20 Ağustos 2017 Pazar

Bir avuç gökyüzü

İzmir, Gündoğdu Meydanı, 18 Ağustos 2017, Foto: Dihaber
Yusuf Nazım
T24 | 20.08.2017

Gündoğdu Meydanı’ndayım.

Hava açık, deniz sakin, gökyüzü berrak.
İzmir’in sakinlerini ağırlıyor Kordon Boyu.
Palmiye ağaçları, Körfez’in serin rüzgârlarına dolamış saçlarını, denizin aynasında boy vermedeler.
Gençler çimlerin üzerinde sere serpe, sevgililer el ele.

Diyarbakır'dan başlayan bir yolculuk bu.
Vicdanını ve adaletini yitiren bir ülkenin yolculuğu.
İstanbul'dan devam eden, Van’da uğurlanan bir arayış.
Vicdan ve adalet arayışı.


Gündoğdu Meydanı’ndayım.

Kaybettiği vicdanını, yok ettiği adaletini şimdilerde Ege'de arıyor ülke.
Bir kez daha yaralarım açık.
Bir kez daha acılar içindeyim.
Kapanıyorum üzerine, olanca gücümle, bir kez daha bütün yaralarımı kanatıyorum.

Şimdi ben Diyarbakır’da, Ekin Ceren Parkı’ndayım.

Roboski Anıtı’na da kıydılar. Orhan Doğan Heykeli, Ahmede Hani Heykeli’ne de. Siverek’te, ülkenin kurucu liderinin heykelinin üzerine, elinde satırla yürüdü meczubun biri.

Bir Newroz günü, Diyarbakır’da “Miting alanına girmeye çalışan sırt çantalı bir şahıs” diye geçiyor ajanslara. İki satırlık bir ölüm oluyor haber portallarında. Adalet uğramıyor bile semtine.
Diyarbakır’da, Balıkçılar Çarşısı’nda Dört Ayaklı Minare’yi ayaklarından vurdular. Yanı başında barışın elçisine kıydılar. Ali Paşa’da matem, Veli Paşa Mahallesi’nde yıkım. Oralarda bir yerlerde, surlarından kanıyor bir şehir.

Gültan Kışanak, Diyarbakır’ın seçilmiş belediye başkanı. Kaç ay oldu içerde? Orada, uzak bir yanından ülkenin, bilinmeyen bir dilden yaralılar hala insanlar. Cümle şehirlerin seçilmişleri şimdi neredeler? Yerlerinde kayyım, kendileri cezaevinde! Kadın evleri kapalı, sinemaları yanmış, kültür merkezleri kilit altında, sesi kısılmış şimdilerde şehirlerin…

Ülkenin üçüncü büyük partisinin başkanı, eş başkanı, milletvekilleri cezaevinde. Barışı, en az babaları kadar özleyen çocuklar bırakmışlar geride. Bir de soruları var onların; “sana kalem ve boş bir kâğıt gönderiyorum baba, bana kaldığın odanın resmini çizer misin?”

İzmir, Gündoğdu Meydanı, Vicdan ve Adalet Nöbeti, 19 Ağustos 2017
Oysa ben, İstanbul’da Maçka Parkı’ndayım.

Cizre’de Nihat Kazanhan, Okmeydanı’nda Berkin Elvan, Maçka’da Eren Bülbül için adalet arayanların arasındayım.

İstanbul’da bağlamayı kırdılar, çocukluğumuzu da beraberinde kırdılar. Gazi Mahallesi’nde iki çocuğa daha kıydılar.
Ankara’nın orta yerinde, gülüşleri nasıl da kanıyor çocukların, gencecik. Nuriye ve Semih, işlerine geri dönmek için açlığın koynundalar aylardır, gülümsüyorlar. Adaleti arıyorlar onlar. Oysaki cürümleri terörden sayılıyor hepsinin.
Tarihe, fotoğraflarla düşülüyor bazen notlar. Ekmek kavgasındaki Veli Saçılık, hem kendisi, hem de bütün KHK mağdurları için direniyor. Ankara’da bir kolluk ordusunun karşısında, tek başına. Türkiye’nin kolsuz direnişi o! Yüksel Caddesi’nde, ülkesinin kaybolmuş vicdanını arıyor.
Görevi, gerçeği millete anlatmak olan ana muhalefet partisi milletvekili, bu görevini yerine getirdiği için cezaevinde. Bir kez daha hükmünü kaybediyor adalet, bir kez daha kuruyor vicdanlar.
Bu sefer Van’dayım.

