26 Ekim 2014 Pazar

Benim annem cumartesi

Cumartesi Anneleri 500. haftada Galatasaray'da
Yusuf Nazım
Evrensel
26 Ekim 2014
Benim annem cumartesi. Hem de uzun yıllardan beri.

Uzun yıllardan beri benim annem Galatasaray Lisesi’nin önünde. Elinde kırmızı bir karanfil, göğsünde bir yara. Çığlıklarını sessizce bırakıyor sokaklara.
Benim annem neden cumartesi? Çünkü benim annemin çocuklarını kaybettiler.
Çünkü onlar çocuklarından haber alamıyor. Benim annemin bir mezarı dahi yok çocuklarının. Benim annem bayramlarda mezarlığa gidemiyor, çocuğunun mezarına el süremiyor. Benim annemin, evinin aralık kapısına bakan gözleri daima yaşlı ama ağlayamıyor.

* * *

Onlar başlangıçta yalnızca bir elin parmakları kadar azdılar. Çaresiz, yüreği yanık ve perişandılar. Kim eşini kaybetmişti, kimi çocuğunu, yakınını. Hepsi de bir vicdan arayışındaydılar. Yıllarca çalmadıkları kapı, başvurmadıkları makam kalmamıştı. Ç
ocuklarını sağ bulmak isteyen anaların arayışı, zaman geçtikçe onların ölü bedenlerini aramaya, çok daha sonra ise kemikleriyle yetinmeye dönüşmüştü.

Çaresizlik, sonunda bu bir grup kadını 27 Mayıs 1995 cumartesi günü İstanbul’da Galatasaray Lisesi önünde buluşturmuştu. Amaçları, yeni kayıpların yaşanmaması, kaybedilenlerin akıbetinin araştırılması ve sorumluların adalet önüne çıkarılarak yargılanmasıydı… Dövizsiz, pankartsız, slogansız, ellerinde sadece kayıplarının fotoğraflarıyla oturarak belki duyulur diye, sessizliklerinin ses olmasıydı.
İşte, benim annem bu yüzden cumartesiydi.

Taşıdıkları resimlerin hikâyeleri kirli bir tarihe akıyordu onların. Sessizlikleri, sevdiklerine ulaşmanın çabasından ibaretti ve katlanıldıkça çoğalan acıları taşıyorlardı analar yüreklerinde.

20 Mart 1995'te evine gelmeyen Hasan Ocak'tan 55 gün haber alınamamıştı. Onun işkence edilerek telle boğulmuş cesedi İstanbul'da Beykoz Ormanları’nda bulunmuştu. Hasan Ocak’ın ıssız bir ormanda bulunmuş cesedinin kimsesizler mezarlığına gömüldüğü ortaya çıkmıştı. İşte, Hasan Ocak’ın işkence edilmiş bedeninin kimsesizler mezarlığında bulunduğunun ortaya çıktığı andan itibaren benim annem hep cumartesiydi...

Ne ilk kaybedilendi Hasan Ocak, ne de son olacaktı.
22 Mayıs 1995’te Rıdvan Karakoç’un da aynı akıbeti yaşadığı anlaşıldı. Daha nice kayıpları vardı bu ülkenin. Nice analar taş basıp beklemişti bağrına. Nice ananın kapısı bir daha kapanmamıştı; giden ve bir daha geri dönmeyen çocuklarının ardından.
İşte bu yüzden, her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda artık bir grup kadın vardı. Her birinin bir yakını gözaltında kaybedilmişti. Her birinin yüreği yarısından kesilmişti. Otuz kadar insanın her birinin yarısı eksilmişti.

İşte bu yüzdendir ki her hafta benim annem cumartesiydi.
Onlar, sadece yakınlarının kemiklerinin bulunmasını değil, aynı zamanda sorumluların hesap vermesini istediler; yargı önüne çıkarılmasını, bir daha benzer acıların yaşanmamasını dilediler. Bunun için, her cumartesi, Galatasaray’da sessiz bir çığlık olup kanadılar. Ellerinde kayıp resimleri, yarım saat boyunca hiç konuşmadan oturdular. Kaldırımlarda, soğuk taşların üzerinde evlatlarını ve onların katilleri aradılar. Yanlarından gelip geçen insanların gözlerine bakarak medet umdular. Ne kayıplarını bulabildiler, ne de onların katillerini. Ama yılmadılar..

Cumartesi toplanmaları bir ayını doldurmamıştı ki, korkuya bulanmış zifiri bir karanlık dikildi önlerine. 1996’da Habitat Zirvesi sürerken polis saldırıları başladı. Her seferinde panzerler, Tomalar, akrepler yürüdü üzerlerine. Örgütsüz, dövizsiz, pankartsız ve slogansız bekleyen anneler dövüldüler, yerlerde süründürüldüler, polis köpekleri salındı üzerlerine, her hafta gözaltına alındılar… Onlarsa korkmadılar, direndiler... Beş hafta sürdü saldırılar. Lakin, gücünü yasalardan alıyordu karanlık. 1999’da eylemlerine ara vermek zorunda kaldılar.
Zaman ne açılmış yaralarını kapattı onların, ne acılarını dindirdi. Ne de kaybolmuş evlatlarından haber aldılar. 10 yıl sonra, yarım kalan yolculuklarına 2009'da yeniden koyuldular. 31 Ocak 2009'da, 1915'te kaybedilen Ermeni aydınları da kayıplarının arasına katarak yollarına devam ettiler.
Sonra Diyarbakır’dan, Batman’dan, Urfa’dan ve Cizre'den başkaları onlara ses oldular. Biraz daha büyüdüler, çoğaldılar. Giderek daha çok duyulur oldu çığlıkları, Avrupa’dan, Amerika’dan, Şili’den, Arjantin’den, Meksika'dan. 'Türkiye'de gözaltında kaybolanlar' ın çığlığı bütün dünyayı dolaştı. İstatistiklerde birer rakam olmaktan giderek çıktı kayıplar. Etleri, kemikleri, kokuları ve hatıralarıyla akıllarda yavaş yavaş yeniden canlanmaya başladılar.

* * *

27 Mayıs 1995’de Galatasaray’da ilk defa cumartesiydi benim annem. Aradan beş yüz hafta geçmişti. Şimdi 25 Ekim 2014’te, benim annem yine cumartesiydi.

Kayıplarının peşinde bir türlü kırılamayan dirençti benim annem.
Benim annem her hafta bir çığlıktı Beyoğlu’nda, Galatasaray’da, Meydan’da bir lisenin önünde.
Benim annem dinmeyen bir ağıttı Batman’da, Diyarbakır’da, İstanbul’da.
Benim annem, çocuklarını 12 Eylül cuntasının karanlık zindanlarında kaybetmiş bütün annelerdi.
33 yıl boyunca, mezarsız oğlunun bir gün çıkıp gelecek kemiklerini bekleyen Berfo Ana’ydı benim annem.
Soğuk ve puslu bir İstanbul gecesinde, kimsesizler mezarlığına gizlice gömülmüş Hasan Ocak’ın annesiydi.
Kalçalarında polis köpeklerinin diş izlerini taşıyan zülüfleri kanlı perçem bütün kadınlardı. 
Benim annem yağmurdu, çamurdu, kardı, soğuktu; polis copunun, gazının, kalkanının altında dinmeyen bir ızdıraptı.   
Benim annem sedef göğüslerinde ay yüzlü resimler taşıyan bir isyandı. 
Susmasını öğrenmiş bir çığlıktı benim annem; susa susa kanamış, kanaya kanaya açılmış kapanmayan bir yaraydı.
Benim annem gençliklerinden vurulmuş nice oğullardı, artık hatıralarda kalmış gül yüzlü evlatlardı benim annem. 
Bütün o gül yüzlü evlatların artık hiç duyulmayacak nefesiydi, kaybedilmiş bütün güzel çocukların sesiydi.

2 Ekim 2014 Perşembe

Bir fotoğrafın heceleri

Kobanê - Suruç sınırı, 20 Eylül 2014
Yusuf Nazım
Cumhuriyet
2 Ekim 2014


Bir fotoğraf… Belki bilirsiniz; bu sefer çok uzaklardan değil. Hemen yanı başımızdan... Adı peygamberler şehri Urfa’mızdan, Suruç’tan. Hani o, pasaporta ısınmamış olan yanımızdan; adı eşkıyaya, kaçakçıya çıkmış diyarımızdan...

Anların bellekleridir fotoğraflar. Bir kez basılmışsa deklanşöre, açılmışsa eğer sol memenin altındaki cevahirin gözü, sözünü esirgemezler. Yalnızca bir kareden ibaret kalır gerçek. Bazense, her pikseli ayrı bir fotoğraf olur; ses olur, söz olur, tarihin belleğine çizilir, kalın bir iz olur.

Bu fotoğrafa iyi bakın!

İnsanlığımızı parça parça bölen sizce nedir? Dikenli tel örgüler, beton duvarlar, içi su dolu kuyular mı yoksa? Şurada, onları ayıran şeyi siz yoksa dikenli tel mi sandınız? Bir dikenli tel var ortalıkta, doğru! Bir değil, üstelik çok dikenli tel var; kimi döne dolana yüreğimize sarılmış, kiminin eğri büğrü dikenleri, yırtıcı ve uzun, etlerimize batmış. Havada vicdanları kanırtan bir sessizlik… Toprakta çöl sıcağı, ruhlarda acı, bedenlerde yangın; arbede ve mahşer, canlı bir cehennem!

