29 Şubat 2016 Pazartesi

Korkuyorlar!

Yusuf Nazım
T24 | 29.02.2016


Can Dündar ve Erdem Gül tahliye edildi.

Geleceğe, vazgeçilmez bir tutkuyla bağlı onurlu insanların ısrarlı mücadelesi, onları, öğütülmek üzere içine atıldıkları iktidar erkinin demirden dişlileri arasından çekip aldı. 

Kendi genelkurmay başkanını çete liderliği, gerçeğin peşinde koşan gazetecileri ise casus yaftasıyla yargılama kepazeliği şimdilik son buldu.

Güçle zehirlenmiş, cehaletle kutsanmış, kural tanımaz bir iktidar gücünün gerçeği, akıl almaz bir şekilde demir parmaklıklar ardına, şuursuzca hapsetme gösterisiydi bu.

Çok sevinemedik!

Nicedir devleti hileyle, şerle baştan aşağı ele geçirmiş bir muktedir gücün, gözü dönmüş tahammülsüzlüğü buna fırsat tanımadı.

Onları, gözünü kırpmadan demir parmaklıklar ardına fırlatan güç, iki gazetecinin, sevinçlerini paylaşmaya çalıştıkları İMC Televizyonunun kablosunu, canlı yayındayken çekip kopardı.

Can ve Erdem’in, artık esamesi bile okunmayan basın özgürlüğü hakkında birkaç cümle kurmak, ya da hukuk denilen şeyin son kırıntılarıyla avunmaktı niyetleri.

Tüm bunlar adına sevinmeye çalışan Can Dündar ve Erdem Gül’ün gözlerindeki sevinç ışıltısı, canlı bir yayında aniden sönüverdi.

Belli ki, temel kaygıları mülkten, kazançtan, sermayeden bağımsız, halkın doğru haber almasını ilke edinmiş, ağırlıkla Kürt illerinde izlenen İMC TV’yi susturmaktı amaçları…

Güdümsüz, bağımsız, yansız yayın yapan birkaç televizyondan birisini daha, ele geçirdikleri uydu firmasına verdikleri talimatla engellemek…

Belli ki gerçeğin daha fazla dillendirilmesine izin vermek istemiyorlar…

Çünkü korkuyorlar!

Korktukça, zulmü daha çok artıyor zalimin. 

Gerçeği, halka ulaştırmaya tam teşebbüsten, ağırlaştırılmış müebbetle yargılanan Can Dündar ve Erdem Gül'ün tahliye edilmesi hiç bir şeyi değiştirmiyor, değiştirmeyecek.

Trabzonlu Rumdan, Sivaslı Ermeni’den, Mardinli Süryani’den korkuyorlar!

Evet, korku!

İşledikleri suçların, kıydıkları canların; rüşvetle, yolsuzlukla edindikleri servetlerin hesabını bir gün verecek olmalarının korkusu bu.

Bu yüzden kaygılılar; her olaydan kuşku duyuyor, her şeyden korkuyorlar!

Özerk üniversitelerden, akademisyenlerden, bilim insanlarından, onların kürsülerinden, dilekçelerinden korkuyorlar!

Örneğin kadınlardan korkuyorlar!

Fetvalar veriyorlar onlar için; kadınların sesinden, neşesinden, giysilerinden, kahkahalarından korkuyorlar!

Bunun içindir ki seslerini kısmak istiyorlar kadınların ve genç kızların; onları, kendi zifiri karanlık dünyalarına hapsetmek istiyorlar; kahkahalarını boğmak, kadınca zerafetlerine karalar çalmak istiyorlar.

Seslerden korkuyorlar, renklerden, sözcüklerden; sanattan, edebiyattan, müzikten, şiirden ve heykelden korkuyorlar!

Korkuyorlar!

Korkuyorlar ve üzerine tükürüyorlar heykellerin, talimatla yıkıyorlar insanlık anıtlarını…

Kendileri gibi olmayan herkesten korkuyorlar!

Öylesine korkuyorlar ki, nefes alışlarını bile izliyorlar insanların, tek tek dinliyorlar.

Evlerine, odalarına, mahremlerine giriyorlar; bütün bir kenti, bir bölgeyi, bütün ülkeyi dinliyorlar.

Çünkü korkuyorlar!

İçinde gizlenirler diye örneğin ormandan, daracık sokaklardan, arkasında saklanırlar kuşkusuyla surlardan, yıktıkları duvarlardan, duvarların arkasında yarattıkları “düşmandan” korkuyorlar!

Üç-beş insan dahi, bir araya gelmesin, toplanmasın istiyorlar.

Cerattepe’de ayağa kalkacak diye halktan, her ağacın altında bir Artvinli olur diye ağaçlardan, kalabalık toplanır diye meydanlardan, parklardan korkuyorlar!

Dilinden, dininden, mezhebinden korkuyorlar insanların; ırkından, güneş yanığı teninden, kökeninden; kendilerinden olmayan herkesten korkuyorlar!

Trabzonlu Rumdan, Sivaslı Ermeni’den, Mardinli Süryani’den korkuyorlar!

Korkuyorlar ve fişliyorlar insanları birer birer; alevi diye, Kürt diye, Ermeni diye fişliyorlar; solcu diye, vakıf yöneticisi, dernek başkanı, sakıncalı esnaf diye…

Gizli planlar hazırlıyorlar onlar için; ıslahat planları, göçertme planları,  misyonerliği önleme planları... 

Somalı madenciden korkuyorlar; Gerzeli köylüden, Manisalı çiftçiden

Öylesine büyük, öylesine sınırsız ki korkuları…

Somalı madenciden korkuyorlar; Gerzeli köylüden, Manisalı çiftçiden, Tuzlalı emekçiden; onların sevincinden, bayramlarından korkuyorlar!

Meydanları yasaklıyorlar onlara, caddeleri, 1 Mayısları, Newrozları... 

Yasalar hazırlıyorlar onlar için, bir gecede torba ile getirilen yasalar; grevsiz, sendikasız, güvencesiz taşeronluk yasaları.

Ötekileştirdikleri hemen herkesten, her şeyden korkuyorlar!

