1 Nisan 2022 Cuma

Toronto’da Dört Ayaklı Minare

Yusuf Nazım
T24 | 11 Temmuz 2016

Size aşktan bahsedeceğimi söylemiştim bu sefer.

Aşk gibi güzel şeylerden. Toronto gibi harika bir şehirde, insan aklının hayal edebileceği en güzel şeylerden.

Avrupalı sömürgecilerin Kanada’nın gerçek yerlileri üzerindeki akıl almaz talan, sömürü ve insanlık dışı uygulamalarını içeren tarihini bir kenara bırakırsak, “beyaz adam” tarafından bu ülkenin yerleşik olarak kullanılmaya başlaması 1860’lı yıllara denk gelir.

1 Temmuz 1867 ise, İngiltere’nin Kuzey Amerika kolonisi olan bu topraklara özerklik vererek Kanada ülkesinin dünya coğrafyada yerini almasını işaret etmekte. Kısaca, şunun şurasında 150 yıllık bir ülkeden bahsediyoruz.

İşte dünyanın bir finans merkezi olarak hayranlıkla izlediği bu kent en fazla böyle bir geçmişe sahip. İnsanı şaşırtan bu planlama, bu düzenli yollar, bu alt yapı ve ulaşım, bu konforlu yaşam, insanlardaki bu saygı, değer verme ve görme, yapılan bu binalar, parklar, müzeler, alışveriş merkezleri; tamamı devlete ait sağlık kurumları, hastaneler… Hepsi en fazla 150 yıllık…

Oysa biz, iki büyük imparatorluk yaşamış 5000 yıllık bir şehirden geliyoruz. 1600 yıllık başkentlik geçmişi olan bir şehirden; Byzantium’dan, Konstantinopolis’ten, İstanbul’dan… Ve yine biz 5000 yıllık başka bir şehirden, İzmir’den, Smryna’dan geliyoruz.

Geçmişimiz köklü, ama başımız eğik.

Tarihimiz zengin, ama kendimiz yoksun.

Onlar 150 yıllık hayatlarının üzerine tarihi yapmakla meşgul, biz 9000 yıllık şehirlerimizi yıkmakla.


İktidar sorunu, patlamalar ve doğuda Kürtlere karşı yürütülen savaş

Kongre toplantılar, paneller, çalıştay ve poster sunumları ile devam ediyor.

Dünyadaki en son gelişmeler bilim insanlarınca tartışılıyor.

İnsan neslinin genetiğindeki bozulmaların yol açtığı, kötücül sonuçlara yol açan hastalıklara çözümler aranıyor.

Onlarca, yüzlerce hastalık için yıllarca üniversitelerde, laboratuvarlarda, deneylerde ömür tüketmiş tıp uzmanları, daha iyi, daha sağlıklı, daha kaliteli insan hayatı için en son hünerlerini birbirleriyle paylaşıyorlar.

Poster sunumlarının yapıldığı salonda bizim de bir belgesel film tanıtımımız var. Yönetmenliğini sevgili genç yönetmen dostumuz Gülsün Sarıoğlu’nun yaptığı ve benim genel koordinatörlüğümde gerçekleştirilen Düşümdeki Uçurtma adlı belgesel film. Bu belgesel aracılığıyla, salonlarda tartışılan bilimsel konuların sosyal görünürlüğünü sağlamaya çalışıyoruz. Filmi, 2012 yılında Diyarbakır, Batman ve Van illerinde çekmiştik.

Duvarda, filmin özet posteri, masadaki bilgisayarda gösterimi yapılan belgesel film dönüyor.

Türkiye’de, nöromüsküler hastalıkların duayeni, hocaların hocası Prof.Dr.Coşkun Özdemir ile birlikte ziyaretçilerin sorunlarını yanıtlıyoruz.

Türkiye ve İstanbul’dan geldiğimiz anlaşılınca konu ister istemez ülkedeki iktidar sorunu, patlamalar ve doğuda Kürtlere karşı yürütülen savaşa geliyor.

İstisnasız herkes nasıl ceberrut bir iktidarla baş başa olduğumuzu teslim ediyor.

Ötesi, neredeyse bizlere acınacak insanlarmışız gibi bakıyorlar.

Kürtlere karşı devletin giriştiği savaşın ise hemen hepsi farkında.

Türkiye deyince akla gelen, en çok bu üç şey oluyor…

Bu şehir Diyarbakır, işte bu Surp Giragos, işte Dört ayaklı Minare

Konumuz bunlar değil tabii.