Musa Anter Barış Parkı’nda, vicdan ve adalet arayışındayım.
Bu şehrin seçilmiş belediye başkanı yok artık! Bekir Kaya 19 aydır cezaevinde, tutuklu. Şehirlerin, diğer onlarca seçilmişi gibi… Kadın Sığınma Evi ile ücretsiz sağlık merkezlerini kapatan kayyım, kadından şoför olmaz demiş. Sağ olsun, hepsini görevden almış. Kadın Politikaları Müdürlüğü’ne ise bir erkeği atamış hazretleri. Edremit’te ise Ermenice tabelalar kaldırılmış.
Musa Anter Parkı’nda, sanki bir akıl tutulmasının karşısındayım.

İzmir’de, Gündoğdu Meydanı’ndayım.
Ege’de, yetim kalmış bir kemanın ezgilerini duyuyorum. Gencecik bir çocuk, sırtında kemanıyla çıktığı umuda yolculukta, Midilli açıklarında yakalanıyor ölüme. Bir kez daha kanıyor vicdan, bir kez daha yaralanıyor adalet.
Ege’nin suları, ne zaman görsem, barışı anlatıyor bana.
Saymıyorum, sayamıyorum artık, kapısında kolluk bekliyor hamile kadınların. Çocukları doğar doğmaz, hapiste yerleri hazır. Ameliyata kelepçeyle alınıyor artık hastalar. Vicdanlar biraz daha körelmede, biraz daha kuruyor.
Gündoğdu Meydanı’nda, küçük bir ağacın altındayım.
Bana, 400 vekil verin, bu iş güzellikle halledelim demişti galiba ülkenin başbakanı.
Vermediler!
Yazarlar giriyor şimdilerde cezaevlerine; bir birbiri ardı sıra sanatçılar, edebiyatçılar, gazeteciler… Müebbetlik düşler kuruyorlar içeride.  
Şimdi ben Gündoğdu Meydanı’ndayım; vicdan ve adalet arayışçılarının arasındayım.
Ömürlerini cemaatlere, tarikatlara karşı mücadeleyle tüketmiş yazarlar, gazeteciler yargılanıyor mahkemelerde, üstelik çoğu cezaevinde. Ne vicdandan bir iz kalıyor yüreklerde, ne de adaletten bir eser.
Ülkenin en güzel çocukları, artık onar onar öldürülüyorlar meydanlarda. Şehirden şehire sürülüyor mahkemeler. Faili meçhullerde anılıyor hep adları.
Kolu kanadı kırılıyor Semih diyenin, Nuriye diyenin, onlara özgürlük dileyenin; işini, ekmeğini geri isteyenin… 

Gündoğdu Meydanı’ndayım.

Şimdi kanamalı her yanım.
Şimdi kanamalı Diyarbakır, Şırnak, Sur, Cizre, Silopi ve diğerleri…
Gün geçmiyor, hala ölüm haberleri gidiyor evlerine yoksulların.
Kanıyor şimdi her yanı Ankara’nın, İstanbul’un, İzmir’in.
Her yanı kanıyor Ege’nin, Akdeniz’in, Karadeniz’in.
Gündoğdu Meydanı’ndayım.

Her yanım demir, çelik, kalkan ve zırh.
Her yanda ağır bir kuşatılmışlık.
Umutsa, bir ağacın gölgesinde büyüyor.
Bir ülke vicdanını arıyor orada, bir toplum adaletini.
Kaldırıyorum başımı, bir avuç gökyüzü görüyorum.
Ama derin, yüce, sonsuz bir gökyüzü; nasıl da maviye çalıyor yüzü.
Nasıl da öylesine derin, öylesine soylu, nasıl da görünmez bir sınırsızlık içinde, olabildiğince özgür.

Gündoğdu Meydanı’ndayım.

Meydanın tam ortasında, bir avuç gökyüzünün altındayım.
Arkamda demir parmaklıklar, yanımda bir ağaç, gölgesinde ben.
Bir çocuk el sallıyor uzaktan, polis görmüyor onu.
Soramıyorum, adı belki Umut, belki Ceylan, belki Çağla.
Bakıyorum ufuklara, bir martının kanat çırpışı kaçıyor gözlerime.
Gökyüzü sınırsız mavi.
Gülümsüyorum.

Gündoğdu Meydanı’ndayım.

9 Ağustos 2017 Çarşamba

Hirohito’ya ikinci öpücük


Yusuf Nazım
T24 | 9 Ağustos 2017


İnsan, esprili olduğu kadar korkunç bir yaratık.

