18 Haziran 2012 Pazartesi

Amida'nın düşleri

Yusuf Nazım
Özgür Gündem /16 Haziran 2012


İşte geldim sana Amida! Yüreğimde, sınırsız bir kardeşlik hasretinin şarkısını söyleyerek dayandım kapılarına. Sana olan dayanılmaz özlemimi gidermeye geldim sonunda...

Şimdi, kaybettiğim düşlerimi arıyorum sende. Bizi ortak bir hayata bağlayan düşlerimizi. Bereketli topraklarında yüzyıllardır onulmaz cefalarla korkusuzca büyüttüğün, uğruna nice bedeller ödediğin, bir büyük insanlık hayaliyle bu yeryüzü cennetine sayısız hayatlar bağışladığın düşlerini arıyorum senin Amida.

Sur diplerinde çocuklar, telaş içinde koşuyorlar, yorgun suretlerini yüzlerinde ağır bir dünya yükü gibi taşıyarak. Biliyorum, siftahsız gitmemek evlerine biricik hayalleri. Büyümüş de sanki küçülmüş figürleri gibi bu hayatın; öylesine sessiz, öylesine masum. Bakışları, sanki hayal içinde hayal satıyorlar. Taş kaldırımlara uzuyor gölgeleri sere serpe.

Bilmiyorlar, niye yavuklu gibi onlara mesken oluyor dağlar. Niye durduk yerde kaçakçıya, eşkıyaya çıkıyor adları. Niye düğün dernek yerine, ölüm haberleri yer alıyor manşetlerde gençlerin.

Ahh, Amida! Bunlar senin çocukların mı yoksa? Gülüşleri eksik, yürekleri ince.. Yolcuyum bu diyarda, keşke biraz daha kalabilsem sende Amida. Keşke biraz daha bilsem seni, biraz daha tanısam, biraz daha anlasam; hani o duvar diplerinde çocukları, yürekleri yangın yeri kadınları; dertleri çok, dermanı yok, düşleri yarım kalmış genç kızları…

Amida’nın düşlerini arıyorum; ıssız sokaklarında, bazalt taşlarıyla döşenmiş eski kaldırımlarında, birbirine büzülerek sokulmuş, korkuyla nefes alır gibi gecekondularında…

Duyuyorum, sokaklar kendi dilinden başka bir dille konuşuyor. Utangaç yüzlerini surlara gömmüş kondular mahzun. Kırık dökük suretleri gibi dizilmişler duvar diplerine. Sanki ödünç aldıkları bir hayatı yaşıyorlar. Nereden gelmişler, hangi kavmin geride kalan artıkları bunlar, nasıl faili meçhul bir yangından sağ kurtulmuşlar? Hayalleri nerede unutulmuş?

Yaralı bir kente benziyor bedenim, yorgun. Ezeli bir sessizliğe bürünmüş gibi taş avlular, sanki eski sahiplerini bekliyor. Hanlar sokağında kalabalıklar dalga dalga çoğalıyor. Birden, bir çocuğun yenik bakışlarında buluyorum kendimi. Ahhh o gözler! İri mavi gözlerinde yoksunluğun diğer adı, buğulu gözler! Baktıkça içinde kaybolup gittiğim gözler. Kalbimin gözleri, gelmiş geçmiş bütün kavimlerin gözleri; baktıkça yüreğimde kılıç yarası gibi sıcak izler bırakan gözler... Mavi gözlü çocuk sur dibinde küçük adımlarla koşuyor. Belki de bir yanında yaralı bir yürek taşıyor. Uzatıyorum ellerimi kaçıyor. Körpecik bedeniyle, küçük çarpık bacaklarını birbirine vurarak uzaklaşıyor.

Amida’nın düşlerini arıyorum; Melik Ahmet’te, Suriçi’nde, Hançepek’te..

