31 Ocak 2020 Cuma

Kurtlar sofrasındaki Libya-2: Ömer Muhtar’ın intikamı

Yusuf Nazım
T24 | 30 Ocak 2020



Tarih 10 Haziran, 2009.

Roma’daki Ciampino Askeri Havaalanı’na bir uçak iner.

Uçağın merdivenlerinde askeri üniforması içinde, iri siyah gözlüklü bir adam gözükür. Bir yumruğu havadadır.

Onu, uçağın merdivenlerinde, kırmızı halının üzerinde kollarını açarak karşılayan ise İtalya başbakanı Silvio Berlusconi’dir. Kalabalığın arasında bir köpek havlaması duyulur. Berlusconi resmi bir davet için ülkesine gelen adama yaklaşır, elini uzatır.

Adam, mağrur bir ifadeyle konuşur:

Özür dilediğiniz için geldim!

Berlusconi’nin yüzü kızarır, “eski defterleri kapattık” diye karşılık verir…

İtalyan işgalcilerine esir düşen Ömer Muhtar
Bu tuhaf giysili adam, iktidar olduğu günden beri eski efendilerine karşı sözünü esirgemeyen, yeri geldiğinde gözü kara bir şekilde meydan okuyan Muammer Kaddafi’nin ta kendisidir. Ve o gelmeden önce Berlusconi, sömürgeci bir devlet olarak işgal ettikleri yıllar için Libya’dan, İtalyan devleti adına resmi olarak özür dilemiştir. Tıpkı iki yıl öncesinde İngiltere başbakanı Tony Blair’in yaptığı gibi…

Kaddafi’nin sol göğsünde savaş madalyaları, sağ göğsünde ise siyah beyaz bir fotoğraf taşımaktadır.

İlginç bir fotoğraftır bu. Berlusconi’yi, yanındakileri, hatta tüm dünyayı şakına çevirecek olan bir fotoğraf...

Fotoğrafta, 1931 yılında işgalci İtalyan faşistlerine esiri düşmüş, Libya’nın efsanevi direnişçisi, “Çöl Aslanı” lakaplı Ömer Muhtar zincirlenmiş halde görülmektedir…

Çöl Aslanı lakaplı efsanevi direnişçi Ömer Muhtar
Arfika’nın Çöl Aslanı

O Ömer Muhtar ki, Libya çöllerinde sömürgecilere kök söktürmüş, 11 Eylül 1931'de bir çatışmada yaralanarak İtalyan işgalcilere esir düştükten sonra, affedilmesi için ona yapılan bütün teklifleri elinin tersiyle itmiştir.

Şu sözüyle tarihe not düşen bir direnişçidir o:

“Allah onların iştahlarını kursaklarında bırakacak, beni kimse imanım, davam ve cihadımdan alıkoyamayacaktır.”

Ömer Muhtar, çok değil, yakalandıktan beş gün sonra, 16 Eylül 1931’de 73 yaşında Saluk'ta idam edilir…

Tarih, sonu dram yüklü kahramanlıklar kadar, insanı hayrete düşürecek cilvelerle de doludur.

Muammer Kaddafi, on yıllar sonra, bir zamanlar efendileri olan İtalyan devletinin karşısına, göğsünde işte bu fotoğrafla çıkmıştır!

Diplomasinin, sahtekârlığın, sömürgeci şarlatanlığının perdesini yırtan, egemen devlet ikiyüzlülüğünü bir çırpıda kaldırıp atan, eşine az rastlanır, çılgınca bir meydan okumadır bu!

Hep ezilmiş, hep boyun eğmiş, hep aldatılmış bir dünyanın, güçle egemen olmuş, ihtirasla büyümüş, kibirle süslenmiş kudretli bir dünyaya; ama deli, ama çılgın, ama pervasızca kafa tutmasıdır.

Bir zamanlar kolonyal emellerle işgal ettikleri bir ülkenin çöllerini onlara dar eden, yakaladıktan sonra ise zincire vurarak ibretlik olsun diye alelacele astıkları bir direnişçinin; yıllar sonra İtalya’nın başkentinde, çılgın bir adamın göğsünde, yeniden dirilerek karşılarına çıkan Ömer Muhtar’ın intikamıdır bu!

Tarih, çok geçmeden göstermeye hazırdır ki, dünyanın ilahları bu meydan okumayı affetmeyeceklerdir.

