16 Ağustos 2012 Perşembe

Ramazanda karın tokluğuna tecavüz!

Yusuf Nazım
Evrensel/16 Ağustos 2012

 
Yıl 2002…

İşkence yaptıkları savıyla yargılanan ve aralarında komiser Sedat Selim Ay’ın da bulunduğu bir grup polise açılan dava sonunda biter. Mahkeme 12 mağdurun işkenceye uğradığına hükmeder. Sedat Selim Ay, 14 ay hapis ve 3 ay meslekten men cezası alır. Ceza ertelenir. AİMH’de adı sabıkalıdır zaten devletin; sayısız işkence ve tecavüze karışmıştır. Bu olay nedeniyle bir kez daha mahkum olur Türkiye.

Mağdurlar, gencecik yaşlarında, henüz kendileri için hiçbir şey talep etmemiş insanlardır. Erkenden kariyer derdine düşüp, mülk ve servet dünyasının kirli yollarına sapmamış, akıllarını ve zekâlarını daha güzel bir dünya için vakfetmeye karar vermişlerdir. Bedelini ağır öderler. Akla hayale gelmedik işkenceler görürler. Hasan Ocak ve Süleyman Yeter işkencede öldürülür, Asiye Zeybek Güzel’e tecavüz edilir… Asiye’nin, hayata büyük bir aşkla bağlı gencecik hayatına kıyarlar…

Genç kadın ilk mahkemede, devletin bir komiseri tarafından bedenine akıtılan kötülüğü yüce yargıya şikâyet eder. Bunu yaparken de düşer, bayılır… Önce faillere dava açılmaz, takipsizlik kararı verilir. Sonra mahkemeler birbirini izler; meslekten men kararları, ceza ertelemeleri, AİHM başvuruları… Hiç bir şey ama hiç bir şey devletin, kıdemli işkencecisi Sedat Selim Ay’ın görevine devam etmesine engel olamaz! Mahkum olan hiç bir işkenceci cezasını çekmez! Ne de olsa devletin “iyi çocukları” dır onlar. Bir daha aynı yanlışı yapmayacağına hükmeder mahkemeler… Böylece, devletin tecavüzle kirlenmiş sicili karşısında, etleri lime lime olur genç kadının, ruhu paramparça…

Yıl yine 2002’dir…

Asiye Zeybek’e, devletin bir komiseri tarafından tecavüz edilen İstanbul şehrinin çok uzaklarında bir kent; Mardin şehri… Bu sefer, 13 yaşındaki küçük bir kız çocuğuna 26 kişi tarafından tecavüz edilmiştir!..

Hepsi, aynı erkek egemen topraktan beslenen, az gelişmiş bir sürü insandırlar. Kimi külhan kabadayı, hovarda erkek, kimi evli, kimi bekâr; muhtemelen hepsi dini bütün, ateşli Müslüman, farklı mesleklerden, her yaştandırlar.

Sapık ruhların karanlık labirentlerinde mayalanmış, kendilerine bile itiraf etmekten korktukları kötücül alışkanlıkları vardır. Hudut tanımaz bir acımasızlık içindedirler. Asırlardan beri ataerkil damarlarında birikmiş erkeksi kötülüğü, yokluğun ve yoksunluğun yıprattığı körpe bir bedenin üzerine insafsız bir umursamasızlıkla sırayla akıtırlar.

Adını, “N” ve “Ç” harfleriyle kodlamıştır devlet. Henüz, hayal kuracak kadar dahi büyümemiştir. 13 yaşındaki Mardinli kız çocuğuna 26 kişi birden sırayla tecavüz ederler!… Ruhu, sessiz sedasız kanar çocuğun; damarlarında, neden olduğunu anlayamadığı bir zehir akar, bütün bedenini dolaşır, yakar, yakar, yakar…

Kimi yazı işlerinde görevli, mahkemede kâtip, kimi irtica nedeniyle ordudan ihraçtır. Serbest meslek sahibi olan da vardır aralarında, şef olmuş, tefeci tüccar, oda başkanı da. Kimi devlette kadem tutmuş bürokrat; kimi memur, belediye görevlisi, zabıta ya da veznedar. Hepsi azgelişmişlikten almış kültürünü bir sürü zevattır… Alt üst olmuş değer yargıları, çürümüş ahlakları; Tam 26 kişi; 26 insan görünümlü mahlûkat, 26 şekli bozuk yaratık! Sorsan hepsi devleti ve milletiyle bir bütün, muhtemelen hepsi Müslüman…

Mardin 1. Ağır Ceza Mahkemesi'nde açılır dava. Ağır Ceza Mahkemesi 13 yaşındayken 26 erkeğe satılan küçük kızın, bu kişilerle kendi rızasıyla birlikte olduğuna hükmeder!
Tüm sanıklar Mayıs 2003 ‘te bir mahkeme kararıyla tahliye edilirler.

