11 Ekim 2019 Cuma

Yusuf Nazım
T24 | 11 Ekim 2019


Kürtleri sabun yapmalı!

Konuşurken, arkadaşım söyledi bunu!

Ordumuz komşunun topraklarına girince, telefonda dertleşiyorduk:

“Bir türlü çözemediler şu sorunu. En iyisi kökünden halletmek için Kürtleri sabun yapmalı!” deyiverdi.

İyi fikir, neden olmasın, dedim kendi kendime.

Bir türlü kurtulamadık bu Kürtlerden.

Çözemedik gitti şu problemi.

Dünya aya gitti, kimisi yıldızlara göz dikti, kimi de kara deliğin fotoğrafını çekti.

Bizse, hala Kürtlerle uğraşmaktayız.

Ne hastane, okul derdi çocukların, ne emeklilikte yaşa takılanlar, ne bir türlü atanamayan öğretmenler, ne de ömür boyu işsizlik…

Hadi geçtik, eve ekmek götüremediği için sokakta kendini yakanları…

Hadi geçtik bir çırpıda, yan gelip yatıp, servetine servet katanları…

Hadi geçtik bir gecede kanun hükmünde işsiz kalanları…

Bu Kürtler yok mu, bu Kürtler!

Cümle sorunlarımızın baş müsebbibi bunlar! En hassas yerimizde hep çıbanbaşı, bütün çözülmedik problemlerimizin atası…

Çünkü adamlar aksi!

Ne koysan önlerine, beğenmiyorlar!

Etle tırnağız diyoruz, tırnak battı diyorlar!

Anayasada eşitlik var diyoruz, inanmıyorlar…

Kendi dillerinde televizyon kanalları açıyoruz, burun büküyorlar.

Kısaca haylaz, yola gelmez bir çocuk gibiler yani.

Dövsen, arlanmıyorlar.

Kovsan, anlamıyorlar.

Yasak getirsen demokrasi, hapse atsan özgürlük istiyorlar!

Evlerini yıksan, köye göç ediyor; köylerini yaksan, şehre geliyorlar…

Üstelik mütemadiyen de çoğalıyorlar…

1937-38’lerde Dersim’in mağaralarında zehirledik bunları, bitmediler; dağlarda, ovalarda tepeledik, tükenmediler…

Geride kalanlar için özel kanun çıkardık “Şark Islahat Planı” diye. Aydın’a, Ankara’ya, Bursa’ya, daha farklı farklı yerlere dağıttık, yine de ıslah olmadılar!

80’lerde, “Kürt” değil, “kart, kırt” dedik sıfatlarına, yok saydık cümlesini. 12 Eylül darbesiydi, biraz ileri gittik belki, ne kendileri inandı, ne dünya kandı…

Doksanlarda, bir köyde sıraya dizdik; affedersiniz bok yedirdik, yine uslanmadılar.

İçimizden, en akıllı olanlardan biri çıktı, “balığı yakalamak için denizi kurutmayı” önerdi…

Denmekten bir şey çıkmazdı, denedik!

90’larda resmi rakamlarla 3000’e yakın köyü, yaktık, yıktık, boşalttık.

Ne deniz kurudu, ne balık yakalandı!

Sonra, başka bir akıllımız çıktı, “dağda silahla dolaşmaktansa, ovada siyaset yapın” dedi.

Yaptılar!

Bazıları parti kurup meclise girdiler, siyaset yapmaya başladılar.

Lakin çok geçmedi, mecliste de rahat durmadılar. Dillerine pelesenk ettiler, illa da Kürtçe konuşacağız, dediler!

Enselerinden tutup hapse tıktık hemen hepsini!

*  *  *
  
14 Mayıs 2018, İsrail saldırısında ölen Filistinli Fadi Ebu  Salah
Peki, çözdük mü sorunumuzu?

Ne mümkün!

Hem adamlar çoğaldı, hem de sorunlarımız. Üstelik hem kendi ülkemizde, hem de İran’da, Irak’da, Suriye’de…

2014 yılıydı, eli silahlı, siyah bayraklı, cübbeli, sakallı adamlar peydahlandı komşuda, hemen yanı başımızda. Bir anda paldır küldür dayandılar sınırlarımıza.

Gelgelelim “akılları biraz karışık” tı. “Biraz heyecanlı, öfkeli çocuklar” dı bunlar.