Ömer Muhtar’ın, işgalci faşist askerlerin elinde, zincirlenmiş halde gösteren fotoğrafını, İtalyan başbakanının önünde göğsünü gere gere taşıyan Kaddafi’yi, 80 yıl sonra, başka ve çok daha dramatik bir son bekleyecektir…

Göğsünde zincire vurulmuş Ömer Muhtar fotoğrafıyla Berlusconi'yi
ziyarete gelen Kadafi, 10 Haziran 2009
Arap Baharı ve medeniyetin cellatları

Kaddafi’nin Batılı devletlerin adaletsizliğine, sömürgeci emellerine açıktan meydan okuması, her dönem Filistin halkının yanında yer alarak dünyanın mazlum halklarına destek olması, onun saygınlığını gün be gün artırmaktadır. Bu saygınlık öylesine yükselir ki Libya, BM İnsan Hakları Komisyonu başkanlığına bile seçilir. Güvenlik Konseyi tarafından bu ülkeye uygulanan tüm yaptırımlar kaldırılır.

Libya bir petrol denizi üzerinde yüzmektedir. Bu durum Batılı devletlerin iştahını kabartmaktadır. Petrolden kazandığı dolarları harcamak için silah endüstrisi neden iyi bir seçenek olmasın?

Batılı devletler, bükemediği eli öpmek için adeta sıraya girerler. Zamanla ABD, AB, İngiltere, Fransa, İspanya ve Rusya ile diplomatik ve ticari ilişkiler gelişir. İtalya özür dileyerek Libya’ya işgal tazminatı olarak 5 milyar dolar ödemeyi kabul eder. Kaddafi Ocak 2009’da Afrika Birliği'nin başkanı seçilir.

Bu arada, eski efendileriyle arayı düzeltmiş gözükse de Kaddafi, kendi milli ekonomik programlarını uygulamaktan da geri durmayacaktır.

Özellikle ABD’nin Afrika’daki kolonyal emellerine karşı çıkarak onların askeri varlığına olan itirazlarını yükseltir.

Uluslararası ticarette, Batı’nın finans sisteminin dışında, bağımsız hareket etmeyi amaç edinir. Libya Merkez Bankası aracılığıyla bunun adımlarını atmaya başlar. Petrolü ABD doları yerine altınla satmayı planlaması ise ABD’nin finans sistemi için önemli bir risk oluşturmaktadır.

Tam bu esnada beklenmedik bir şey olur. Dünyada, özgürlük yoksunluğu ve sosyal adaletsizlik temelinde derinleşen hoşnutsuzluk Afrika’nın kuzeyinde toplumsal patlamalara neden olur.

Tunus’la başlayan ve sırasıyla Mısır, Libya, Suriye, Bahreyn, Cezayir, Ürdün ve Yemen’le devam edecek olan Arap Baharı, sonradan görüleceği üzere kimi ülkeler için baharı değil, sert bir kışı getirecektir. Acıyla, barbarlıkla, yıkımla, göç ve ölümlerle dolu, hiç geçmeyecekmiş gibi bir kıştır bu…

Olayların Libya’ya sıçraması ise, Batılı devletlerin önüne altın tepside bulunmaz bir fırsat sunacaktır.

Bir zamanlar kâh özür dilemek, kâh silah satmak, kâh petrolden pay kapmak için Bab al Azize’deki Bedevi çadırının önünde kameralara poz veren hatırlı devlet adamları bu sefer, Kaddafi’nin ipini çekmek üzere sıraya giren, medeniyetin cellatlarına dönüşeceklerdir.

Ülkede ayaklanmaya dönüşen olaylar kısa sürede yayılır. Başını cihatçı Müslümanların çektiği muhalefet, Bingazi şehrini ele geçirir. “Özgürlük” çığlıklarıyla sokaklara dökülen kalabalıkların içinde, El Kaide dâhil, birçok cihatçı grup vardır. Ortadoğu’ya “demokrasi” götürme heveslisi “Batı” ektiğini biçmeye daha o zaman başlayacak, 11 Eylül 2012’de “özgürleşmiş” cihatçıların yaptığı konsolosluk baskınında ABD’nin Bingazi konsolosu öldürülmekten kurtulamayacaktır.

Kaddafi, Silvio Berlusconi'ye Trablus'ta sömürgeci savaşa giden İtalyan
birliklerinin sahip olduğu bir silah verirken, 28 Ekim 2002 
“Hepimiz Osmanlı’yız”

Kaddafi’nin Libya’sı her şeye rağmen direnir. Cihatçıların daha fazla ileri gidemeyeceği anlaşılır.

Tam bu sırada, Kaddafi’nin daha dört ay önce, bizzat “yakın dostum” dediği Sarkozy’nin inisiyatifi devreye girer. 19 Mart 2011’de Paris’te Fransa, İngiltere, ABD, Almanya ile BM temsilcisinin katıldığı bir zirve düzenlenir. Zirve başladığında Fransız uçakları Libya hava sahasını çoktan ihlal etmeye başlamıştır bile…

Toplantının hemen ertesinde Fransa, Libya muhalefetini resmen tanıyan ilk ülke olacak; Libya’ya askeri müdahale kararı alınarak Ağustos’tan sonra başlayacak Harmattan Operasyonu saldırısıyla Libya hükümetinin yıkılmasının da önü açılacaktır…

Ne kadar gariptir ki, Libya’ya yapılacak “haçlı seferi” ne, bu sefer kimi İslam ülkeleri de katılmaktan geri durmayacaktır.

