26 Ağustos 2018 Pazar

Beni bul anne!


Yusuf Nazım
T24 | 26 Ağustos 2018

Ben yokum!

Beni bul anne!

Bak, sesimi ellere verdim.

Sokaklara, meydanlara bıraktım kendimi. Yetmedi, bir duyan olur diye dünyalara saldım çığlığımı.

Bağırdım duymadın; çağırdım gelmedin; su istedim vermedin!

Bak bir hafta daha geçti, 700. kezdir beni aramaya geldin, bak yine bulamadın beni anne!

* *  *

Ne kadar zaman oldu, ben yokum!

Vaktiyle kirli bir sabahın ayazında, izbe karanlık bir yolda, ya da bir şehrin ortasında aldılar beni!

Beni karanlık, beni kirli hücrelere koydular; bana bilmediğim sorular sordular. Beni çocukluğumdan ayırdılar; beni annemin kokusundan, beni babamın şefkatinden, beni kardeşlerimin sevgisinden mahrum koydular!

Bana bir ömürlük hayatı çok gördüler anne!

Ben ki uzunca bir süredir ülkemin tenhalarındayım. Ben ki bu coğrafyanın en kokuşmuş bir anındayım; belki çürümüş, taşa, toprağa karışmışım.

Beni aramaktan vazgeçme! Hiç değil iki kemiğim bulunsun, hiç değil içinde iki kemik olan küçük bir mezarım olsun anne!

Biliyorum, çokça yıl gezdin peşim sıra, kendini taştan taşa vurdun. Ağladın, ağıt yaktın ardımdan. Biliyorum yirmi üç yıl aradın, yoruldun!

Yine de bulamadın beni, olsun, sakın vazgeçme anne!

Belki ıssız bir ormanda, bir ağacın dibinde mezarsız bir şekilde gömülmüşüm.

Belki, bir çukurdayım, üzerime taşlar bırakılmış, evraksız, kayıtsız, unutulmuşum.

Belki bir asit kuyusunda son zerreme kadar yakılmış, taşa toprağa karışmışım.

Belli ki karanlık bir hiçlikteyim ben anne!

*  *  *

19 yıl önce
Bekliyorum, sonunda beni bulacaksın, vazgeçme anne!

Emin ol, ben bu ülkenin toprağındayım; tarlasında, ormanında, gizli bir kuytusundayım.

Beni kaybedeler bilirler, kaderimde onların ellerinden bedenime bulaşmış bir nefretin izi var.

Çığlıklarımda emir komuta ile gelen sinsi bir kötülüğün sesi var.

Onlar yaşıyorlar anne!

Onların mavi, kahverengi, karanlık bakışları var. Etleri var kemiklerinin üzerinde; mor, kırmızı, beyaz; damalarından akan sıcak kanı var. Onların çocukları var anne; arabaları, evleri, işyerleri…

Benim bir mezarım bile yok anne!

Beni kaybedenlerin birer hayatları var! Güneş çekilince evlerinde olurlar onlar, sabah olunca işlerinde, güçlerinde…

Onlar ki, her akşam aileleriyle yemek yiyorlar, onlar ki deniz kenarına gidiyorlar, güneşleniyorlar; koşup oynuyor, eğleniyor, dans ediyorlar. Çocuklarının ellerini korkusuz seviyorlar onlar, torunlarının başlarını tereddütsüz okşuyorlar…

Oysa ben yaşamıyorum, yerim yurdum yok benim anne!

*  *  *

Kaybolmasaydım eğer, benim de hayallerim vardı, geleceğe dair. Benim de bir ülkem olacaktı, çocukluğumu tez elden büyüttüğüm.

Şimdi, karanlık, gizli bir dehlizin bilinmezindeyim anne. Talihsiz ülkemin izbe, karanlık bir geçmişindeyim. Nedense, yaşım başım hep aynı kalmış, çoğu kez siyah beyaz bir fotoğrafın üzerinde pozlaşmış, flulaşmışım ben.

