25 Haziran 2016 Cumartesi

Kod adı Sisi

Yusuf Nazım
T24 | 25.06.2016

Sise!

Muş'un Varto ilçesinin Badan köyündendi.

On beş yaşından beri köyünden dışarı hiç çıkmamıştı.

Yetmiş yedi yaşındaydı.

Yani bir çınardı o!

Görmüş, geçirmiş, dal budak sarmış bir çınar.

Sise Nine diyorlardı ona...

Geçtiğimiz nisan ayında tanımıştık onu.

Köyün muhtarı ve iki kişiyle birlikte "örgüt üyeliği" suçlamasıyla tutuklanmıştı.

Yüzünde yaşanmış, acılarla dolu bir tarihin derin çizgileri vardı.

"Sisi kod adlı kadın terörist yakalandı!"

Devletin resmi haber ajansı "Sisi kod adlı kadın terörist tutuklandı!" diye paylaşmıştı haberini.

Ülkenin çok satan gazeteleri, haberin üstüne üşüşmüş, manşetten vermişlerdi:

"Sisi kod adlı kadın terörist yakalandı!"

Yaşı, kimliği, diğer detayları belirsizdi…

Bunu haber yapan Dicle Haber Ajansı'nın Varto muhabiri de zaten sık sık gözaltına alınıyordu. Tıpkı, ajansın diğer muhabirleri gibi...

Ne de olsa, bölgede gazetecilik yapmak ateşten bir gömleği giymeye benziyordu. Ve bazıları, gönüllü olarak giyiyorlardı bu gömleği.

Neyin güvenliği kalmıştı ki bu ülkede?

Ne basın özgürlüğü, ne yaşam hakkı, ne hukuk, ne bilim...

Hepsi hak getire!

Kimsenin can güvenliği yoktu artık.

Mal güvenliği de öyle tabii...

Ülkenin en büyük şehrinin, en bilinen caddelerinin birinde bir plakçı dükkânı, alkol alınıyor diye haydutlar tarafından basılabiliyordu. 

Basılıyor ve içerdeki gencecik çocukların şaşkın bakışları altında mekân sahibi tartaklanıyordu. 

Ne oluyor diye soranın ağzı burnu kan içinde bırakılıyor; yetmiyor, camlar aşağı indiriliyor, kapılar parçalanıyor, içerde oturanlar sille tokat dışarı atılıyordu… 

Sunturlu küfürler eşliğinde mekân sahibine tehditler savurmaksa işin cabası sayılıyordu...

Karşılığı ne mi oluyordu bunca hunharlığın?

Mekân basan, insanlara hakaret eden, kan akıtan haydutlar ertesi gün serbest kalıyordu.

Münferit bir hadise olabilir miydi peki?

Değildi tabii…

Eli palalı mı dersin, ağzı salyalı mı, beyni jöleli mi

Değildi!

Çünkü her geçen gün, bir diğerinin tekrarıydı artık bu ülkede.

Kabile devletinden farkımız kalmamıştı artık.

Eli palalı mı dersin, ağzı salyalı mı, beyni jöleli mi;

Bir gün elinde palanla insan doğramaya kalkarsın; serbestsin!

Diğer gün gazete, televizyon binası basar, camları kırar, canına okursun mülkün de, adaletin de; ama yine serbestsin!

Şehrin göbeğinde siyasi bir partinin yöneticisini linç etmeye kalkarsın; tabii ki serbestsin!

Teni esmer diye, farklı giysiler giyiyor diye, telefonda bilinmeyen bir dilden konuşuyor diye insanlara işkence edersin, diz çöktürür, büst öptürürsün, bayrağını kazırsın derisine, hatta güpegündüz öldürürsün; korkma, serbestsin!

Mafya bozuntusu edalı insanlar resmi açıklamalar yapar, yasal bir yürüyüşü nefret söylemiyle tehdit ederler; haklarında hiçbir işlem yapılmaz, aksine yürüyüş yasaklanır, hakkında soruşturma bile açılmaz; sen rahatsın!

Alenen insan öldürürsün. Ya arama bahanesiyle bir evin kapısında, ya da bir meydanda, uluorta veyahut planlayarak ensesinden!