Hendekler açıyorlar sınırlara, duvarlar örüyorlar komşularla aramıza; çünkü komşularından korkuyorlar! 

Karakollar kuruyorlar durmaksızın her tepenin üzerine, kalekollar inşa ediyorlar dağlara; çünkü dağlardan korkuyorlar; tepelerden, sarp yamaçlardan, kına yeşili vadilerden…

Kentlerden korkuyorlar; harabeye çevirdikleri şehirlerden, kasabalardan! 

Dikenli tellerle çeviriyorlar etrafını, gözetleme kuleleri kuruyorlar tepelerine… 

Her meydana bir karakol kurmak, her sokağa bir siper kazmak, her eve belki bir kolluk yerleştirmek istiyorlar…

Çünkü yaptıklarından korkuyorlar!


Er geç yerine gelecek olan adaletten korkuyorlar!


İşte, bu kadar korktukları içindir ki, bu kadar tahammülsüzler.

Bu kadar tahammülsüz oldukları içindir ki, yarattıkları o korku duvarlarının içinde hapisler!

İşte bu yüzdendir ki gerçeğin, doğru ve tarafsız yayın yapmanın dilini kesmek istiyorlar.

Tehdide, şantaja, gözdağına kulak asmayarak yayın yapan bir kaç televizyon, gazete ve internet portalının peşindeler şimdi.

Gerçeğin, doğru haber yapmanın, halkın gerçeğe ulaşmasının son sesleri bunlar.

Bu sesleri de kısmak, sözlerini kesmek, kelimelerini boğmak istiyorlar.

Gerçeği dile getiren gazetecileri tehdit ediyor, internete sansür uyguluyor, yayın yasakları getiriyor, gazete binalarını basıyor, televizyoncuların kollarını kırıyorlar...

İçine düştükleri ve bir türlü kurtulamadıkları cerahat yığınında, giderek batmakta olduklarını görerek daha çok korkuyorlar!

Bu öylesine bir korku ki, barış sözcüğünün dile getirilmesinden bile paniğe kapılıyorlar. 

Sanat fuarlarında barış adına sergiler iptal ediliyor.

Barış sözcüğünün geçtiği televizyon kanallarına baskı yapıyor, ağır para cezaları uyguluyor, sunucularını emirle hizaya getirilmiş mahkemelerle yargılıyorlar.

Yetmiyor, televizyonların kablosunu çekiyor, el koyuyor, kayyum atıyor, karartıyor ya da kapatıyorlar.

Çünkü gerçekler inatçıdır; inatçı ve direngen olan her şey ürkütüyor onları.

Bu yüzden, gerçeğin bir gün açığa çıkacak olmasından korkuyorlar!

Karanlığa ışık tutacak biricik şeyden; gerçeğin kendisinden; bu gerçeğin, ülkeyi içine gömdükleri zifiri karanlığı aydınlatmasından korkuyorlar!

Tarafsız yargıdan, özgür üniversiteden, eşit olmaktan, er geç yerine gelecek olan adaletten korkuyorlar!

Korkuyorlar!

Korkuyorlar ama korkunun ecele faydası yok, bilmiyorlar!

Bu yüzdendir ki, içine düştükleri korku bataklığında çaresizce çırpınıyorlar…

Çırpındıkça batıyor…

Battıkça çırpınıyor…

Çırpındıkça daha çok batıyorlar... 

22 Şubat 2016 Pazartesi

Kürt'ün diline vurulan mühür - II

Yusuf Nazım
T24 | 22 Şubat 2016


Diyarbakır'ın Kayapınar ilçesinde 5 Ekim 2015'te, 60 öğrenciyle Kürtçe eğitim vermeye başlayan Dıbıstana Seretayi ya Ali Erel okulu, kapısına mühür vurularak kapatıldı.
 
Cumhuriyet, yeni bir ulus yaratma kaygısıyla, tarihinde Türkçe dışında dilleri hep tehlikeli görmüştür. Bu yüzden Türkçeyi özendirmiş, diğer dillerin kullanılmasına ve öğrenilmesine hep korku ve tedirginlikle yaklaşmıştır.

1925 yılına kadar devletin üst düzey bürokrasisinde egemen olan görüş, verilen bütün raporlar, hep Kürtçe konuşmanın tehlikeleri üzerinedir. Bunun için Kürtçe kullanımının engellenmesi çok sayıda raporla ifade edilmiştir.

1925 tarihli Şark Islahat Planıyla uygulanan geniş kapsamlı politikaların içinde Türkçeden başka dilin kullanılması yasaklanmış, daha ötesi Kürtçe konuşanların hükümet ve belediyenin emirlerine muhalefet etmek ve direnmek suçundan cezalandırılması gibi hükümler getirilmiştir.

“Türkçe Konuş, Çok Konuş”

Bunu 1928'de başlayan "Vatandaş Türkçe Konuş!" kampanyaları izlemiştir. 1940’lı yıllarda bile, çarşıda, pazarda konuşulan her Kürtçe kelime başına 5 kuruş ceza uygulamasına rastlanır.

Kürtün adının bile inkâr edildiği 12 Eylül 1980 darbe yılları inkârın yeniden dorukta olduğu yıllardır. Kürtçe konuşmanın tehlikeli olduğu, Kürtçe müziklerin bile gizlice dinlendiği bu yıllar hepimizin izleğindedir.

Diyarbakır Zindanları’nda “Türkçe Konuş, Çok Konuş” yazılı tabelalar yıllarca varlığını korur. Ve yine Kürtçe konuşmanın yasak ve işkence bahanesi yapıldığı aynı cezaevinde, hiç Türkçe bilmeyen Kürt ananın, öğrendiği üç kelime Türkçeyle sadece “Kamber Ateş nasılsın” diyerek tekrarlamak zorunda kalmasının acı hikâyesi travma dolu belleklerden silinmemiştir.

Meşhur 1990’lı yıllar, bundan geri kalmaz. Binlerce köyün yakılıp boşaltılmasının, bir o kadar faili meçhulün resmi devlet politikası olarak uygulandığı yıllarda, Kürtçe klip yapacağım diye Ahmet Kaya’nın alenen linç edilmeye kalkıldığı hatırlardadır.