Bir kadın! Yüreği yangın yeri, bakışları meydan okur gibi, öfkeli ve mağrur. Bu dünyada kaybedecek neyi kalmış? Kelimeler, keskin bir bıçak gibi diziliyor dudaklarına, sözleri alaz; Bir gece askeran basmış köylerini. Gerisi ateş, gerisi barut, gerisi kan ve zulüm; gerisi mezalim… Ansızın bitivermiş hayat. Kim bilir kaç asır tütün ekmiş, kaç evlat vermiş o topraklara, kaç mezar bırakmışlar geride. Derelerine, tepelerine, taşlarına el sürmüş, ter akıtmışlar; kına yeşili vadilerine, otlarına, ağaçlarına yüz sürmüşler. Bir anda haram eylenmiş hayatları. Ne düşleri kalmış geride, ne de tutunacak hayalleri. Amida’nın kollarına bırakmışlar bir gece hayatlarını…

Amida’nın düşlerini arıyorum surlarında; Keçi Burcu’nda, Mardin Kapı’da, Yedi Kardeşler’de...

Kenar semtlerine sığınmış her ev bir yangın, dokunsan her insan bir hikaye, kapasan gözlerini her çocuk bir düş. Kime sorsam bu hayatın yabancısı. Her cümlede bir kahır, her kelimede bir dert, her seste bir çığlık gizli. Nasıl bir kasırgaya kurban hayalleri!? Hangi çelik yüzlü fırtınanın eseri bu cehennem!? Kökünden kopararak onları dört yana savuran bu tufan hangi tanrının öfkesi!? Meçhul bir yangının savurduğu sığıntılar gibi duruyorlar sur diplerinde. Yüzlerinde eksik olmayan bu çığlık çığlığa suretler neyin nesi? Neden böylesine avaz avaz bağırıyorlar ama hiç duyulmuyor sesleri. Geçtiğim yollarda kalabalık yüzler. Kime baksam Amida’nın hayali, kime seslensem bu hayalden bir eser, kime sorsam aynı düşün habercisi.

Amida’nın düşlerini arıyorum. Buzlupınar haşin haşin akıyor, havada meşe ağaçlarının buram buram kokusu; dağlarda keklik ve ceylan sürüsü..

Göçer kadın dağ yolunda ağır ağır ilerliyor. Katır sırtlarında dünya yükü, avurtları çökmüş, kaşları kara, gözleri çukurunda; “Zorluk içindeyiz oğul” diyor, “zorluk içindeyiz”.. Kara gözlerinden bulut bulut efkar püskürterek. Onunla gurur duyduğunu söylüyor Amed. Tepeleri karlı beyaz, alaca, dağlara dönüyor yüzünü, yürüyor…

Doruklarında Amida’nın düşleri mi saklı yoksa? Yollar kıvrıla kıvrıla akıyor, göçer kadın dolana dolana ilerliyor, dağlar yüksele yüksele beyazlanıyor.

Şimdi kalbim biraz daha suskun, biraz daha yaralı.. Çaresiz gözlerimle bakıyorum ardından, öfkeyle önüme düşüyor başım. Sanki başka bir ülkenin sokaklarındayım ben, kara gri gölgeleriyle sanki başka bir ülkenin sokakları geçiyor üzerimden. Çaresiz kalbim üşüyor.

Amida’nın düşlerini arıyorum; On Gözlü Köprüsü’nde, Deliller Hanı’nda, Surp Giragos’ta..

Kırklar Dağı yaralı, kendi kanını emiyor Dicle. Bıraksan belki parsel parsel olacak Hevsel Bahçeleri. Eğilip dokunuyorum toprağa, kanlı, yumuşak. Sıksan, cesetler fışkırıyor toprağından cesetler. Kimi sıska, kimi şişman, kimi saçlı, saçsız; ince kalın kemikleriyle cesetler. Daracık yollarından geçiyorum; eski hanlarından, kervansaraylarından... Havada ağır bir hüzün kokusu. Surp Giragos Kilisesi ardına kadar açmış kapılarını bekliyor. Dört ayaklı minareden her yana ezan sesleri yayılıyor, çan kulesi ağır ağır yükseliyor; ilahiler, çan sesleri birbirine karışıyor. Gidenler yavaş yavaş geri dönüyor, birbiriyle barışıyor. Kalbim, bin yıllık kardeşliğe hasret, yürekli bir sabırla beklemeye devam ediyor.