Niye? Öteki diye, solcu diye, Kürt diye, Ermeni diye… Ama hep serbestsin!

Ya da mafya kılığındasındır bazen; bini bin paradır tehditlerinin, kan içmekten bahsedersin bildirilerinde, ya da kan banyosu yapmaktan; nefret söylemiyle dolu olur gazetelere sayfa sayfa verdiğin ilanların; sanki dokunulmazlığın vardır, el üstünde tutulursun, serbestsin!

Yeni kurbanlar arıyorlar kendilerine

Sevmek, sarılmak, kucaklamak…

Bir büyük eylemin adı olan fiiller bunlar.

Sevince çekincesiz sevmek…

Sarılınca, yüreğinin bütün içtenliğiyle sarılmak...

Ya da ayrımsız kucaklamak öteki olanı…

Kiminin cesareti olmazdı sevmeye…

Kimisi bilmezdi sarılmayı, kendi gibi olmayana, kendinden olmayana.

Görünürde, hep biat edeni kucaklamaktı sevap diye bildikleri ve kendine aitti duaları…

Oysaki sevmeyince, sarılmayınca, kucaklamayınca giderek çoğalıyordu günahları ilahların.

Ve o zaman günahlarını bastırmak için yeni kurbanlar arıyorlardı kendilerine.

Öyle kurbanlar olmalıydı ki bunlar, Cizre’nin yıkılmış bodrumlarının yanık insan cesetlerinden mürekkep kalıntılarda bir daha kemik parçacıkları aramasınlar. Yeni Cizre, yeni Nusaybin, yeni Yüksekova ve Şırnak raporları yazamasınlar.

Öyle kurbanlar olmalıydı ki bunlar, bastırılmaya çalışılan özgür düşünce etkinliklerine yeni bir ses, yeni bir nefes olamasınlar…

Ve öyle kurbanlar olmalıydı ki, bir daha hadsiz, hesapsız, sınırsız haber yapamasınlar; kentleri başlarına yıkılan insanların çığlığını dünya âleme yayamasınlar...

Günahları öylesine birdenbire, öylesine hızlı çoğalıyordu ki, beklemeye bile tahammülü olmuyordu artık ilahların.

Arıyor ve yeni kurbanlarını buluyorlardı hemen...

Türkçe bilmiyordu

Kod adı Sisi'ydi.

Ülkenin, en büyük resmi haber ajansının bültenlerinde böyle geçiyordu adı.

Bir süredir mahpustu.

Akciğerlerinde ödem, kulaklarında ağır işitme kaybı vardı.

Dün duruşması oldu.

Gerçek adı mı?

Sise Bingöl'dü.

Yetmiş yedi yaşındaydı Sise Nine.

Türkçe bilmiyordu.

Bilinmeyen bir dilden söylüyordu sözlerini…

Böyle takdir buyurdu ilahlar

Ajanslar, dünyanın en yaşlı kadın teröristi kategorisinde gördü onu.

Mahkemede, Zazaca bilen bir tercüman eşliğinde alındı ifadesi.

Konuşurken, çok uzaklarda bir noktaya bakıyordu gözleri.

Masal anlatır gibiydi sanki; sessiz, tane tane, yumuşacık akıyordu kelimeler dudaklarından; esirgemeden söylüyordu sözlerini…

Tutuksuz olarak yargılanmasına karar verildi.

Acaba kaçar mıydı? 

Kim bilir...

Yurt dışına çıkış yasağı konuldu hemen!

Böyle takdir buyurdu ilahlar.

Kod adı Sisi'ydi.


http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kod-adi-sisi,14892

12 Haziran 2016 Pazar

Masumiyetin çocukları

Yusuf Nazım
T24 | 12.06.2016


Haziran günleriydi.
Tarih, yüzyılımızın bu topraklardaki, belki de en büyük toplumsal hareketinin adını yazmakla meşguldü sayfalarına.
İstanbul’da, Gezi Parkı’nda bir ağaç yerinden sökülmüş, ülkede ve dünyada yer yerinden oynamıştı.
Tarihimize Gezi Parkı Direnişi olarak geçti.