Duydum ki sen yaşlanmışsın anne. Bense hep aynı kaldım. Duydum ki kardeşlerim büyümüş, çoluğa çocuğa kavuşmuşlar, yerini onlara bırakmışsın.

Görenlerim hep aynı görüyorlarmış beni, meğer hiç büyümemişim. Ne sevgilim olmuş, ne bir kıymetlim, ne evlenmişim.

Biliyorum, ben yokken yemekler yaptın bana her gün, kimseye yedirmedin.
Yıllarca açık bıraktın odamın kapısını, bir gün gelirim diye. Biliyorum, masam da hep aynı kaldı odamda, yerdeki kilim, eşiğin önündeki ayakkabılarım da; tıraş takımımın bile yerini değiştirmedin.

Ben bu toprakların çocuğu değil miyim anne? Bu ülkenin kaderi, geleceği, umudu değil miyim ben?

Beni aramaktan sakın vazgeçme, bir gün mutlaka kavuşacağız anne!

*  *  *

19 yıl sonra
Türkülerimiz hep aynı kaldı, beni unutma anne!

Sayım bir değil, beş değil, on değil ki benim; sayım yüzlerle, binlerle sayılıyor anne. Listelerde 16.500 kayıp kişi olarak geçiyormuşum, öyle diyorlar. Kayıtlarım var benim anne; poliste, jandarmada, karakolda… Tanıklarım var benim, görenlerim, sesimi, çığlığımı duyanlarım…

Bir zamanlar vakitsiz çalınmış kapım, alınmış, bir meçhule götürülmüşüm. Sorgulara, suallere çekilmişim. Soranlara yok demişler beni; benim için, bıraktık eve gitti, dağa gitti demişler…

Bazen bir listede adım kalmış kazaen, bazen bir kazak parçası, bazen bir tanık bırakmışım geride…

Beni bırakma anne!

Anılarım yol göstersin, gözlerim ışık olsun, kokum hayat versin sana.

*  *  *

İşte yine geldi, bir cumartesi yine geldi.

Biliyorum, zaman çabuk geçti anne, yıllar su gibi aktı, analar yerlerini evlatlarına, babalar torunlarına bıraktı.

Biliyorum, çıktığınız yoldan asla geri dönmediniz; dayak yediniz yılmadınız, kalçalarınızda diş izleri kaldı köpeklerin, vaz geçmediniz. Her cumartesi taşı, betonu hayatlarınıza mekân eylediniz.

Haftalar, aylar geçti, yirmi üç yıldır buradaydınız. Derken umudunuzu 700. haftaya taşıdınız.

Görüyorum ki yine korktular sizden anne. Yine kapalı kapılar arkasında yapıldı hesaplar, yine gizli verildi talimatlar, bir hafta daha çaldılar yine ömrünüzden.

Görüyorum ki yine yasak, yine zehir düştü bu ülkede payınıza; yine acı, yine keder, yine gözyaşı zerk edildi hayatlarınıza…

Olsun, sen yine de sakın vazgeçme, analar çocuklarından hiç vazgeçer mi anne?

Ben ki bu cennet yeryüzünün soldurulmuş binlerce çiçeğinden biriyim.

Ben ki Hasanlardan, Kenanlardan, Seyhanlardan, Abdurrahmanlardan sadece biriyim.

Ben ki bu toprakların ah’ı, ben ki bu ülkenin yok olmayan vicdanıyım.

Duy beni anne!

Sadece, “beni bul anne!” demek istemiştim sana.


24 Ağustos 2018 Cuma

Anne su!

Yusuf Nazım
T24 |22 Ağustos 2018


Çıplaktır.
Küflü, kirli bir karanlık basmıştır odayı.
Elleri arkadan bağlıdır.
Çırılçıplak bedeni, iki çelik dolap arasında, ayaklarından bağlı bir iple baş aşağı asılmıştır.
Kan ter içinde kalmış vücudunda, kötücül bir nefretin kanattığı, bir çocuk bedenine fazlasıyla büyük gelen izler taşımaktadır.
Henüz on üç yaşındadır.
Kaldıramayacağı kadar büyük bir yükün ağırlığı altında gözlerini karalar basmış, şuurunu yitirmiş, bayılmıştır.
Onca acının, kanın, fenalığın kararttığı gözlerinin perdesi yavaşça aralanır, kapı aralığından bakan kadını görür.
Başını mecalsizce kaldırır.
“Anne su!” der, “anne bana su ver!”
Başka bir şey demez!
Diyemez!