Adı, “N” ve “Ç” harfleriyle kodlanmış çocuğun yüreği bir kez daha kanar, bir kez daha tecavüze uğrar. Adalet, insan bedeni için değil, öncelikle “mülkün temelidir” zira.. 13 yaşında, henüz hayal kurmaya bile zaman bulamamış, bir türlü büyüyemeyen çocuğun damarlarındaki zehir fütursuzca dolaşmaya devam eder.

Sıfatı yüce olan yargımızın en yüksek organı “takdir edilecek” bir kararla durumu onaylar!.. Adaletin terazisi eğretidir; henüz büyümemiş bir çocuktan yana bir türlü dönmez ibresini; eğrilir, bükülür, kırılır…

Ruhu kanayan, etleri ağrıyan, acıyı acı gibi yaşayan N.Ç sanıkların tahliye edilmesinden duyduğu acıyı Adalet Bakanlığı’na yazarak ifade eder. Zat-ı devletimizin tepkisi çabuk olur; bir Mayıs günü, adı “N” ve “Ç” harfleriyle kodlanmış olan çocuk, devlet tarafından “koruma” altına alındığı çocukevinden polislerce alınıp götürülür! Götürüldüğü yer adaletin dağıtıldığı yerdir; İstanbul Cumhuriyet Savcılığı... Hayalleri, henüz büyümeye bile fırsat bulamadan 26 kişinin tecavüzüne uğrayan çocuğun, TCK'nın 159. maddesine muhalefet ettiği gerekçesiyle ifadesi alınır. Suçu, “devletin manevi şahsiyetini tahkir ve tezyif” etmektir ve yargılanacaktır!

Adı “N” ve “Ç” harfleriyle kodlanmış olanın ruhu yeniden kanar. Ezilmiş ve örselenmiş bedeni bir kez daha yaralanır. Düşleri, küçük bir çocuğunki gibi saf ve masum olanın gülümsemesi tümden yok olur gider. Ne düşleri kalmıştır artık sığınacak, ne de kuracak hayalleri.

Yıl 2012…

İşkenceden, kötü muameleden, tecavüzden çeza alan, meslekten men edilen, AİHM tarafından suçlu bulunan Sedat Selim Ay, yaptığı hizmetlerin ödülünü sonunda alır; O, artık Terörle Mücadele Şubesi’nden sorumlu İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı’dır. Sedat Selim Ay tarafından işkence ve tecavüze maruz kalan Asiye Zeybek Güzel’in ruhu acılar içinde kıvranır. Yaralı bedeni binlerce yerinden, yeniden ve yeniden kanar.

Aylardan ramazandır… Adı, “N” ve “Ç” harflerine kodlanmış olanın aklında, o malum söz bir kez daha yankısını bulur. 26 insan görünümlü mahlûkattan bir tanesinin; belki de dinine en sağlam olanın, 13 yaşındaki kıza tecavüz ettikten sonra söylediği o galiz sözdür bu;

“Kızım, kusura bakma, şeytana uydum. Benim de senin kadar bir kızım var. Ramazanda bana gel de karnını doyurayım.”

/*

Hayat, kimi zaman aklın almayacağı, hayal dünyamızın sınırlarına sığamayacağı ve zihnin tahayyül edemeyeceği kadar zalimce oynar oyununu. Tecavüz ederek bütün hayatını kararttığı küçük bir çocukla, aynı yaştaki kendi kızını kıyaslamak! Birkaç rekat daha fazla namaz kılmak, biraz fitre vermek, biraz da zekat… Böylece, birikmiş dünyevi günahlarından arınmaya çalışmak… Patolojisi tanımsız bir şehvetten gözü dönmüş, ar damarı çatlamış zavallı bir ruh halini kendi köhnemiş bedeninde taşımaya çalışmak... Belki de öteki dünyada, işi şeytana havale edip, Ramazan’da karın tokluğuna tecavüzü kendine hak saymak!..

