28 Aralık 2017 Perşembe

Ölümün ötesinden sesler

Yusuf Nazım
T24 | 28 Aralık 2017

Gri bir sabaha uyandım bu sabah.

Ölümün berisindeydim.

Takvim yapraklarına bakmaya korkuyordum.

Lakin korkunun gerçeği görmeye engeli yoktu!

Evlerimizde, artık birer cam kutucuk misafir ediyorduk, basınca düğmesine hemencecik kusuveriyordu gerçekleri yüzümüze.

Tabii doğru kanaldaysak eğer.

Değilsek, yapacak bir şey yoktu zaten! Başımızı gömdüğümüz ve ilelebet sürecekmiş gibi sandığımız kumdan, çamurdan, cerahatten oluşmuş bir bataklığın içinde, yaşıyormuş gibi yapmaya devam ediyorduk…

Bir de sosyal medya vardı tabii.

Takvim yapraklarından daha  şaşmaz bir şekilde çalışıyor ve ister istemez ölümün ötesinden sesler ulaştırıyordu bize.


*  *  *

1943, Van, Özalp, otuzüç kurşun, temsili
İşte, üzerimizi örten o gri karanlık altında bu sesleri duyuyordum ben.

Ölümün ötesinden seslerdi bunlar.

33 kurşuna çıkmıştı adı. En çok da, Ahmet Arif’in dizlerinden duyuluyor, onun sesinden dile geliyordu.

1943 yılında, Van’ın Özalp İlçesi’ndeydi… Elleri arkadan bağlanmış, Kukur Deresi’nde yatıyordu, kurşuna dizilmiş 33 Kürt köylüsünün cesedi.

*  *  *

1 Mayıs 1977 katliamı, Kazancı Yokuşu
Ölümün ötesinden sesler duyuyordum…

Sene 1977’ydi;  günlerden 1 Mayıs, İstanbul’da Taksim Meydanı.

Bir bayram gününde, Kazancı Yokuşu’nda yakalanıyorduk ölümün soğuk nefesine.

Bayram başlamadan daha, nasıl da dönüşüyordu 34 canın cenaze merasimine.

Ne çok vuruluyorduk biz, ne çok öldürülüyorduk böyle!

*  *  *

24 Mayıs 1993, Elazığ-Bingöl Karayolu, 33 asker anıtı
Ölümün ötesinden sesler duyuyordum hala.

24 Mayıs 1993, Elazığ-Bingöl Karayolu’ndan geliyordu ölümün sesi.

Bir dağın yamacında, sorgusuz kurşuna diziliyordu 33 silahsız er!

Ölüm kimliğine bakmıyordu ölenlerin, kaçınız Kürt’tü, hanginiz Türk’tü diye sormuyordu.

*  *  *

2 Temmuz 1993, Madımak katliamında ölenler
Sene 1993, Temmuz’un ikinci günü.

Ölümün ötesinden sesler çalınıyordu yine kulağıma.

Madımak, diyordu; 34 can, 34 yanık insan, et kokusu...

Yirmidördünün, yirmibeşin altındaydı yaşları!

Şairler de yanıyordu bu yangında, çoğu genç, delikanlı, kız, kızan; yazarlar, ozanlar, sanatçılar da…

Sazları da birlikte yanıyordu canların; sözleri de, türküleri de, şiirleri de...

*  *  *

5 Temmuz 1993, Başbağlar katliamı
Üç gün sonrasıydı.

Kararlıydı, ölüme doymayan bir yıl olarak yazacaktı adını, tarihin kara yapraklarına, 1993 senesi.

Yangın düşmüş, boşaltılmış, viran olmuş binlerce köy, mezra kalacaktı geride; sönmüş ocaklar, dağılmış yuvalar; toprağından, yurdundan sürgün olmuş insanlar…

Yine 1993, 5 Temmuz günü, bu sefer Başbağlar’dan ulaşıyordu ölümün ötesinden sesler.  

Bir kez daha, ölüm çığlıkları yapışıyordu bir köyün yakasına; bir kez daha sıkıyordu boğazını ölüm insanların. Ve bir kez daha esiri oluyorduk, listelerde 33 ölümden ibaret sayıların.

*  *  *

20 Temmuz 2015, Suruç katliamı, oyuncaklar
Ölümün ötesinden sesler işitiyordum durmaksızın.

Acılar sığmıyordu artık takvim yapraklarına ve biz yetişemez oluyorduk anma törenlerine.

Kobanili küçük çocuklara oyuncak götürecek olan büyük çocuklar, henüz yeterince büyümemişlerdi.

Henüz erkendi, Suruç daha ıraklardaydı.

Henüz yeterince büyümemiş 33 çocuğun etleri, bir bahçenin orta yerine henüz savrulmamış, kanları uluorta yapışmamıştı taşa ve betona.

*  *  *

Ölümün ötesinden fısıltılar duyuyordum.

Atık birer birer değil, onar onar ölüyorduk bu coğrafyada.

Onar onar ölündüğünde, doğaldır ki, adını katliam koyuyorduk bu toplu öldürümlerin.

Lakin bazıları alınıyordu buna, galiba katliam sözü biraz kaba kaçtığından.

Anlıyordum, onar onar öldürülünce değil, meğer buna katliam denilince kabalaşıyormuş insan.

*  *  *

28 Aralık 2011, Roboski katliamı
Bugün bir kez daha duyuyordum.

Bir dağın yamacına gizlenmiş oluyordu.

Ölümün ötesinden sesler gelmeye devam ediyordu hala.

Takvim yaprakları 16 Aralık'tan 26 Aralık'a doğru bir katliamın izlerini sürerek ilerlerken adım adım, biz unutmaya başlıyorduk bile Kahramanmaraş'ı!

Peki, ne zamana dek?

Çok fazla değil!

Çünkü bir güne sığmaz oluyordu artık ölüm haberleri, başka bir katliama doğru hızla yol alıyorduk.

Uludere, Roboski diye fısıldıyordu bu sefer aynı ses...

28 Aralık 2017 tarihli sayfayı işaret ediyordu bana.

38 insan, 38 katırın ürkek gölgeleri yürüyordu bir dağın eteklerinde.

Toplam 76 can!

Karanlıkta, bir dağın dona kesmiş ıssızlığı çalınıyor, ölümün ötesinden sesler çarpıyordu yine kulaklarıma.

Uçak sesleri, insan seslerine karışıyordu; katır sesleri, çocuk seslerine.