Annedir ama annesi değildir Fehime!

Adı Fehime’dir.
Su veremez, sadece bakar! Kollarından tutularak getirildiği kapı aralığından içeri çaresizce bakar.
Yüreğine, o ana kadar hiç tanımadığı şiddette bir acının zerk edildiğini hisseder.
Annedir ama annesi değildir!
Tanımadığı o çocuk gibi o da gözaltındadır. Tıpkı on birindeki Hazni, on üçündeki Davut gibi; Davut’un annesi Hayat gibi… Tıpkı on altısındaki Nedim, on dokuzundaki Mehmet Emin, yirmisindeki Abdurrahman Olcay, yirmi birindeki Abdurrahman Coşkun gibi…
İçine doğdukları coğrafyanın kaderi onları, ölümün hep kanla sınandığı bu talihsiz topraklarda, karanlık, kirli, küf kokulu odaların izbeliğine sürüklemiştir.

Birazdan, o malûm kirli yapışkanlık büyüyecek, istemsiz çığlıklar yükselecektir hücrelerden. Çocukların, çocuk yaştaki gençlerin, kadınların bedenleri, babalar ve anaların gözleri önünde acıya, kana, kötülüğe bulanacaktır. Ve çocuklar, anne babalarının hayatlarına zerk edilen sınırsız acıların kaçınılmaz tanıkları olacaklardır...
Orada, bir insan bedeni üzerinden işlenecek en ağır suçlar; en arsız, en zalim, en hoyrat biçimde işlenmeye devam edilecektir!

Bir gün önce, bir buçuk yaşındaki oğlu, bir rütbeli tarafından kucağından alınmış, duvara fırlatılmıştır Fehime’nin!
Çırılçıplak bedeni ayaklarından baş aşağı asılmış, on üç yaşında bir çocuğa su veremeyecektir Fehime!
Kapı aralığından çaresizce bakacaktır Fehime…

Dargeçit kazıları, 2012
“bir hafta ömrün kaldı”

Adı Süleyman’dır.
Çocuklar, torunlar büyütmüştür.
Bitişikteki odada bulunan, kucağında çocuklu kadının babasıdır.
Karanlık, küflü hücrelerde bir bir kanatılırken çocukların ruhları, gençlerin ve kadınların acılar içindeki çırpınışları birbirlerine izletilmiştir.
Yüzünü Süleyman’a dönmüş bir komutan, kibirle kaldırmış yüzünü “bir hafta ömrün kaldı” demiştir.

Zaman kimi topraklarda acelecidir, hoyrattır, acımasızdır.
Aradan dört ay geçmiştir.
Sene 1996, Mart’ın altısıdır.
Issız bir belde, yanmış topraklar, bir korucu köyü, köyde kör bir kuyu; içinde, işkence edilerek öldürülmüş, kafası gövdesinden ayrılmış bin insanın başsız bedeni bulunmuştur!
Soruşturma evrakları, otopsi raporları, dna testleri…
“Kafasız cesedin adı Süleyman’dır” demiştir.
Süleyman’ın acılara doymuş coğrafyası, kahrından bir kez daha yanmış, bir kez daha kavrulmuş, bir kez daha erimiştir.

Berfo Anne’dir, Elmas Anne’dir, Emine Anne’dir artık o

Bu sefer adı Asiye’dir.
Telefonla bağlanmıştır televizyona.
Sesi ağlamaklıdır. Kötücül bir coğrafyanın çaresizliğini başka ve bilinmeyen bir dilden anlatmaktadır…
Bir Cumhuriyet Bayramı günü evinden alınan, son olarak bir kapı aralığından çırılçıplak bedeni baş aşağı asılmış olarak görülen oğlu Seyhan’ı aramaktadır.
Gitmediği devlet kurumu, derdini anlatmadığı yetkili, çalmadığı kapı kalmamıştır.