Aşktan, sevgiden, bahar gibi güzel şeylerden, insan için yapılan bunca emekten, çalışmalardan bahsetmeliyim.

Toronto’nun göbeğinde, süper bir gökdelenin hemen dibindeki parkta koşuşturan sincaplardan bahsetmeliyim bugün.

Poster sunumumuza ilgi gayet iyi. Panodaki posterde belgesel filmin Diyarbakır, Batman ve Van’daki çekim planlarından resimler var. Pek çok ülkeden ziyaretçiler gelip bilgi alıyor, sorup bilgileniyorlar.

Danimarka’dan bir genç kadın masadaki bilgisayara yaklaşıyor, filmi dikkatle izliyor.

Film hakkında bilgi vermek istiyorum. Belgeselin Diyarbakır çekimleri geçiyor ekrandan.

Anlatıyorum:

“Bu şehir Diyarbakır, işte bu Surp Giragos, işte Dört ayaklı Minare… Dört Ayaklı Minare… Dört Ayaklı Minare…”

Tekrarlayıp duruyorum…

Birden bire gidiyor aklım.

Toronto’dayım ve önümde Dört Ayaklı Minare!

Aman Tanrım! Dört Ayaklı Minare bu!

Arkasında eski binalar, birkaç apartman, Yeni Kapı Sokak, daha arkada Hasırlı Mahallesi…

Filmin bu planı minarenin hemen yanındaki bir binanın çatısından çekilmişti.

Arkadaki binalar, sokak ve mahalle gözüküyor.

İçim acıyor, yüreğim burkuluyor birden.

Diyarbakır’daki bir okurumun söyledikleri geliyor aklıma:


“Annemlerin evi Dört Ayaklı Minare’nin tam arkasındaydı.”


Kendisine filmi anlattığım Danimarkalı ziyaretçi şaşkın, bana bakıyor.

Dört Ayaklı Minare ayağından yaralı, şu gördüğün mahalle yok artık,” diyebiliyorum.

Biraz ileride Ermeni Katolik Kilisesi harap bakışlarıyla beklemede.

Film ilerliyor; birazdan Surp Giragos Ermeni Kilisesi’nde, İsa’nın önünde, hasta kardeşi için elindeki mumla dilek tutacak tesettürlü bir kadın.

Aklım, “sırlarını surlarına fısıldayan” bu şehirde şimdi. Kocaköy’ün İba Mezrası’nda yedi çocuklu bir aileye konuk olacak kameramız.

Kanada’ya gelmeden hemen önce Haritaya bakıp da aramıştım hasta çocukların babasını; Diyarbakır’ın Lice-Kulp-Hazro üçgeninde sokağa çıkma yasağı ilan edilmişti. İba Mezrası, tam da bu üçgenin ortasında bulunuyordu.

Sur’u, Cizre’yi, Silvan’ı, Silopi’yi, İdil’i, Nusaybin’i vuran kasırga, Yüksekova ve Şırnak’ı da yerle bir ettikten sonra yönünü bu üçgende dönmüştü.

Devlet kararlıydı, kökünü kurutacaktı terörün. Ajanslar öyle söylüyordu!

Telefonu açtığında baba Salih, yeni bir çocuğu daha olduğunu söylüyor arkasından ekliyordu;

“Samanlarımız kaldı, dağlar, meralar bombalanıyor, hayvanlarımız aç!”

Düşümdeki Uçurtma

Ondördüncü Dünya Nüromüsküler Hastalıklar Kongresi’ndeyiz.

Poster salonu, bir masa, üzerinde bilgisayar. Düşümdeki Uçurtma belgesel filminin kareleri akıyor ekrandan.

Masanın etrafında ziyaretçiler. 

Çin’den gelmişler, Hindistan’dan, Rusya’dan; Asya’dan gelmişler, Avrupa’dan, Amerika’dan; farklı farklı ülkelerden. Ekranda Kürtçe konuşuyor yedi çocuklu bir kadın. Altında, İngilizce akıyor alt yazılar:

İki erkek çocuk hasta, on sekizinde, ya da en geç yirmisinde ölecekler; beş kız çocuğunun durumuysa belli değil.

Oysa aynı hastalıktan kırkına dek yaşıyor benzerleri Amerika’da, Avrupa’da…

Tanrıdandır” diyor kadın. 