Kaçırıyordum gözlerimi.

İlk defa, hiç sorulmamış sorulara yanıtlar arıyordu aklım; katır çığlıklarını, çocuk çığlıklarından ne zaman ayırt edebilir ki insan?

34 ölü katır, 34 ölü insan kalıyordu o gece dağın yamacında.

17'si çocuktu” diye sesleniyor ama o ses, henüz büyümemişti ve artık asla büyümeyecektiler...

Büyükler daha mı kolay ölürdü sizce çocuklardan, daha mı az acı çeker onlar?

Sahi, daha mı tez solardı düşleri, erken ölen çocukların?

Yıkılan Roboski anıtı
Hadi biz öldük diyelim bir dağın yamacında, heykellerimizi niye öldürdünüz bir şehrin merkezinde?

Uçakların, sadece katırları ve insanları değil, bazen adaleti de öldürdüğü olur muydu?

Demek ki oluyormuş…

Adını söyleyemediğim sözcükler çırpınıyordu dilimde.

Çaresiz, susuyordum.

Susuyor ve başımı kaldırıyordum.

İşte o an, penceremden görüyordum;

Geçen bahar diktiğim zeytin ağacının, bir kuş konmuş oluyordu incecik dalına.

Tarifsiz bir sevinç doluyordu o an içime; duygu dolu sözlerden, imge yüklü şiirlerden, en güzel ezgilerden birike birike gelmiş gibi hissediyordum…

Gökyüzü, gri perdesini yavaşça aralıyordu.  

Güneş tereddütsüzce açıyordu.

Bu sefer ölümün berisinden fısıldıyordu kulağıma o ses:

Biliyorduk…

Biz umut ettikçe daha çok cesaret bulacaktı çocuklar.

Başka yolu yoktu, biz sevdikçe daha çok güzelleşecekti dünya.


*  *  *
Yeni yılda, yepyeni umutlara…

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/olumun-otesinden-sesler,18827

23 Aralık 2017 Cumartesi

Kürt’ün tokat yemiş ezikliği

Yusuf Nazım
T24 | 23 Aralık 2017


Bir kentin intihar çığlıklarını yazıyordum.

Gazeteler şöyle geçiyordu haberi:

Terör şüphelisi, emniyetin üçüncü katından atlayarak intihar etti.”

Şüpheliler, artık intihar etmeye başlamıştı bu ülkede...

Kuşkusuz, başka şüpheliler de yok değildi.

Başka şüpheliler…

Örneğin aç olanlar!

Onlar açlardı ve apartman çatılarına çıkıp aşağıya atlamaya çalışıyorlardı…

Ya da işsizlerdi!

Çocuklarıma ekmek götüremiyorum” diyor, üzerine benzin dökerek meydanlarda uluorta kendini yakmaya başlıyorlardı…

Körpe çocuklar ölüyorlardı örneğin, şehirlerin en işlek caddelerinde; onlar da şüpheli olmalıydılar…

Zırhlı araçların arka tamponlarında, ya da ön kaportalarında birer kan lekesinden ibaret kalıyorlardı izleri.

Ülke çıldırıyor muydu ne?

Yoksa bu ülkeyi çıldırtıyorlar mıydı?

Geçenlerde şöyle buyurmuştu bakanın biri:

“Örgüt, yakalanırsanız intihar edin diye talimatlar veriyor.”

Ve onlar yakalandıklarında, ilk fırsatta intihar etmeye çalışıyorlardı…

...

Yukarıdak yazıya başlamıştım, ancak yazamadım, yarım kaldı.

Nedeni, bir fotoğraftı.

*  *  *

12 Eylül 1980, darbe günleriydi.

Ankara'da, öğrencisi olduğum Hacettepe Üniversitesi’nin Beytepe Kampüsü, şehirden uzakta, yüksekçe bir tepenin üzerinde kuruludur.

Mevcut demokrasiyi askıya alan darbecilerin yönetimindeki asker, her şeyin hâkimidir.

12 Eylül, ülkede bir fırtına gibi esmiş, gürlemiş, kasıp kavurmuştur ortalığı. Üniversiteler büyük bir kuşatma altındadır. Her tarafta asker vardır. Nizamiyelerin girişinde, bölümlerin kapısında, ana yollarda, tali yollarda, yemekhane kapılarında, katlarda, dersliklerin kapısında, amfilerde...

Darbe yönetiminin öğretim üyelerine sakal kesme, öğrencilere kravat takma gibi saçma zorunlulukları uyguladığı günlerdir.

Darbecilerin kontrolündeki asker, her şeye hâkim olmanın adeta tadını çıkarmaktadır. Sıkı bir disiplin uygulamaktadırlar. Onlar için düzen demek, tek sese biat etmek,  toplumu tek tipleştirmek, hizaya getirmek demektir.

Bunu üniversitede de yaparlar. Yemekhanelerde, duraklarda, ya da başka yerlerdeki kuyrukların bile tek sıra halinde olmasına özel bir önem gösterirler. Bir gün sakalını kesmeyen hocaya, başka bir gün kravatsız gelen öğrenciye postasını koyar, fırçasını çekerler…

Kışları soğuk olur Beytepe’nin.

O yıllarda, ücretsiz öğrenci servisleri vardır üniversitelerin. Saatinden önce duraklarda kuyruk oluşturur, servislerin gelmesini beklerdik. Son derslerden çıkar, servis kuyruğunda, koltuk altlarımızda kitaplarımızla ikili, üçlü, dörtlü gruplar halinde sohbetler ederdik. Çevremizde, bizleri hizada tutmaktan sorumlu askerler eksik olmazdı.

Yine böyle soğuk bir günde, servis aracı kuyruğunda sohbet ediyorduk. Tam arkamdan “şırraaak!” diye bir ses duydum!

Arkamı döndüğümde, yüzü kıpkırmızı olmuş öğrenciyi gördüm. Koltuğunun altındaki kitaplar yerlere savrulmuştu.

Gençti. Yağız bir delikanlıydı. İlk tepkisi, şöyle bir yekinip karşı çıkmak oldu. Ağzını açmaya fırsat bulamadan karşısındaki rütbesiz askerden okkalı bir şamar daha yedi!

Genç arkadaş öfkesinden titredi, yüzüne kan hücum etti; elini kaldıracak, bir şey diyecek, karşı çıkacak oldu…

Bir tokat daha yedi askerden!