Kurtlar sahaya inmeye başlamıştır bir kez, artık kurallar işlemez olacaktır.

Kaddafi, 8 Mart 2011’de TRT Türk’e verdiği demeçte şöyle diyecekti:

“Hepimiz Osmanlı’yız, tarihimiz bir.”

*  *  *
Gelecek yazı: Kurtlar sofrasındaki Libya-3: İlahların öcü 

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kurtlar-sofrasindaki-libya-2-omer-muhtar-in-intikami,25399

30 Ocak 2020 Perşembe

Kurtlar sofrasındaki Libya - 1: Çölün isyanı

Yusuf Nazım
T24 | 30 Ocak 2020



Sene 1942, 7 Haziran.

İtalyan kolonisi Libya’da, Sirte şehrinin 20km güneyindeki Qasr Abu Hadi köyü.

Çöldeki yoksul bir Bedevi çadırında bir çocuk dünyaya gelir. Çocukluğunu, kavurucu çöl sıcağının altındaki bu çadırda, çiftçi olan babasının anlattığı, İtalyan işgali hikâyelerini dinleyerek geçirir.

İlkokulu okumak için gittiği Sirte'de kalacak yeri olmadığından camide yatıp kalkar, hafta sonları evine gitmek için 30 km yürümek zorunda kalır. Bir Bedevi olarak hor görüldüğü okulunun, altı yılını dört sende tamamlayacak olan bu çocuk, büyüdüğünde Bedevi kimliğiyle hep gurur duyacaktır.

1951 yılında ülke, batı işbirlikçisi Kral İdris yönetiminde Libya Birleşik Krallığı olarak bağımsızlığını ilan etmiştir.

Genç yaşta 1948 Arap-İsrail Savaşı, 1952 Mısır Devrimi, 1956 Süveyş Krizi ve 1958 ile 1961 arasındaki kısa ömürlü Birleşik Arap Cumhuriyeti gibi Arap dünyasının önemli olaylarına tanıklık etti.

Yegâne evi bir çadırdan ibaret olan delikanlı, 1961 yılında girdiği askeri kolej ve İngiltere’deki 4 aylık eğitimden sonra, askeri kariyerini hızla tırmanır. Etkilendiği Arap milliyetçiliğinden aldığı ilhamla, 1 Eylül 1969’da henüz 27 yaşındayken Kral İdris’e karşı yapılan darbenin içinde yer alır. Sonraki 42 yıl içinde ülkenin tek hâkimi olacak olan bu gencin adı Muammar Mohammed Abu Minyar Gaddafi’dir.

Çıkaracağı Yeşil Kitap’ta amacını ülkedeki sömürüyü, sosyal eşitsizliği, yabancı egemenliğini sonlandırmak ve emperyalizme karşı dünya çapında kurulacak bir ittifakın temellerini atmak, olarak özetler…

Kendi deyişiyle "doğrudan demokrasi" için dünyanın efendilerine
meydan okuyan Albay Muammer Kaddafi
Dünyanın efendilerine karşı

Devrim Komuta Konseyi olarak yaptıkları ilk iş, ülkedeki Amerikan ve İngiliz üslerini kapatmak olur. Ardından hastaneler ve özel bankalar kamulaştırılır. Bunu, yabancı petrol şirketleri izler. Bazılarının tümü, bazılarının ise %51’i millileştirilir.

Bu ateşli subay, Mısır’ın devrimci milliyetçisi, sosyalist Cemal Abdulnasır’dan etkilenmiştir. Gözü kara bir isyankâr, ateşli bir Arap milliyetçisi, doğru bildiği yolda ödünsüz yürüyen biridir.

Ülkedeki bütün sarı sendikalar kapatılır. İtalyan mülklerine el konularak bu ülkeye ait ayrıcalıklara son verilir.

Bir yandan da sahip olduğu petrol gelirlerini kullanarak hızla ekonomik iyileştirmeler yapmaya yönelir. Yoksullara ücretsiz yemek, herkese barınma güvencesi, ücretsiz sağlık ve eğitim hizmeti, iş ve işsizlik sigortası, çalışan anneler için işyerlerinde açılan kreşler, el koyulan yabancı büyük toprak sahiplerinin topraklarının işçi ve köylülere dağıtılması… Tüm bunlar kısa süre içinde başarılan şeylerdir.