Öyle çok şeyin adıydı ki Gezi…
Her şeyden önce nice zamandır kaybettiğimiz umuttu, sevinçti, heyecandı.
Karanlıktan fışkıran bir ışıktı o.
Belki de bizim küçük Paris Komünü’müzdü.
Hayalleri çalınmış, geleceği çürütülmüş, umudunu yitirmiş bir ülkenin üzerinde, bir anda parlayıp sönen güneşti sanki.
İşte bu güneşten püsküren sihirli bir ışığa benziyordu.
Cümlemizin gözümüzü kamaştıran, kalabalıkları peşine takıp da sürükleyen…

Haziran hüzünle gelirdi çoğu zaman

Önce gözümüzü kamaştırdı bu ışık, sonra dünyamızı aydınlatmaya başladı.
Oysaki ışığa tahammülü yoktu karanlığın.
Bu yüzden, bir yandan dalga dalga yayılırken aydınlık, korkusu da giderek büyüdü karanlığın. Büyüdü, büyüdükçe zalimleşti.

Bilirdik, haziran hüzünle gelirdi çoğu zaman.
Ve bazen haziranda ölümün yüzü, ölümden de beter çirkin olurdu.
Derken, ölüm haberleri gelmeye başladı dört yandan.


Ölümün güncesi 1 Haziran’ı gösteriyordu; adresi Ankara, yeri Kızılay’dı.
Keskin bir direnişin uğultusu yayılmıştı Ankara’nın caddelerine.
Kalabalığın ortasında bir polis hışımla silahına davranıyor, Ethem Sarısülük’ün kafasını parçalayarak yazıyordu destanını.
Gülüşleri soluyordu gözlerinde Ethem’in, yığılıp kalıyordu yere…

Haziran’da beklemesi yoktu ölümün.
Tarihin sayfaları bir gün daha dönüyor, 2 Haziran 2013’ü gösteriyordu.
Eskişehir’de sinsi bir ölüme doğru ağır ağır yol alıyordu zaman.
Polisler yeni bir destan yazmak üzere ara sokaklara dalıyor, genç bir üniversite öğrencisini karanlık, izbe bir köşede kıstırıyordu.
Karanlık ölüm kokuyordu yine.
Beyni jöleli, ağzı salyalı bir güruh polislere beraber, on dokuz yaşındaki genci, kafasına vura vura linç ediyorlardı.  
Ölüm ne kadar da ağırdı Eskişehir’de. Ne kadar zalim ve inanılmazdı karanlık bir sokağın birinde, Ali İsmail’in kısılmış nefesinde…

Sabırsızdı haziranda ölüm

Gece yeni bir güne evrilirken, ülkenin sokakları Gezi diye inliyordu.
Tarihin yaprakları 3 Haziran’da durmuştu. Bu sefer Mehmet Ayvalıtaş’ın ölüm haberi düşmüştü sokaklara. Mehmet, Ümraniye’deki gösteriler sırasında, üzerine sürülen bir araç tarafından ezilerek öldürülmüştü.


Haziran kanamaya başlamıştı bir kez daha.
Haziran kanamıştı bir yanından, kanadıkça kanıyordu.
Ve Haziran’ın kanayan bir yanında, bir güne iki ölüm birden sığıyordu.
Hatay’ın gaza ve zehire boğulmuş bir sokağında yeni bir ölümü tarifliyordu zaman. Mehmet Ayvalıtaş’ın öldüğü gün, ülkenin başka bir yanında, başka bir kentinde, Abdullah Cömert’in başından kurşunla vurulmuş bedeni soğuyordu yavaş yavaş, kuru bir asfaltın üzerinde.


Belli ki korkusu giderek büyüyordu karanlığın; büyüyor ve büyüdükçe daha çok kan kokuyordu.

Tarihin yaprakları 16 Haziran’daydı şimdi.
Karanlık, ekmek almaya giden bir çocuğun can evinde büyüyordu.
Kaşları karaydı, gözleri karaydı; bakışları aydınlıktı ama; aydınlık ve çocuktu.
Adı Berkin Elvan olan bir çocuktu.
Bu sefer, göz yaşartıcı gaz kapsülü kılığına giriyordu ölüm.
On dört yaşında bir çocuğu vuruyor, on beş yaşında soluksuz kılıyordu...