Devlet ve tecavüz! Devletin adı Türkiye’de bir çok kez tecavüzle anılmıştır. Devlet, şimdi bir kez daha tecavüze karışmıştır; yargı kararları, bilmem kaçıncı ceza dairesi, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, anayasa ve kişisel haklar, işkencecisine kol kanat geren bakanlar, başbakanlar…

Düşündükçe tüylerim diken diken, tenim ürperiyor. Her Ramazan geldiğinde dilimde aynı hece, her iftar sanki bana bir işkence; “şeytana uymak”, “benim de senin kadar kızım var”, “karın tokluğuna tecavüz…”

Saat 20.24… İstanbul’da İftar vakti… Yüzümü rüzgara dönüp yürüyorum. Ezan sesleri geliyor uzaklardan. Devletin şefkatli ellerinin aramıza saldığı işkenceciler, sübyancılar ve tecavüzcüler arasında yaşıyoruz. Belki de şu an, başka başka kentin insanları onlar; sahte yüzleriyle oturdukları ramazan sofralarında, dillerini haram sözcüklere batırıp büyük bir imanla iftarlarını açıyorlar. Her ses, bir çığlık olup saplanıyor bedenime; bir bıçak gibi kesiyor etlerimi, lime lime… Sözcükler birer lokma gibi eziliyor dilimde; “Ramazanda karın tokluğuna tecavüz…” Her Ramazan yeniden ve yeniden ölüyorum…

Yusuf Nazım
Twitter : @yusufnazim

4 Ağustos 2012 Cumartesi

Bir kentin dokunuşları


Çetin Çakmakçı
Yusuf Nazım
Evrensel Kültür Dergisi /Ağustos 2012

Bu kent bana dokunuyor…

Bu kente dair ağrılarım, eskilerde kaldı.
Cibali Tütün Fabrikasını sattılar. İstanbul’un aç gözlü patronları, onu haraç mezat üç kuruşa kapattılar! Cibali fabrikasında genç kızlar tütün sarmıyorlar artık… Tütün sömürüsünün iktisadını yazıyorlar. Onlar, ne Cibali’nin tütün işçileri kadar cüretkâr, ne de kadın işçilerin ipeksi dokunuşları kadar heveskâr. Zengin baba parasıyla okuyor, zengin baba parasıyla eski Cibali Tütün Fabrikası’nın koridorlarını süslüyorlar. Haliç’in serin rüzgârları, tütün fabrikası yerine, fabrikadan bozma bir üniversitenin duvarlarını dövüyorlar artık.

Bu kent bana dokunuyor…

Sabahları, aynı taş kaldırımları paylaşarak güle oynaya çocuklar koşuyorlar; zengini yoksulu, memuru esnafı, işçisi çiftçisi… Hepsi aynı okula gitmiyorlar! Bu kentin beş yıldızlı otelleri gibi okulları var artık. Çocuklar, aynı sokaklarda sek sek oynamıyor, aynı beyaz yakalı, mavi okul gömleklerini giymiyorlar; aynı çıngıraklı zil sesleriyle teneffüse çıkmıyorlar artık.

Bu kent bana dokunuyor…

Bu kentin varoşlarından, eski yüzlü sokaklara tiner kokuları yayılıyor. Bu kentin günahları büyük!

Erkenden, ağrıyla uyanıyor bir yanım. Bir yanım kuşatılmış, sanki hiç bir çıkış yok!
Oysaki nasıl da kucaklamış kenti, nasıl da cömertçe harcıyor ışıklarını güneş! Yol kenarına sıra sıra dizilmiş ağaçlar durumlarından memnun. Yapraklar, günün ilk saatlerinin serinliğiyle haşır neşir. Kaldırımlar, sabah mahmurluğuyla kendilerini sokağa salmış yayalara yol veriyor. Kim bilir, her biri ne öyküler taşıyor hayatlarında...

Bu kent bana dokunuyor artık…

Hangi sokağına girsem, hangi kaldırımı adımlasam, fütursuzca işlenmiş suçların izi var orada. Herkes, bir cinayet zanlısı gibi koşturuyor dört bir yana. Hangi karanlık balkona baksam, orada sanki bir hayalet saklı, sanki hepsi gizli bir tanık.
Rumeli Feneri’nde ıslak, ağır bir sessizlik kol geziyor. Garipçe Köyü sakinleri, ranta ve yağmaya açılacak bir yolu daha beklemede. Beyaz, hırçın köpüklü dalgalar dövüyor Garipçe’nin fiyortlarını. Üç adam bakıyor tepelerinden; üç zamane kaçkını, üç eşkıya, üç cüretkâr… Dördüncüsü eksik! Her birinin düşleri yarım, yüreklerinin yarısı başka bir semtte kalmış. Zamana not düşsün diye birlikte poz veriyorlar…

Bu kent bana dokunuyor artık…

Tuzla’da, ölüm gemileri üretiyor tersaneler… Cenaze haberleri manşetlerden taşıyor. Ajanslar ise sıraya girmiş, beklemede! Niye bilinmez, ölüm üretsin diye midir fabrikalar! Haber değeri var mıdır kazayla gelen ölümlerin? Kaç paraya satılır bir kaza haberi? Naklen yayını olur mu hiç vakitsiz ölümlerin?