2000’li yıllar, gerek AB müzakereleri, gerek iktidarların politik hesapları nedeniyle Kürtçe üzerindeki baskıların görece hafiflediği yıllar olur. Özellikle son yıllarda Kürtçenin doğal yaşam alanlarında kullanımının önünün açılması, devletin tekelinde kimi kamusal yayınların yapılması gibi serbestlikle getirilse bile devlet, ana dilde eğitim hakkını teslim etmeye asla yanaşmaz.

W.Brandt, Varşova Gettosu Anıtı önünde, 1970, Varşova
W.Brandt kendisi için değil, Almanya için diz çökmüştür

Yıl 1970, 7 Aralık, Varşova.

Üzerinde eli silahlı, silahsız, sert figürlerin yontulduğu yüksekçe bir anıt.

Anıtın önünde, yüzü sararmış, ne diyeceğini bilemez halde diz çökmüş bir adam durmaktadır.

Ona bakar gibi yüzlerini anıttan ileri uzatmış çıplak insan figürlerinin önünde, başını utanç içinde önüne eğmiş, öylece hareketsiz beklemektedir.

Tarih, bu önemli anı kaydeder.

* * *

Holokost, Naziler tarafından 2.Dünya Savaşı boyunca 6 milyon Yahudinin sistemli bir şekilde öldürüldüğü katliamın adıdır.

Bu katliamda, Polonya’da kurulan Treblinka İmha Kampı önemli yer tutar. 1942-43 yıllarında 14 ay içinde çoğu Yahudi 850.000 kişi sadece bu kampta öldürülmüştür.
Bu kampa getirilenlerin çoğunun çıkış noktası Varşova Gettosu’dur. Burası,Nazilerin toplu imha kamplarına göndermeden önce insanları toplumdan tecrit ettiği çok satıda gettodan birisidir.
Varşova Gettosu Anıtı

Her gün beş bin kişinin Treblinka İmha Kampına gönderildiği gettoda, 1943 Ocağında çeşitli yeraltı direniş örgütlerince bir ayaklanma başlatılır. Treblinka’ya olan ölüm sevkiyatı ayaklanma sebebiyle durur. Direniş 28 gün sürer. Birkaç yüz Alman askerine karşılık çok büyük kısmı Yahudi 55 bin civarında insan ölür…

* * *

İşte, yukarıda sözü edilen anıt, tarihe Varşova Getto Ayaklanması diye geçen direnişçiler adına yapılan anıttır. Bu anıtın önünde diz çökmüş olan da, Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt’tan başkası değildir.
W.Brandt, kaldığı otelde, bir gün sonra açılışında yer alacağı anıtın önünde, Alman toplumu adına Yahudilerden nasıl özür dileyeceğini düşünmekten uyuyamamıştır.
Ertesi gün anıtın önüne geldiğinde, aklından geçenleri bir anda unutur, bacakları titrer, elinde olmadan dizlerinin bağı çözülür ve yere çöker. 

Oradaki bazı gazeteciler şaşırırlar. Planlanmadık bir şeydir bu. Onun bayıldığını düşünürler. Sonra gerçeği fark ederler. W.Brandt kendisi için değil, Almanya için diz çökmüştür.

Anneannem, Kürtçe kalbin dilidir derdi, Türkçe ise müziktir; bir şarap deresi gibi akar

Diyarbakır'ın Kayapınar ilçesinde 5 Ekim 2015'te, 60 öğrenciyle Kürtçe eğitim vermeye başlayan Dıbıstana Seretayi ya Ali Erel, artık kapalı.

Dünya Ana Dil Günü
’ne üç gün kala valilikten gönderilen bir devlet kararıyla oldu bu. Görevliler, hemen ileride, Sur’dan yükselen ve yeri göğü titreten top sesleri arasında mühürlediler okulun kapısını.

* * *

William Saroyan, 1964, Bitlis (Foto Ara Güler)
Amerikan edebiyatının güçlü kısa öykü yazarlarından biri olan William Saroyan,1938'de şöyle der:

Anneannem, Kürtçe kalbin dilidir derdi. Türkçe ise müziktir; bir şarap deresi gibi akar, yumuşak, tatlı ve parlak... Bizim dilimizse acının dilidir. Ölümü tattık hep; dilimizde nefretin ve acının yükü var.

Diyarbakır, Kürt coğrafyasının kalbidir. Dünya Ana Dil Günü’nde, Diyarbakır’da, kalbin dili bir kez daha mühürlenmiştir.

Adının, UNESCO tarafından “2008, Saroyan Yılı” olarak ilan edildiği yazara gelince… Onun kökleri Anadolu’nun derinliklerinde, Bitlis’tedir. Dünyaca ünlü yazar Bitlis’te doğmuştur ve 1905 yılında Kaliforniya’ya göç etmiş bir Ermeni ailesinin çocuğudur.

Diyarbakır Surları UNESCO tarafından 2015 yılında Dünya Mirası Listesi’ne alınmış, korunması gerekmektedir.

Saroyan, kalbinin dili mühürlenmiş bir halkın, etrafı surlarla çevrili bir şehirde, evlerinin başlarına yıkılmakta olduğunu göremeden ölmüştür.

***

Muhtemeldir ki gelecekte tarih kitapları, kendi kendilerini yönetmek istediler diye Kürtlerin, kentlerini başlarına yıktığımızı yazacak.

Anne karnında duydukları o ilk sesin kulakları okşayan tınılarını çocuklardan esirgeyen yasağı ise, Kürdün diline vurulan mühür olarak kaydedecek.

Eminim ki, bugün yaşadıklarımızı tarih kitaplarından öğrenen gelecek nesillerin çocukları, bunu okurken içi titreyecek, yüzleri kızaracak.

Kuşkusuz ki bu gelecek kuşaklar, geriye dönüp baktıklarında yüreklerinde, geçmişte yaşanan derin bir nefret ve acının yükünü hissedecekler.

Onlar, birbirlerinin yüzüne rahatça bakabilmek, bir arada yaşayabilmek adına bu nefret ve acının yükünü silmeleri gerekecek.