Bir kez büyümüştü karanlık, büyümüş ve kokmuştu, can almaya doymuyordu. Sokaklar, parklar, kaldırımlar… Hep kan kokuyordu artık! Kan kokuyordu meydanlar; evler, yollar, camiler…

Ve karanlık kirli yüzünü, 20 Haziran’da yeni bir kente doğru dönüyordu. Bu kez, Mersin’in gaza boğulan sokaklarında ölümün adı Mehmet, soyadı İstif oluyordu.

Ne kadar da sabırsızdı Haziranda ölüm, ne kadar da aceleciydi.
Sesi yine gür çıkıyordu; Haziran’ın yirmi sekizinde, Diyarbakır’ın Lice’sinde. On dokuz yaşındaki Medeni Yıldırım’ın başında bir asker mermisiydi şimdi ölüm!

Haziran bitiyordu yavaş yavaş. Ülkenin sokaklarında hala bir direnişti Gezi. Temmuz da, Ağustos da tıpkı Haziran gibiydi, direniyordu. Direniyor ve evlatlarını bir bir vermeye devam ediyordu karanlığa.

Ölüm kokuluydu bu karanlık, isliydi, kan bulaşmıştı.

Hatay’da yazılacak son bir destanın tarihiydi şimdi dokuz Eylül. Yirmi iki yaşındaki Ahmet Atakan’ın adıydı o. Armutlu Mahallesi'nin Gündüz Caddesi’nde apansız gelen bir ölümün unvanıydı…

Çocuk gülüşleri vardı yüzlerinde

Adı Gezi’ydi.
İstanbul’da, Gezi Parkı’nda bir ağaç yerinden sökülmüş, ülkede ve dünyada yer yerinden oynamıştı.
Gezi’nin en güzel günleriydi, mayısta, haziranda bizim olan.
Biraz da gidenlerin iziydi içimizde kalan.
Her biri, hayatı çekincesiz, pırıl pırıl bakışlarında taşıyan genç insanların adıydı.
Kolları dövmeli, kulakları küpeli, yüzleri maskeliydi; müzikle, dansla, mizahla direnen; muzip, sevecen, karıncayı bile incitmeyen…

Hep güzel şeylere dairdi beklentileri.
Hep güzel şeyler olsun istemiştiler bu hayattan.
Hepsi çatal civan delikanlı, hepsi yakışıklı, güzel, kız kızandılar.
Üstümüzdeki bu zalim karanlığa çekincesiz meydan okumuştular.
Yaşasaydılar eğer, onların da hayalleri olacaktı.
Tıpkı bizim gibi hayalleri…
Bir de hayallerini süsleyen Gezi Parkı’na sığmayan umutları.

Ama olmadı, gittiler!
Hepsinin çocuk gülüşleri vardı yüzlerinde, Vandetta maskeleriyle gizlenen.
Gezi’nin en güzel yüzleri, masumiyetin çocuklarıydı onlar.
Sorsan, zaten yaralıydılar.
Çocuk gülüşlerini bırakarak gittiler...


* Gezi’nin güzel çocuklarının anısına 

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/masumiyetin-cocuklari,14779


8 Haziran 2016 Çarşamba

Gezi'nin masumiyeti

Yusuf Nazım
T24 | 31 Mayıs 2016


Bir süredir yeni bir sözcüğün adıydı lügatimizde Gezi.

Hiç beklenmedik bir anda hayatımıza giren, düşlerimize umut olan, apansız çekip giden.

2013 yılı Haziran’ının hayatlarımıza bıraktığı eşsiz bir armağanın adıydı o.

Mayıs denince hep kanamalı olurdu; işte yine, Kiraz Zamanı gibi kanamıştı hüzün...

Peşinden koşup da bir türlü yetişemediğimiz o görkemli baharın habercisi gibiydi Gezi; düşleyip de bir türlü sahip olamadığımız, susuz kalıp kana kana içemediğimiz, müjdesini bekleyip sevinemediğimiz; henüz yaşanmamış bir aşk, bitirilmemiş bir serüvendi o.

