Üniformalı adam, parmaklıkların dibinde, elinde bir bıçakla yatırdığı kadının boğazını kesiyor olabilir miydi?
Bu imkânsız!
Çünkü yerlerde kan yok!
Adam, kadını gerçekten boğazlıyor muydu, onu da anlamak güç!
Ama görüntü, öyle bir izlenim veriyor.
Belki de, kadının bağırmasını, slogan atmasını önlemek amacıyla ağzını kapatmaya çalışıyordu…
Peki niye korkuyordu?
Öfkeli bir şekilde, görüntü alan kişiye doğru koşmasının nedeni neydi?

*  *  *
Nazife Onay, KHK mağduru öğretmen

Gerçek şu:
Görüntü, 5 Temmuz 2017 günü Semih Özakça ve eşi Esra Özakça'nın Twitter hesabından paylaşılır.
Videodaki kadın, 2008 yılında Mardin’in Derik ilçesinin bir köyünde yaptığı öğretmenlik görevi sırasında gösterdiği başarılarından dolayı MEB tarafından teşekkürle ödüllendirilmiş Nazife Onay’dır.
15 Temmuz sonrası, 7 Şubat’ta yayınlanan KHK ile meslekten ihraç edilmiştir.
O gün kendini, aynı MEB’in Ankara’daki binasının demir parmaklıklarına kelepçelemiştir.
Amacı, açlık grevindeyken tutuklanan Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın serbest bırakılması ve işlerine geri dönmelerini sağlamaktır.  

*  *  *

Alışıldık bir Türkiye panoraması.
Ülkenin başkentinde sıradan bir gün.
Adamın biri, sokağın ortasında genç bir kadının ümüğüne çökmüş.
Sanki/belki kadını boğazlıyor.
Çığlıklar feryat figan.
Önünden insanlar geçiyor.
Kimi yürürken bakıyor, kimi başını çeviriyor, kimi bakmıyor bile!
Sokakta biri mi boğazlanıyor, bir kadına tecavüz mü ediliyor, birinin canına mı kastediliyor...
Kimsenin umurunda değil!


*  *  *

Ama birilerinin umurunda!
Kadını boğazlamaya çalışan adam!
Eylemin aktif yürütücüsü özel güvenlik elamanı yani.
Onun umurunda!
Görüntü alındığını fark edince panikliyor, hemen yardım çağırıyor.
Ardından –saniyelerce sonra- aceleyle fırlıyor biri.
Nedense öfkeli.
Panik halinde, suçlu bir telaş içinde koşuyor.
Belli ki korkuyor!
Korkuyorlar!
Yaptıkları şey her ne ise, iyi bir şey yapmadıklarının farkındalar.
Görülmesin, duyulmasın, bilinmesin istiyorlar.
Hırsla, hışımla, öfkeyle koşması bundan.
Görüntüyü çekeni bir yakalasa var ya…
Muhtemelen o da, diğerinin yaptığı gibi yatırıp, acımasızca basacak ümüğüne!
Belki oracıkta, yeni bir boğazlama sahnesi daha yaşanacak.
Bilmiyoruz.
Kayıt burada bitiyor.
Kovalayan özel güvenlik elamanı, muradına ermişe benziyor.

*  *  *

Tarih 5 Temmuz 2017.
Başkent Ankara.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın önü.
Adamın biri, sokağın ortasında bir kadını boğazlıyor.
Kadının çığlıkları yükseliyor.
Önünden insanlar geçiyor.
Sessiz, acelesiz, telaşsız.
Dönüp bakmıyorlar bile.