Ancak, bunu yapabilmek için, tarihle cesurca yüzleşmesini bilen, onların da bir Willy Brandt’ı olacak mı, bilmiyorum.

21 Şubat 2016 Pazar

Kürt’ün diline vurulan mühür-I

Yusuf Nazım
T24 | 21 Şubat 2016

Diyarbakır’daki Kürtçe dil eğitimi verilen Ali Erel Okulu kapatıldı.

18 Şubat günü okula gelen görevliler, valilik kararıyla kolluk kuvvetleri eşliğinde okulun kapısını mühürlediler.

Çocukluklarını, henüz anne karnında duydukları o ilk sesin tınılarıyla, ilk kez kendi ana dillerinde sesli, yazılı, görsel bir şölen halinde yaşamaya başladıkları okul böylece kapatılmış oldu.

Valilikten gelen yetkililer okulun, "Kürtçe ilkokul işlevi" gördüğü gerekçesini öne sürerek kapıyı mühürlediler.

Dünya Ana Dil Günü ve Bengal Halkının Ana Dil Hareketi

21 Şubat Dünya Ana Dil Günü’dür. Bu gün 1999 yılında UNESCO tarafından Uluslararası Ana Dil Günü olarak ilan edilmiştir. Kökeni ise Bengal Halkının Ana Dil Hareketi’ne dayanır.

Ana Dil Anıtı, Dakka
Pakistan devleti, 1947’de Hindistan’dan ayrılarak kurulmuştur. O zamana dek Hindularla aynı dili konuşan Müslüman Bengaller, 1948 yılında İslami birlik adına genç Pakistan İslam Cumhuriyeti’ne katılmış ve Doğu Pakistan Eyaleti adını almıştır. Çok değil, bir yıl sonra Bengal coğrafyası, Bengal toprağı” gibi ifadeler suç sayılmış, 44 milyon Bengallinin kullandığı Bengalce dilinin konuşulması yasaklanarak Urduca tek resmî dil ilan edilmiştir.

Bu asimilasyona tepki olarak 1948’de Bengal Dil Hareketi kurulur ve “tek tipçi” politikalara karşı başta eyalet başkenti Dakka olmak üzere, Doğu Pakistan’ın belli başlı büyük şehirlerinde onbinlerin katıldığı kitlesel gösteriler başlar. Daha bir yıl önce İslam kardeşliği” söylemiyle Bengallileri yanına çeken Pakistan devleti bu gösterileri kanla bastırır. Günlerce süren katliamda yüzlerce gösterici öldürülür. Buna karşılık Ana Dil Hareketi, Pakistan devletinin birçok baskı, aldatma ve oyalamalarına karşında büyük bir halk desteğiyle yıllarca sürer. 

21 Şubat 1952’de dünya tarihin görmüş olduğu en büyük ana dil eylemi başlar. Onbinlerce Bengalli öğrenci, Dakka Üniversitesi’ni işgal eder. Polisin, Dakka Üniversitesi’nde ana dil hakkı için yapılan eyleme saldırısından sonra üniversite binası savaş alanına döner. Olaylar kente yayılır. Bu kadar saf, temiz ve insani bir talebe dahi acımasızca saldırılması Belgal halkı arasında infiale yol açar. Protestolar, izleyen saatlerde eyaletin tümüne yayılarak bir genel greve dönüşür. Sokaklar “Bengalce’ye özgürlük!” diyen milyonlarla dolup taşar.

Aslında, Dakka Üniversitesi’nde, ana dil hakkına tahammül edemeyen hegemonik bir devletin saldırısıyla yakılan bu ateş, başka ve daha büyük bir yangının fitilini ateşleyecektir. Bu, Bengal halkının Pakistan’dan ayrılarak bağımsız Bangladeş ülkesinin doğmasına sebep olacak ateşten başkası değildir.

1956 yılına kadar dinamizminden hiçbir şey kaybetmeden süren Ana Dil Hareketi, nihayet 2 Şubat 1956 da başarıya ulaşır. Pakistan devleti yeni anayasada Bengalce’yi 2.resmi dil olarak güvence altına alır.

Ne var ki, iki yıl sonra yapılacak askeri darbe, ülkedeki hak ve özgürlükleri bir çırpıda ezeceği gibi yeni anayasayı da askıya alacak, eski tek tipçi ve asimilasyoncu politikalara geri dönecektir. Bu durum,
17 Aralık 1971 tarihinde Bangladeş devletinin kurulmasıyla sonuçlanacak bir dizi yeni ve daha güçlü toplumsal hareketin de başlamasına neden olacaktır.

Kürtçe, 40 milyon konuşanıyla dünyada en çok konuşulan diller sıralamasında 28.dir

İşte UNESCO’nun 1999 yılında 21 Şubat’ı Uluslararası Ana Dil Günü ilan etmesine neden olan olaylar bu şekildedir.

Anadilde eğitim hakkının avantajlarını vurgulayan UNESCO, 1953 ‘ten bu yana ilköğretimde anadilde eğitimi teşvik etmektedir. Yapılan araştırmalar, eğitimlerini ana dillerinde alan çocukların okuldaki başarı olasılığının daha yüksek olduğunu göstermektedir.

Bugün Hindistan’da anayasa tarafından kabul edilmiş 22 resmi dil mevcuttur. Bu sayı Çin’de 51, Rusya’da 34, Irak’ta 4, İran’da 8, İtalya’da 11, İngiltere’de 10, ABD’de 8 ve Bolivya’da 37 dir.

Nelson Mandela (1918 - 2013)
Bir diğer ilginç örnek G.Afrika Cumhuriyetidir. Burada, en büyük yerli halkı oluşturan Zuluların dili Zuluca’dır. Beyaz azınlık rejimi tarafından siyahlar üzerinde yıllarca ırkçı baskı rejimi hüküm sürmüştür. 1990 yılında Apertheid rejimi yıkılınca 28 yıl zindanda tutsak olan Nelson Mandela özgürlüğüne kavuşur. Siyah ırkın üzerindeki baskı son bulur. Anayasalarına, Zuluca’yla birlikte kaydedilen resmi dil sayısı 11 dir. Bunu yapmakla ne dünyanın sonu gelir, ne de ülke bölünür. Bugün bu ülkede her etnik grubun kendi dillerinde eğitim alacakları okulları vardır. Bu açıdan bakıldığında sömürgeci ırkçı rejimin zincirlerinden kurtulan G.Afrika tam bir halklar ve diller mozaiğidir.