Tek sıra ol!” diye ünledi asker.

Delikanlı, sessizce başını iki yana salladı, çaresizce boyun eğdi. Askerin buyruğunu yerine getirdi, savrulmuş olan kitaplarını topladı, sıraya girdi. Araç bekleyen öğrenci kuyruğu bir anda ip gibi oluvermişti…

Malum, darbe yıllarıydı. Darbecilerin, üstünlüklerini tüm topluma kabul ettirdiği günler.

Karşı çıkılamazdı.

Elini kaldırmak, ya da bir söz söylemek demek, kendini bir anda darbecilerin cezaevlerinde bulmak demekti. O sıralar cezaevine girmek işkence demekti, üniversiteden uzaklaşmak, belki birkaç dönem kaybetmek demekti.

Bunu bildiği için genç bir şey diyemedi, karşı çıkamadı. Hiç kimse de bir şey yapamadı…

O gün, rütbesiz bir erden sebepsiz yere yediği üç tokadın acısını, eminim ki hayat boyu içinde taşımıştır o arkadaş.

Benimse yıllar yılı, yağız bir delikanlının tokat yemiş ezikliğiydi aklımdan hiç çıkmayacak olan.

*  *  *

Dedim ya, bir kentin intihar çığlıklarını yazıyordum.

Açları, işsizleri, çocuklarına ekmek götüremeyenleri, terör şüphelilerini…

Ama yazamadım, yarım kaldı.

Nedeni ise bir fotoğraftı.

Diyarbakır’ın Sur ilçesinde, evinin yıkılmasına itiraz eden Mehmet Dağ’ın fotoğrafıydı bu.

Evinin yıkılmasına itiraz ederek tartıştığı polisten eşinin yanında tokadı yemişti.

Üstelik polis yalnızca tokatlamakla kalmamış, evini boşaltması için Dağ’a 24 saat süre vermişti…

Aradan bir tam gün geçti bile. Birkaç iş makinesi çalışmış, Mehmet Dağ’ın ocağını dağıtmış, evini yerle yeksan etmiş midir bilmem.

Benimse o fotoğrafta kaldı aklım.

Mehmet Dağ’ın fotoğrafını görünce, yeniden darbe günlerine gittim.

Genç bir delikanlının, aklımdan hiç çıkmayan, kan seğirtmiş yüzündeki çaresizliğini anımsadım.

Yüreğim, 12 Eylül 1980 yılının Beytepe Kampüsü’nde, bir kış günü, otobüs durağında beklerken olduğu gibi, bir kez daha acıdı.

Uzun uzun baktım fotoğrafa.

Bazı mahalleleri kökünden kazınmış Diyarbakır’ın Sur ilçesinde, gidecek yeri, sığınacak kapısı olmayan insanları anımsadım.

Derinden derine, bir kez daha yoksunluğun, acının, hüznün ağırlığı kanadı içime.

Bizden ırak bir coğrafyada, öteki olmanın çaresizliğiyle sızladı yüreğim.


Kürt'ün tokat yemiş ezikliğiydi gördüğüm, o fotoğrafta.

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kurtun-tokat-yemis-ezikligi,18787

13 Aralık 2017 Çarşamba

Timsahın karnında

Yusuf Nazım
T24 | 13 Aralık 2017

Timsah.

Aslında, evrimi 84 milyon yıl öncesine dayanan sürüngenler ailesinin genel adı. Ancak, timsah deyince günümüzde, kocaman dişleri, sert kabuğu, uzun kuyruğuyla; çirkin, yabani, ürkütücü sürüngen akla geliyor.

Üstü pullarla örtülü kalın derisi, insanı ürküten görüntüsü, dikey gözbebekleriyle avını hiç kımıldamadan, sinsice pusuda bekleyen duruşuyla hep bir tehlike kaynağıdır. 25,5 Mega paskal ile yeryüzünde yaşayan en güçlü çene basıncına sahip canlıların başında gelir.

Sessiz ve sanki hiç orada yokmuş gibi, hissettirmeden yaklaşıp ani bir hamleyle hedefini mideye indirmesiyle ünlüdür.

Avını bir kez yakaladığında, açılması bir daha neredeyse olanaksız, güçlü çenesiyle nehir ve bataklıkların sinsi ölüm canavarıdır o.

*  *  *

1865, Rusya, Dostoyevski'nin Timsah öyküsü
Sene 1960.

27 Mayıs 1960 darbesi yılları.

Genellikle Demokrat Partiyi hedef aldığı söylenen darbe yönetimi, bir süre sonra kendilerini destekleyen öğrenci ve üniversiteye karşı da tavır almaya başlar.

Başlangıçta, darbecilerin bir iyi niyet gösterisi olarak DP döneminin tutuklu siyasileri serbest bırakılırken ne yazık ki 49 Kürt öğrenci bu özgürlükten nasibini alamaz. Bir süre sonra da Ankara, İstanbul, Ege, Atatürk ve İstanbul Teknik Üniversitesi öğretim üyelerinden 147 hoca üniversiteden atılır. Daha sonraları, şaşkınlık yaratan bu tasfiyenin arka planında, darbecilerin komünist ve Kürt fobisini olduğu anlaşılacaktır. Kürtçülük yaptıkları iddiasıyla 550 Kürt aydını, ileri geleni, toprak ağası da bu tutuklamalardan payını alarak Sivas’ta enterne edileceklerdir.

Her darbe gibi 27 Mayıs’ta bir korku rejimidir. Demokrasinin, hukukun, özgürlüklerin olmadığı kara bir rejim. Yayın yasakları, toplatılan kitaplar, kanunsuz şekilde işinden el çektirilenler; kültüre, sanata, edebiyata getirilen kısıtlamalar…

Üniversiteden atılan 147 öğretim üyesi içerisinde ülkenin en değerli aydınları, bilim insanları, hatta darbeye destek verenleri bile vardır. Mina Urgan, Halet Çambel, Sabahattin Eyüpoğlu, Tarık Zafer Tunaya, İsmet Giritli, Haldun Taner bunlardan bazılarıdır.

Çoğu profesör ya da ordinaryüs profesör olan öğretim üyelerinin sebepsiz ihracına karşı yapılan girişimlerden sonuç alınamaz. Yasaklardan dolayı doğru düzgün tepki gösterilemez, ses çıkarılamaz…

1961, Türkiye, Timsah,TRT radyo tiyatrosu
Radyo Tiyatrosu

Sene 1961.