Amida’nın düşlerini arıyorum. Kalbim meydan meydan dolu, semt semt kalabalık, ev ev mahşer.

Eski yüzlü evlerin kuşkuyla göz kırptığı daracık sokaklardan geçiyorum. Ardımda, Hançepek’in kırık bakışları. Yüreğimin çengelinde henüz sorulmamış soruların esrarengiz gizi. Birden bire duruyorum! Aklımda sur içinde kaybettiğim çocuk; küçük çarpık bacakları, kahverengi saçları, derin mavi gözlerinde buğulu, masum bakışları… İşte aradığım bu! İşte bana yol gösterecek ışık, işte beni geleceğe taşıyacak cesaret! İşte kalbimdeki henüz soğumamış o umut; işte sokak sokak aradığım Amida’nın düşleri…

Twitter : @yusufnazim

9 Haziran 2012 Cumartesi

The Last Armenian in Bitlis


William Saroyan (1908-1981)
Radikal/May 14, 2012
Yusuf Nazım

The endings are always dreadful. One feels sad every time. Each extinction means saying farewell to someone/something that will not be coming back. The last inhabited house of an evacuated village resembles the last residues of a fire and  its remaining flames blowing in the wind. The last fish which struggles for its life, in a river which has dried out because of a hydroelectric dam constructed onto its watercourse.... The mournings of an indigenious language which has been sunk into oblivion on a random place on earth... The last member of a species which is about to go into extinction after millions' of years of struggle in the evolutionary process of nature... Each ending carries on its particular sadness. Each sadness echoes with another ending.

Saroyan's Will

“My grandmother used to say, 'Kurdish is the language of the heart'. Turkish sounds like music; it flows like a river of wine, sweet and shiny. But ours is the language of pain and suffering. We always tasted death; our tongues carry the load of hatred and pain.”

These are the words of William Saroyan from his short story 'Resurrection of a Life' dating back to 1938. Saroyan is one of the powerful writers of American Literature in the 20th century.

Saroyan was born in 31th August 1908, Fresno, California as a new member of an immigrant Armenian family. Upon the death of his father when Saroyan was three years old, he and his three siblings were given away to an orphanage. After five years of his time in orphanage, he goes to public school until his fifteenth birthday. He always dreams to be a writer. He works as a mortician, as a railroad worker and many others. Meanwhile he starts to write short stories. At first, magazines he got in contact with do not publish them. After his first story to be published in 1933 – titled as 'Story' – he hits the jackpot. He gets his first book to be published in 1934. 'The Daring Young Man on the Flying Trapeze' becomes a bestseller at the same year. This happens to be his first achievement on his dream to be a great writer. Following his first story book, 'Inhale and Exhale' (1936) and his first theatre play 'My Heart is in the Highlands' (1939) gets published. Another theatre play of him 'Time of Your Life' (1940) wins the Pulitzer Prize for Drama but he refuses to take it. He states that the said play 'does not deserve to be a winner' comparing to his previous works. In his 73 years of lifetime, he produces more than 60 pieces of literature. His stories, plays and novels get translated into various languages. He writes with a sincere and plain language. His fluent, recitative and enthusiastic style of language is called after as 'Saroyanesque' in the American literature. Saroyan, who is refered as the 'genius of plainness', passes away in 18th May 1981 in the town where he was born, Fresno. UNESCO declares 2008 to be the 'William Saroyan Year' due to his contributions to the world literature.

According to his will, Saroyan demands to be buried in Bitlis. A writer who was born in a small town of the US and who diead at the same place had a significant reason for such a request. His family roots go back to this Anatolian city, Bitlis. The uneasiness of a coming catastrophe coming upon them swings Saroyan family to Fresno, California in 1905 and enforces them to leave their ancestors' and their homeland for centuries.
After leaving the orphanage at the age 8, the stories he had listened from the elderlies introduced him a world of imagination which brought a Pulitzer Prize in the end. Even though his works were nurtured by the English language and American soil, his words had always carried the soul of Anatolia. It is known that the way he talks about the notion of 'immigration' in his stories gets their influence from the hardships encountered by the Armenian migrant children he had grew up with. His extraordinary longing to be a part of his family's roots emphasized in his works makes its reader to adore the Anatolian land. Contrary to what is expected, he does not feel any prejudices against the Turkish people and Turkey. 'Cowards are Brave' is especially a monumental piece for its themes of tolerance, forgiveness and love of humanity.