Kürtçe, 40 milyon konuşanıyla dünyada en çok konuşulan diller sıralamasında 28.dir. Büyük kısmı dört ülke topraklarına bölünmüş Kürtlerin nüfusunun, Türkiye ‘de olduğu tahmin edilen 20 milyonu, ana dilde eğitimden mahrumdurlar.

Kürtlerin yerküremizdeki nüfusunun 30 milyon olduğu tahmin edilmektedir. Bu, dünyadaki 199 ülkeden 160 tanesinin nüfusundan daha büyük bir topluluğa işaret etmektedir. BM üyesi 194 ülkeden 113 ünde, birden fazla dilin resmi dil olarak kullanıldığı gerçeği karşısında önemle düşünülmesi gereken bir olgu olmalı bu.


14 Şubat 2016 Pazar

Cizre’yi hallettik, peki ya ayakkabı kutuları?

Yusuf Nazım
T24 | 14 Şubat 2016


Cizre’yi hallettik!

Hendek dedik, çukur dedik, barikat dedik.

Sonunda hepsini hallettik!

* * *

Neymiş efendim, öz yönetimmiş!

Merkezden değil, yerinden yönetimmiş!

Nereden yönetilirmiş bu ülke, görsünler, anlasınlar istedik.

Belki unutmuşlardı; NATO’nun en büyük ikinci ordusuyduk!

Ne kadar güçlü olduğumuzu gösterdik onlara.

En yüksek mertebeden paşasını, çete lideri yapmıştık ordumuzun, daha geçenlerde!

Özenle yargılamış, ömür boyu hapse mahkûm etmiştik kendisini.

Onar onar yakalayıp, bakmadan yıldızlarına hapse tıkmıştık generallerini!

Hemen hatırladık, göreve çağırdık şanlı ordumuzu!

Koşa koşa geldiler!

Tereddütsüz geldiler!

Toplantılar yaptık en deneyimli olanlarıyla, değerlendirmeler, analizler.

Duvar boyu haritalar önünde boy boy fotoğraflar verdik ajanslara.

Düşman şehirleri, semtleri, kasabaları belirledik; işaretler koyduk hedeflerin üzerine.

On bin kişilik ordu kurduk, seferler düzenlemek için terörist şehirler üzerine.

Özel timleri getirdik onlar için; jandarma özel harekâtını, bordo berelileri, su altı komandolarını…

* * *

En önce, sokağa çıkmayı yasaklayarak başladık işe.

Tanklarla, obüslerle, zırhlı araçlarla kuşattık çevresini şehrin.

Kıskıvrak, çember içine aldık cümlesini.

Bir gün değil, üç gün değil, beş gün değil…

Tam 59 gün, 59 gece sürdü bu!

Koca bir şehri aç, susuz, uykusuz bıraktık!

Göçerttik insanları evlerinden, çoğu bir yorgan bile almaya fırsat bulamadı.

Yaşlılarını sırtlarında, sepetlerle, el arabalarıyla; ölü ve yaralılarını ise pazar tezgâhlarıyla taşımak zorunda kaldılar!

Bazen buna bile izin vermedik, alenen yağmur gibi yağdırdık kurşunları üzerlerine; oluk oluk akıttık kameralar önünde kanlarını.

Okullarını ele geçirdiğimizde, kara tahtalara kazıdık vatan sevgimizi, hatıra fotoğrafları çektirdik ay yıldızlı bayrağımızla.

Hemen her şeye bulaştı kinimiz, duvarlara kazıdık öfkemizi.

Hayvanlar bile nasibini aldı; atlar, inekler, kuşlar, güvercinler bile kurtulamadı nefretimizden!

Tankları dizdik şehrin tepelerine, cesurca bombaladık semtlerini!

Birer birer zapt ettik apartmanları, şarjörler boşalttık gökyüzüne, kurtlar gibi uluyarak gösterdik sevincimizi.

Keskindi dürbünümüzün merceği, gelişkin ve moderndi silahlarımız.

Son model helikopterlerimiz uçtu tepelerinde, havadan drone kameralarımızla tespit ettik yerlerini, İHA’lar eksik olmadı şehrin semalarında.

Birer birer, kuş gibi avladık onları sokaklarında.

Silahlı ya da silahsız; çocuk ya da genç; sivil ya da terörist, ayırmadık!

Bulduğumuz yerde bakmadık yaşına, gözümüzü kırpmadan, terörist diye “indirdik!” yere, ayetler eşliğinde.

Hedefi her vuruşumuzda, her canı aldığımızda birbirimize sarılarak kutladık başarımızı.

Ne ölüsünü, ne dirisini görmek istiyorduk; yaralısına bile tahammülümüz yoktu, binaları göçerttik üzerlerine, canlı yayınlarda yok ettik cümlesini.

Fotoğraflarını çektik öldürdüklerimizin; kadınsa çırılçıplak soyduk, ibret alsınlar diye dağıttık resimlerini!

Ambülans istediler, ölüm makineleri gönderdik yerine.

Ne vali dinledik, ne yargı, ne mahkeme; AİHM’i bile takmadık, aldırmadık bile Anayasa Mahkemesi’ne!

Harabeye dönse bile Cizre’nin sokakları, evleri ev olmaktan çıksa, taş taş üstünde kalmasa bile;

Kapısı kırılamadık ev, tarumar edilmemiş ocak, delik deşik olmamış duvar bırakılmamış olsa bile;

Kan gölüne dönse bile şehrin sokakları, en sonunda hallettik işte Cizre’yi; öyle bir zapt ettik ki şehri, ay yıldızlı bayraklarla donattık evleri, apartmanları, okulları ve köprüleri.

Cizre’yi hallettik!
Çok şükür, kardeşlik sağlandı yeniden.

Peki, ya şu ayakkabı kutuları?