Çığlığını bir televizyon aracılığıyla dünyaya duyurmasının ardından gözaltına alınır Asiye. Günlerce ağır işkencelerden geçirilir, 11 gün sonra yarı baygın bir şekilde ıssız bir yere bırakılır.

Doğup büyüdükleri toprakları kasıp kavuran kötülük baş edilecek gibi değildir. Karşı koyamadıkları bu yangın 1997 yılında Asiye Ana ve eşi Ramazan’ı İstanbul’un varoşlarına savurur.  Asiye Ana’nın yüreğindeki ateş, onu, 1998 yılında önce İnsan Hakları Derneği’ne, sonra da Galatasaray’a götürür.
Orada, kendisi gibi evlatlarını, eşlerini, yakınlarını arayan başka kadınlarla tanışır.
Cumartesi Anneleri denmektedir onlara. Her cumartesi günü, Galatasaray Meydanı’nda, ellerindeki kırmızı karanfillerle sessizce oturmakta, kayıplarını aramaktadırlar…

Dargeçit kazıları, 2012
O günden sonra, artık bir Cumartesi Annesi’dir o; Berfo Anne’dir, Elmas Anne’dir, Emine Anne’dir artık. Her hafta, koluna giren biri yardımıyla Galatasaray’a gelir, on üç yaşında kaybedilen oğlu Seyhan’la birlikte bütün kayıpların sessiz çığlığına ses olmaya çalışır.

Asiye Doğan, 2000 yılının 31 Ekim’inde, oğlu Seyhan’ına kavuşamadan hayata veda eder. Cenazesi İstanbul, Altınşehir’deki mezarlığa defnedilir.
Cumartesi Anneleri’nden Asiye Ana’nın boşluğunu bu sefer eşi Ramazan dolduracaktır. Baba Ramazan, oğullarının hiç değil bir mezarı olsun ister. Sonraki yıllarda da Galatasaray Meydanı’nı terk etmez, Cumartesi Anneleri’yle beraber olur.
Ne var ki onun yüreği de, yaşadıkları acılara ancak 2010 yılına kadar dayanacaktır. Baba Ramazan, geçirdiği kalp kriziyle birlikte hem yaşadığı talihsiz hayata, hem de çektiği onca acıya, eziyete gözlerini yumar.
Böylece, Baba Ramazan da, oğullarının bir mezarı olduğunu göremeden, başında bir çift dua edemeden eşi Asiye’nin mezarının yanına gömülür.

Elinde ağabeysinin kemikleri

2012 yılı, Şubat ayının on yedisidir.
Mardin’in Dargeçit ilçesi, Bağözü Köyü’nde bir kepçe, cılız kalabalığın ortasında toprağı kazmaktadır. Açılan çukurun içi taşlarla doludur.
27 yaşında genç bir adam, kuyunun içindeki taşları bir bir kaldırmakta, toprağı avuçlayıp içindekileri ayıklamaktadır…
Taşların altından bir kemik parçası çıkar. Derken bir kemik parçası, bir kemik parçası daha… Kemiklerle birlikte bir de kazak çıkmıştır.
Genç adamın adı Hazni’dir ve elinde ağabeysinin kemiklerini tutmaktadır.
Hazni, 17 yıl önce, 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nda, ağabeyi Seyhan’la birlikte gözaltına alınmış, bir köpek kulübesine kapatılmış, işkencede kaldığı karakolun bodrum katında, 3 gün boyunca bitişikteki odada bulunan Seyhan’ın çığlıkları dinletilmiştir.
Hazni, ağabeyi Seyhan’ı kazağından tanımıştır!
22 Temmuz 2013 yılında adli tıp kurumundan gelen rapor, yapılan DNA karşılaştırması sonucu kemiklerin Seyhan Doğan’a ait olduğunu söyler.
Böylece Cumartesi Anneleri’nin ısrarla adalet arayışları bir kez daha sonuç vermiş olur.