Oysaki dünyanın guruları, büyük bilim insanları Tanrıdan olmadığını çoktan keşfetmişler.

Şimdi çözümler üretmek üzere buradalar.

Harıl harıl tartışıyorlar. Kongre bunun için, toplantılar, sunumlar, konuşmalar bunun için.

Bizimse akmaya devam ediyor filmimiz.

Birazdan, Batman’a, Hasankeyf’e düşecek yolumuz.

Kongrenin salonlarında hastalıklarına çare aranan Ata ile Hamza’yı göreceğiz belgeselin bir yerinde.  

Burası Batman” diyeceğim ekranı göstererek Danimarkalı kadına.

Nehrin kıyısında bağdaş kurmuş, elindeki kâğıttan sandalı Dicle’nin serin sularına bırakacak Ata.

Sanırsın bir umut akacak Hasankeyf’te Dicle’nin sularına…

Umudunu, kâğıttan bir gemiye yüklemiştir belki Ata.

Oysa biliyorum, umut yerine bir süredir kan taşıyor Dicle!

Sur’dan çıkarılan kamyonlar dolusu taş, moloz ve insan cesetleriyle sulanmakta bu nehir.

Hamza’yı ise geçenlerde kaybettik. Solunum yetmezliğinden.

Ona, soluk verecek bir hekimi Batman’da çok görmüştü bu ülke…

Yollarında hayran hayran dolaştığımız bu kent, CN Tower binasıyla dünyaya marka olmuş bu şehir, Toronto…

Sekiz katlı, on katlı, on sekiz katlı taş binalarına şaşkınlıkla bakıyorum.

Hâlbuki en yaşlı binası, yüz yıllık bile değil belki. Sonuçta en fazla 150 yıllık bir şehir Toronto.

Oysa biz 5000 yıllık Suriçi’ni yıktık kendi ellerimizle, yok ettik anılarını şehirlerin!

27 kavmin izini sildik Diyarbakır’dan.

9000 yıllık surlarına tuvaletler kondurduk, siperler kazdık diplerine.

Ve acele ölüm silahları ithal ettik, bir bir avlamak için teröristleri cornershut silahlarla…

Yeter ki, kendi kendilerini yönetmeye cüret etmesinler diye.

Yeter ki ana dillerinde konuşamasınlar diye.

Yüreğimde talihsiz ülkemin cümle acıları

Ayaklarım, tarihi en fazla 150 yıllık bu şehrin sokaklarında dolaşıyor.

Düşlerim bambaşka alemlerde.

Kaç bin yıldır niye yapamıyoruz biz?

Bir arada olmaya, birbirimize tutunmaya, farklılıklarımızı anlamaya, sevmeye, aşık olmaya engel neyimiz var?

Bizi, onulmaz acılarla dolu bir kadere mahkum eden şeyin adı ne?

Ruhumuza durmaksızın saplanan bu acılar niye?

Bedenim ülkemin uzaklarında, çok uzaklarda şimdi.

Başka bir kıtanın zenginlik ve çeşitlilik diyarında.

Dünyanın pek çok ülkesinden gelmiş, bu yuvarlak kürenin en yetkin, en iyi yetişmiş bilim insanlarının arasındayım.

Hep birlikte, insanoğlunun bedenine musallat olmuş talihsiz bir yıkıma çare arıyorlar.

Duvarda bir poster.

Üzerinde Batman’dan, İba Mezrası’ndan, Akdamar Adası’ndan resimler.

Göklerde bir uçurtma, arkada Akdamar Kilisesi.

“Ahhh! Tamaraaa!”

diye çığlık çığlığa hücrelerim.

Karanlık bir ıssızlığın içinde yuvarlanıyorum.

Biliyorum, sebebi var, belki de sonu yok bu ıssızlığın.

Yüreğimde yitik zamanlara ait biz sızı, ruhumda talihsiz ülkemin cümle acıları.

Bağışlayın ne olur, beni bağışlayın.

Olmuyor işte, olmuyor, bir türlü yapamıyorum!

Düşündükçe hüzne bulanıyor, yazdıkça daha çok acıya saplanıyor kelimeler.

Hâlbuki söz vermiştim, bugün aşktan bahsedecektim size ben.

Toronto, 9 Temmuz 2016

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/torontoda-dort-ayakli-minare,15000


Bu sefer aşktan bahsedeceğim size

Yusuf Nazım
T24 | 10 Temmuz 2016

Evet, yanlış okumadınız.