Hani şu içinden deste deste Dolarlar, Eurolar fışkıran ayakkabı kutuları?

Onları ne yapacağız?

Nasıl analizler yapacağız onlar için?

Hangi generallerle, hangi masa başı planlar üzerinde çalışacağız?

Hangi hırsız-polis oyunu bozacak bu kumpası?

Kimin ordularını göndereceğiz üzerlerine?

Hani şu sıfırlamakla bir türlü tüketemediğimiz Eurolar; çikolata kutuları, para sayma makineleri?

Sahi onlar ne olacak?

Tamam, Cizre’yi kurtardık!
Kökünü kuruttuk terörün.

Peki ya Hrant Dink’in yüreklerde dinmeyen acısı?

Onun ailesinin, çocuklarının, sevdiklerinin yolunu gözlediği adalet?

Bunca yıldır yerine gelmeyen adaletin peşine kim düşecek?

Hangi özel kuvvetler arayacak katilleri?

Kameralar önünde boy boy fotoğraflar veren generaller, nasıl planlar yapacaklar Hrant’ın katilleri için?

Peki ya üstü kapatılan faili meçhuller?

Ergenekon sosuyla yakalanıp serbest bırakılan katiller?

Cumartesi Annelerinin dinmeyen ağıtları?

Onlara ne olacak?

Cizre’yi hallettik!
Tek bir canlı terörist bile bırakmadık geride!

Peki ya aydınlara, akademisyenlere, gazetecilere ne olacak?

Hani şu apar topar içeri tıktığımız düşün insanları, cadı avı başlatıp haklarında soruşturmalar açtığımız yazarlar, işinden kovduğumuz akademisyenler?

Yaptıkları haber hoşumuza gitmedi diye hücreye tıktığımız Can Dündar'ı, Erdem Gül'ü ne yapacağız?

Genel Kurmay Başkanı’na yaptığımız gibi yıllarca zindanda mı yatıracağız?

İtinayla yargılayıp müebbette mi mahkûm edeceğiz?

Üç beş yıl Silivri’de süründürüp, “pardon, yine yanlışlık”  mı oldu mu diyeceğiz?

Cizre’yi hallettik!
Vatan kurtuldu bölünmekten.

Peki ya Gezi’de çocuk yaşta solan hayatlar?

Hani, ekmek almaya giderken kafasından vurduğumuz o kara kaşlı, zeytin gözlü çocuk?

Sahi onun katillerini nasıl bulacağız?

Ailesini ve sevenlerinin daha ne kadar oyalayacağız?

Polisimiz destan yazarken gözleri oyulan onca çocuğun acısını vicdanımızın neresine koyacağız?

Eskişehir de Ali İsmail Korkmaz, Ankara da Ethem Sarısülük, Ümraniye’de Mehmet Ayvalıtaş’ın ailesini ne zaman huzura kavuşturacağız? Lice’de Medeni Yıldırım, Okmeydanı’nda Burak Can Karamanoğlu, Hatay da Abdullah Cömert ile Ahmet Atakan’ın katillerini adalete hangi kolluk kuvveti teslim edecek?

Cizre’yi hallettik!
Bölünmez bütün olduk yeniden.

Onlarca, belki yüzlerce çocuğu, genci, kadını, yaşlıyı öldürdük!

Daha önceki gündü; konuşurken duydum, “iki oğlumu terörist diye öldürdünüz, on terörist daha doğuracağım” diyen kadının henüz ana rahmine düşmemiş çocuklarını nasıl öldüreceğiz?

Nedense hep yoksula, emekçiye, garibana layık gördük şehitlik makamını; bakanın, vekilin, bürokratın çocuğuna ise parayla askerlikten muaf olmayı.  

Oysaki Haziran’dan beri 280 asker ya da polisi canlı göndermiştik, şimdi ölü olarak döndüler evlerine! Bayraklarla süsledik tabutlarını, törenler yaptık, okşadık gururlarını.

Cizre’yi vatan yapsınlar diye öğütler vermiştik hâlbuki, Ordu’dan, Zonguldak’tan, Manisa’dan gidenlere.

Şimdi, kendi memleketlerinde sıvasız, badanasız evler mi vatan olacak şehit olarak geri dönenlere?

Cizre’yi kurtardık!
Bir anda rahatladık.

Peki ya Soma’yı?

Soma’yı da kurtardık mı?

Soma’da diri diri yerin altına gömdüğümüz 301 maden işçisinin ailelerini de huzura kavuşturduk mu?

Kimine Cizre’de, kimine Soma’da şehit payesi vermiştik.

Kimi babaların rızkına ayakkabı kutusu dolusu dolarlar düşmüştü, Ermenek’te ölen madencinin babasının payınaysa, pare pare olmuş ayakkabılar!

Şimdi, kaç tabur asker göndersek düzeltecek hayatlarını, yerin yedi kat derininde yaşıyormuş gibi yapan Somalı madencilerin?

Ocakların kölelik koşullarını anlatmıştı Eynez’de baca ustası Nihat Çelik. Anlatmış ve işinden olmuştu. Şimdi onun “keşke ben de ölseydim” diyen çığlığını kim duyacak? Hangi mahkemenin kararı işini geri verecek Nihat Usta’ya?

Cizre’de kullandığımız drone kameralar, İHA’lar, en modern silahlar çare olacak mı Somalı işçinin kaderine?

Bir güzel fethettik işte Cizre’yi!
Huzura kavuştuk hep birlikte.

Peki ya kupon araziler?

Şehrizar Konakları, Urla Villaları, telefonla rüşvet pazarlıkları?

Ya vakıflar, cemaatler, külliyeler ve saraylar?

Ya çikolata kutuları ve saatler; İsviçre’den gelip bir bakanın kolunda ışıldayan Patek Philippe 5101G marka saat?

Peki ya gemi filoları, emirle hizaya gelen yargı, arsızın önüne yatan bakan?

Talimatla yok edilen SİT alanları, Süleymaniye’nin siluetini çizen talan!

Ya Allah’ın adıyla başlayan rüşvet pazarlıkları?

Ayakkabı kutusu dolarlarla imar edilen imam hatipler?