Bir telefon gelir.

Telefonu açan ünlü tiyatrocu Haldun Taner’dir.

Kendisi gibi 27 Ekim 1960 tarihli kanunla üniversiteden ihraç edilmiş bir arkadaşıdır arayan. Üniversiteden tasfiye edilmiş bir grup akademisyenin de katılacağı toplantıya davet etmektedirler onu.

Bir araya geldiklerinde, akademisyenlere yönelik tasfiye hareketine karşı neler yapabileceklerini konuşurlar. Aralarında uzun tartışmalar olur.

Birkaç ay sonra, akşam saatleri.

TRT’de Radyo Tiyatrosu başlamak üzeredir.

Alışageldiği üzere ülkenin her yanından tiyatro severler kulaklarını radyoya verirler.

Programın o bilinen cıngılı çalmaya başlar ve “radyo tiyatrosu” anonsu yapılır. Sunucu “timsah” der ve “Dostovevski’nin bir hikâyesinden çevirip radyoya uygulayan, Haldun Taner” anonsu duyulur…

Birazdan Zeki Alasya’nın yönettiği ve oynadığı, oyuncuları arasında Metin Akpınar, Aytaç Öztuna, Atilla Pekdemir, Perran Kutman, Zihni Küçümen, Nezahat Tanyeri, Birsen Kaplangı, Ahmet Gülhan, Zihni Göktay, Mete Sezer, Cevzar Şifa, Sezai Aytekin, Arsun Erdal, Ayşegül Yalçın’ın yer aldığı oyun başlayacaktır.

Baskıcı bir rejimin egemenliği altındaki insanların korkularını, güçsüzlüklerini, ikiyüzlülüklerini; hileleri, kumpasları ve çürümüşlüğüyle birlikte yine o rejimin sesi olan bir radyondan bütün ülkeye anlatılmasıdır yapılan.

Kudretli Milli Birlik Komitesi’nin iradesine tiyatro sanatının gücüyle indirilmiş kocaman bir şamardır bu!

Oyunu uygulayan Haldun Taner’dir ve üniversiteden ihraç edilmiş diğer arkadaşlarıyla birlikte aldıkları kararın sonucu olarak böyle bir oyuna karar vermişlerdir.

Ne yazık ki Timsah’ın, bir radyo tiyatrosu olarak ilk ve son seslendirilişidir aynı zamanda bu.

Hemen yasak gelir. Aynı oyunun uyarlamasını göstermek için zaten ne salon, ne de oyuncu bulunamamıştır. Başvurulan bu son çarede böylece tüketilmiş olur.

2017, Türkiye, Timsah İzmir'de
Sevincinden takla atan delikanlı

Bu sefer yıl 2017’dir.

İstanbul kışı yaşamaktadır.

Kuzguncuk semtindeki evinin alt katında, koltuğuna gömülmüş biri, sakalını sıvazlayarak elindeki kitabını okumaktadır.

Telefonu çalar.

Karşıdaki tok ses tanıdıktır; müşfik, sıcak, sevecen.

Daha iyi duyabilmek telaşıyla evin bahçesinde süren görüşmede, karşıdaki özenli, tane tane anlatmaya başlar. Tanıdık sözcükler akar bir telefondan bir telefona; Dostoyevsky, İvan, 18.yüzyıl, Aleksey… Bir anda kaynaşır sözcükler birbirine; sözler güncellenir, yeniden anlamını bulur her şey. Hiç de yabancısı olmadığı şeylerdir bunlar; barış, KHK, üniversite, hekimler, ihraç… Hikâye tamı tamına böyle başlayacaktır.

Anladım Abi, biliyorsun, zaten bizim de 2008 repertuvarımızdaydı, ilk fırsatta buluşup konuşalım”  diyerek telefonu kapatan tiyatrocu Orhan Alkaya’dan başkası değildir.

Telefonun diğer ucundaki ise “sevincimden şu anda takla atıyorum” diyen İstanbul Tabip Odası Başkanı seksen bir yaşındaki Prof. Dr. Selçuk Erez’dir.

Taksimde bir kahvede buluşurlar. Sonra tabip odasında devam eder görüşmeleri. Dr. Ali Çerkezoğlu da dramaturg olarak girer işin içine, sonra diğer hekimler... Dostoyevski’nin yarım bıraktığı bir öykünün, KHK ve ihraçlara karşı yeniden uyarlama çalışmasıdır yapmak istedikleri…

Timsah gösterimi, İzmir, TMMOB Tepekule, 10 Aralık 2017
Tiyatro ayakta

27 Mayıs 2017.

Yer, Şişli Kent Kültür Merkezi.

Bundan 57 yıl önce, 27 Mayıs 1960 darbecileri tarafından görevden alınan 147 üniversite aydınının sessiz çığlığını bir radyo tiyatrosuyla kamuoyuna taşıyan sanat aklı bu sefer, 2016 darbe girişiminden sonraki KHK düzeninin gadrine uğrayan üniversite ve tüm ihraçlar için ayaktadır.

Oyun biter ve biri hariç tamamı ihraç edilen ya da çalışan hekimlerden oluşan oyuncular, alkış tufanı arasında sahneye çıkarlar.

Böylece “Timsah”, 1865 yılında Rusya’dan başladığı serüvenini, 1961 yılı darbe Türkiye’sine uğrayarak sürdürmüş; burada yarım bıraktığı yolculuğuna ise 2017 Türkiye’sinde, İstanbul’un ve başka başka şehirlerin kültür mekânlarında devam ettirmeye başlamış olur.

19 Haziran 2017’de İstanbul Bostancı’da, Cadde Bostan Kültür Merkezi’ne uğrar, ardından 30 Aralık’ta Eskişehir’de halka görünür...

Son olarak 8-18 Aralık tarihleri arasında yapılan TAKSAV 6.Uluslararası İzmir Tiyatro Festivali sırasında 10 Aralık 2017, Pazar günü, TMMOB Tepekule Anadolu Salonu’nda karşılaşırız onunla.

Timsah gösterimi, İzmir, TMMOB Tepekule, 10 Aralık 2017
Telefon bir kez daha çalar

Tarih 11 Aralık 2017.

Telefon bir kez daha çalar.

Bu sefer arayan benim! Karşı tarafta ise, 57 yıl önceki askeri darbede, babası Ord. Prof. Dr. Naşit Erez’i 147’lerin içinde mağdur olarak veren Prof. Dr. Selçuk Erez’dir.