Seslerin, renklerin, acıların yurdu bir fotoğraf. Orada flu bir kalabalık var, canlı. Toza toprağa bulanmışlar; ceketli, fularlı, türbanlı. Korkulu, telaşlı gözüküyor suretleri, çoğu kadın ve çocuk, bir kısmı da yaşlı… Geride bir minare şerefesi, nasılsa yeşil kalmış birkaç ağaç ve Kobanê kentinin silueti…

Havada asılı duran bu ölüm kokulu sessizlik neyin nesi? Hissettiniz mi yaralı bakışlarını çocukların? Fark ettiniz mi, yer yer eğilmiş telleri, bükülmüş, dolanmış birbirine, eğreti… Sıcak bedenlerini, dikenli tellere vurmuş insanların izleri var orada, kanlı... Dikkatlice bakın; yırtılmış bir gömlek kolu, bir tişört yahut bir entari, bir bez parçası asılı kalmış geçenlerden, hala canlı…

Bu fotoğrafa iyi bakın!

Gölgede kırk derece sıcak, güneşte kaç cehennem ateşi yapar? Aç mıdır? Açlık umurunda mıdır? Onu tutuşturan yangının farkında mıdır? Belki susamıştır, içecek bir tas su bulamamıştır… Tanrıların ona reva gördüğü bu zulmün ayırtında
mıdır?     

Sahnede bir figüran değil bu, orta yerde gördüğünüz! Ne de soyut bir resimden fırlamış obje! Bakın, ayakları çıplak! Üstelik düştü, düşecek; güçlükle duruyor pedalları üzerinde bir tekerlekli sandalyenin. Ellerini yummuş mudur? Yumuşak derisinin yüzü çizgilerle dolu, yaşlı bir kadın mıdır? Terk edilmiş bir hasta, bir sakat, ya da terden sırılsıklam olmuş bir hayat; analı, babalı, kardeşli bir insan mıdır? Dört büklüm olmuş, eğilmiş bir yanına, çocuklu, torunlu bir can mıdır? Geride kalmış bir soranı, arayanı, merak edeni var mıdır?

Biraz ileride, ölüm naraları işitiliyor orta çağ cellâtlarının. Ezan seslerine karışıyor fetvaları. Bir utanç abidesi gibi duruyor önümde, sessiz bir çığlık gibi kanıyor gözlerimde fotoğraf. Medeniyet fışkırıyor ortasından, anlı-şanlı Batı medeniyeti; çağdaşlık, gelişme, insan hakları… İçinde can çekişen insanlığın soluk yüzü… Ah, kalbimin yalnız kalmış kuşları! Ah, dünyanın yalnızları! Ortadoğu’da bir vahşet makinesini fonluyor dünyanın büyük tüccarları. Kobanê diz çökmüyor ama! Kobanê ayakta. Öfke yoğuruyor gençlerin bakışları. Kadınlar, yüreklerini taşıyorlar avuç avuç cepheye…

Rüzgârlar ölçüyorsunuz siz, yağmurlar, fırtınalar, depremler. Barbarlığın şiddetini ölçecek endeksiniz üretilmedi mi daha? Görüyorum, durmadan alçalıp yükseliyor borsalarınızın trendi. Oysaki her gün, kurlara endeksleniyor yedi kıtada açlığımız bizim. Boşuna yorulmayın. Demeçleriniz, kar etmez bu fotoğrafı anlamaya. Sözler, korkuya batmış çocuk yüzlerinin yerine geçmez! Bakın, orada öylece duruyor hala vicdanları kanatan o sessizlik. Senetleriniz aklamaya yeter mi sanıyorsunuz bu fotoğrafı? Söyleyin, hangi kutsal kitabın ayetlerinde yazılıdır bu zulüm? Kaç varil petrole bedeldir tellerde lime lime sallanan insan ve hayvan etleri? Dualarınız dindirebilir mi bu fotoğrafın renklerine gömülmüş acıyı? Hangi insanlığın sinesinde saklıdır, ağızlarınızda bıçakların açmadığı bu sükûn?

Bu fotoğrafa iyi bakın!

Dört yanı puşt zulası bir resim. Üzerine üzerine geliyor medeniyet. Taa Amerika’dan, İngiltere’den, Fransa’dan geliyor akın akın… Özgürlük ve demokrasi taşıyor dünyanın bütün kırlarına; Afganistan’a, Irak’a Suriye’ye, Libya’ya.

Aynı fotoğraf karesinin heceleri bunlar; ölüm ve katliam haberleri taşıyor manşetlerden. Kol kola giriyor kırk devletli koalisyon kuvvetleri, gösteri oyunları yapıyorlar biteviye. Bakın, büyük devlet adamlarının nutuklarını yayınlamakla meşgul televizyon kanalları. Nicedir üç vardiya çalışır olmuş silah fabrikaları. Antenler, dünyanın geri kalanına demokrasi kusmaya devam ediyorlar hala. Hemen yanı başımızda, ölüm ayetleri yayınlanıyor, kılıçları kana batıyor her an barbarların.

Dokunuyorum fotoğrafa, ayaklar altında büyük insanlık, paramparça… Uygarlık akıyor her yanından, kan revan içinde bir uygarlık! Irak’a özgürlük geliyor hemen! Kadın pazarları kuruluyor Rakka’da, Musul’da, başka diyarlarda. Bedenleri haraç mezat satılıyor kadınların. Genç kızlar ve çocuklarsa revaçta!

Eyy, yeryüzüne bunca acıyı reva gören tanrılar! Çağdaşlığınız olmaz olsun sizin! Olmaz olsun atomu parçalarına ayıran biliminiz; uydularınız, uçak gemileriniz, füzeleriniz! Bir avuç dolar uğruna, bu cennet yeryüzünü kanla boyadığınız fetihleriniz. Olmaz olsun o yere göğe sığmayan kibriniz, orta çağdan kalma saltanatınız; sayılardan, yüzdelerden beslenen muktedirliğiniz…  

Renkli piksellerinden ağır ağır, incecikten sızıyor acı. Biliyorum, hükmü yok yazdıklarımın. Dilimde daha çok kanamalı duruyor şimdi heceler. Sözler yetersiz, kelimeler kifayetsiz kalıyor. Orada, toprağı, dikenleri, havayı kanırtan sessizliğin ortasında, o tekerlekli sandalye… Kızıyorum kendime! Ne yazsam, ne söylesem az. Zalimlik cümlelere dar geliyor. Oysaki çok daha fazlasını hak ediyor bu resim…

Bu fotoğrafa iyi bakın.

Öyle çekinmeyin, yaklaşın… Gözlerinizi üzerine dikin, uzun uzun bakın! Belki tanırsınız. Tanrıların yeryüzüne armağan ettiği bu zulümden utanırsınız. Ne bir söz cambazının söyledikleri, ne bir kelime ustasının marifetleri anlatabilir bu resmi… Fotoğrafın içine girin, o tekerlekli sandalyeye oturun!

Gözlerinizi kaçırmayın sakın! Bu fotoğrafa iyi bakın…

19 Eylül 2014 Cuma

Çankaya’da bir darbecinin portresi

Yusuf Nazım
T24 /19 Eylül 2014

Yerler halı. Uzun bir koridor. Duvarda, yan yana asılı on bir adet çerçeveli fotoğraf. Bir, iki, üç, dört… Yedincinin önünde duruyor, başını hafifçe çeviriyor, onunla göz göze geliyor…

*

O bir darbeciydi. Silahlı suç örgütün başı… Ülkenin üzerine kâbus gibi çöken vahşet rejiminin sorumlusuydu… Türlü entrikalar, psikolojik savaş yöntemleri, suikastlar, gizli kışkırtmalar… Ükeyi uçurum kenarına sürükleyip sonra darbe yapan çetenin lideri!

650 bin gözaltı, 83 bin siyasi dava, 1 milyon 683 bin fişleme… 348 bin kişiye yurt dışına çıkma yasağı, 14.509 kamuda işten atılma, on binlercesini istifa ettirilmesi, 30 bininin ülkeyi terk etmesi! Yetmedi, 14 bin kişiyi yurttaşlıktan çıkarma, 39 ton kitabın yakılması, 937 filmin yasaklanması, 8 gazetenin kapatılması… 50 idam, 420 işkencede ölüm…  Hepsi, 12 Eylül vahşet rejimin ürünleriydi. Ve bütün bu suçlar işlenirken suç örgütünün en başında o vardı!

Çankaya’da, bir köşkte, uzunca bir koridorda asılıydı resmi. Duvarda, yan yana asılı portrelerin yedincisiydi o! O resimdeki dudaklardan dökülen emirlerle yürüyordu bunca zulüm, ölüm ve işkence. Ve aynı portrenin kirli elleri imzalıyordu ölüm fermanlarını.

Hala o duvarda asılıydı resmi

İşkencenin her türünü denemek onların işiydi; kum torbalarıyla dövülen, hücrelerde kan tükürüp işeyen, İstiklal marşını ezbere okuyamadığında ölümüne dayak yiyen, aç bırakılıp makatlarına coplar sokulan, dışarı dökülen bağırsakları torbalara doldurularak önlerine konulan insanlar hep onların eseriydi! Aklın almayacağı, en vahşi işkence yöntemlerinin uygulandığı Diyarbakır Zindanları’nı dünya işkence tarihine armağan eden zulüm makinesinin yaratıcısıydı o! Abartı yoktu; babalarının önünde kız çocuklarına, çocuklarının önünde annelerine tecavüz ediliyordu; İnsanlar, kafasına çivi çakılarak öldürülüyor, 'bambulu oda' larda çırılçıplak soyularak işkenceye tabii tutuluyorlardı. Falakalarda, ayak tabanları, el ayaları patlatılıyor, kaba yerleri eziliyor, tırnakları sökülerek çırılçıplak soyulan tutukluların üzerine kurt köpekleri salınıyordu. Bütün bunlar yapılırken silahlı çetenin lideri, hemen her gün televizyonlara çıkıp, güç ve kudret gösterisinde bulunmaktan geri kalmıyordu!