Hayatlarımızda hep var olan bir hayalin, bir anda parlayıp sönmesi gibiydi o. Gelişi, göğü tutuşturmak üzere peşinden koştuğumuz bir heyecana benziyordu. Büyük ateşler yakmak uğruna yaşayamadığımız çocukluğumuz, âşık olmaya bile zaman bulamadığımız gençliğimiz, en çok da özlemlerimizdi bizim Gezi.

Çölün ortasında fışkıran berrak bir su gibiydi o; yüreklere şırıl şırıl akan bir dere, dağların sarp yamaçlarından gürül gürül çağlayan bir şelale, denizi özleyen bir nehirdi Gezi.

Düşlerimizin kısa bir özeti gibiydi


Kayıkhaneleri yok edilmiş, silüeti çizik, tepeleri tarumar,; sırça köşkler sarmış her yanını, sırtından bıçaklanmış, kurtlar sofrasında bir şehrin çığlığıydı o.

Çoktandır unutulmaya yüz tutmuş bir düşün, ruhumuzda taze bir filiz gibi uç vermesiydi Gezi. Bundan böyle, umut denildiğinde yüreğimizde kıpırdayacak şeyin adıydı o. Nice hayaller kurmuş, nice fırtınalara göğüs germiş, nice ateşlerde yanmış bir kuşağın yeniden yazılmaya başlayan hikâyesi gibiydi.

Gezi’de yaşananlar düşlerimizin kısa bir özetiydi sanki.

Bir şehrin karanlık, izbe sokaklarının bali koklayan, esrar içen, tiner çeken çocuklarıydı o… Direnişle birlikte yaşadıklarını fark eden, barikatlarda direnişçilerle kol kola duran; abla, dayı, anacığım diyen, baba diye seslenen; güvenilen, sevilen, değer gören… Direniş yenilip de herkes evlerine çekildiğinde yetimler gibi ortalıkta yapayalnız, boynu bükük kalan Civan’ıydı sokakların Gezi; Ziya’sıydı, Rizgar’ıydı, Zülfikar’ıydı…

Hayalleri futbol sahalarına hapsolmuş “apolitik” taraftar gruplarının Barbaros Bulvarı’nda kahramanca direnişiydi Gezi.

Taksim’in soluk alınacak son parkının adıydı o. Sökülmüş ağaçları yeniden dikmek üzere Taksim’e koşarken, bir cehennem ateşinin ortasında kalan Rizeli Mükerrem Amca’nın, göğsünü açıp polislere “vurun beni!” diyen haykırışıydı o.

Gezi’nin masumiyeti, hayatında hiç eyleme katılmamış küçük oğlumun, Taksim’deki kalabalığa yetişmek üzere çantasına limonu, solüsyonu, gaz maskesini tıkıştırırken “yanına biraz da para al oğlum” diyen annesine, “saçmalama anne, orada para geçmiyor” diyen hiç kirlenmemiş masumiyetiydi.

Gençlere, barikatta kol kanat germeye çalışan yaşlı 68’linin babacanlığıydı; onu “dayı sen gel, biz gerekeni yaparız” diye kolundan çekiştirip arkalara götüren delikanlının özgecanlığıydı… Ciğerleri gazdan pare pare olmuş bir gencin, yüzünde ince bir tebessümle, az önce hayatı kendine zehir etmeye çalışan zırhlı, coplu, kalkanlı polislerin yüzüne dikilerek inadına kitap okumasıydı Gezi.

Öfkeden gözü dönmüş, üzerine gaz püskürten polislere, ısrarla karanfil uzatan kadının inatçı sevgisi; çiçeği burnunda üniversiteli gencin zehir ve duman bulutu içinde akordeon çalması, on beşinde ekmek almaya giderken karakaşlı, kara gözlü bir çocuğun bir kuş gibi yığılıp kalmasıydı...

Bir Türk’ün bir Kürt’ü ilk defa sevmesi gibi


Daha sayamadığım öyle çok şeydi ki Gezi. Yüz yıllık tarihimizde, gelecek kuşaklara kalacak en değerli mirasımızdı o.