Merakla “Timsah” ın ince, küçük ayrıntıları sorarım ona. Sabırla anlatır. Bu sefer, onun, kendi babacan sesinden dinlerim hikâyeyi.

Bir kez daha tanıdık sözcüklere dokunur seslerimiz. Haktan, adaletten, emekten yana; en çok da onurdan yana döner dilimiz. Ceberut bir varlığı, aklın, bilimin, sanatın; yaratıcılığın süzgecinden geçirerek tanımaya çalışırız yeniden.

Adı “Timsah” tır!

Bu sefer İzmir’dedir!

Üzerinde, Kanun Hükmünde Kararnamelerden oluşan bir zırhı vardır. O zırhı pul pul kaplayan torba yasalardan oluşan bir örtüsü; talimatla hizaya gelen bürokrasi, emir kulu vekiller; kolluktan, polis copundan, biber gazından mükellef devasa bir gövdesi!

Avını yakaladığında, 26,5 Mega paskaldan çok daha büyük bir basınçla kavrayıp bir daha kolay açılmamak üzere hazır bekleyen demir kafeslerden, kelepçelerden, mazgallardan oluşan ürkünç bir çeneye sahiptir!

Sesleri, görüntüleri, hareketleri anında fark eden; sözlerden ve kelimelerden huylanan, karanlıkta her şeyi gören o korkunç gözleriyle, hareketsiz, sinsi bir şekilde avını bekleyen bir yaratık gibidir o!

Sesi çıkanı, hareket edeni, kımıldayanı her an yakalayıp yokluğa, hiçliğe, sessizliğe mahkûm etmeye hazır irkiltici bir görüntüye sahiptir…

Timsah gösterimi, İzmir, TMMOB Tepekule, 10 Aralık 2017
Timsahın karnındayız

Korkuyla beslenmiş, açlıkla sınanmış, yoklukla terbiye edilmiş doymak bilmez bir mide. Bu midenin lokmaları gibi duran; ekmeğini taştan, nasibini düşten çıkaranlar; onurlu yaşamanın, alın terinin, göz nurunun ustaları; sözlere ses, kelimelere anlam, anlamlara hayat verenler; kavgayı değil sükûneti; bastırmayı değil özgürlükleri, savaşı değil barışı kutsayanlar; bütün itiraz sahipleri, karşı duranlar, cümle ötekiler...

Dinle aldatılmış, cam ekranlarla büyülenmiş, ayetlerle süslenmiş; yolsuzlukla, fesatla, rüşvetle üstü örtülmüş devasa bir bataklık…

Ve bu bataklığın içinde saklanmış, önüne geleni yutmaya hazır, günden güne semiren; kocaman, gri, kirli bir gövde.

Bir timsah! İvan İvanoviçleri yutan timsah.

Toplum olarak bu kokuşmuş karanlığın içinde, işte bu timsahın karnındayız.

Ya hep beraber bataklıkta kalıp, bu kirli, bu yapışkan, bu karanlık midenin içinde sindirilmeye razı olacağız…

Ya da topluca kurtularak timsahın karnından aydınlığa kavuşacağız…


Oyunun künyesi

Yazar: Dostoyevski, Uyarlayan: Haldun Taner, Selçuk Erez, Yönetmen: Orhan Alkaya

Oyunda görev/rol alan akademisyenler


TTB Başkanı Prof. Dr. Özdemir Aktan, Prof. Dr. Zelal Ekinci, Prof. Dr. Rukiye Eker, Prof. Dr. Taner Gören, Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Yrd. Doç. Özgür Müftüoğlu, Dr. Melahat Cengiz, Uz. Dr. Nazmi Algan, Uz. Dr. Samet Mengüç, Dr. Ali Çerkezoğlu, Dr. İncilay Erdoğan, Dr. Haydar Durak, Hemşire Özlem Özkan, Uskan Çelebi, Sercan Gidişoğlu, Yasemin Demirci, Dr. Mehmet Uhri, Dr. Melahat Cengiz, Dr. Cengiz Erçin, Dr. Ali Özyurt, Filiz Arıöz, Nermin Biter, Dr. Aslı Davas, Nihat Koçyiğit, Dr. Hüseyin Keskin, Dr. Evren Süvari
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/timsahin-karninda,18712


5 Aralık 2017 Salı

Direnişin Paris’i

Yusuf Nazım
T24 | 05.12.2017


Adı Perihan Anne.
Duydum ki Nuriye’yi ziyarete gelecekmiş.
Nasıl da sevinmiş Nuriye…
Hani şu, anneleri olmadığı halde onlara anne gibi bakan; öpen, sarılan, bağrına basıp koklayan Perihan Anne.
En çok da direnen ama!
Direndiği için cop yiyen, zehir soluyan, yerlerde sürüklenen Perihan Anne!
Cümle mağdurların annesi yani…
Çocukları “Direnişin Perişi diyorlarmış ona.
Duyunca gülümsedim.
Direnişin Perişi
Nedense, Direnişin Paris’i geldi benim de aklıma…

*  *  *

Nuriye Gülmen.
Bir akademisyen.
Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü mezunu.
Şu malum darbe girişimi olmadan önce Eskişehir Osmangazi Üniversitesi'nde bir öğretim üyesiydi.
Öğrencileriyle edebiyat tartışmakla geçiyordu günleri.
Tez hazırlıyordu.
Nazım Hikmet’i, Ferhad ile Şirin’i, Yusuf ile Menofis’i araştırıyordu; Toplumcu Gerçekçilik ya da Yenidenyazma’yı...
Ta ki, bir KHK ile işinden alınana kadar!

Sonra nasıl da birdenbire değişti hayatı.
Sessiz kalamadı bu büyük haksızlığa. Karşı çıktı, tepki gösterdi, işini geri istedi.
Sonra işsizlik girdi hayatına; açlık, direniş, grev gibi sözcüklerle tanıştı.
Sonra Yüksel Caddesi, çiçekler, dayanışma, bir insanlık anıtı girdi hayatına.
Bir de polis copu, kalkan, biber gazı, bolca gözyaşı…

Her türlü demokratik tepkisini gösterdi Nuriye.
Bir de Semih eklenmişti bu sessiz çığlığa.
Sonuç alamayınca, birlikte açlığın o soğuk koynuna bırakmaya karar verdiler gülümsemelerini.
Böylece, bir süre daha sokakta sürdü adalet arayışı.
Elinde bir dövizle dikildiler haksızlığın karşısına.
Gözaltına alıp tutukladıklarında, ısrarla gülümsemelerine devam ediyorlardı hala…
Paris'te Kanlı Hafta'dan sonra Rue de Rivoli'nin görünümü

Cennetin fethi

Dedim ya, Direnişin Perişi’ni okuyunca, -belki saçma gelecek ama- nedense direnişin Paris’i geldi benim de aklıma.
1871’de, yetmiş iki gün süren tarihin ilk işçi devriminin yenilgisi.