Çankaya'da bir darbecinin portresiydi o... Hala orada, o duvarda asılıydı resmi! Ve hala kanlı gözleriyle izliyordu olup bitenleri…

Kelimenin tam anlamıyla “katil” di! Ünlü, “asmayıp da besleyelim mi” deyişi ona aitti. Eşit olsun diye “bir ordan, bir burdan astık” diyen de yine oydu. Eline geçirdiği devlet aygıtıyla ülkenin anasını ağlatan da o! Sendikalara kıyan, grev yapmayı olanaksız hale getiren yasalar onun yasalarıydı. İnsanlık dışı taşeron sistemini ülkenin başına bela eden ve nice Soma’lar yaratan kanunlar onun anayasasından alıyordu kudretini. Üniversitelerde, onun getirdiği YÖK eliyle okunurken bilimin canına, siyaset onun imzaladığı yasalarıyla zapt-ı rapt altına alınıyordu. Ve sonradan gelen siyasetçiler hep gönül rahatlığıyla oturuyordu onun yaptığı yasalarının üzerine. İlkokullarda, zorunlu din dersinin mimarı, çok şükür yine oydu. Kadim halkımızın varlığını, “kırt” diye resmi tarihe geçirmek yine ondan başkasının marifeti olmayacaktı...

Çok başarılıydı! Bu yüzden okullara, caddelere, sokaklara kendi adının verilmesini gururlanarak kabul ve teşvik etti. Sonradan gelenler hep onu örnek aldı, onun izinden gittiler; parklara, spor tesislerine, üniversitelere kendi adlarını koyarak doyurdular nefislerini. Bugün bile hala sokaklarda bir katilin izi var. Köşe başlarında, her an bir katille karşılaşmak mümkün. Çocuklar, hala bir katilin adını okuyarak giriyorlar her gün okullarına. Olur olmaz yerlerde, olur olmaz zamanlarda, bir tabelada karşımıza çıkıveriyor aynı katilin adı. Hala bir katilin adıyla anılıyor caddeler, parklar, bahçeler…

Çankaya’da bir köşk. Yerde kırmızı halı, uzun bir koridor, duvarlarında çerçeveli fotoğraflar. Bir, iki, üç, dört… Yedinci sırada bir katilin portresi! 12 Eylül 1980 sabahı, silahlı bir suç örgütüyle meclisin kapısına dayanan, seçimle işbaşına gelmiş hükümeti devirip tüm partileri kapatan, liderlerini hapse attıran bir çetenin lideri! Sonradan, el koyduğu devlet aygıtının gücünü kullanarak kendini %92 oyla cumhurun başı seçtiren haydut; çerçeveli resmini Çankaya’da bir köşkün, kırmızı halılı koridorunun duvarında 7.sıraya astıran zat! Kenan Evren’in portresi…

Ayağında delik, sırtında kurşun

Şimdi, cumhurun yeni başı yürüyor. İçi rahat mı, değil mi belirsiz! Ama kalbinde bir yük; darbeyle, hileyle, şerle zindanlara tıkılıp yıllarca orada unutulanların yükü; aydınların, sanatçıların, yazarların; suçsuzların ve günahsızların yükü! Tarihe kanla yazılmış toplu kıyımların; Maraşların, Çorumların, Sivasların; sene 1977’de 1 Mayısların, Sivas’ta Madımakların, Diyarbakır’da Lice, daha nice katliamların yükü…

Cumhurun yeni başı Çankaya Köşkü’ne doğru ağır ağır yürüyor. 12 Eylül 1980’de, on yedisinde, yağlı bir urganın ucunda sallanan bir çocuğun yüküyle yürüyor! Gözaltında kaybedilen, işkence edilen, öldürülen, idam edilen binlerce, on binlerce apak yüzlü gencin, kadının, delikanlının yüküyle… Yakılan, yıkılan, boşaltılan binlerce köyün, sayısı belirsiz faili meçhullerin, her cumartesi Galatasaray’da ağıtları arşa yükselen çaresiz annelerin yükü…

Çankaya’da, kırmızı halıda, bir koltuğa doğru yürüyor. Göğsünde ağır bir yük; Roboski'de uçaklarla, bombalarla, oyalamalarla parça parça edilenlerin yükü; Gezi'de ölen canların, hunharca gözü oyulanların, Berkin Elvan'ların; ayağında delik, sırtında kurşun, kaldırımda yüzüstü yatan Hrant’ın yüküyle yürüyor…

Ağır adımlarla ilerliyor. Yürüdükçe kalbindeki yük büyüyor. Çankaya’da, kırmızı bir halının üzerinden, bir duvarda asılı darbecinin portresinin önünden geçiyor. Eski bir alışkanlık belki, başını çeviriyor, gözleri, darbecinin kanlı gözleriyle buluşuyor, minnetle eğiliyor, selamını veriyor…

Adımlarını giderek açıyor. Tıpkı diğerleri gibi, darbecilerin yanındaki gösterişli yerini almak üzere sabırsızlanıyor. Bakışlarında donukluk, kalbinde hafif ağrı; bir elini göğsüne götürüyor. Belki bu yük ağır, taşıyamayacağı kadar ağır. Kim bilir şimdiden başlamıştır, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprünün sorgusu. Ortadoğu’da vahşet, Gezi’de cinayet, camilerde vaaz, ayakkabı sesleri; zehir, destan, ölüm, Kabataş’ta bir bacıya zulüm! Damla damla su, senet senet ihale; vakıf, baraj, akmayan dereler; Loç Vadisi, Solaklı, Gerze, Tortum! Belki bir suçluluk duygusu, belki de sonun başlangıcı, belki de başka bir dünyanın ahiret korkusu...

Çankaya’da bir darbecinin portresi! Kırmızı halı. Uzunca koridor…

@yusufnazim

5 Eylül 2014 Cuma

Sizin hiç anneniz oldu mu?

Yusuf Nazım
Özgür Gündem
5 Eylül 2014

Sizin, hiç anneniz oldu mu? 

Acı yüklü suretleri geçiyordu resimlerin önümden. Birdenbire durdum! Tanıdık gelmişti görüntüsü. Sarı toprağın üzerinde, yüz üstü yere kapaklanmıştı. Sanki eğilmiş de, kulak vermiş bir ninniyi dinliyordu... Elleri yumuktu. Dudaklarındaki emziği yere düşmüştü. Belli ki, toprağı avuçlayan minik parmaklarının gücü, onu ayağa kaldırmaya yetmemişti. Tekini öne katlamış olduğu ince bilekli bacakları da öyle… Belki yaşıyordu, belki son nefesini vermek üzereydi, belki de ölmüştü… 

Sizin, hiç anneniz oldu mu?

Bir zamanlar, onun vardı! Oysa şimdi kayıp, yok! Belki başka bir dağın başında yaralı ve yalnızdır… Belki dermanı tükenmiş bir yokuşta, öylece yere yığılmış kalmıştır... Belki de çırpınıp kurtulamamış, cayır cayır bir yangının ortasında, donup kalmıştır korkusundan. Belki silahlı, sakallı, cüppeli bir vahşinin iri kıllı elleri koparmıştır onu yavrusundan…

Biliyorum… Onun bir annesi vardı! Acıkınca göğüslerine bastırır, üşüyünce yumuşacık kollarıyla sarardı. İpeksi teniyle dokunurdu süt kokan ellerine. Yanından asla ayırmazdı; kokusuyla sever, bakışlarıyla okşardı.

Sizin hiç anneniz oldu mu?

Onun bir annesi vardı! Onu, adına Şengal denen bir dağın eteklerinde gördüm! Körpecik bedeniyle toprağa uzanmış yüz üstü yatıyordu. Sanki yuvasından ayrı düşmüş gibiydi. Kanatları kırık, körpe, küçük bir kuş gibiydi. Sanki yorulmuş, gözlerini sonsuz, huzurlu bir uykuya yummuş gibiydi…

Ajanslara yeni düşmüş bir resimdi o. Bir taşın dibinde soluksuz kalmış, adına medeniyet denilen çağın görüntüsüydü! Vaatlerle, sözlerle, kelimelerle kandırılmış bir dünyadan gelen korkak, sefil, aciz bir ölümdü şimdi o… 

Sizin hiç anneniz oldu mu?

Onun bir annesi vardı! Adı Havin’di, belki Emine, ya da Ayşe… Rojin’de olabilirdi pekala, Sakine’de.. Ama adı Havin’di! Biliyorum, adı Havin… En çok da Havin’di adı…

Kızgın toprağın üzerinde uzanmış, şimdi sessizce yatıyor Havin. Ajanslara yeni düşmüş gibi, körpecik suretiyle bize sorular soruyor Havin… Hangi Tanrı tutuşturmuş olabilir onu bu dağın başında yakan ateşi? Hangi Tanrının ona biçtiği kaçınılmaz kader, onu böylesine kurda kuşa yem eden? Üstelik hangi dostun ihaneti vardı bu kaderde?

O çocuğun bir annesi olmalıydı! Koşup kucaklamalıydı; başını göğsüne gömüp koklamalıydı.

Beş çocuk annesi kadın

Sizin hiç anneniz oldu mu?