İsrail’le savaşmak için bir cihat fonu kurar ve Siyonizm’e destek verdiği için ABD’ye petrol ambargosu uygular. Bu arada petrol fiyatları hızla tırmanmaya başlar. Radyo ve TV kanallarının millileştirilmesi, Kültür Devrimi’ni andıracak şekilde tarımda, eğitimde ve kültürde başlatılan reformlar…

Bunların yanı sıra, Sovyetler Birliği ile yapılan işbirliği anlaşması Libya’yı batılı egemen devletlerden iyice uzaklaştırır.

Onun hayali, Arap tipi yeni bir sosyalizmdir. 1977'ye kadar Libya Arap Cumhuriyeti'nin Devrimci Başkanı olarak ülkeyi yönetirken, bu tarihten itibaren ülkenin adı Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi olarak değiştirilir. Kaddafi ise bu yeni cumhuriyetin "Kardeş Lideri" unvanını alır.

Sonraki yıllarda Libya, Türkiyeli müteahhitlerin ilk çıkış kapısı olacaktır. Bir yandan Kıbrıs Harekâtı’nda Türkiye’ye silah yardımı yapar, dünyadaki mazlum toplumlara ve anti-emperyalist hareketlere yakın durur, onları destekler. Bir yandan, yeri gelir Türkiye’yi ABD ve İsrail’le birlikte hareket etmekle suçlar, eleştirir.

Kaddafili bu yıllar, Kuzey Afrika’nın yoksun coğrafyasına ekilen acılara karşılık, doğaya ve dünyanın efendilerine karşı çölün isyanı gibidir adeta.

Sahra çölünde, yerin altındaki suyu dev borularla 2000 km öteye, Libya sahillerine taşıyan Kaddafi, benzer bir projeyi Türkiye’ye de önerir. Akdeniz’e dökülerek boşa giden bazı nehirlerin sularının dev borularla Libya’ya taşıma projesidir bu. Karşılığında Türkiye’ye petrol ve doğal gaz önerecektir...

Türkiye’nin geleceğinde Türklerle Kürtler arasındaki çekişmeyi de görür Kaddafi. Gelecekte Kürtlerin varlığını ve toprağını kabul etmenin bir zorunluluk olduğuna işaret eder. Bölgedeki Türk, Kürt, Fars ve Arap milliyetçiliklerinin birbiriyle barışarak, birlikte yaşamlarından yana bir tutum takınır. 

Tony Blair Kaddafi'nin çadırında, Sirte, 25 Mart, 2004
Bab al-Azizia: Bir barbarlık müzesi

Sene 1986, 15 Nisan Salı,  Saat 15.00 suları, Trablus.

Şehrin semalarında, apansız, göğü yırtar gibi sesler peydahlanır. Arkasından art arda patlamalar duyulacaktır. F-111 savaş uçakları, füzelerini fırlatarak ses hızında uzaklaşırlar. El Dorado Kanyonu Operasyonu’nda hedef alınan yerler arasında özellikle Trablus’un banliyösü Tropoli’deki Kaddafi’nin resmi devlet kabullerini de yaptığı ikametgâhı, Bab al-Azizia da vardır.

Kaddafi, son anda gelen bir telefonla ölümden kıl payı kurtulmuştur. Amerikan saldırısında 60 civarında kişi ölür.

Dünya ajanslarına ABD devlet başkanı Ronald Reagan’ın küstah demeci düşer:

“Bugün yapmamız gerekeni yaptık. Gerekirse tekrar yapacağız.”

Gerekçe, Kaddafi’nin başta Filistin olmak üzere dünyadaki devrimci ve ulusal kurtuluş mücadelelerine olan desteğidir. Doğal ki, bu desteklerin tümü, kendi çıkarlarına olmadığı sürece ABD tarafından terörizm olarak görülmektedir.

Kaddafi, ABD bombalarıyla enkaz haline gelen konutunu bir daha asla kullanmaz. Onu, bir barbarlık müzesi olarak muhafaza eder. Bab al-Azizia’nın bahçesinde, bundan böyle büyük bir bedevi çadırı yer alacak ve Kaddafi, ülkesine gelen batılı devlet liderlerini burada ağırlayacaktır. Öyle ki, konuk liderler, çadırın hemen karşısında, gözlerine sokulurcasına duran bu barbarlık müzesini görmeden edemeyeceklerdir.  

Berlusconi, Kaddafi'nin çadırında
Bir Bedevi çadırının hikâyesi

Kaddafi’nin çadırı artık bir sembol olmuştur. Kimleri ağırlamaz ki bu Bedevi çadırı? Kimler içine girerek Kaddafi ile el sıkışıp kucaklaşmaz ki?

Fransız Cumhurbaşkanları Jacques Chirac ile Nicolas Sarkozy mi dersiniz, İngiltere Başbakanı Tony Blair mi, İtalya başbakanı Silvio Berlusconi mi, yoksa Türkiye Başbakan Necmettin Erbakan mı? BM Genel Sekreteri Ban ki Moon bile bu çadırın konukları arasında olacaktır. 