Going back home

In 1964, Willliam Saroyan sets off on a journey in order to soothen his longing and love for Bitlis. He travels with his friends Yasar Kemal, Ara Güler, Fikret Otyam and others. When they arrive Bitlis, he kneels down and kisses the ground. He runs around the city as if he was amazed and surprised like a child. He calls everything he comes across with as 'My Townsman'. He hugs, kisses and smells the trees, the stones, the soil and the animals. He drinks the water of Van Lake, the sea of his dreams. He freshens up with and drink the water of Sapkor Fountain near Bitlis which had become legendary after his grandmothers' sayings...
They cannot see the old houses made of stone, the churches with their bells on top of them and the cemeteries with their famous gravestones, when they arrive the city. Nothing was left behind the four Armenian cemeteries of the city. One church was demolished and turned into a prison, others were turned into stables and other things. Starting from the 1910's, the presence of the imperialist games played on Anatolia made different peoples to be set off against each other. In the end, the cruelty of the sovereign had acted upon the weak and extinguished it.
Photo : Ara Güler

They find the house of Saroyan's father which they believe to be. Saroyan kneels down between the walls of the ruined house and quietly cries. He does not resent and he does not bear any grudge. He just cries. He cries slowly and secretly. He bonds the language of music - which flows like a soft, slow and bright river of wine – with the language of the heart. He tries to ease away the hatred and pain and to transmit the language of suffering through his own ache.

Mugsi Agha's Last Wish

The last Armenian that he could find in his ancestors' land is Muhsin Agha. He waits for his own death with his weariful heart which did not give up on its Armenian identiy after all what has happened. He is the last Armenian of Bitlis, the last member of an Armenian family who had migrated from this land long time ago, a guy who gets teased by the boys playing in the streets of Bitlis. Saroyan and Mugsi Aga chat to each other and Saroyan makes Mugsi Aga's last wish 'to spend his last days among Armenian people' come true.
Saroyan changes his will of death as he understands that to be buried in Bitlis is impossible under the cout d'etat circumstances of the September 12th 1980 junta regime. With his final will, part of his ashes gets buried in a cemetery in Erivan, Armenia. The endings are always melancholic. People who live in the steps of Kars and Ardahan whose numbers are near to extinction... People who are exhausted little by little as they give away their innocences towards life; last member of the Malakans... The last and slight movements of my heart which is a place of fire.. The last breath that I inhale through my lungs while I have a sigh of relief... The nearly extinct natives of the American continent who take their wisdom from the bonds they had formed with the soil, the air and the water... The last American Indian who escaped from the continental lootings of the 'civilized' Europe... The sorrow due to the one who is gone and who will not be coming back... The last Armenian in Bitlis...  Each ending carries on its particular sadness, as I mentioned before. Each sadness echoes with another ending.


Yusuf Nazım
Twitter : @yusufnazim

5 Haziran 2012 Salı

Piruze : Çok satan bir romanın gizli şifreleri

Tahir Şilkan
Evrensel Genç Hayat/23 Nisan 2012



Son dönemin çok okunan!!! yazarlarından Sinan Akyüz, Piruze romanında; diplomat olan babasının yanında Arnavutluk, Ankara ve İngiltere'den sonra  Suriye'ye, Şam'a  giden, orada sevip aşık olduğu Arap gençle mutsuz bir evlilik yapan Piruze'nin hikayesini anlatıyor. Kitap kapağında çok güzel bir genç kız fotoğrafı, iç sayfada da mani benzeri sözler var." Aşık karalı mısın, candan yaralı mısın?/ Nedir sendeki bu hal,/ yoksa Şam'a gelin giden Türk kızı mısın?" Romanın gerçek bir hayat hikayesinden esinlenerek yazıldığını da kapak sayfalarında okuyoruz.