T24’te yazmıştım bu sene; “Cennetin fethi ve Kiraz Zamanı başlıklı yazımda anlatmıştım Paris Komünü’nü.
Paris’te, yani devrimin kalbinde, Père-Lachaise Mezarlığı’nda bir duvarın dibinde kurşuna dizilen Parisli 30 bin yoksulun “Cenneti fethetme” hayallerini yazmıştım…

Sene 1871 yılıdır.
Paris’in ayak takımının, daha güzel bir dünya yaratmak hayaliyle yaktığı ışık sönmekte, 72 gün süren işçi devrimi yenilmektedir.
Burjuvazinin güçleri şehrin kırlarından Paris’in sokaklarına doğru ilerlemektedir.

20 Mayıs günü büyük bir saldırı başlar. İşçi sınıfı sokak sokak, barikat barikat, ev ev direnir.
Barikat savaşları işçilerin büyük kahramanlıklarına tanık olur. İnsanlık için yeni bir yaşam arayışında bulunanlar; Paris’in yoksuları, işçileri, emekçileri, kadınları ve çocukları sokaklara sayısız barikatlar kurarlar. Taştan, ağaçtan, kum çuvallarından ve bulabildikleri her türlü şeyden yaptıkları barikatlar…

İşte bu barikatların arkasında sürer o son ve akıl almaz direniş. O barikatların arkasında ölümüne yaşanır her şey! Ötekilerin, el alttakilerin, yok sayılanların kendi tarihlerine kaydedecekleri şanlı bir direniştir bu. Yoksullardan, işçilerden, emekçilerden, ayak takımından oluşan Paris’in direnişidir bu!

Direnişin Paris’i

Şimdiyse…
Türkiye’nin başkentinde başka bir direniş vardır.
İki genç insanın; Nuriye ve Semih’in direnişidir bu.
Açlığın koynunda, sessiz, sedasız ama içten içe, çığlık çığlığa sürmekte olan bir mücadele bu.
Aşını, ekmeğini, hakkını isteyen; bunun için adalet arayan, ülkenin bütün mağdurları adına bir barikatın arkasında süren bir direniş!
Öyle bir barikat ki bu; Ankara’nın göbeğinde iki insanın etleriyle, kemikleriyle, nefesleriyle kurdukları bir barikat!
Gencecik ömürleriyle, sımsıcak gülümsemeleriyle, kucak dolusu çiçekleriyle ördükleri barikat!

İşte!
Bu barikatın arkasındalar onlar.
Bu barikatın arkasında sürüyor ekmek arayışı, iş arayışı.
Bu barikatın arkasında yürüyor ölümüne her şey.
Dayanışma, direnç, açlık, aşk, sevgi ve gülümseme…
Evet evet, en çok da yüzlerindeki o hiç düşmeyecek gülümseme…
İki genç insan, iki ömür, iki hayat bu barikatın arkasında durmakta ve direnişlerine açlığın koynunda gülümseyerek devam etmekteler.
Hiç istemesek de…
Gönlümüz elvermese de…
Saygıyla karşılamaktan başka çaremizin olmadığı ölümüne bir direniştir bu.
Direnişin Paris’i dir bu!

Kamber Amca

Kamber Amca.
Güzel bir insan olarak tanımıştım onu çocukluğumda.
İnançlıydı, samimi bir Müslümandı.
Yüreği daima sıcacık, sevgi dolu, kucaklayandı.
Haram nedir bilmezdi. Kimsenin malında gözü olmaz, son lokmasını komşusuyla paylaşır; börtüyü, böceği, çiçeği sever, kimseyi incitmezdi. Yaşam felsefesi hep hakkaniyet ve iyilik üzerine kuruluydu…

Toprağı bol olsun, güzel insandı Kamber Amca.

Çocuk gözlerimle tanık olmuştum bir keresinde. Bir ayağı kopmuş bir böceği yerden almış, bir gün daha fazla yaşasın diye özenle bir duvarın üzerine koymuştu…

Sözü, bu ülkeyi yönetenlere getirmek için yazdım bunu.
İki sözcük!
Sadece iki sözcüğe bağlı Semih ile Nuriye’nin yaşamları.
Dudaklarınızın arasından çıkacak yalnızca iki sözcüğe!
Bu iki insanın hayatını, açlığın koynundan çekip almak için söylenecek iki sade sözcük!

KHK Komisyonunun semtine bile uğramadan işlerine geri dönen, yüzlerce kolluk görevlisi, bürokrat, memur gibi bile değil!
Biliyor musunuz, Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu’na yapacağınız basit bir yönlendirme hayat kurtaracaktır!

Sahi, hayat kurtarmak nedir bilir misiniz siz?
Sadece adaletin yerine gelmesini sağlayacak bir girişimle ama.
Bir insanı, bir ağacı, ya da bir böceği yaşatmanın mutluluğunu hissettiniz mi hiç?
Sahi böyle bir duyguyu yaşadınız mı hayatınızda?
Merak ediyorum, ölüm denen sözcük, nicedir anlamını yitirdi nezdinizde?
Kamber Amca’nın yüreğinde devleşen, yaralı bir böceği bir gün daha fazla yaşatma duygusunu hiç taşımadınız mı yoksa siz?
Söylesenize, ne zamandır kalbiniz bu kadar kara?
Sahi ne zaman kaybettiniz vicdanınızı siz?
Nerede kaldı, içinde hakkaniyet sakladığınız ayetleriniz, dualarınız, sureleriniz?
Sahi, hiç eser kalmadı mı yoksa, dilinizde okkayla taşıdığınız Tanrı korkusundan?