Bu sefer aşktan bahsedeceğim size.

Okurlarım sık sık sorarlar; “öykülerinizde, yazılarınızda neden aşka yer yok?” diye.

Doğru.

Yazılarım genellikle acının diliyle yüklü, biraz kasvet dolu, biraz yaralayıcı.

Bir okurumun sözüydü; “yazıların yüreğimi adeta dilim dilim kesiyor.”

Okurun yüreğini dilim dilim kesen yazılarım mı, yoksa hayatın gizli kalmış gerçekliği mi, bilmiyorum.

Yaşadığımız coğrafyaya benziyor belki de yazılarım.

Belki gereğinden fazla dinliyorum bu dünyanın seslerini, belki yüreğim fazlasıyla hassas.

Taze sürgünleriyle yeni bir mevsimi müjdeleyen ağaçlar

Ama bu sefer güzel şeylerden bahsetmek istiyorum size.

Başka bir kıtadan, başka bir ülkeden yazmak istiyorum; acının, kasvetin, hüznün olmadığı topraklardan.

Henüz yaşanmamış aşklardan, berrak akan sulardan, kendi halinde sakin göllerden, uçsuz bucaksız kızılağaç ormanlarından bahsetmek istiyorum…

Bilimsel bir kongre için Kanada'nın Toronto şehrindeyiz; 14Th International Congress Neuromuscular Disases.

Japonya'dan Çin'e, Rusya'dan, Hindistan ve Türkiye'ye, Amerika Birleşik Devletleri'nden birçok Avrupa ülkesine kadar tüm dünyadan bilim insanlarının katıldığı bir kongre.

Farklı dillerden, farklı dinlerden, farklı milletlerden bilim insanları, bugün için tedavisi olmayan kimi hastalıklarla ilgili en son gelişmeleri tartışmak için buradalar.

Başka başka kıtalardan, farklı ülkelerden, bambaşka coğrafyalardan gelmişler.

En önemli kaygıları bilim üretmek.

Kendi alanlarında dünyanın en iyileri bir araya gelmiş, insan soyunun daha sağlıklı gelişmesine katkıda bulunmak üzere eteklerindeki taşları boşaltacak, doğanın insan bedenine zerk ettiği çaresizliği aşmak yönünde ne kadar yol aldıklarını tartışacaklar.

Bizse, baharını bile doğru düzgün yaşayamadığımız bir ülkeden geliyoruz.

Malum, bu sene, taze sürgünleriyle yeni bir mevsimi müjdeleyen ağaçları bile doya doya seyredemedik.

Altlarında, rengârenk çiçeklerle bezenmiş çimenlerin üzerine yorgun bedenlerimizi seremedik.

Islak çimen kokularını ciğerlerimize gönül rahatlığıyla çekemedik.

Ama şimdi ilk defa olarak acıların, ölümler ve yıkımların, patlama sesleri ve çığlıkların çok uzağında olacağım.

Her güne yeni ölümlerle uyanmayacağım.

Her an, yeni katliamları avaz avaz bağıran haber ajanslarını dinlemeyeceğim.

Ve uzun bir aradan sonra ilk defa acılar ülkesi Anadolu’nun, Mezopotamya’nın, Asya’nın çok uzaklarında huzur içinde olacağım.

Zenginlik, çeşitlilik ve göller diyarı Kanada

Yaklaşık 10 milyon kilometre karelik yüzölçümüyle Kuzey Amerika kıtasının en kuzeyindeki Kanada, Türkiye’nin neredeyse 13 katı büyüklüğünde bir ülke.

Nüfusu ise 35 milyon kişi ile bizim yarımızdan daha az.

Kişi başına 44.000$ gelir düzeyiyle, 10 eyaletli, 3 bölgeli bir ülke.

Eyaletler, ceza yasaları hariç olmak üzere kendi yasama ve yürütme organları, bayrakları, dilleri, bütçeleriyle büyük oranda özerkler. Buna karşılık, bölgelerin özerkliği daha az.

Federal düzeyde ülkenin İngilizce ve Fransızca olarak eşit iki resmi dilinin olması ilginç. Uygulamada, gerekli talep miktarını oluşturan topluluk istediği dilde eğitim almayı sağlayabilmekte.

Eyaletler açısından ise resmi çift dili olan yalnızca New Brunswick eyaleti.