          Betimlemelerin yok denecek kadar az olduğu, basit, didaktik diyaloğlar ve yönlendirici anlatılarla dolu, kolay okunan bir roman Piruze. Sinan Akyüz, görünürde güzeller güzeli Piruze'nin acılarla dolu, hüzünlü yaşamını anlatıyor. Ancak kitaba yerleştirilmiş kin ve nefret söylemi, kitabın; devrim ve komünizme, Araplar ve Nusayrilere kin, nefret ve düşmanlık, İngiltere ve Londra'ya hayranlık metni olduğunu, ABD, İngiltere başta olmak üzere Emperyalistlerin ve AKP iktidarının izlediği Suriye politikası konseptine uygun, sipariş üzerine yazılsa ancak bu kadar olur denilecek bir roman olduğunu gösteriyor.

           Sinan Akyüz, çok basit diyaloglarla romanının olumlu kişileri, Piruze, anne, anneanne ve Sevim Teyze'ye söyletiyor kin, nefret ve düşmanlık dolu sözleri.
           1968 yılında henüz 7 yaşındayken Arnavutluk ve "Komünizmle" tanışan Piruze'ye annesi "...Onlar Enver Hoca'ya inandığı için kara ekmek yiyorlar , biz Allah'a inandığımız için beyaz ekmek yiyoruz..." diyor ve bu sözü küçük bir Arnavut çoçuğuna söylemesini istiyor.  " ... O Allahsızlara kara ekmek bile çok, zıkkımın kökünü yesinler" diyense,  Hacı eşi olmanın gururunu yaşayan bir anneanne...
           "... Allah Enver Hoca'nın belasını versin, YİNE ülkeyi kana bulamaya başladı..." diyerek 7 yaşındaki kızına mektup yazar, diplomat eşi anne.  Buradaki YİNE sözcüğünün altını biz çizdik. Arnavutluk'ta 2. Dünya Savşı sırasındaki faşist işgalci İtalya ve yine işgalci Nazi Alman ve faşist işgalcilerle işbirliği yapanlar dışında dökülen bir kan yoktur. Yazar, Arnavutluk halkının Enver Hoca'nın önderliğinde faşist İtalyan ve Alman askerlerine ve işbirlikçi faşist yönetime  karşı vermiş olduğu mücadeleye kara çalmak için YİNE sözcüğünü kullanıyor.

          Oysa O Arnavutluk , işgal sırasında gencecik evlatlarını yok yere idam eden ,genç  kızlarına , kadınlarına tecavüz eden , yiyeceklerine, hayvanlarına el koyan işgalci askerlere bile yardım elini uzatan bir yönetime sahipti. Şimdi burada, bu sözlerle ilgili bir alıntıya yer vermek gerektiğini düşünüyoruz. Arnavutluk ve Dünya edebiyatının önemli yazarlarından İsmail Kadere'nin, ünlü "Ölü Ordunun Generali" romanından.
          İsmail Kadere bu romanında , işgalden yirmi yıl sonra Arnavutluk'ta ölen askerlerinin kemiklerini onları bekleyenlere götürmek için görevlendirilen Genaral(ler)in öyküsünü anlatır. Aşağıdaki diyaloğ general ve rahip( albay rütbeli) konuşmasından:

         "... Bir türlü anlayamadığım bir nokta var: silahları bıraktıktan sonra, niçin olanca güçleriyle yüklenip saldırmadılar bize? Hatta tam tersini yaptılar; perişan birliklerimizi, rastlar rastlamaz kurşuna dizen eski bağlaşıklarımıza karşı resmen savundular, Hatırlıyorsunuz, değil mi?
         -  Hatırlıyorum , evet, dedi Rahip.
         -  Hatta bu konuda bir de belge var ortada, diye devam etti general. Teslim anlaşmasını imzaladığımız gün, partizanların bütün Arnavutluk halkına yayınladıkları çağrıdan söz ediyorum. Askerlerimizin açlıktan ölmelerini önlemeye çağırıyorlardı halkı ve o sıralarda bizim onbinlerce askerimiz, Arnavutluk yollarında dilenciler gibi savrulmaktaydı..."  ( Ölü Ordunun Generali, Kyrhos Yayınlarında 1. Baskı, Kasım 2009 sayfa: 132)