Düşüremiyorlar gözlerindeki ışığı

Yüksel Caddesi'nde bir gün
Günlerden Salı.
Aralık ayının beşinci günü. Açlığın ise 272.
Nuriye!
Yatağında Perihan Anneyi bekliyor.
Direnişin Perişi’ni.
Gülümsüyor…
Gülümsüyorum…
Öldürmeyi başaramıyorlar onun gülümsemesini.
Hiçbir şey yok edemiyor içindeki yaşama sevincini.
Düşüremiyorlar gözlerindeki ışığı…
Belli ki, kemiklerini saran son et parçası kalana dek gülümsemeye devam edecek o!
O ve Semih!
Aşkla…
Sabırla…
Umutla…
Biz istemesek de!
Hiç istemesek de!..

3 Aralık 2017 Pazar

Kelebekler özgür olmalı

Yusuf Nazım
T24 | 25 Kasım 2017


“Belki bize en yakın şey ölüm ancak bu beni korkutmuyor. Haklı olan her şey için savaşmaya devami edeceğiz” /Maria


Tarih 11 Ocak 1937.
Küba’nın doğusunda bir ada. Bu adanın ancak yarısından biraz fazlasına sığabilmiş bir ülke; Dominik Cumhuriyeti.
Ülkenin başkenti Santo Domingo’da sıradan bir gün. Avenida George Washington Caddesi üzerinde hararetli, gri bir kalabalık toplanmış.
Dominik’in tartışılmaz, büyük liderini onurlandırmak üzere, mimar Alfredo González Sánchez tarafından tasarlanmış Obelisco Macho (Obelisk of Santo Domingo) anıtının açılışı yapılmaktadır.
Bayraklarla süslenmiş, 40m yüksekliğindeki bu görkemli anıtın önünde toplanmış ihtişamlı kalabalık, bando müziği eşliğinde “büyük şef” lakaplı, diktatör Rafael Leonidas Trujillo’ya saygılarını sunmaktadır.

*  *  *

Dominik diktatörü Leonidas Trujillo
25 Kasım 1960.
Hava karanlıktır. Bir araç, ağaçların kapattığı yolda kıvrıla kıvrıla yol almaktadır. Aracın içinde, biri sürücünün yanında, diğer ikisi arka koltuklarda olmak üzere üç kadın vardır. Sürücü başını yana çevir, “bir kaza nedeniyle yol kapalı, başka bir yoldan gideceğiz” der, ana yoldan ayrılırlar. Bir süre, başkaca hiçbir aracın gözükmediği, ormanın içindeki bozuk yoldan sarsıla sarsıla yol alırlar. Neden sonra sürücü, ıssız, yabani çalılıklarla dolu bir yerde aracı durdurur. Bakışlarına sinmiş, korkuyla karışık tedirginlik hali, kadınların gözünden kaçmaz.

Birden, arkadan gelen başka araçların farlarıyla ortalık aydınlanır. Artarda gelen silah sesleri duyulur, silahlı adamlar peydahlanır. Kadınları araçtan indirirler. Bir anda kendilerini galiz küfürler eden, kaba, küstah bir insan güruhunun arasında, hoyrat bir itiş kalkış içinde bulurlar. Sebepsiz nefretlerini, elleri arkadan bağlanmış üç kadının üzerine boşaltmaya başlarlar. İçlerinde, biraz önce aracı kullanmakta olan sürücü de bulunmaktadır. Kadınların üzerinde sınadıkları sadece odun, dipçik, demir ve kandan ibaret bir acı değildir. Bambaşka bir kötülük daha akmaya başlar bedenlerine onların. Tarihsel olarak kadın sınıfının üzerinde, başka ve hiç de yabancı olmayan bir erk tarafından sayısız kez tekrarlanmış bir melanetin tezahüründen başka bir şey değildir bu; o kadar menfur, erkeksi, sinsi… Böylece, oradayken kanatılır üç kadının ruhu, bir kez daha kirletilir kadın ırkının asaleti…

Ertesi gün gazetelerde bir haber yayınlanır. Kazayla uçuruma yuvarlanmış bir aracın içinde bulunan üç kadının cesetleri taşınmıştır manşetlere...

*  *  *

Mirabel kardeşler
 Latin Amerika’nın hep kesiktir damarları.
Bunun nedenini, beş yüz yıl öncesinde, kendine yeni sömürgeler arayan "ortaçağ uygarlarının" keşfettikleri zenginlikler üzerinden yarattıkları devasa bir imparatorlukta aramak doğru olsa gerek.

Kendi yarattığı egemenlik alanını bütün bir Latin Amerika’ya yaymaya çalışan ve bulaşmadığı toprak, karıştırmadığı ülke kalmayan ABD’nin Latin coğrafyasındaki daima kanla zuhur etmiş marifetidir bu.

Yapılan darbeler, dış müdahaleler, açık/gizli silah satışları, Latin halkların başkaldırılarına yönelik gerici, dikta rejimlerin desteklenmesi…

Bunlardan biri de Küba’nın hemen yanı başında, Dominik Cumhuriyeti’nde yapılan askeri darbeye olan desteğidir ABD’nin.
1930 yılında Rafael Trujillo liderliğinde yapılan ve otuz bir yıl süren kanlı diktatörlük rejimi boyunca demokrasi askıya alınmış, elli bin kadar insan ölmüş ya da kaybedilmiş, hırsızlık ve yolsuzluklar almış başını yürümüş; hak ve özgürlüklerden eser kalmamış, yandaş bir basın oluşturan diktatörün kendine yakın burjuva sınıfına tanıdığı sınırsız olanaklarla, halk için cehenneme dönen ülke, bir avuç aristokrat elit sınıf için cennet haline getirilmişti.

Tarihteki çoğu diktatörün yaptığı gibi kendine “şef” denilmesinden haz alan Trujillo, ülkedeki şehirlerin, dağların, stadyumların isimlerini kendi adıyla değiştirmiş, bir çok yeni tesisine kendi adının verilmesini sağlamıştı.

Kadınlara düşkünlüğü ile de bilinen diktatörün, düzenlediği bir partide cinsel yakınlık gösterdiği bir kadından, beklediği ilgi yerine okkalı bir tokat yemesi, sonradan bütün dünyaya da mal olacak bir dolu politik, sosyal ve dramatik olayın da başlangıcı olacaktır.

Bir ülkenin diktatörünü, şehrin en gösterişli salonundaki bir baloda, hükümran bir aristokrat sınıfının gözü önünde aşağılayan, Salcedo şehrine bağlı Ojedengua köyünde, varlıklı bir ailenin dört çocuğundan bir olarak dünyaya gelen Minerva Mirabal adlı, 23 yaşındaki devrimci bir kadındır.