Yeni bir umudun yüreklere serpilen kokusu, düşlerde parıldayan rengi, Gezi Parkı’nda yeşermiş haliydi o.

Yeni doğan güneşin, ışığa hasret kalmış bir çiçeğin özüne ilk defa dokunması gibiydi; kelebek kanadında açmış binlerce çiçeğin bir araya gelmesi, bir Türk’ün bir Kürd’ü ilk defa sevmesi gibiydi Gezi.

Ezan sesiyle kutsanmış; ahlakla, vicdanla, dualarla kazanılmış değerlerin; Kabataş’ta bayağı bir yalana kurban edilmesi, bir ülkenin yaralı vicdanının Dolmabahçe’de bir camide acımasızca kirletilmesiydi… 

Gaz bombaları arasında gitar çalan bir çocuğun bakışlarındaki heyecan, gözlerindeki umut, kalbindeki direnişti.

Sığındığı belediye otobüsünde küçük bir kız çocuğunun, “baba, polis amcalar bize niye gaz sıkıyor” diyerek gözyaşları içinde kalmasıydı Gezi.

Gezi Günleri boyunca, genç kadın doktorun yardımcısı gibi çalışan, yaralılara ilaç verip bandaj takan, her gün direnişçilerle yatıp kalkan, on sekizindeki tinerci gencin, direnişin kırıldığı gün hüngür hüngür ağlamasıydı. Yüzünü, göğsüne gömdüğü kadın doktordan “abla, yanınızda ilk defa kendimi insan gibi hissettim” deyip hıçkırıklara boğularak ayrılmasıydı.

Baharda yaşanan bir aşk gibiydi o, gelecek güzel günlerden alınmış bir avans, ölümle yapılan bir dans gibiydi Gezi.

Yıllardır yalanla, kinle, nefretle beslenmiş; başka bir dilde konuşan, başka bir biçimde düşünen, başka bir tutkuyla seven insanların ilk defa bir araya gelmesiydi; bir araya gelmesi ve hiç olmadık şekilde birbirini sevmesiydi. Yıllardır birbirini düşman gören Türk’le Kürt’ün, ateş altında ele ele vermesiydi Gezi. Bir çocuk kalbi gibi temiz, suyunu arayan bir ağaç kadar masumdu o.

Elinde taşıdığı iki şişe sütle yaşlı bir ninenin, “oğlum göze iyi gelirmiş” diyerek kalabalığın arasında oradan oraya sekmesiydi Gezi.

Hayalleri yorulmuş bir kuşağın izi vardı onda. Çünkü umut vardı onda; çocuklarımızın özlediği savaşsız, sömürüsüz bir hayat vardı. Bizim de özlediğimiz yarınlarımız vardı; aşk vardı, sevgi vardı, yedi veren güllerinin kokusu, rengi vardı.

Gezi’nin masumiyeti bir ülkenin masumiyeti gibiydi


Gezi’nin masumiyeti, her türlü gaza ve zehire karşı gençlerin sevgiden, aşktan ve danstan ibaret direnişiydi.

Gezi demek, yaraları açık kalmış, sevinçleri yasaklanmış, umutları çalınmış gençliğimiz demekti; düşleri hep yarım kalmış, hep üşümüş, hep bastırılmış, hep ötekileştirilmiş ülkemin onurlu bir yaşamı arayışıydı Gezi. 

Gezi demek, sevince derin bir aşkla sevmenin, gülünce ağız dolusu gülmenin; paylaşmanın, dayanışmanın, el ele vermenin; en az insan kadar ağacın, ağaç kadar ormanın, orman kadar parkın; mavinin, sarının, yeşilin; aç kalan, üşüyen, tiner çeken çocukların; toprağa suya, yaprağa hasret kalmasının; börtünün, böceğin ve çiçeğin cümlesiydi.

Gezi’nin masumiyeti, bir ülkenin masumiyeti gibiydi.

Hepimize yurt olan bu topraklarda billur bir ay ışığı gibi parlayan cümle renklerin, cümle seslerin, cümle ahenklerin bir araya gelme cesaretiydi Gezi.

Gezi’nin masumiyeti, hepimizin masumiyetiydi…


https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/gezinin-masumiyeti,14688