Kanada’da federal düzeyde kanunlar her iki dilde eşit olarak yazılmakta, parlamentodaki tartışmalar iki dilde yapılabilmekte, keza mahkemelerde yine istenilen dilde işlem görebilmekte.

Toronto deyince akla…

Toronto deyince akla, CN Tower olarak bilinen o ünlü kulesiyle Kanada’nın en büyük ticaret ve finans merkezi geliyor.

Eleştirilerimi saklı tutmak kaydıyla, çok güzel bir şehir.

Bulunduğu eyaletin adını alan Ontorio Gölü’nün hemen kıyısında kurulmuş.

Hani şu Zagor çizgi romanlarının vazgeçilmez mekânı Ontorio…

Göl dediysem hemen geçmeyelim tabii; ABD ile Kanada arasındaki bu tatlı su denizi, bizim Marmara’nın 1,5 katından daha büyük. Üzerinde dünyaca ünlü Niyagara Şelaleleri’nin de bulunduğu Niyagara Nehri aracılığıyla Erie Gölü’ne bağlanıyor.

Niyagara ve çevresi tam bir güzellikler diyarı.

Bilimsel oturumlardan arda kalan zamanlarda çevreyi görmeyi tasarlıyoruz. Toronto’dan 300 kilo metre öteden dostlarımız gelecekler. Pazar günü uçağımız hareket etmeden önce Niyagara ve çevresini gezdirmek istiyorlar bize. İki büyük ülke, ABD ve Kanada’yı ayıran şelaleler ne menem bir şeymiş göreceğiz.

Bernard Shaw’ın anısına

Niyagara deyince, Niagara On The Lake’den bahsetmeden olmaz.

Neden mi? 

İrlandalı ünlü oyun yazarı, Nobel ve Oscar ödülünü alan ilk ve tek sanatçısı Bernard Show’un bir süre yaşadığı yer olmasından dolayı.

Adına Kanada’nın en büyük tiyatro festivalinin yapıldığı bu yere arkadaşların, kahve içmek üzere plan yapmış olduklarını duyunca ayrıca sevindim.

Bu ünlü yazarın anısına bu kasabada dikilmiş heykel, sosyalizm ve kadın hakları savunucusu yazarı anmak için iyi bir vesile olacak.

Toronto çok planlı bir kent.

Ticaret ve finans merkezi olarak bilinen Downtown dışında yüksek binalar hemen hemen yok gibi.

Şehir geniş bir alana yayılmış durumda.

Kongre için konakladığımız otel ise Downtown’un tam merkezinde.

İlk anda yüksek gökdelenler, iş yerleri, kompleksler nedeniyle yoğun bir trafik bekliyorum.

İlk gün şehrin sakinliğini görünce şaşırıyorum. Yollarda sakince yürüyoruz. Üstelik mesai saati bitiminde. Kalabalık yok. Ne araç trafiğinde kuyruklar, ne de yaya geçitlerine, araçlara, ya da bir yerlere yetişmek için koşan insanlar. Bir birinin üzerine çıkan insanlar hayal bile edilemiyor. Hayat sakin bir huzur içinde akıyor. İnsanlar saygılı.

Bir soru sormaya görün, neredeyse size eşlik etmeye hazırlar. Yüzler gülüyor, gözler mutlu bakıyor. Bazen siz istemeseniz bile hissedip yardımcı olmak isteyenlerle bile karşılaşıyorsunuz. İndiğimiz otobüsten, arkamızdan koşarak bir detayı daha paylaşmak isteyen kadın otobüs sürücüsünü düşünüp yadırgıyor insan.

Niçin, yollarda yoğun araç ve insan trafiğinin olmadığını bir süre sonra incelediğimiz şehir içi ulaşım haritasından anlıyoruz. Kentin bütün gökdelenlerini, yer altından metro sistemine bağlayan tüneller mevcut. İnsanlar işyerlerinden çıktıklarında, besbelli buraları kullanıyorlar. Gelişmiş metro sistemi, ulaşımın önemli yükünü alıyor. Bunu, eski bir viski fabrikasından dönüştürülme Distillery District’te birlikte yemek yediğimiz Toronto’da yaşayan dostlarımızdan öğreniyoruz; yalnızca iki ay yazı olan kentte kışın soğuklarında işyerlerinden çıkanlar, yeryüzüne hiç uğramadan doğrudan yer altındaki gelişmiş tünel sistemini kullanarak metroya ulaşıyorlar.