Şengal Dağı’na kaçan beş çocuğun bir annesi oldu! Beş çocuk annesi kadının erkeği daha kaçamadan öldürüldü! Şimdi günlerdir yollardalar. Yol dediysem, yol değil, kuşun kurdun uğrak yeri, ıssız, kurak bir garip diyardalar. Medeni dünyanın yarattığı bir canavarın insanlık dışı zulmünden kaçıyorlar onlar! Dağları, vadileri, tepeleri aşıyorlar; taşlara dost, kayalara yoldaş oluyorlar… İki kırık ekmek, bir yudum suya hasret yürüyorlar.

Kızgın güneşin altında, taşların arasında, terk edilmiş bir bebek! Durur mu kadın, onu da yanlarına alıyor. Adını Lorin koyuyor… Dağ, taş, insan dolu! Mahşeri bir kalabalık; oraya buraya kaçışanlar, geride kalmış yaşlılar, sakatlar; yürüyemeyenler, kucaklarda, sırtlarda taşınanlar... Çocuklar aç, sefil, dermansız. Açılan bir insanlık koridoru, uzun bir yol, kadın ve altı çocuk… Günler sonra Rojava’dalar…

Şimdi, ağlıyor beş çocuk annesi kadın. Geriden kalan erkeğine ağlıyor; toprağına, taşına, sofrasına, sedirine… Lorin bebeyi evlatlık almak isteyenlere, “vermem!” diyor! “Dünyada vermem!”Sarıyor şefkatli kanatlarıyla çocuğu, açıyor sedef  göğüslerini, gömüyor dudakları arasına yavrunun…

Sahi, sizin hiç anneniz oldu mu?

Ölümden kaçarken çocukları için, ölümlerden ölüm beğenmek zorunda kalan bir kadın gördünüz mü siz hiç? O kadın sizin anneniz oldu mu? Öldürmek nedir, bilmeyen bir halkı, Ezîdîleri hiç duydunuz mu? 72 kıyımdan sağ kurtularak bir dağın eteklerini yurt bellemişler, hiç tarih kitaplarından okudunuz mu?

O topraklar ki nice kavimlere yurt oldu, nice kavimlere mezar… Kimi duyuldu, kimi duyulmadı. Kimini yazmaya bile tenezzül etmedi tarih kitapları.

Şimdi, bir insanlık trajedisi yaşanıyor Şengal Dağı’nın kuytuluklarında. Sık sık haberler düşüyor ajanslara, hiç dinlediniz mi? İnsanlığın böylesine sağır, böylesine dilsiz, böylesine kör olduğuna daha önce hiç tanık oldunuz mu? 

Lorin bebek mi? Lorin bebek kurtuldu. Onun bir annesi oldu.

2 Eylül 2014 Salı

Barış üstünüze olsun

Yusuf Nazım
Evrensel /2 Eylül 2014

İkinci Dünya Savaşı, Almanya’da Nazilerin %48 oyla iktidara gelmesinden sonra 1 Eylül 1939 günü Polonya'yı işgaliyle başlamıştır. Dünyanın yaşadığı bu ikinci büyük savaş, ardında 53 milyonu ölü 100 milyonlarca yaralı ve sakat bırakarak 1945 yılında Sovyet Orduları’nın Berlin’e girmesiyle sona ermiştir.

Polonya işgaliyle birlikte Almanya, 1939 yılından 1941'in başına kadar Avrupa topraklarının çoğunu ele geçirir. 1941 Haziran'ında Nazi Almanya’sının liderliğindeki Avrupalı Mihver Devletler, esas hedeflerindeki Sovyetler Birliği'ni işgal etmeye başlarlar.

Sovyet topraklarında, tarihteki en büyük kara savaşı cephesi böylece açılmış olur.  Almanya ve diğer faşist müttefikleri askeri gücünün önemli bir bölümü bu savaş için ayırır. Ekim Devrimi’nden sonra bütün kaynaklarını sosyalizmin inşasına ayıran Sovyetler Birliğinin, Moskova önlerine kadar gelen Nazi orduların yol açtığı işgal sebebiyle sanayi alt yapısının önemli kısmı yıkıma uğrar. Leningrad savaşında, dünya tarihinin en büyük kuşatması yaşanır. 872 gün süren bu kuşatmada şehir cesetlerle dolar, taşar. Tam 1.5 milyon Sovyet insanı sadece Leningrad savunması sırasında ölür, bundan daha fazlası yaralanır, sakat kalır. Dünyanın büyük güçlerinin yarattığı bu yeniden paylaşım savaşında, tüm dünyada kaybedilen 53 milyon insanın 20 milyonu Sovyetler Birliği topraklarında ölür.

Alman ordularının Stalingrad cephesinde yenilmesiyle savaşın kaderi değişir. Bundan sonra Kızıl Ordunun karşı taarruzu başlar. Sovyetler Birliği ve Polonya orduları Berlin’i ele geçirir. Almanya'nın 8 Mayıs 1945'te koşulsuz teslimiyetiyle birlikte Avrupa’da savaş sona erer.

Pasifikte, Çin ile Japonya arasında başlamış olan savaş ise, ağırlıklı olarak Japon orduları ile Amerika Birleşik Devletleri arasında devam etmektedir. ABD’nin Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı ve 154.000 sivil insanın topluca ölümüne yol açan atom bombaları sonucunda bu savaşın da sonu gözükür. 15 Ağustos 1945 tarihinde Japonya’nın teslim olmasıyla Pasifikteki savaş da böylece sona erer.

İşte, 2. Dünya Savaşının büyük yıkımlarından sonra "bir daha asla" diyerek güçlü bir barış vurgusu yapılmak istenir. Bunun için sosyalist ülkeler öncülüğünde “Dünya Barış Konseyi” kurulur. Bu konsey, savaşın insanlık üzerinde yarattığı  acıların bir daha yaşanmaması amacıyla 2. Dünya Savaşının başlangıç günü olan 1 Eylül’ün Dünya Barış Günün olarak kutlanmasına karar verir.

Uzun yıllar 1 Eylül’ün Dünya Barış Günü olarak kutlanmasına karşılık Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1981’deki 57. birleşiminde, “Genel Kurul’un açılış günü olan her Eylül’ün üçüncü salı gününü” “Uluslararası Barış Günü” ilan eder. Yıllar sonra da Genel Kurul'un 7 Eylül 2001 tarih ve A/RES/55/282 sayılı kararı ile 21 Eylül'ün Barış Günü olarak kabul edilir. Kabul edilmeye edilir ama BM nin barış günü hiçbir zaman cılız, seremonik törenlerin dışına çıkmaz. Dünya Barış Konseyi öncülüğünde yapılan çok güçlü barış günü kutlamalarına karşın, savaşların acımasızca yaşandığı koşullarda Birleşmiş Milletler törenleri, barışı küçük ve sosyetik salonlara hapsetmekten öte gitmez.

Buna karşılık, barışa ihtiyacı olan ülkeler Dünya Barış Gününü, güçlü bir şekilde alanlarda kutlamaya devam ederler. Uzun yıllardan beri Türkiye’de ve Kıbrıs’ta da her yıl 1 Eylül, Dünya Barış Günü kitlesel olarak kutlanmaktadır.

/*
Öyle görünüyor ki dünyada, baskı, sömürü, adaletsizlik, eşitsizlik olduğu sürece savaşlar da sür git devam edecektir. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan bölgesel savaşlarda milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, yaralanmış veya sakat kalmıştır.

Diğerleri bi yana, hemen yanı başımızda, ABD’nin Irak’a müdahalesi ile yaşanan savaş, bu ülkeyi baştan aşağı büyük bir yıkıma uğratmıştır. Bu saldırı ve sonrasında ortaya çıkan iç savaşlarda, Opinion Research Business’in Ağustos 2007 tarihli rakamlarına göre 1.033.000 insan ölmüştür.

ABD ve bağlaşıklı saldırgan güçlerin sonraki müdahaleleriyle Afganistan, Libya ve Suriye’ye de sıçrayan savaşlar aynı şekilde büyük yıkımlara yol açmaya devam etmektedir.

Bugün, kendilerini uygar olarak niteleyen ABD ve kimi Avrupa devletlerinin Ortadoğu ve Afrika’da yol açmış olduğu savaşlar, bu savaşların yarattığı kaotik ortam bölgeyi tam bir cehenneme çevirmiş, burada yaşayan halkları ise bu ateşle baş başa bırakmıştır.

Halen, sıcağı sıcağına yaşamakta olduğumuz Şengal’deki büyük Ezîdî katliamı, yaşanan büyük göç ve tüm dünyanın gözü önünde Filistin halkına karşı Gazze’de yürütülen savaş, tam da bu sürecin devamıdır.

Yaşanılanlar bir kez daha göstermektedir ki, dünyadaki halklar barışa ve özgürlüğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır.

Savaşsız, baskısız, sömürüsüz bir dünya dileğimle…

Barış üstünüze olsun!