Dünyadaki milyonlarca yıllık evrim sürecinin ortaya çıkardığı, en zeki canlı olmasının bir sonucu olmalı bu.

İster bir olayı yorumlarken kullandığı kelimeler, sözler ve anlam bütünündeki inceliklerden olsun;

İster bir savaş makinesinin dişlilerinde, yeryüzüne ölüm olarak yağarken olsun…

Zeki, esprili ama korkunç…

*  *  *

9 Ağustos 1945.

İnsan dehasının ürettiği ölüm silahlarından biri olan atom bombasının Japonya’nın Nagazaki kentine atıldığı gün.

İnsanın, kendi dehasının ürünü bir ölüm makinesi ile mizah üretme zekâsının bir araya geldiği örnek.

Evet mizah!

Öğretilmiş bir nefretle, öldürme ve yok etme dürtüsünden espri çıkarabilecek denli insanlıktan uzaklaşan bir eylemsellik.

İster, toprakları işgal edilerek Gazze gibi küçük bir şeride kıstırılmış bir halkın üzerine ölüm yağdıracak bombalara işlenmiş olsun…

İster, sınır ötesinde komşu bir ülkenin insanlarını öldürmek üzere kullanılacak füzelerde olsun…

İsterse de, bir şehrin halkını tümden yok etmeyi planlayacak gözü dönmüş bir canilikte olsun…

Ölümden mizah üretmeyi başarabilecek korkunç bir insan aklı yaratmış bu dünya.


İsrailli çocukların hayali: Ölü bir Filistinli


AFP kameramanından 2006 yılına ait bir fotoğraf.

İsrailli çocukların yüzlerinden mutluluk okunuyor.

Onlar, birazdan Güney Lübnan’daki Hizbullah hedeflerine ölüm yağdıracak bombaların üzerine mesajlar yazmakla meşguller.

Mesajlardan birinin içeriği şöyle:

"to Nazrala with love from Israel and Daniele" (Nasrallah’a aşkla, İsrail ve Daniel’den)

Başka bir mesajda ise Canınız cehenneme yazıyor…
Birazdan jetler havalanacak ve İsrailli çocuklarının dilekleri, birkaç yüz kilometre ileride, Lübnan topraklarında acıya, kana ve ağıtlara boğulmuş olarak onlarca Filistinli çocuğunun canını alacaktır.

19 Temmuz 2016’da Information Liberation gazetesi bu haberi, İsrailli çocuklar füzelerini 'Aşkla' imzaladılar başlığıyla verir.

İsrailli yetişkinlerin, Gazze’nin bombalanışını çekirdek çitleyerek izlediğini biliyoruz. Ancak, o vahşet görüntülerini, ağlayan insanları, kanlar içinde kalan bebeleri İsrailli büyükler çocuklarına göstermişler midir, bilmiyoruz.

Ama başka bir şeyi daha biliyoruz.

Bir İsrail televizyonunda, ilkokul çocuklarının Zırhlı Birlikler Karargahı’nı ziyaretleri gösteriliyor.

Çocuklar ölüm makineleri arasına dağılmış, eğleniyorlar. Kimi tankın üzerine çıkmış, kimi miğfer takmış tüfekleri inceliyor, kimi el bombası nasıl atılır, onu öğreniyor…

Muhabirin, "nerede savaşmak istersin?" sorusuna, "Gazze" diye yanıt veriyor çocuk. Bir diğeri ise, asker olunca Lübnan’a savaş açmak istediğini söylüyor.
 
Son iki soru ile yanıtları ise daha da ürkünç.

"Hayalin ne?" diye soran muhabire, kız çocuğu "ölü bir Filistinli" diye yanıt veriyor.

"Düşman öldürmek nasıl bir duygu?" şeklindeki soruyu ise kız şöyle yanıtlıyor:

"Çok mutlu edici.”

“Şehit Yasin Börü”

Yıl 2016.

Büyük devletlerin Suriye sofrasından lokma kapma savaşı hızla devam etmekte.

Radikal İslamcı savaşçılar, Halep’teki Kürtlerin üzerine füze yağdırıyorlar.

Füzelerin menşei malum. Bir dönem Türkiye dâhil birçok ülkeden silah akıyor bölgeye.

Füzelerin üzerinde yine imzalar var.