Dedim ya, bu kent bana dokunuyor…

En fazla altı ay dayanıyor silikozisli ciğerleri işçilerin. Kumlama yapıyorlar Lee Kooper, Mavi Jeans ve Gabana bedenlere. Son moda, taşlanmış kotlarını yetiştirmek istiyorlar sezona. Kuvars içiyor ciğerleri, henüz bıyıkları terlememiş çocukların. Çare peşinde, hastane hastane dolaşıyor işçiler. Eyyy, durmaksızın gelip geçen zaman! Sen nelerin tanığısın söyle! Söyle, hangi devirden kalmadır böyle insafsız bir ölüm! Hangi tanrının eseridir bu zulüm…

Bu kent bana dokunuyor artık…

Şehrin geçmişini çaldılar. Bu şehrin anıları yok artık! Adım atsan bir talan çukuruna düşüyor ayakların, nereye gitsen arkanda geliyor suçlar, ne yana baksan beton fışkırıyor gökyüzüne, beton! Rengini kaybetti mevsimler, saksıda yetişir oldu kiraz ağacı, nar ağacı… Süleymaniyeyi’de bir kalemde çizdiler… Sırrını kaybetti altın boynuz, yedi tepeli şehrin üstüyse delik deşik. Sana bu günahları bahşeden kim, ey şehir! Sana reva görülen bu zulmün adı ne!

Gitmeliyim uzaklara… Çok uzaklara… Bu kentten uzaklara…

İçinde yaşadığım bu şehir, ona büyük bir aşkla bağlı olduğum bu kenar mahalle, bu tepelerinde gelincik tarlaları dolu durgun göl, bana dokunuyor… Bu sokaklarında nice anılar eskittiğim, şu köşe bucak taş kaldırımlar, şu ara sıra gizli buluşmalar yaptığım köşedeki küçük kafe… Sıra sıra dizilmiş çınar ağaçları, tepede boy boy serviler, kentin eteklerinden öbek öbek püsküren ayçiçeği tarlaları… Bana dokunuyor artık...

Bu kent bana dokunuyor…

Gece, loş bir alaca karanlığa daha gömüyor yüzünü, serin. Bahçemdeki salkım söğüt, solgun solgun süzülüyor. Bakınca, neden maziye saklanmış hep o eski anılar geliyor aklıma? Radyoda İzmir’in Kavakları çalıyor. İncecikten bir dans havası esiyor içimde. Belli belirsiz bir hüzne karışıyor. Zeybeklerin, ağırdan yere diz vuruşları, Kamalı’nın hikayesi canlanıyor gözlerimin önünde. Birden, eski bir hayali özlüyorum... Artık ne kadar da gerilerde kalmış, o eski anı bir daha yaşamak istiyorum. Zeybeklerin, yere diz vururken çıkardıkları nefes seslerini, eski bir zamanın sofrasında yeniden dinlemek istiyorum. Belki de, içimdeki o belli belirsiz hüznü, hala içimde saklı eski bir anın varlığıyla dağıtmak istiyorum.

Bu kent bana dokunuyor artık…

Pencerem hala açık. Odam, gecenin henüz maviye çalmamış karanlığıyla dolu. Hafif bir rüzgâr çıkıyor, serin bir yel sarıyor bedenimi. Antik bir tiyatroyu andırıyor yüreğim; bütün yolları stoalarla kaplı, devasa kapıları açık. Tam ortasında, hiç sönmeyecek bir yaşama sevinci… Tutkuyla büyüyor, gözlerimde zaman. Mavisi kaybolmuş, beyaz tül aydınlığına bürünmüş sanki. İsterse, dönüp arkasını gidecek, isterse kalıp bu esrarengiz yolculuğa devam edecek…

Kendine tanık olmasın diye susuyor zaman. Yenik bir şehir gibi çaresiz gözlerim.
Bir yolculuğa daha yazdırmak istiyorum adımı. Henüz çıkılmamış bir yolculuk daha bekliyor beni. Yeni bir yolculuğu daha özlüyor kalbim.

Şehrin sokaklarında sarhoş anıların izi, içimde bahar tazesi bir aydınlık, yüreğimde bir gül mevsimi.


Bir kentin inceden inceye dokunuşlarını duyuyorum…

Yusuf Nazım
Twitter : @yusufnazim