19 Ağustos 2014 Salı

Dünyanın Yalnızları

Yusuf Nazım
T24/19 Ağustos 2014


Doğu Akdeniz açıkları. USS Enterprise Uçak Gemisi. Onu, Taylor Hassas istihbarat Gemisi
izliyor… Radarlar, bilgi toplama ve gözetim merkezi NOSIC’e mütemadiyen sinyaller gönderiyor… Kürecik’te bir radar üssü, uydularla online haberleşiyor…  Aynı anda İsrail’in Ramad David Askeri Havaalanı’ndan bir A-4G Skyhawk savaş uçağı havalanıyor. Kanatlarında 250 kg ağırlığında bombalar; üzerinde Made in France etiketi, radar kontrol sistemleri ABD patentli, yakıtı Türkiye’den…  
*
Gazze Şeridi. Altı kilometre genişliğinde, kırk kilometre uzunluğunda kara parçası. Çevresi betonla, ateşle, barutla çevrili. İki yanı karadan, bir yanı denizden İsrail kuşatmasında. Diğer yanı ise Mısır Devleti tarafından kapatılmış. Tam bir açık hapishane. İçinde Filistin Halkı… İnsansız hava araçları dolaşıyor tepelerinde; Condorlar, Heronlar, Predatorlar… Vurulacak hedefleri kodluyorlar hafızalarına bir bir. Uyduların 240 km2 toprak parçasına zumlanmış kızılaltı ultra hassas kameraları durmaksızın çalışıyor; sokak sokak, ev ev, apartman apartman resimler çekiyor, şifreli sinyaller gönderiyor ana kumanda odalarına... Modern çağın yeni silahları uçaklara yüklenmiş, denenmek için hazır bekliyorlar. Birazdan lazer güdümlü füzeler, ölüm emirlerini işleyecekler. Şaşmaz bir biçimde, itinayla vuracak hedeflerini. Geceleri fosfor bombaları yağacak. Konfeti sanacak çocuklar onları. Pul pul aydınlanacak Gazze’nin semaları. Yüksek irtifalı uçaklar uranyum boşaltacaklar geceleri, kayıtlara, savaş hasarı olarak geçmeye hazır Gazeli sivillerin üzerine.
*
A-4G Skyhawk uçağı Gazze semalarında. Koordinatlar 31° 31’ 17,70” Kuzey, 34° 27’ 12,39” Doğu. Radar hedefe kilitleniyor. Güdümlü bir füze ateşleniyor… Tiz bir vınlama sesi, bir ıslık, kulakları sağır eden patlama! Hava gümbür gümbür, gökler yarılmada! Aşağıda ölüm, yangın, mahşer… Cehennem bu olsa gerek! Sanki yer yarılıyor! Sanki değil, gerçekten yarılıyor! Birkaç apartman birden havalanıyor. Bir dağ parçası kopuyor yerin dibinden. Süpersonik jetler yeri göğü inletiyor! İnsanlar kalabalık, çaresiz! Evlerden, pencerelerden, deliklerden ve tünellerden fırlıyorlar; karınca gibi çoklar, koşuyorlar, kaçışıyorlar! Her yer oluk oluk kan, lime lime et, parça parça ceset… Havada ölüm kokusu, kan kokusu, is kokusu… Yalnızlar… Yapayalnızlar… Ama ihmal edilebilecek kadar çoklar! Böcekler gibi değersiz, haşere gibi önemsizler. Modern bir dünyanın gözü önünde, modern bir savaş makinesi tarafından acımasızca öğütülmeye hazırlar; Filistin’in evlatları, Gazze’nin çocukları, dünyanın yalnızları onlar! Hepsi açık bir hapishanenin içindeler… Ölüme ve kırıma mahkûmlar; çepeçevre kuşatılmış, kimsesiz ve çaresizler…

Biraz ileride, iş makineleri harıl harıl çalışıyor. Dozerler, zeytin ağaçlarını söküyor köklerinden, bombalar ise binaları; keskin nişancılar sapan atan çocukları avlıyorlar mahallerde. Gözlemciler hummalı bir çalışma içindeler. Filistinli ölü çocukları sayıyorlar mütemadiyen. Arada bir, Demir Kubbe Füze Savunma sisteminden kurtulup İsrail’e düşebilen roketlerle ilgili mesajlar yayınlıyor ajanslar. İşgal altındaki Filistinlileri kınamak için dünyanın bütün medeni ülkeleri sıraya giriyorlar. ‘İsrail’in kendini savunma hakkı kutsaldır’ diye açıklama yapıyor ABD! Onu destekleyen bir açıklama geliyor hemen, demokrasinin beşiği İngiltere’den. Fransa boş durur mu, ‘İsrail’in kendini savunma hakkına saygı göstermek gerekir’ diye düşüyor ajanslara haber…

Melek Tavus’un çocukları

Dünya. Yeryüzünden 35.756 km yükseklikte, NROL-15 casus uydusu. Kuzey Yarımküre. Hedef sinyal koordinatları 38° 52’ 15,31” Kuzey, 77° 03’ 22,56” Batı. Amerika Birleşik Devletleri, Washington DC., Pentagon. Uzak Doğu Strateji Geliştirme Departmanı… Veri Toplama ve Değerlendirme Merkezi... Görüntü Gözlem Odası kalabalık. Dev bir ekran. Yüzlerce küçük monitör. Hızla akan görüntüler... Kontrol masasında bir el uzanıyor, tuşa dokunuyor; dev ekranda bir resim karesi donuyor birden! Bir dağın görüntüsü. Hayvan sürüleri insan sürülerine karışmış, kaçıyorlar! Resmin altında, The Sinjar Mountains yazısı… Şengal Dağı’nın eteklerinde, yerden 3000 metre yüksekte uçmakta olan MQ-9 Reaper İnsansız Hava Aracının vızıldayan sesi duyuluyor… Ölüm çeteleri konvoylar halinde ilerliyorlar; Şengal’e, Haseke’ye, Kobane’ye doğru... Ellerinde Amerikan silahları; Hammerlar, obüsler, zırhlı araçlar; yakın ve orta menzilli füzeler, hareketli rampalar… 
*
Dokuz kilometre genişliğinde, elli beş kilometre uzunluğunda çıplak bir dağ parçası: Şengal Dağı… Kuru çöl sıcağının kavurduğu toprak, çatlamış kayalar, ıssız vadiler. Hayvanların bile yaşamayı reddettiği, Tanrı’nın terk ettiği bir diyar. Eteklerinde Şengal, Telefar, Sinun… Tarihin 73 kez kıyıma uğrattığı bir halk; Melek Tavus’un çocukları…

Katliam ve kırım haberleri düşüyor ansızın ajanslara. Irak’a götürdükleri demokrasi, kelle kopararak ilerliyor Irak’ın çöllerinde. Öyle ya, Tanrı değil mi bu, emrediyor! Ve gözünü kırpmadan yerine getiriyor kulları. Ölüm emirlerini uygularken Kuran’dan ayetler okuyor cellâtlar. Her ölüm kaç sevap eder, kim bilir? Her sevap kaç ölüme bedeldir? Bu coğrafyada, inancı, cinsi, sesi, sözü farklı olanların, katli vacip ölümler düşüyor artk paylarına.

Kara giysiler içinde zincire vuruluyor kadınlar ve genç kızlar. Köle pazarlarında basit rakamlara dönüşüyor, galiz kötülükler akıyor körpecik bedenlerine çocukların. Öldürdükçe çoğalıyor sevapları adamların; içtikçe daha çok kana susuyor, yok ettikçe daha da artıyor iştahları. Cennet’in anahtarını boyunlarına asarak her gün daha çok cana kıyıyor katiller.

Bir de müsebbibi var, bu orta çağdan kalma barbarlığın. Onlar ki, cehennemin kapısını aralayan iblisler gibiler; dünyanın en çağdaş, en uygar ülkeleri(!). Sahte gözyaşlarıyla sıra girmişler. Nasıl da ellerini ovuşturarak izliyorlar uzaktan; Irak’a, Libya’ya, Suriye’ye özgürlük getirmeye ant içmiş, batının en demokratik devletleri! Nasıl da hevesle konmayı bekliyorlar paylarına düşecek petrolün sofrasına.

Silahtan beter, ölümcül oluyor bazen sözler

Oysaki demokrasi adına bir milyon insan ölmemiş miydi Irak’ın sokaklarında. Şimdi, nerede o Irak’a demokrasi yerleştiren koalisyon kuvvetleri? Neden bıçak açmıyor ağızlarını? Dünyanın en demokratik, en modern ulusları yok artık! Uygar dünya kapatmış elleriyle yüzünü. Birleşmiş Milletler kendi binalarını korumaktan aciz. Avrupa Birliği dersen, bebek ölümlerini kınamakla meşgul. Büyük Amerika mı, o şimdi soykırımın ayak izlerini arıyor Şengal’in eteklerinde…

Silahtan beter, ölümcül oluyor bazen sözler; çağdaş ülkeler, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Helsinki İzleme Komitesi, Batı standartları, Uluslararası Af Örgütü, Birleşmiş Milletler komisyonları; kurullar, heyetler, gözlemciler, komisyonlar… Biraz da sözcükler öldürüyor insanları… Belki biraz daha ağır, biraz daha sessiz, biraz daha sinsi...
*
Şengal mi? Şengal Dağı şimdi sıcak, ateşten yanıyor; Şengal Dağı yalnız, Şengal Dağı kimsesiz… Şengal Dağı’na yalnızca bir el uzanıyor, o da Rojava’dan! Kobane’den, Cizîre’den, Kandil’den geliyorlar. Dağları aşarak, dereleri geçerek, kayaları sekerek geliyorlar. Dünyanın terk ettiği boynu bükükleri, ötekileri, yalnızları için geliyorlar; Êzidîleri, Türkmenleri, Şabakları, Hıristiyanları ve Kürtleri için… Çöl sıcağında kavrulmuş cılız bedenler için geliyorlar; toza toprağa bulanmış yaşlıları, taşların ve kayaların kovuklarında doğum yapmış kadınları, körpe çocukları, hastaları için; uygar dünyanın görmezden geldiği Şengal Dağı’nın çaresizleri için geliyorlar! Yalnızca onlar geliyorlar… Pazarlıksız, hesap kitap yapmadan, şart koşmadan... Dünyanın yalnızlarının yardımına, sadece dünyanın öteki yalnızları koşuyorlar!