Metro tek ulaşım aracı değil elbette. Hepimizi şaşırtan, şehrin neredeyse bütün sokaklarından mevcut bir demiryolu ağı var.

Tramvaylar kullanıyor bu ağları. Hani şu bizim İstanbul’da 1956 yılında onlarca hatta 270 tramvayla hizmet veren ve 1960 askeri darbesi sonrasında birer birer emekli edilen trenler.

Soruyoruz, Toronto’da yaklaşık 100 yıldır kullanımdalar. Üstelik bir ticaret ve finans merkezi olarak planlanmış bir kentte. Üstelik dizi dizi gökdelenlerin hemen kapısının önünden geçiyorlar.

Kenti diğer büyük yerleşim bölgeleri ve havalimanlarına bağlayan UP Ekspres Tren hattı ve otobüslerse, ulaşım sistemini rahatlatan taşıma ağının diğer unsurları. Üstelik tamamı engelli erişilebilir bir ulaşım ağı bu.

Tıpkı binalar, yollar, kaldırımlar, parklar ve diğer kamusal alanlar gibi…

Toronto Island Park ve yaşamak

Bu kadar büyük gökdelenin olduğu kentte yeşil alan hiç yok sanırsınız.

Hâlbuki hiç de öyle değil.

Her gökdelenin yakınında yeşil alanlar var.

Ama içleri adeta boş.

Tek tük insanlar görünüyor.

İstanbul’da, İzmir’de olsa böyle yoğun kalabalığın olduğu bir kentte tıklım tıklım olması beklenir.
Hayran hayran içinde dolaştığımız bu parklara neden kimsenin rağbet etmediğine anlam veremiyoruz önce.

Çok geçmeden anlıyoruz; Toronto’da yaşayanların yeşile, çimene, ağaca, temiz havaya hasretlikleri pek yok.

Yaşadıkları her yerde bolca var bunlardan. Şehirlerinde, semtlerinde, evlerinde…

Şehrin, hemen karşısındaki Toronto Island Park’a tekneyle geçiyoruz. Adaya çıkınca cennetin burada yaratılmış olduğuna inanıyorum.

12 adadan oluşan bu adalar kompleksinde yapılaşmak yasak.

Buna karşın bu büyük adalar silsilesinde yaşayan kimi sakinler de yok değil.

Ancak öğreniyorum ki, onlar bu evlerin 99 yıllık kiracıları.

Hemen sıraya girmek geçiyor içimden. Çok uzun bir “bekleyenler listesi” olduğunu duyunca, masum bir hevesten ibaret bile olsa bu isteğim, hemen vaz geçiyorum.

Adaların arasındaki sularda kuğular, yaban ördekleri ve diğer perde ayaklı kuşlar çeşitli oyunlar oynuyor.

Göz alabildiğine yemyeşil çimenler sizi çağırıyor adeta.

Koşup uzanmak istiyorsunuz üzerlerine.

Baktığınız her şey mutluluk aşılıyor yüzünüze, gülümsüyorsunuz.

Yüzmek, balık avlamak, devasa eğlence parkında çocuk olmak, kuğu şeklindeki kanolara binmek, yabanıl ağaçların sarıp sarmaladığı ıssızlıkta kaybolmak, spor yapmak, kitap okumak, koşmak, sevgilinize sarılmak, yüzünüzü gölün serin rüzgârlarına banmak, gözlerinizi kapamak, uyumak…

Daha nice nicesini yapmak geçiyor içinizden…

Yaşamak istiyorsunuz yani…

Doyasıya yaşamak!

Hakkınız olduğu gibi yani.

Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da doğmuş, büyümüş her insan gibi yani; emek veren, akıl eden, düşünen, üreten herkesin layık olduğu gibi.

Tıpkı Ontoriolu bir yerli gibi yani; Pakistanlı bir genç, Suriyeli bir çocuk, Sudanlı bir yaşlı gibi.

Yani bu kıtanın gerçek sahibi her yerli gibi; Hataylı bir Arap, Bitlisli bir Ermeni, İzmirli bir Türk veya Diyarbakırlı bir Kürt gibi yani.

Ne ondan bir eksik, ne diğerinden bir fazla.

Sadece yaşamak!

Yaşamak ve mutlu olmak...

Toronto Island Park’ın orta yerinde, insanın kanını gevşeten bir serinlik içinde, böyle mutlu yaşamak istiyor insan…

Toronto, 7 Temmuz 2016

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/bu-sefer-asktan-bahsedecegim-size,14991