Kaddafi bununla da kalmaz. Gittiği her yurt dışı gezide çadırını da beraberinde götürür. Kimi işgalci, kimi sömürgeci, kimi ilhakçı emellerle bir zamanlar Libya sofrasına çökmüş egemen devletlerin başkentlerinde artık bir Bedevi çadırı dolaşmaktadır.

Kâh Kremlim Sarayı’nın bahçesinde, kâh Elysee Sarayı’nın hemen karşısında, kâh Roma’nın Doria Pamphili Parkı’nda, ya da Brüksel'deki Val Duchesse Devlet Konukevi’nin önünde görürüz onu.

Bu arada devletlerarası karşılıklı özürler birbirini izler. 1999’dan itibaren Libya ekonomideki Arap sosyalizmi uygulamalardan uzaklaşarak, daha liberal politikalara yönelmeye başlar. ABD, Libya’yı terörist olarak nitelemekten vaz geçer, diplomatik ilişki kurar, resmi düzeyde ziyaretler gerçekleştirir…


25 Temmuz 2007, Trablustaki 1986 ABD bombalamasında harap olan
Bal al Azizadaki Sarkozy kabulü

Çelik Yumruk önünde hazırolda bir lider

Tarih 25 Temmuz 2007, Trablus

Bronz renginde, çelik gibi bir yumruk havadadır. Gökyüzüne doğru uzanmış, bir F-111 avcı uçağını yakaladığı gibi, avucunun içinde sıkarak parçalamaktadır.

Görüntü, bilim kurgu filmlerini andırmaktadır. Geri tarafta, savaştan çıkmış, harap halinde bir binanın delik deşik olmuş duvarları gözükmektedir. Ön tarafta ise, arka planla tam bir tezat oluşturacak şekilde, siyah takım elbiseli, kravatlı bir adam hazırolda beklemektedir…

Adamın, önünde dikildiği bina, ABD’nin 1986 yılında bombaladığı ve Kaddafi’nin bir barbarlık müzesi olarak dokunmadan koruduğu Libya’nın Trablus şehrindeki Bab al Aziza konutudur.

Binanın önünde, bir savaş uçağını yakalamış olarak resmedilen ise Libya’nın çelikten elidir! ABD saldırısı ve sonuçları bir heykelde böyle cisimleşmiştir. Adı ABD Avcı Uçağını Ezen Yumruk Heykeli’dir.

Bu anıt heykel ile bina enkazının önünde ayakta dikilen kişiye gelince. Bu kişi, çok değil birkaç yıl sonra Kaddafi’ye ölüm ateşini bizzat kendi eliyle taşıyacak olan Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’den başkası değildir.

Sarkozy, Libya lideri Muammer Kaddafi’nin yanında hazırolda durmakta, ezeli müttefiki olan ABD’nin 21 yıl önceki barbarlığı sonucu ölenler için adeta saygı duruşunda bulunmaktadır…

BM Genel Sekreteri Ban Ki-moon ile Kaddafi görüşmesi, Sirte, 8 Eylül, 2007.
REUTERSZohra Bensemra
Ziyaret sırasında Fransa ve Libya arasında savunma, sağlık, terörizmle mücadele ve sivil nükleer enerji gibi alanlarda geniş kapsamlı işbirliği anlaşmaları imzalanır. İki ülke, karşılıklı olarak stratejik ortaklık kurma arzuları beyan ederler. Ziyaretle birlikte AB ile ilişkilerin de önü açılmış olur.

Bu ziyaretten 4,5 ay sonra, 10 Aralık 2007’de Kaddafi, 30 yıldır gitmediği Fransa’ya ilk ziyaretini gerçekleştirecektir. 45 dakika sürecek görüşmeye 40 dakika gecikmeli olarak gelecek olan Libya lideri, beş gün süren görüşmeler sonucunda, 5.86 milyar dolarlık Fransız askeri ekipmanı satın alacağı vaadinde bulunur.

Ünlü çadırını yine beraberinde getirmiştir. Elysee Sarayı’nın hemen bitişiğindeki Hotel Marigny’nin bahçesine kurulur çadır. Kaddafi ritüelini bozmaz, ziyaretçilerini burada kabul eder, görüşmelerini çadırın içinde gerçekleştirir.

*  *  *
Gelecek yazı: Kurtlar sofrasındaki Libya-2: Ömer Muhtar’ın intikamı
https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kurtlar-sofrasindaki-libya-1-colun-isyani,25391



26 Ocak 2020 Pazar

Azize ve Xaltî


Yusu Nazım
T24 | 26 Ocak 2020

Hepiniz tanıdınız onu.


Cumartesi akşamı ana akım, tali akım, yan akım; cümle medyanın ekranlarındaydı.