Çeklerin, tahvillerin, senetlerinin olmadığı bir dünya bu; kulelerin, sarayların, plazaların ve çok yıldızlı otellerin… Şengal’in ölüm ve ceset kokan tepelerinden İnsani bir koridor açıyorlar; Kobane’ye, Cizîre’ye, Rojava’ya doğru... Bir insanlık koridoru bu! Başka ve bilinmeyen bir dünyadan yeryüzüne açılan… Sanırsın tarihin sonu gelmiş; cümle medeniyetler çökmüş, büyük insanlık yok olmuş, söz bitmiş! İşte bu insanlık koridorundan yürüyorlar insanlar; aç susuz, sefil, perişan; korkularını alın çizgilerinde ağır bir yük gibi taşıyarak, derileri kana ve tere bulaşmış olarak; esmer alınları güneşte kavruk kavruk, tozun ve toprağın içinde, çıplak bir dağın yamaçlarında, öbek öbek, tespih taneleri gibi dizilerek…

Yürüyorlar… Sıska, cılız bedenleriyle bir o yana, bir bu yana salınarak; ayakları pare pare, kah yalınayak, kah sürünerek; kimi yaşlı, sırtlarında, kimi çocuk, kimi ağır aksak; kucaklarında sütsüz kalmış bebeleri, haraç mezat satılmaktan kurtulmuş genç kızları, kadınları; avurtları çökmüş, yanakları boz bulanık, ölümden arta kalan suretleriyle… Tanrıların görmezden geldikleri bunlar; yeryüzünün lanetlileri, bin yıllık uygarlığın geride kalmış artıkları! Tarihin yenilmişleri bunlar. Yok sayılmış evlatları, dünyanın yalnızları, yapayalnızları… 

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/dunyanin-yalnizlari,9988

Yusuf Nazım, Öykü yazarı
@yusufnazim

26 Mayıs 2014 Pazartesi

Ağrı'nın ağrısı



Yusuf Nazım
Cumhuriyet/ 26 Mayıs 2014


Siyah-beyaz bir pankartta gördüm onu geçende. Beyaz bir bez parçasına siyah harflerle yazılıydı. Gazetecilikte derler ya; sekiz sütun üstüne bir manşet! Ona benziyordu. Bir apartman üzerinde, tam üç kat boyunda! Boydan boya asılmış dev pankartın üzerinde “Yastayız! Soma’nın Acısı Ağrı’nın Acısıdır!” diye yazılıydı.

Ağrı seçimden yeni çıkmıştı, yorgundu. Kıyasıya bir yarış hüküm sürmüş, heyecan doruğa yükselmiş, defalarca sayım yapılmıştı. 


Seçimin şaibeli olduğu iddia edilmiş; tartışmalar, gerginlikler, itirazlar birbirini izlemişti. Sonuçta seçimler iptal edilmiş, Haziran'da tekrarlanmasına karar verilmişti. 

Ağrı şimdi yeni bir seçime hazırlanıyordu. Sil baştan yapılacak çalışmalar, yeni kampanyalar, kalabalıklar, açılacak seçim büroları… 

İşte tam da bu sıradaydı. Soma’dan gelen acı haber, Ağrı’nın tam kalbine oturmuştu. Bunun üzerine Ağrı, seçim kampanyalarını iptal etmiş, Ağrı seçimi unutmuştu.

* * *

Yıl 1999, Zonguldak. 
Kara elmasla özdeşleşen bir kent. Bu kentin, kömürle hayat bulmuş bir kasabası. Adı, sonradan Kandilli olarak değiştirilen Armutçuk… 
Bir zamanlar, hayata rengini veren kara taşın insan yaşamına bulaşmış serüveni… 
İşte, bir zamanlar Kandilli’de bu serüvenin peşinden koşmuştum. 
Yapmaya çalıştığım şey, hüzne ve tutkuya dair bir iz sürmeydi. Kömüre bulaşmış hayatların, bir daha geri gelmeyecek olanların, her şeye rağmen umutlarını heybelerinde çaresizce taşıyanların… 
Yerin beş yüz seksen beş metre altına inmiş, domuz damı direkleri arasında kömürün tozunu solumuş, zifiri karanlık derinlikleri aşındırarak, küfesinde umudu ve yaşama sevincini taşıyanların yolculuğuna tanık olmuştum. Karanlık kuyulardan başlayarak çoğu kez gizli kalmış hayatların, birbirinden ilginç hikâyeleriyle devam eden esrarengiz bir yolculuktu bu.

Çokça anıları vardı onların. Ve bu anılara bulaşmış ölümleri

Ocağa kömür işçileriyle birlikte inmiş, galeride birlikte vagona binmiş, onların küçük bir çıkından ibaret sofralarına ortak olmuştum. 

Orada, yakından tanımıştım madencileri. Çokça anıları vardı onların. Ve bu anılara bulaşmış ölümleri; Kozlu’da, Armutçuk’ta, Karadon’da, Üzülmez’de, Çaydamar’da..
İndiğim Armutçuk Maden Ocağı’nda, 7 Mart 1983’de yaşanan grizu patlaması sonucu 103 işçi hayatını kaybetmişti. Yüz üç işçi, yerin altına inmiş ve bir daha geri çıkamamıştı! 
Yanımda emniyet mühendisi, diğer maden işçileri; kazmacısı, barutçusu, oduncusu vardı. Bin bir güçlüğe katlanarak kazmanın kömüre değdiği ayağa kadar inmiş, kapatılan kör kuyuları görmüş, sağ girip ölü çıkan madencilerin yürek burkan hikâyelerini dinlemiştim. 
Onlar, dönüşü olmayan bir yolun çaresiz yolcuları gibi gitmişlerdi ölüme. Kekre hüzünlerle dolu bu öyküleri dinlerken gözyaşlarımı yüreğime akıtmış, sessizce ağlamıştım…

* * *

Şimdi, on beş yıl sonra, ülkenin başka bir köşesinde, yerin yüzlerce metre derinliklerinde, yine onların acı yüklü hikâyeleri sızıyordu yer üstüne. 
Yine ölüm çığlıkları yırtıyordu karanlıkları. 
Yine duvarları delen ağıtlar yankılanıyor, toplu mezarlar kazılıyordu. 
Ölüm, karanlık ve yanık galerilerin isli dehlizlerinden çıkarak bir kez daha merhametsiz sayılara dönüşüyordu. 
Ve televizyon kanalları, prime time’da her gün durmaksızın onları konuşuyordu. Suretleri –ama artık yaşamayan suretleri- bir bir insafsızca düşüyordu ajanslara. Geçen her gün, daha çok sayıda madenci cesedi haber oluyorlardı manşetlere

Hayata rengini vermek üzere yıllar yılı kara taşın peşinde iz sürenler, bir kez daha mağlup oluyorlardı. 
Yaşananlar, acımasız bir ısrarla tekerrür ederken, tarihin cinayet defterine yeni rekorlar kaydediliyordu. 
Madencilerin, yer altına her indiklerinde, güneşi yeniden görebilsem, diye gizli bir tutkuyla gözlerinde parıldayan ışık bir kez daha sönüyordu. 
Ve hayat, Somalı maden işçilerinin, ocağa her girişlerinde onlarla helalleşen eşlerinin, üç tekerlekli bisiklet bekleyen çocuklarının gözlerinde anlamını bir kez daha kaybediyordu.

Yerin altında ışık, hasreti en çok duyulan şeydi

Ve şimdi Aydın’da, Manisa’da, Balıkesir’de olduğu gibi; Diyarbakır’da, Lice’de, Silopi’de de birbirine benzer ağıtlar yakılıyordu. 
Ağrı ise seçimini yapıyordu; yüksek bir apartmanın üç katını kaplayan duvarına Soma’ya dair acısını anlatan dev bir pankart asıyordu...  

Bilenler bilirdi. Yerin altında ışık, hasreti en çok duyulan şeydi. Işığa hasret olunan o yer, damarın damarı kestiği, kazmanın kömürü dövdüğü yerdi. Orada ter, akınca domur domur akar, nefes nefese dokunur, ölüm gizliden gizliye birikirdi.

Biliyordum, Ağrı’nın dili kesikti ama her şeye rağmen yüreği vardı. Üstelik, o yürek şimdi yaralıydı. Seçim yorgunu Ağrı, kendi seçimini yapmıştı. Ne seçmen kütükleri, oy pusulaları, seçmen büroları; ne de şaşaalı kampanyalar... 
Şimdi, beş katlı bir apartmanın üstünde, dev bir pankartta sessizce sallanan sadece bir taziye mesajı değil Ağrı’nın ağrısıydı. Yalnızca Ağrı’nın değil, tüm ülkenin ağrısıydı bu. Türk’ü, Kürt’ü, Ermeni’si, Laz’ıyla; Doğulusu, Batılısı, Karadenizlisi, Egelisiyle…

* * *

Oysaki bir kez muktedir olmuşları vardı bu ülkenin. Sanki sonsuza dek sürecek sandıkları, sihirli bir saltanat peşindeydiler. Her gün, devletlû büyükleriyle saf durup camilerde, zemzem suyuyla yıkanarak arınırlardı günahlarından. Kocaman tabelalara yazmak için isimlerini, gösterişli camiler yaparlardı; parklar, bahçeler, üniversiteler. Sonradan görme, kibirli bir ihtişam içindeydi yaşamları. Ve artık alışmışlardı, daima üstten bakmaya tebaasına! Lakin adalet önünde korkak, yağmada cüretliydiler. Oysaki kalbi karaydı cümlesinin. Zehire batmış dilleri, yalandan ezberlenmiş ayetleriyle hepsi de yüz karasıydı bu ülkenin!