Katolik bir yatılı okulunda, iyi bir eğitimle yetişen dört kız kardeşten biri olan Minerva’nın bu onurlu tavrı, ertesi gün, kendisin ane-babasıyla birlikte hapse girmesiyle anında cezalandırılır…

Bu olaydan sonra, diktatörün kılıcı bütün ailenin üzerinden hiç inmeyecektir. Dominik cehenneminde, eşleri ve ailesiyle birlikte zaten yeterince politikleşmiş olan Mirabalların bütün bireyleri bu baskıdan nasibini alacaktır. Tekrarlanan hapisler, eğitimlerindeki engelleme ve güçlükler, sıkı polis takibi; gözaltı ve tutuklamalar, işkencede alınan hasarlar… Tüm bunlarla yetinilmeyip, ailenin ev ve arsalarına el konulması…

Mirabel Kardeşler Müze evi, Salcedo
Diktatörlüğün bu baskıları, kız kardeşleri 14 Haziran Devrim Hareketi adlı Trujillo karşıtı bir yeraltı hareketinde faaliyet göstermelerine yol açar. Bir süre sonra da üç kız kardeş; Minerva (d.1926), Maria (d.1935) ve Patria (d.1924),  Clandestina isimli bir direniş örgütün kurucuları arasında yer alarak faşist rejime karşı güçlü bir halk hareketinin doğmasını sağlarlar.

Kardeşlerin en politik olanı, hukuk eğitimi almış olan Minerva’dır. Bu üç kardeşten birinin kod adının “Kelebek” olması, onların, ülkelerinde ve dünyada “Kelebekler” adıyla efsaneleşmesine neden olacaktır.

Artan rejim baskısı, kelebeklerin kanat çırpışı, dalga dalga büyüyen halk hareketi, çılgına dönen bir diktatör ve giderek trajik bir belirsizliğe doğru hızla sürüklenmekte olan bir ülke.

2 Kasım 1960’taki konuşmasında “Bu ülkede iki tehdit var: Kilise ve Mirabel Kardeşler” diyen diktatör Trujillo, adeta özgürlük ve demokrasiden kopmuş kanlı bir rejimin daha nelere yol açabileceğinin işaretini verir gibidir.

*  *  *

Mirabel Kardeşler Müzesinin bahçesindeki üç kardeşin mezarı
Bir akşam üstüdür.
İki hafta önce kendileri de gözaltına alınmış ve serbest bırakılmış olan Mirabel Kardeşler, hapishanedeki eşlerini ziyaret etmişlerdir.
Cezaevi çıkışı, nöbetçi kulübesinin önünden geçip bir taksiye binerler. Kardeşlerden biri ön koltuğa, diğer ikisi arka koltuğa geçer, gidecekleri yeri söylerler.
Hava, griden karanlığa dönmektedir.
Sürücü, koltuğunu düzeltir, dikiz aynasını yoklar, yola koyulur.
Bir süre sonra kocaman, yaşlı ağaçların kapattığı yola girecek, kıvrıla kıvrıla yol almaya devam edeceklerdir.
Takvim yaprakları 25 Kasım 1960’ı göstermektedir.
Maria 24, Minerva 34, Patria ise 36​​ yaşındadır.
Üç kız kardeşin son görüldüğü andır bu.

*  *  *

Obelisco anıtı
8 Mart 1997.

Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde bir anıtın önü.

Dominik Cumhuriyeti’nin başkenti Santo Domingo’nun Avenida George Washington Caddesi’ni renkli bir kadın kalabalığı doldurmuştur.

Obelisco Macho anıtı önünde kadınlar hep bir ağızdan Bread & Rose (Ekmek ve Gül) şarkısını söylemektedirler.

Daha önceden Obelisk anıtı, Elsa Nuñez tarafından söylenen “A Song to Liberty” şarkısı (Özgürlük İçin Bir Şarkı) eşliğinde rengârenk resimlerle boyanmıştır.

Dominikli kadınların, diktatörlüğe karşı mücadelesine bir saygıyıı ifade etmek üzere anıtsal bir yapıta dönüştürülmüş obeliskin üç yüzeyindeki devasa resimlerde, üç kadın figürü yer almaktadır.

Bunlar, Dominik diktatörü Trujillo’ya karşı mücadelenin özgürlük kelebekleri Mirabal Kardeşler’den başkası değildir; Patria, Minerva ve Maria.

Bir zamanlar, bir diktatörün kötülüklerini örtmek üzere dikilmiş olan bu anıt, bu kez diktatörlüklere ve şiddete karşı kadın mücadelesinin sembolü olarak bütün dünyaya gülümsemektedir.

*  *  *

Obelisco Macho, Avenida George Washington Caddesi
Bugün 25 Kasım 2017.

Mirabel kardeşlerin ölümünün 57.yıldönümü.

Bundan 57 yıl önce, Dominik’te üç kelebek kanat çırpmış, dünyanın dört bir tarafında milyonlarca kelebeğin kanat sesleri onları izlemiştir.

1981 yılında Kolombiya'nın başkenti Bogota'da 1. Latin Amerika ve Karayipler Kadınlar Kurultayı’nda Mirabel Kardeşler’in öldürüldüğü 25 Kasım, "Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele ve Uluslararası Dayanışma Günü" olarak ilan edilmiş, 1999'da da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararlarıyla bu karar tescil edilmiştir.

Bugün, bu üç özgürlük kelebeğinin açtığı yoldan yürüyen kadınlar İstanbul’da, Atina’da, Paris’te, Dominik’te ve dünyanın daha birçok şehrinde, kadına yönelik şiddete, işkenceye, cinsel saldırıya karşı “baş eğmemek”  üzere, “kız kardeşlik” ruhuyla alanlarda olacaklar.

Kalbim onlarla ve onların çiçekler kadar renkli, güvercinler kadar ürkek, çocuklar gibi heyecanlı ve kelebekler kadar özgür ruhlarıyla beraber...

Eminim ki daha nice yıllar, Avenida George Washington’daki Obelisk anıtı, üzerinde taşıdığı kelebekleriyle, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele’nin sanatsal bir anıtı olarak dünya kadınlarını selamlamaya devam edecektir.


Eminim ki kelebekler özgür olduğu sürece, dünya daha az cinsiyetçi, daha çok şiddetten ve istismardan uzak, daha yaşanası, daha da güzel olacaktır.