Rotatifler çalışıp, dizgiler tamamlanmadığından günlük gazetelerin manşetlerindeki yerini almasına daha çok vardı.

Yardım görevlisi kadın, Elazığ’daki depremde yıkılmış bir binanın önünde telefonla konuşuyordu.

Telefonun diğer ucunda, belli ki yerle bir olmuş binanın enkazında sıkışmış biri vardı.

Enkazın üstünde hummalı kalabalık. Arkada kompresör, karot, balyoz sesleri; telaş içinde yardım ekipleri, gayretkâr; ortalık can pazarı…

Kadın, “Xaltî, Xaltî” diyordu; “Azize, de ki Xaltî, Xaltî

*  *  *

Enkazın altında, telefonla konuşan kadının yanında başka bir kadın daha vardı. Komşunun annesiymiş. Belli ki Türkçe bilmiyor, bilinmeyen bir dilden konuşuyordu…

Ne tesadüftür ki yardım görevlisi ile telefonun öbür ucundaki kadın da aynı dilden konuşuyorlardı…

Anadil, yurdu gibiydi insanın. Ona kavuştuğunda nasıl rahatlar, nasıl da mutlu olurdu insan.

Nitekim öyle de oldu:

Yardım görevlisi kadın;

“Ben sana Türkçe söyleyeceğim, sen de ona Kürtçe söyle, tamam mı?”

diye konuştu.

“De ki;

Saxlixa te çito ye?” (Sağlığın nasıl?)
Nefesê te çito ye?” (Nefesin nasıl?)
Xaltî kuderê te diêşê?” (Teyze neren ağrıyor?)

*  *  *

Azize’nin övgüye değer çabalarını izlerken aklıma geldi.

Geçenlerde okumuştum:

“İstanbul Havalimanı’nda 36 dilde ve 80 lehçede yolculara 'anlık çeviri hizmeti' verilmeye başlandı.”

İçlerinde Çince’den İspanyolca’ya; Hitçe’den Katalanca’ya; farsça’dan Urduca’ya kadar dünyanın 36 coğrafyasının dili vardı…

Lakin bu toprakların dili olan Kürtçe yoktu!

Azize’nin, enkaz altındaki canları hayatta tutabilmek amacıyla çırpınırken, son anda anadiline sarılışını görünce içim burkuldu.

Azize, “Xaltî (Teyze) de”, diyordu, “Xaltî

Mesajlar, yer üstünden yer altına ışık hızında ilerliyor, kulaktan kulağa yayılıyordu. Ve belli ki aşağıda, enkazın altındaki kadın, komşusuna “Xaltî, Xaltî” (Teyze! Teyze!) diye sesleniyordu.

Bir sözcük! Tek bir sözcük… Bazen nasıl da nefes oluyor insana, hayat kurtarabiliyordu…

Gördüm ki, yardım görevlisi kadının çabaları Azize’ye hayat verdi. O tek bir sözcük, “xaltî” Azize’nin komşusu “teyze” ye hayat verebildi mi, bilmem…

Merak ettim, haber kanallarını şöyle bir dolaştım.

Gördüm ki, haber değeri olmazmış meğer bilinmeyen bir dilden atılan çığlıkların. Ya “can kurtaran telefon,” ya “enkazda telefon görüşmesi,” ya da “Azize’ni göz yaşartan gayretleri” diye geçiyordu haberler…

Kimisi “hayat kurtaran telefon” diye başlık atmış, kimisi, “telefonda hayat öpücüğü” nden bahsetmiş, kimisi enkaz altındaki yaralıyı konuşturan sağlık görevlisine övgüler dizmişti...

Bazıları nedense, özellikle görmezden gelmiş gibiydi Azize’nin konuştuğu dili.

Örneğin devletin ajansı, genlerine yazılmışçasına, videodaki Kürtçe konuşmaları makaslayarak sunuyordu müşterilerine.

Adına uluslararası ün katmış kanalın biriyse haberinden, itinayla cımbızlamıştı bilinmeyen dile dair sözcükleri…

*  *  *

Kürtçe!

Dünyanın en çok konuşulan 29. Dili.

Google’a yazsan biliyordu, Facebook desen tanıyordu; sorulur mu, Vikipedi’nin bile Kürtçesi vardı…

Ancak kendi ülkesinde hala haramdı; “kart, kurt” gibiydi, yoktu!

O, bu topraklarda hala tabelâsı sökülendi!

Okullarda kazara konuşulduğunda, çocukları azarlanan; dünyanın övünç duyulan “en modern” havalimanında sıralamadaki yeri Arapça, Tamilce, Fince, Urduca, Danca ve Teluguca’dan sonra bile gelemeyen; düğünlerde, müzik salonlarında, hastanelerde ve mahkemelerde halen hor görülen bir dildi o!

Malum, Elazığ bir deprem yeriydi, ülkeyse başka bir deprem!