Bilim insanlarının kanıyla duş alma heveslisi, vatansever mafya liderleri?

Hani şu ayyuka çıkan dedikodular, söylentiler, tapeler?

Ne idüğü belirsiz fısıldamalar, sıfırlamalar?

Bunca dayanılmaz koku, bunca irin, bunca iltihap?

Ya boğazımıza kadar saplandığımız bu çamur?

Çok şükür, çok şükür hallettik Cizre’yi.


Peki ya bütün bunlar, bütün bu cerahat?

3 Şubat 2016 Çarşamba

Bir savaş makinesinin dişlilerinde

Yusuf Nazım
T24 | 3 Şubat  2016

Cizre.

Kanayan yarası şimdi bu ülkenin.

Her yanı Cizre gibi kanıyor şimdilerde ülkemizin.

Her gün ölüm haberleriyle yatıp kalkıyoruz.

Manşetler “şu kadar asker, bu kadar polis şehit oldu” haberleriyle dolup taşıyor, kin ve nefret sloganları birbiriyle yarışıyor, her ölüm biraz daha sıradanlaşıyor.

Duydukça biraz daha kanıyor vicdanımız, biraz daha ölüyoruz.

Ölümden bile sayılmıyor bazıları, listelerde niceliği büyüyen bir sayıdan ibaret olarak kalıyorlar.

Giderek telaffuzu korkulan bir kelimeye dönüşüyor barış.

Nefret söylemi alışıldık bir şey artık, hemen her şeye bulaşıyor; kendini daha kutsal görenin üzerinden büyüyor, ötekinin üzerine görülmemiş bir şiddet olarak akıyor.

Televizyon ekranlarında Akira Kurosawa’nın filmlerini aratır sahnelerde gözümüz.

Sokaklar, bir kenti ezerek geçen bir devin ayak izleri gibi harap.

Toza, toprağa, dumana karışmış şekilde kentlerin sokaklarında ilerleyen bir savaş makinesinin görüntüleri aksediyor ekranlara.

Kanıksıyoruz…

O savaş makinesi ki, yeri göğü inletircesine gürlüyor, yıkıyor, çığlıklar atıyor; ölüyor ve öldürüyor…

Söz dinlemiyor, emir almıyor, yola gelmiyor…

Üzülmeye, yas tutmaya, yazmaya yetişemiyoruz.

Kampanyalar açmaya, paneller ve imza etkinlikleri düzenlemeye, gösterilere katılmaya…

Barışa değen dilimiz kanıyor.

Aklımıza, düşüncemize, karar verme yeteneğimize prangalar vurmak istiyorlar.

Söz söyleyene, kelime kurana, itirazı olana karşı görülmemiş bir cadı avı başlatılıyor…

Öç almanın, bastırmanın, galip gelmenin hırsı akıllara egemen oluyor.

Karşılığının daha çok ölümden, daha çok kandan, daha çok vahşetten geçtiğini anlamıyorlar bile.

Bastırdıkça yeni bir direncin büyümekte olduğunu, yok ettikçe yeniden çoğalmaya başladığını, kökünü kazıdıkça yeni tohumların üremekte olduğunu fark etmiyorlar bile.

Oysa biz, bastırmaya çalıştıkça batıyor, yok ettikçe azalıyor, öldürdükçe tükeniyoruz…

***

Bayağılığın, kötülüğün, sınırsızlığın had safhaya ulaştığı günlerden geçiyoruz.

Feryatlar yükseliyor kentlerden, duymuyoruz…

Ağır ağır kanıyor bir yanımız hissetmiyoruz…

Gerçeğin ters yüz edilmiş haline tapınıyor, kendisiyle yüzleştiğimizde ise aldırmıyoruz.

Yalan, egemen olanın dilinde zehre dönüşüyor.

Güce, şiddete, iktidara kölece bağlı kalabalıkların histerik ölüm ve zafer çığlıkları arasında vicdanlı sesler işitilmez oluyor…

Sırayla ve naklen ölüyorlar!

Gerçekse, bir telefon makinesinin diğer ucunda, naklen bir yayında ete kemiğe bürünüyor.

Sesler geliyor, Cizre’de bir evin bodrumundan.

İmdat çığlıkları yayılıyor her yana.

Bir apartman yıkıntısın en altında mahsur kalmış yirmi sekiz insan…

Evin bir kısmı çökmüş, bir kısmı ha çöktü ha çökecek.

İçerde siviller, gençler, çocuklar…

Belki suçlular, belki değiller.

Belki yaşanan bu kaosun bu tarafında, ya da öbür tarafındalar.

Ne fark eder ki?

İnsanlar, ve yaralılar.

Ambulans bekliyorlar!

Kaymakamdan, validen, milletvekilinden; içişleri bakanından, başbakandan!

Yani en yüce makamdan!

Ambulans istiyorlar, sadece ambulans!

Anayasa Mahkemesi’nden, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden…

Yaşama hakkını istiyorlar, tedavi olma hakkını; yani en ağır savaşlarda bile insana çok görülmeyen bir hakkı!

On gündür yaralılar, açlar, bitkinler…

Ve her gün ölüyorlar!

Sırayla ve naklen ölüyorlar!

Bir kişi, iki kişi; işte bir çocuk daha, yarın bir genç, öbür gün bir çocuk daha…

Tam yedi insan!

Sırayla ölüyorlar!

Yirmi bir can kalıyor geride…

Oysa bütün sesler çürüyor, enkaz altında ülke

Telefonun bir ucunda, “ambulans gelecek” diyor vekil,

Ama bilginiz olsun, şu an hiçbir ses yok” diyor öbür taraftaki.

Çünkü biliyor, ambulans gelince siren sesiyle gelir ve ekliyor;

Buradalar heval!” diyor, “kapının önünde, koridordalar

Onaylamak istiyor vekil:

Çıkacağınız kapının önündeler mi yani?

Evet evet, içerde” diyor telefondaki ses, kolluk kuvvetlerini kast ediyor, “belki bizim sesimizi bile duyuyorlar.