Yerin yedi kat zifiri derininde Somalının döktüğüne gelince; el emeği, alın teri, göz nuruydu. Kazandığı ise boynunda mücevherat, kolunda altın saat değil; bedavadan ihale, denize nazır villa, gemi parası hiç değil! Eksiği yok, kuruşu kuruşuna ekmek parasıydı! 
Ağrılının, Somalı madencinin yüzünde gördüğü ise yüz karası değil, kömür karasıydı. İşte bu yüzden ki, Ağrı’da bir apartmanda, üç kat üstüne bir pankartta dile gelen şey, en çok da Ağrılının ağrısıydı.

Zaman ne kadar acımasızdı ve nasıl da tekrarı seviyordu. 

Bir zamanlar, Zonguldak Armutçuk’ta, yerin beş yüz seksen beş metre altına indiğim o günden tam on beş yıl sonra, bir kez daha bunu anlıyordum. 
Ülkenin bir yanı yaralıydı. Öbür yanı ise bunun için ağrıyordu. 
Ve ben, 2014 yılının Mayıs ayında, Armutçuk’tan çok uzaklarda, ıssız bir deniz kıyısında, yaralı kalbimi sessizce dalgalara bırakmış, en çok da bu ağrıya ağlıyordum.

7 Nisan 2014 Pazartesi

Gitmek/dilime dolanan bir fiil

Yusuf Nazım
Evrensel Kültür /Nisan 2014


Bir süredir bir fiile dolanıyor dilim. Ruhum hırçın deniz, durulmak bilmiyor bir türlü. İçinde kasvetle büyüyor yalnızlık...

Sebebi var bu kasvetli yalnızlığın. Bir kentin suskunluğu neye benzer? Suskunluk kader olursa bir şehre, o şehir gülmeyi nasıl öğrenir? İtiraf ediyorum! Beni böylesine yalnız kılan, yenik bir şehrin acı dolu âhıdır! Sen ki, bir zamanlar göklerini fethe çıktığımız bu diyarda, kalbimde büyüyen şeyin adıydın. Şimdi, içten içe kemirerek gövdemde büyüyen kurt olmasa, hangi kötü talih uzaklaştırabilir seni benden? Hangi deli kurşun cansız yere serebilir bedenimi? Hangi ölüm korkusu düşürebilir gözlerimdeki sevinci? Hangi cellâdın titreyen adımları kurutabilir yüreğimdeki cesareti?

Görüyorum, her Cumartesi Galatasaray’da kendi katillerini arıyor ölüler yorulmadan. Sessiz ağıtları siniyor anaların soğuk kaldırımlara. Failler ne kadar meçhul olabilir bir ülkede? Katiller ne kadar vicdansız, bir şehir ne kadar suskun? El birliğiyle anıtını diktiler liberalizmin bu şehrin göbeğine! Ülkemin toprağını, etini, sütünü yok edenlerin… Bir hiç uğruna çocuklarını Kore’ye ölüme gönderenlerin! Bu şehre reva görülen menfur zalimlik niye? Kim bilir, belki de boyun eğmeyenlere ibret olsun diye!  

Karanlık yollarında yürüyorum Tophane’nin. Eylül, hala buruk bir acıyla hissediliyor buralarda. Eli palalı, sopalı haramiler kol geziyor, eski bir nefretin izi sinmiş sokaklarında. Sıraselvilerden yavaş adımlarla çıkıyorum. Uğul uğul sesleri duyuluyor gaza ve zehire boğulmuş kalabalıkların. Taksim’de 1 Mayıs’a, her yıl yeniden kıyılıyor. Gidenler, gittikleriyle kalıyorlar. Canhıraş feryatları işitiliyor Kazancı Yokuşu’nda ölen canların. İnce bir özenle büyüttüğüm yüreğimin bütün çiçekleri soluyor. Kelimeler, tarifsiz bir kederle kuruyor dudaklarımda. Susuyorum. Bir kez daha bir fiile dolanıyor dilim.

Bir zamanlar, sokak sokak çoğalan serüvenleri vardı bu şehrin; dağ dağ büyüyen umutları, ılgıt ılgıt akan heyecanları... Bir de, yeni bir dünya yaratmak peşindeki sevdalıları vardı… Şimdilerde meydanları zapt edilmiş, sokakları bozgun! Cümle grevleri kırılmış, ihanete uğramış örgütleri. Aşkları yarım kalmış, düşleri hüsran... Yanaklarında “gülüş yığınaklarıyla” gelip dudaklarının ateşini mazgal demirlerinde söndüren o çocuklar nerede kaldılar? Hangi devrin karanlık girdaplarına gark oldu hayalleri? Biliyorum, arkalarında yenilmiş şehirler bırakarak giden kahramanlar birer birer öldüler! Onlar, ışıklarını yonta yonta güneşin bağrına gömüldüler! Biliyorum, severken onlar kadar cesur, onlar kadar karşılıksız, onlar gibi ikirciksiz sevenleri olmadı bu kentin. Soruyorum şimdi, kim kırdı kalemini senin İstanbul? Emeğimin, alın terimin, göz nurumun şehri! Kim verdi idam fermanını eline? Sana ölüm tuzakları kuran bu zifiri karanlık nereden? Hangi tanrının insafsız kullarıdır, hangi devrin kibirli muktedirleri bunlar? Bundan böyle, senin için yazılmış bunca şarkı neye yarar? Bunca beste kime şan olur? Hangi şair sana âşık olabilir şimdi ey İstanbul! Diz çöküp önünde şiirler yazabilir adına, şarkılar besteleyebilir?

Yüreğim, zalim acıların yurdu

Ürkek adımlarla ilerliyorum caddelerinde. Galata Kulesi biraz ileride korku içinde yol kesiyor. Gözlerim başka bir kuleyi arıyor uzaklarda. Salacak açıklarında leb’i derya, Kız Kulesi açgözlü tüccarlara mahkûm, puslar içinde feryat figan yalvarıyor. Yüreğim, zalim acıların yurdu, telaşla çırpınıyor. Bir parça daha kopuyor bedenimden. Alazlı yangınlar diyarı gövdem. Nedense hep bir fiile dolanıyor dilim.

Soruyorum şimdi; ne zaman kirlendi sokakları bu şehrin? Tenhalarında, keskin tiner kokularını ciğerlerine basan çocuklar kimin çocukları? On sekizinde, yurtlarından izbe sokaklara terk ettiğin genç kızlar hangi çaresizliğin eseri? Hangi muamma yol gösterecek onlara? Hangi deryanın suları söndürecek şimdi bu yangını?

Sermayesi olmuş mülkiyetin bu şehirde artık yaşamak zor! Camgöbeği yeşil sularında, kayıkların gezdiği Boğaziçi, çirkin bir fahişeye benziyor şimdi yüzün! Kara gövdeleriyle damarlarına zevk taşıyor holdinglerin tankerler. Eyy kalbimi avuçlarımla getirip sana sunduğum şehir! Seni tutsak eden zincirlerin niçin böylesine ağır? Duyuyorum, kuş sesleri hala cıvıl cıvıl Emirgan’da. Lakin, parmakları tütün sarmıyor artık işçi kadınların Cibali'de; ipeksi dokunuşlarından eser yok! Düşleri yarım, hayalleri hüzün buğuluyor. Ataköy sahillerinde eski Baruthane parsel parsel. Ekskavatörler, greyderler altında can çekişiyor. Gözü dönmüş servet avcıları, güruh halindeler peşinde. Üstünde talan ve yağmaya adanmış bir çarkın kirli dişlileri. Beykoz Kundura’ya ne oldu? Boğaz’da, 180 dönüm suretiyle kırık dökük, eski bir sahneyi andırıyor şimdi yüzü. Kaçakçılar, popüler savaş oyunları oynamakla meşgul, talandan yorgun iştahlarını doyurmaktalar. Şımarık züppe çocukları, eğlenceden eğlenceye koşuyorlar türedi zenginlerin.

Adımlarım Beyoğlu’na sürüklüyor beni. Tarlabaşı’nda dozerler çalışıyor. Harap bakışlarıyla Emek Sineması tarihe göz kırpıyor. Majik dersen, yerinde yeni yetme bir gökdelen; ucube suretiyle tarihe meydan okuyarak yükseliyor. Yüreğimde deli dolu bir hüzün, hayalimde henüz çıkılmamış yolculuklar. Dudaklarımda, ısrarla bir araya gelmeye çalışıyor heceler. Durmaksızın bir fiile dolanıyor dilim.

Bir kenti bu kadar çirkin kılan nedir? Mavi göklerinde her gün suretini çizen bu zalimlik niye? Ciğerlerini pare pare eden bu sisli karanlık neyin eseri? Söyle, hangi kapıyı çalabilir, varoşlarından sürüler halinde kovulan sahipsiz çocukların? Hangi umut tutunabilir şimdi, kenar semtlerinden apar topar sürgün, çaresiz yüreklerde? Bu kenti yaşadığımı kim söyleyebilir bana? Her gün, yağlı bir hançer gibi saplanıyor gökdelenler sırtına sırtına şehrin. Bak, acılar içinde kıvranıyor Ayasofya! Sultanahmet’te, beş vakit ezan seslerini katlediyor reklam ajansları. Yer altı dünyası büyük işler peşinde; hepsi de saygıdeğer, hatırlı, iş adamı, borsaya açmışlar şirketlerini. Beş yıldızlı oteller dizilmiş boncuk boncuk Boğaziçi’ne; şeyhleri, prensleri ağırlıyor geceliği bin dolardan. Defileden defileye koşuyorlar adı sosyeteye çıkmış mankenler. Kumarhanelerinde bürokratlar, kapılarında kolluk kuvvetleri, yalılarında esrar, eroin; malikânelerinde altına endeksli rüşvet pazarlıkları…

Nasıl affettirsem sana kendimi ey şehir!