Binalar yıkılmış, her yan feryat, figan, yürekler harap!

Yerüstünden yeraltına bilinmeyen bir dilden akıyordu sözcükler:

Azize, ses ver!” diyordu, “Azize ses ver!

Xaltî, Xaltî!

Azize!

Duyuyor musunuz beni?

Kimse var mı orada?


Belli ki, duyan yok!

Belli ki bunca çaba, bunca uğraş beyhude!

21.yüzyıldayız, yolu yok hala bu enkazı kaldırmanın.

Kim bilir, daha nice zaman, haber değeri olmayacak, bilinmeyen bir dilden çığlıkların.


9 Ocak 2020 Perşembe

İyilik kurtaracak dünyayı

Yusuf Nazım
T24  | 9 Ocak 2020


Yeni yıla girdik.

Geçen yıl biteviye ölüm yağdı adeta yeryüzüne.

Yeni yılla birlikte ölüm inmeye devam ediyor hala dünyamıza!

Ama açlıkla, ama savaşarak, ama yangınlar içinde kalarak ölüyoruz.

Önce Yunanistan…

Sonra Kaliforniya ve Amazonlar…

Derken Avustralya’yı saran yangınlar…

Hemen yanı başımızdaki coğrafyayı yeni bir cehenneme çevirecek, dünyanın tiranları tarafından işlenen cinayeti söylemiyorum bile. Apayrı bir yazının konusu bu.

Avustralya’da, Eylül ayından beri süren yangınlarda şimdiye kadar en az 25 kişi öldü, 2 binden fazla ev yandı, 14,7 milyon dönüm orman kül oldu.

*  *  *

Büyük devletlerin yeryüzü kaynaklarını ele geçirmek üzere başlattıkları 2.Dünya Savaşı’nda 70 milyon insan ölmüştü.


Avustralya’yı saran yangınlarda ise şimdiye kadar ölen hayvanların sayısı 480 milyon!

Bir yanda 70 milyon insan!

Öte yanda 480 milyon hayvan; Kangurular, Koalalar, Dingolar, Emular, Possumlar, Valabiler ve diğerleri…

İnsan ya da hayvan!

Ne fark eder ki?

Kökleri aynı. Her ikisi de canlı. Her ikisi de bu gezegenin sahipleri. Her ikisi de 275 milyon yıl evvel, aynı memeliler ailesinin üyeleri…

90 milyon yıl önce, koala ve kanguruların da yer aldığı Marsupials’lar evrim ağacından ayrılırken, biz insanımsıların ataları, primatlar olarak yolumuza devam ettik.

Zaman ve çevre bizi türleştirdi. Sonunda günümüze kadar gelen 55 cins ve 200 primat türü içerisinden insan, çok özel çevresel koşulların altında evrimleşti, beyin hacmi büyüdü, akıllı bir canlı haline geldi.

*  *  *
Avustralya.

Bir yandan kendi coğrafyasını kavuran bir yangınla mücadeleye, öte yandan dünyayı saran başka bir yangına benzin taşımaya devam ediyor.

Hükümetinin, 2018’de açıkladığı plana göre, dünyanın en büyük on silah ihracatçısı arasına girmek arzusunda bu ülke!

Her sene silah ihracatını 0,6 milyar dolar daha arttırmak anlamına geliyor bu.

Ne kadar medeni bir şey değil mi?

Dünyayı iyileştirmeye değil, öldürmeye koşullanan bir motivasyon!

Aynı ülke, 2003 yılında, dünyanın en büyük yalanlarından birini kullanarak ABD öncülüğünde girişilen Irak işgaline destek olmak için koşa koşa gitmişti o yangına!

Uygar Avustralya, bunca insanın ölümünden özür dilemedi bile…

1 milyondan fazla insan öldü bu yalanın ateşinde. Irak’taki yangının küllerinden IŞİD diye bir canavar semirip gelişti. Böyle bir canavarın yaratılmasının sorumlularından biri oldu bu ülke.

Aynı Avustralya, Irak ve Suriye üzerinde IŞİD’e karşı 2700 hava harekâtı gerçekleştirdi.

Tiranların elinde dünya kötüydü.

Bir yandan dünyanın her tarafında yangınlar çıkarıyorlar, öte yandan bu yangınlara körükle gidiyorlardı.

Avustralya dünyanın en büyük 10.silah ihracatçısı olmak istiyordu…

*  *  *
İnsanoğlunun yeryüzündeki serüveniydi bu.

Kendi zekâsının ürettiği bunca kötülüğe karşın, aynı zekâyı ama duygusal bir biçimde kullanarak aynı yeryüzüne iyilik ekmek isteyenler de oluyordu.

Onlar, zaman zaman tarih sahnesine çıkıyor, dünyanın bu kötü gidişine “dur” demek istiyorlardı.