Asiye Ana ve Baba Ramazan’ın vasiyetleri yan yana gömülmekti. “Seyhan'ı bulursanız bizi yan yana gömün" demişlerdir.
Bu vasiyet üzerine çift, Altınşehir’deki mezarlarından çıkarılarak Dargeçit’e götürülürler. Burada yapılan törenle Asiye Ana ve Baba Ramazan, oğulları Seyhan’la yan yana gömülürler. Yaşam onları kavuşturamamıştır. Birbirilerine doyamadan, yüreklerine hep acılar zerk edilmiş olarak, hep hasret biriktirerek yaşadıkları bu hayatta ancak ölüm kavuşturmuştur onları.

Küfelerinde ölümle, kanla, korkuyla sınanmış toprakların hikâyeleri

25 Ağustos 2018, Cumartesi.
Kayıp yakınları 700.kez İstanbul’daki Galatasaray Meydanı’nda olacaklar.
Bir kez daha yaralarına yaslanarak, ağır, aksak evlerinden çıkacaklar; küfelerinde ölümle, kanla, korkuyla sınanmış toprakların hikâyelerini taşıyacaklar.
Ağızlarında bıçak açmaz suskuları, ellerinde kayıp resimleri, yakalarından birer kırmızı karanfil, hep birlikte ülkelerinin kaybolmuş vicdanını arayacaklar…

Bu hafta, acılarını alın çizgilerinde derin bir çığlık gibi taşıyanların haftası.
Bu hafta inancın, arayışın, umut etmenin 700.haftası.
Gelin, bu hafta kendinize ve insanlığa bir iyilik yapın.
Sizler de bir cumartesi gününüzü kayıplar için ayırın.
Çocuklarınızla gelin; anneleriniz, babalarınız, kardeşlerinizle; sevgililerinizle gelin.
Yedi yüz haftadır Galatasaray’ın taşından, betonundan, duvarından yükselen bu sessiz çığlığa siz de kulak verin.
Sanki yüzyıllardır o meydanda kalmış, taşlaşmış, anıtlaşmış gibi duran yüzlere iyi bakın.
Bir ülkenin can çekişen vicdanının ölüm kokan sessizliğini duyacaksınız orada.
Hayalleri, henüz büyümeden kaybedilmiş çocukların “anne su” diye yalvaran seslenişlerini göreceksiniz orada.

+++

Not/Dargeçit Davası: 29 Ekim – 3 Kasım 1995 tarihleri arasında Mardin’in Dargeçit İlçesi’nde evlere baskınlar yapılır ve üçü çocuk, ikisi lise öğrencisi 7 kişi Dargeçit Jandarma Taburu’nca gözaltına alınarak kaybedilir. Kayıp yakınlarının başvuruları dikkate alınmaz, yapılan girişimler sonuç vermez, dava açılmaz, açılan davalar da kapatılır.
29 Mayıs 2009 tarihinde İHD Mardin Şubesi’nin çabası sonucunda Dargeçit Cumhuriyet Başsavcılığı dosyayı yeniden açar ve soruşturma başlatır.  Savcılığın yürüttüğü soruşturma kapsamında Dargeçit kayıplarının gözaltında öldürülerek kuyulara gömüldüğü gerçeği ortaya çıkar. 2012 – 2013 ve 2015 tarihleri arasında yapılan kazılar sonucunda, gözaltına alınan kişilere ait, kimilerinde mermi delikleri bulunan 11 kafatası ile ağır işkence izleri taşıyan kemiklere ve elbise parçalarına ulaşılır.
Süleyman Seyhan'ın atıldığı kuyuyu gösteren uzman çavuş Bilal Batırır'dan ise bir daha haber alınamadı. Batırır’ın, Dargeçit Jandarma Taburunda kalorifer kazanında yakıldığı iddiaları, savcılık soruşturmasına geçti.