Hava sisli. Asit kıvamında yağıyor yağmurlar. Üşüyorum. Kirli bir balçığa bulanıyor ayaklarım. Birazdan Çamlıca’ya düşecek yolum. Birbirine yaslanmış paslı gövdeleriyle çelik putrelli antenler püskürüyor tepelerinden. Katliam ve kıyım haberlerini yayıyorlar dört bir yana. Kesif bir duman bulutunu ağırlıyor karşı kıyıda Altın Boynuz. Şimdi bir kanat taksam, uçsam; karşımda Kapalıçarşı, Sirkeci, Mahmutpaşa… Dönüyorum bir yanıma, talan edilmiş tepeleri, azalmış erguvanı, çam yeşili, derin bir hüzün basmış her yanı… İşte bir ağrı daha saplanıyor bir yanıma, işte beni öldürecek zehir, işte göğsümde bir yara daha…

Nasıl affettirsem sana kendimi ey şehir! Ne yapsam beni bağışlarsın? Seni bu hale getiren günahlarımdan ne etsem arındırırsın ruhumu? Alloine’de bedenimi tutuştursam, Hasankeyf’te boğulsam, Gazze’de Racel Corrie’nin izinden gitsem, Afrika’da sisteki gorillerle birlikte olsam ya da Gezi Parkı’nda bir barikatta vurulsam!.. Yavaşça yumuyorum gözlerimi, ölü bir şehir gibi cansız. Bir çığlık oluyor apansız bakışlarım. Israrla bir fiile dolanıyor dilim.

Bu kenti bize emanet ederek gidenler şimdi nerdeler? Nicedir çan sesleri karışmıyor ezanlara, neden? Kime yadigâr kalmış yıkılmış eski Rum evleri, viran içinde dükkânlar? Geride kalan nedir Mahmutpaşa’dan? Gözlerim görmez oldu artık, ruhum işitmiyor? Ne zaman terk ettiler bu diyarı onlar? Eski Galata’nın Yahudi, Rum esnafı; barutçusu, sarrafı, zanaatkârı; kanunlarda “gayrimüslim” diye, “dönme” diye damgalı; manşetlerde adı “ecnebi” ye çıkmış, “huzur bozan” ya da "karaborsacı Yahudi…" Nerdeler şimdi? Onulmaz yaralar açıyor ruhumda Heybeliada’nın yetim bakışları. Ayasofya dersen bir süredir tedirgin.
 
Kabul et, bu şehrin sakinleri yok artık! Gidenler ayak sürüyerek gittiler. Kalanlar hep güvercin ürkekliğinde. Issız sokakları çağırıyor bu kentin beni. Sıvasız duvarlarıyla eski yüzlü mahallelere düşüyor yolum. Görüyorum, bir de gelenleri var bu kentin; bir gece apansız askeran basmış köylerini! Göçmüşler… Yurt eylemişler bu kentin varoşlarını. Şimdi, slikozist içiyor Mardinli Kürt işçinin ciğerleri. Her gün heder oluyor ömürleri Lee Cooper, Dolce Gabana, Mavi Jeans bedenlere. Tenhalarında teni kara, alnı esmer, dili kırık olanların ürkek ağıtları duyuluyor hala. Merdiven altı atölyelerde, dört mevsim inşaatlarda, yaz kış demeden, sıcak soğuk dinlemeden onlar çalışıyorlar. Esenyurt’ta, derme çatma evlerinden çıkarak Balık Yolu’ndan bir temizlik ordusu ilerliyor sabahları. Gecikmiş gibi yürüyorlar hızlı adımlarıyla randevularına. Cam silip mermer parlatmak için yukarı kentin konaklarında. Kederli, mahmur yüzlerinde nice hikâyeler taşıyorlar. Haramidere’yi eşkıyalar basmış biraz ileride; bir AVM inşaatında cayır cayır çadırlar; içinde depremden kurtulmuş Vanlı işçiler yanıyorlar! Sorsan, ağız birliği etmiş gibi hepsi kader diyorlar. Ahh, beni öldüren bu kentin sahipsiz sessizliği! Ahh bu göz gözü görmez karanlık! Daracık sokaklardan geçiyorum, üstüme üstüme devriliyor evler. Kaldırımda siyahi, iri gözlerinde bir çocuğun yalvaran bakışları. Dönüyorum arkamı. Birden bir fiile dolanıyor dilim.

Şairleri neden böylesine azalmış bu kentin?

Şimdi Taksim’deyim. Gezi Parkı’nda şenlik mi var? Bir şölen havasında sanki ortalık. Sokaklar, ilk defa zapt edilmiş gibi hınca hınç dolu. Sanırsın ayaklar baş olmaya koşuyor, başlar ayak! Mahşeri bir kalabalık dalgalanıyor meydanda, kızlı erkekli halaylar çekiliyor; dört yan cümbüş, herkeste kol kola girmek özlemi, bu nasıl bir karnaval görüntüsü!

Korkudan eser kalmamış Beyoğlu’nun izbe sokaklarında. İlk defa olarak tiner çekmiyor çocuklar ciğerlerine, insan kokusu soluyorlar, insan! Yanaklarında körpe çocuk gülüşleri, elleri ellerime dokunuyor, ürkerek, tenleri tenime. Genç bir kız, ağlayan gözleriyle sarılıyor yaralı köpeğine. Yüzünde masum bir tebessüm, gülümseyen maskesiyle akordeon çalıyor delikanlı, caddenin ortasında. Zehir bulutuna aldırmadan dans ediyor bir diğeri; kolu dövmeli, kulağı küpeli. Hayata meydan okuyor gitarıyla. Parmakları, notalar dokuyor içinden kopup gelen isyana. İstiklal Caddesi gümbür gümbür, coşkulu bir kalabalık akıyor Taksim’e doğru. Sokak başında bir koşturmaca, bir heyecan, bir telaş! Kadınlı erkekli el ele, bir çırpıda bir barikat kuruluyor! Çekik gözlerinde mavi, bakışlarında heyecan, gencecik bir delikanlı atılıyor ileriye! Bir yandan sirenler çalıyor, sokaklar gaz ve biber, yağmur gibi fişekler patlamada; yanaklarında bir sevinç yumağı, on yedisinde bir çocuk yığılıyor yere! Havada öylece asılı kalıyor zaman! Sanki geçmiyor, duruyor bir an... Birden bire demirden bir gökyüzü kapanıyor üzerime! Gözlerim buğu içinde, dişlerim kenetlenmiş, kalbim mengenede. Kapıyorum ellerimle yüzümü. Ansızın bir fiile dolanıyor dilim.

Bu kentin ağırlığı, giderek daha da büyüyor üzerimde. Boğaz’da serin rüzgârlara gömdüğüm alnım, Yeniköy’de ekmek arası balık, Kumkapı’da çengi-çalgı, Tuzla’da her gün yeni bir ölümün habercisi; taşlama atölyelerinde slikozistli kot işçileri, Gezi Parkı’nın yalnız kuşları, Beyoğlu’nun sarhoşları… Söyleyin, şairleri neden böylesine azalmış bu kentin? Cumartesileri, matem dağıtıyor Galatasaray gelip geçenlere. Zülüfleri kanlı perçem, çığlıkları arşa ulaşıyor kadınların. Sulukule’de yıkım, Tarlabaşı’nda cinayet, Balat’ta kömür gözlü bir çingeneyle muhabbet. Soğuktan bedenleri birbirine yapışmış çocukların; zulalarında esrar, daracık sokaklarında tiner kokusu; bir yanım umut dolu, bir yanım bu kentin yalnızlığı! Yüreğim köpük köpük mavi, dalga dalga deniz; üstünde bir martı sürüsü, içinde asi bir rüzgâr ve dilimde giderek ağırlaşan bir fiil…

Eyy, acılar içinde kanayan ruhum! Eyy, bu kentin kıtalar arası semalarında, nice sevdalara kanat açan kalbim! Biliyorum, artık uzaklaşmak istiyorsun bu şehrin çürümüş sessizliğinden. Biliyorum, gidersem dönüşü olmayacak bir yolculuk benimkisi. Bu kentin ağrılarına bırakıyorum bedenimi, yaralı ve yorgun. Kapıyorum gözlerimi, sessiz bir gemi şimdi, sığınacak ıssız bir liman arıyor yüreğim. Hafif bir yel çıkıyor, denizde bir balık kıpırtısı, birden Boğaziçi kokuyor gözlerim, serin bir rüzgâr yalıyor saçlarımı. İşte gri bir gökyüzü, işte şu siyahî bulutlar, işte patlamaya hazır bir fırtına! Anlıyorum, çıkışı yok bu ölümcül yalnızlığın. Ansızın önüme düşüyor bu kentten geriye kalan her şey. Bir bir sönüyor yedi tepeli şehrin ışıkları, nasıl susacak şimdi göğsümü döven bu çırpınışlar, yüreğimde yenik bir kentin çığlıkları! Dayanamıyorum bu sessizliğe, çekip gitmek geliyor içimden! Alıp başımı gidiyorum…

@yusufnazim