Yani, İçişleri Bakanlığı’nın gönderdiğini söylediği ambulanstan önce kolluk kuvvetleri yetişmiş gözüküyor apartmanın girişine.

Yarısı çökmüş bodrum katından telefonla konuşan kişi, İçişleri Bakanı’nı soruyor, “orada, yanınızda mı?” diyor.

Tam o esnada…

İşte tam o esnada oluyor:

Bir patlama sesi!

Feryatlar yükseliyor birden!

Canhıraş çığlıklar!

Tüyleri diken diken eden sesler, bağrışmalar, inlemeler…

Sonra seri silah sesleri...

Kesintisiz sürüyor…

Sonra bir sessizlik…

Bir süre sona aynı kişi yeniden konuşmaya çalışıyor.

Ne dediği anlaşılmıyor, vekil bir şeyler söylüyor, o bir şeyler:

 “Ama benim kulaklarım kötü!” diyor telefondaki ses, “kulaklarım!

Belki kulak zarı patlamış, belki şok yaşıyor.

Peki” diyor vekil, çaresiz, “siz oradan çıkamayacak gibiyseniz başka bir yol bulalım?

Beride, vekiller mecliste. Siyaseten yürüyor bazı şeyler, nezaketen yapılıyor konuşmalar.

Ötede, yıkılmış bir binanın bodrumunda, hayat memat meselesi, can pazarı yaşanıyor.

Artık telefonun öbür ucu ağlamaklı:

Biz enkaz altındayız, başka nasıl anlatayım ben yav!

Vekil şaşkın, tüyler ürperiyor, çaresiz, “Telefonu açık tutun” diyebiliyor.

Oysa bütün sesler çürüyor, enkaz altında ülke; kalpler parça parça, ağır bir sessizlik çöküyor.

Belki de ölü el geçirilecek hayatlar

Cizre, aynı Cizre.

Barut kokuyor sokakları, kan, revan.

Orada, Bostancı Sokak’ta, 23 numarada.

Beş katlı bina artık bütünüyle çökmüş, bir enkaz yığınını andırıyor.

Altında canlı canlı gömülü yirmi bir insan!

Vıcık vıcık kan, parça parça kemik; kokmuş, çürümüş, dağılmış et parçalarının toplamından ibaret yirmi bir canlı insan…

Ya da artık cansız!

Acı çeken, inleyen, bağıran, yardım isteyen et ve kemik parçaları bunlar…

Ama artık duymuyoruz.

Yanlarında bir telefon.

Sesi çıkmıyor, çalmıyor, alo demiyor…

Cizre’den, o bodrum katından artık haber yok!

Şu satırların yazıldığı saatlerde, enkaz altındaki acı dolu feryatları dünyaya duyuran o telefon çalmayalı dört günden fazla oldu.

Yarısı yıkılmış o bodrum katından kimse aramıyor vekilleri.

Sesleri duymuyoruz.

Can çekişen insanları, feryatları da…

Ne kırılan kemik sesleri, ne duvarları yıkan patlamalar, ne de etleri parçalayan türlü türlü mermiler.

Hiçbiri, ama hiçbiri duyulmuyor artık.

Her şey ölüm kadar kimsesiz…

Her şey bizim kadar sessiz…

***

Bu, muhtemelen hep böyle sürmeyecek tabii.

Birkaç gün sonra, belki bir çatışma çıkacak Bostancı Sokakta.

Bir ev hedef alınacak, belki de ölü el geçirilecek hayatlar.

Kim bilir, boy boy resimleri süsleyecek gazetelerin manşetlerini.

“Cizre'de, yaralılara ulaşma çabalarına terör engeli” diye başlık atan gazetelerde, bodrum katında ölü ele geçirilmiş teröristlerin fotoğrafları sergilenecek bu sefer.

Yanlarında dizi dizi silahlar ve belki de yarım kalmış bir tünel haberi...

Kalpleri, vicdanları, ruhları teslim almış bir savaş makinesi

Canımız sıkılacak.

Sonra, dönüp televizyona göz atacağız.

Suriye’ye demokrasi götürme heveslisi medeni batı ülkelerinden haberler akacak ekranda.

Avrupa Komisyonu'nda, Hollanda'nın "Sığınmacıları gemilere bindirerek Türkiye'ye geri gönderelim" teklifi görüşülüyor olacak.

Ardından Danimarka Parlamentosunun, mültecilerin para ve değerli eşyalarına el koyma kararı aldığını duyacağız.

Otuz yedi Suriyeli ölü göçmenin Ege sahillerine vurduğu günün akşamı, Almanya'da ırkçı bir partiden, "Polis sığınmacıları vursun" önerisini dinleyeceğiz.

Derken, bir haber daha düşecek ajanslara, televizyonların alt yazılarından okuyacağız mütemadiyen; “Sur’da 5 asker daha şehit, birçok da yaralı var

Beş kentte birden yükselecek yürekleri dağlayan feryatlar, beş kente beş ocak daha sönecek apansız.

Canımız yine sıkılacak.

Başka bir kanala geçerken biz, demirden, çelikten, ateşten ibaret bir savaş makinesi, ülkenin harabeye dönmüş sokaklarında önüne kattığı her şeyi yakıp yıkarak ilerlemeye devam edecek.

Kalpleri, vicdanları, ruhları teslim almış bu savaş makinesinin ağır, uğultulu sesleri arasında insanlık ağır ağır can çekişiyor olacak.

Barış sesleri daha da kısılacak, akıllar çürüyecek, kalpler donacak.

Sevgiye, hoşgörüye, anlayışa adanmış kelimeler esir alınacak; iktidarın, hırsın, kötülüğün kıskacında, sınırsız nefretle yıkanmış bir savaş makinesinin kirli çarkları arasında amansızca öğütülmeye devam edecek.

Renkler iyiden iyiye solacak, sesini kaybedecek şehirler; kimlikler paramparça olacak…

Ülke bir savaş makinesinin dişlilerinde.


Semtler, kasabalar, coğrafyalar bölünecek, ayaklarımızın altındaki bu cennet toprak parçası, belki de geri dönülmesi zor bir biçimde yarılmaya devam edecek…

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/bir-savas-makinesinin-dislilerinde,13803