Her şeyden önce, insanın insan tarafından sömürülmesini anlam veremiyorlardı onlar. 

Bu yüzden ki, kötüye giden bu dünyada, daha fazla kazanç, daha fazla mülk, daha fazla artı değer uğruna, gezegenin köküne kibrit suyu dökmek isteyenlere karşı direniş eğilimleri hep var oldu.

Kâh felsefi olarak, kâh estetik olarak, kâh sosyolojik ve devrimsel olarak birer kalkışmaya dönüştü bunlar.

Bu kalkışmanın en derli toplu felsefesi ile ekonomi politik kuramını inşa etmek, 19.yüzyılda Karl Marks ile Friedrich Engels’e nasip oldu.

Bu iki filozofun teorisinin uygulama çabaları Asya’daki toplumsal devrimleri; Sovyetler Birliği, Çin, Vietnam vb. deneyimlerini ortaya çıkardı.


2.Dünya savaşından sonra Doğu Avrupa’daki demokratik devrimler; Arnavutluk, Doğu Almanya, Yugoslavya örnekleri ise Avrupa’daki farklı deneyimlerdi.

Bunları Latin Amerika’yı saran kolonileştirme karşıtı devrimler ve isyanlar izledi; Küba, Nikaragua, Bolivya, Şili ve Meksika’da olduğu gibi…

Bunların tamamı, gezegeni akıl almaz bir biçimde kemiren insan hırsına ve bunun kapitalist tarzda örgütlenmiş haline karşı bir itiraz, karşı çıkış ve isyandı...

Bu ilk deneyimler, yeryüzüne ne kadar güzellik ve iyilik tohumu ektilerse de yine de başarılı olamadılar.

Yenildiler!

Ya da geri çekildiler...

Dünyanın bu kötü gidişine karşı hayatlarını feda eden bireysel kahramanlar da oldu. Küba’da Fidel Castro ile Che Guevera, Türkiye’de Denizler, İbrahimler ve Mahirler; Güney Afrika’da Nelson Mandela, Hindistan’da Mahatma Gandhi, Vietnam’dan Ho Chi Minh ve Giap vb. nice efsane gibi…

Adını anamadıklarım ya da unuttuklarım da var tabii…

Kendileri için hiçbir beklenti içinde olmaksızın, daha güzel bir dünya uğruna hayatlarını feda eden isimsiz kahramanlar bunlar.

Hepsi bağışlasınlar beni!

Bu devrimcilerin tamamı bütün insanlık, bütün bir yeryüzü, dünyanın geleceği için kendi ölümlerini hiçe sayan insanlardı.

Hiçbiri, kavgalarında kendileri için bir şey istemediler.

Mücadele ederken ırk, renk, dil, din, cinsiyet farkı gözetmediler.

Öldüklerinde, arkalarında kendilerine ait hiçbir maddi mülk, hiçbir servet bırakmadılar.

İnsan aklının, gezegeni sürüklemekte olduğu bu kötülük sarmalına karşı çıkarak direnenler elbette ki sadece bunlarla da sınırlı değildi.

Dünyanın en büyük sanatçıları, yazarları, edebiyatçıları, sinemacıları, sosyologları ve bilim insanları bu kötü gidişe karşı dur demek için bütün hünerlerini ortaya koydular.

Kimi silahıyla, kimi bedeniyle, kimi sanatı, şiiri, notalarıyla direndi, direnmeye devam etti, ediyorlar...

Bir yanda; servetlerine servet katmak peşinde koşarken dünyayı ateşle, silahla, kanla, kirlilik ve ekolojik yıkımla bir yangın yerine çeviren öteki dünyanın doymak bilmez finans kapitalizmi…

Öte yanda; sazıyla, sözüyle, şiiriyle, edebiyatı ve felsefesiyle buna karşı direnen; ömürlerini sadece insandan yana değil; ağaçtan, sudan, dağdan, ormandan ve topraktan yana tüketen güzel insanlık…

Sonuçta kendi kendiyle yarışan, kendi kendiyle savaşan, kendi kendini tüketen bir insanlık.

Tam da 64 yıl öncesinde, Nazım Hikmet’in dediği gibi;

“kendi kendimizle yarışmadayız, gülüm.
ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya dünyamıza inecek ölüm.”

Avustralya şimdilerde bir yangının pençesinde; dünya ise başka bir yangının.

Ha 70 milyon insan, ha 480 milyon hayvan!

Ha korkunç bir savaşın içinde ölürken görmek insanı, ha da bir yangının ateşinde yanarken kanguruyu, dingoyu, koalayı…

Her ikisi de aynı insan zekâsının ürünü. Hem korkunç ve ürkütücü, hem de duygusal ve iyilik dolu.

Kurtarırsa, iyilik kurtaracak dünyayı!