         Sinan Akyüz, Araplar ve Nusayriler hakkında nefret söyleminin en açık sözleriyle konuşturur kahramanlarını. Örnekleyelim:

         Piruze'nin Annesi: "... Boşuna dememişler, Ne Şam'ın şekeri, ne de Arap'ın yüzü..."(sayfa: 62)

         Piruze'nin sözleri: "... Bu çölde okul var mı? Herhalde bedevi çadırlarının birinde eğitim veriyorlardır." ( sayfa: 60)
         Sevim Teyze konuşuyor: "... Bu ülkedeki Arapların söyledikler sözler kesinlikle inanma...  Nusayrilerin Arap halklarıyla etnik köken ve dini inanç bakımından ilgileri pek bulunmamaktadır, zaten onların dinle de bir ilgileri yoktur.  Nusayriler, küçük yaştaki  kızlarını Lazkiye'den Şam'a getirip ev işlerinde hizmetçi olarak çalıştırırlar, Arap erkeklerinin birçoğu kadınlara düşkün olur, işte bu kızlar çalıştıkları evlerin erkekleri tarafından gebe bırakılırlar, zaten Nusayri kızlarının tek şansı da böyle bir koca bulmaktır..."

        Türk Elçiliğindeki Arap Görevli: "... Biliyorsunuz,  Rıfaad al Assad ( Hafız  al Assad'ın kardeşi) Nusayridir. O, islam dinine karşı biri..."
          Piruze'nin Arap Kaynanası: "... Eminim ki; bu Nusayri kızlarının hepsinin ağızları kokuyordur..."

         Yazar, romanında Suriye yönetimine eğemen olan Esad ailesine, Nusayri olmalarını öne çıkarak saldırır; Onların ne dinsizliği, ne Allahsızlığı, ne de sapıklığını bırakır.
         Türk yargıç geri durmayacaktır: "... Kızım, Suriye şeriat kanunlarıyla yönetiliyor, Biz ise hukuk devletiyiz..."

         Bu konudaki son sözü Piruze'ye verelim: "... Şam'daki herkesten nefret ediyorum."

        Yazının başında Sinan Akyüz'ün İngiltere  hayranlığından söz etmiştik. Örnekleyelim:
(Piruze)     "...  İngiltere'yi çok sevmiştim. Oranın her şeyini çok benimsemiştim. Her sabah uyandığımda yüreğim yeni bir heyacanla dolup taşıyordu. İngiltere benim genç kızlık günlerimin en büyük aşkıydı. Ben İngiltere kokuyordum, İngiltere'de ben."(sayfa:60)
(Piruze)     "... İnsanın kendi memleketi gibisi var mı? Doğru, insanın memleketi gibisi yok. Ama bu durum biraz da yaşadığın ülkeyle bağlantılı galiba, mesela ben , Londra'da yaşarken , Türkiye'yi çok az özlüyordum. Londra benim düşler şehrimdi..."(sayfa :283)
                 "... Londra gezip tozmak için sizi bekliyor... iki hafta çarçabuk geçmişti,  sanki her sene İngiltere'ye mi geliyorsunuz..."(sayfa:310)
(Piruze)     "... Londra'nın kıymetini bilin, Londra burnumda tütüyor..."( sayfa:150)
(Piruze)     "... Gerçek  huzurlu bir mutluluk  ancak İngiltere gibi ülkelerde olur..."( sayfa:273)

      "...  Kabuslar ülkesi Suriye, düşler ülkesi İngiltere ..." Romanı okuyan her yaştan insanın Londra ve İngiltere'ye gitme isteğini kışkırtan bir İngiltere güzellemesi...
      Son söz olarak; Piruze romanında anlatılanların, "hafızalarımızdan kolay kolay silinemeyeceği" tespini yapan yayınevi bir gerçeğe işaret etmiş! Sinan Akyüz'ün, kendi ülkesinde aynı inanca sahip yüzbinlerce, Suriye'de nüfusun yüzde13-15 oranında nüfusa ulaşan bir inanç grubuna ve bütün olarak Arap halkına yapmış olduğu hakaret belleklerden silinmeyecektir.

Tahir ŞİLKAN, eleştirmen