Tandık bir isim göze çarpıyor. Bu sefer, 7-8 Ekim 2015 olaylarında Diyarbakır’da öldürülen bir kişinin adına imzalanmış oluyor bombalar:

“Şehit Yasin Börü”


9 Ağustos 1945, sabaha karşı 03.47 suları.

ABD hava kuvvetlerinin B-29 tipi bombardıman uçağı Bockscar, Tinian adasından havalanır.

Taşıdığı yük 'Şişman Adam' lakaplı atom bombasıdır!

Bir buçuk metreye, üç metre boyutlarında beş tonluk bir atom bombası!

Bir ateş topu olarak meydana geldikten milyarlarca yıl sonra soğuyarak havaya, toprağa, suya dönüşen bu yuvarlak yeryüzünde, okyanuslardaki ilk mikroorganizmalardan başlayıp tek hücrelilere, oradan sürüngenler ve memelilere kadar dönüşen doğal yaşam zincirinin son ve mükemmel halkası; insan.

İşte bu kadar gelişmiş, bu kadar uygar bir âdemin ürünü olan atom bombası.

Medeniyetin ulaştığı bu muazzam seviyede, insan dehasının yaratmış olduğu son eserlerden biri, mükemmel bir ölüm makinesi.

Şişman Adam’dan Hirohito’ya ikinci öpücük

Bombanın atılması planlanan hedef Kokura olmasına rağmen, pilot Charles Sweeney uçağı, hava koşulları nedeniyle senaryodaki ikinci şehir olan Nagazaki’ye yöneltir.


Hedef görüldükten 45 saniye sonra, saat 11.02’de bırakılır Şişman Adam.

Süzülür, süzülür, süzülür…

Nagazaki'ye atom bombasını atan uçak
Yerden 2000 metre yüksekte patlamaya programlanmıştır o. Bu benzersiz ölüm makinesi birazdan patlayacak ve insanoğlunun onun içinde depoladığı ölümü, kızılca bir kıyamet gibi aşağıdaki canlı/cansız bütün hayatın üzerine boşaltacaktır.

Patlamanın hesapları maksimum kazanç üzerine kurulmuştur. İnsanların sokaklarda en çok bulunduğu, çocukların çoğunlukla oyun oynadığı, araçların trafikte en çok bulunduğu saat en verimli saattir. İşte bu saat, en çok sayıda insanı bu yaşamdan alıp götürecek, bombanın kentin üzerine bırakılacağı saat olarak planlanmıştır…

İnsan eliyle yaratılmış mükemmel bir ölümdü bu. Modernleşmiş insan aklının ve zekâsının bu dünyaya armağan ettiği en hızlı, en kolay, aynı zamanda en acılı ölüm! Devasa bir cehennem ateşi olarak yeryüzüne inecek; yakacak, eritecek, kavuracak ve yok edecekti.

Hayat, bazen kötü bir şakadan daha ötesiydi.

Patlamadan sonra, ABD uçakları kentin üzerine yüzbinlerce kâğıt parçası atacak bu kâğıtların üzerinde Japonca olarak, atom bombasının etkilerinden nasıl korunulacağı anlatılacaktı.

Büyükler, kahraman, zeki ve kibirli oldukları kadar espriliydiler de. Atom bombasını kullanan uçağın mürettebatı da öyle. On binlerce insanı bir anda yakıp kavuracak, buhar haline getirecek Şişman Adam’ın üzerine “Hirohito’ya ikinci öpücük” yazmışlardı.

Anlaşılıyordu ki, İsrailli çocukların Lübnan’da Nasrallah’a gönderdikleri aşk mesajının bir benzerini, tam 71 yıl önce ABD, bir atom bombası üzerinde, Japon imparatoru Hirohito nezdinde bütün Japon halkına öpücük olarak göndermişti bile.

Birinci öpücükle 140.000 insanın canını almıştı ABD ölüm makinesi. Bir o kadarını da sakat bırakmış, yine de doymamıştı. Şimdi, bu ikinci öpücükle 74.000 insanın daha kanına girecek, sonraki ölümlerle birlikte bu sayı 143.000’e ulaşacaktı.


Savaştı bu…

Çoğu zaman zenginlerin daha iyi yaşadığı, yoksulların ise daha kötü öldüğü bir ölüm oyunundan ibaretti o.

Öyle bir ölüm oyunuydu ki, ölenlerin sayısı çoğaldıkça, geride kalanların umutları giderek azalıyordu.

Değişmeyen tek gerçek ise, bütün savaşların canlılarla başlayıp ölülerle bitmesiydi.

Tüm silahların yok edildiği, bütün savaşların sona erdiği bir dünya dileğiyle.