Öfkelerine yenilip, camileri, kiliseleri havaya uçurmaya başladılar. Önlerine çıkan Alevi’nin, Ezidi’nin, Hırıstiyan’ın kafasını kestiler, kılıçtan geçirdiler. Kadınları köle, çocukları eş yaptılar kendilerine.

Hiç kimse geçemedi önlerine…

Komşularda bir bir ele geçirdiler şehirleri: Sincar, Musul, Rakka, Serkaniye, Resulayn, Tel Abyad… Derken “ha düştü düşecek Kabani.” Neredeyse ramak kalmıştı Emevi Camii’nde namaz kılmamıza…

Sonra, ne olduysa Kürtler çıktı meydana!

Birden bire ne görelim? Güney sınırlarımızdaki “öfkeli çocuklar” gitti, Kürtler geldi yerine… Tabii tek başına değil, arkasında “dış güçler!

Peki, oldu mu böyle?

Tabii ki olmadı!

İçerdekiler barış, demokrasi, özgürlük ister de, dışardakiler boş durur mu, kim bilir ne ister?

Elbette ki önlem alınmalıydı!

Sınırımızda potansiyel bir tehdit, bir terörist bölge oluşumuna izin vermek mi?

Asla!

Kim razı olabilir böyle bir tehdite?

Örneğin İsrail?

Razı olmuş muydu sınırlarını kuşatan Filistin tehdidine?

Her fırsatta, uçaklar uçurup bombalar yağdırmamış mıydı tepelerine? Adım adım işgal edip Filistinli teröristlerin topraklarını, avuç içi kadar Gazze Şeridi’ne hapsetmemiş miydi onları?

Alın size ABD!

Yanı başındaki komünist çıbanbaşı Küba’yı yıkmak, Nikaragua’daki Sandinist rejimi alaşağı etmek, burnunun dibindeki Bolivarcı Venezüella yönetimine haddini bildirmek için elinden geleni ardına koymamış mıydı?

Hadi geçtik bütün bunları. ABD’ye kafa tutan Libya’nın gemilerini Sirte Körfezi’nde helak etmemiş miydi? Ya kimyasal silahlar saklayan Irak’ı? 1 milyon Iraklının ölümünü göze alıp yerle bir etmemiş miydi?

ABD'nin 2015'te vurduğu ve 42 kişinin öldüğü Afganistan'ın Kunduz kentindeki
Sınır Tanımayan Doktalara ait hastane
Avrupa’nın koskoca medeni ülkeleri, ABD ve Türkiye ile birlikte, demokrasi götürmek için, Libya’yanın çöllerinde Kaddafi’nin kellesini almamış mıydı?

Peki ya Afganistan ve Somali’deki ABD’nin “önleyici vuruşları” na ne demeli? Hakkı değil miydi, binlerce km ötedeki dağları, tepeleri bombalamak?

Bitti mi peki bütün sorunları

Bitmedi!

Ne Filistin sorunu kökünden halledildi, ne savaşlar sona erdi, ne de dünyaya daha çok özgürlük ve demokrasi geldi.

Şimdi, aynı kısır döngünün tekrarındayız.

Sanki bir dejavu yaşıyoruz.

Bu sefer talimat büyük yerden.

Rap rap, boncuk gibi dizildik peşine.

İçerde tüketemediğimiz Kürtleri, komşunun topraklarında kovalamaya başladık bile.

Kırk yıldır savaştık, şehit olduk; kırk yıldır dövdük kendi dağlarımızı; yaktık köylerimizi, yıktık şehirlerimizi, kuruttuk denizlerimizi.

Çözdük mü sorunu?

Çözemedik!

Tükendi mi Kürtler?

Tükenmedi!

Adamlar inatçı, adamlar vazgeçmiyor bir türlü!

Durmadan demokrasi, bıkmadan eşitlik, yılmadan özgürlük istiyorlar!

Anadilde eğitim, kadın hakkı, söz hakkı, özyönetim hakkı istiyorlar. Hiçbir şey istemeseler, bu sefer barış istiyorlar.

İstemekten de bir türlü vazgeçmiyorlar.

*  *  *

Ah bu Kürtler ah!

Neredeyse yarım yüzyıl oldu, olacak, hemen her yol denendi.

Bir türlü uslanmadılar.

Bence, artık yeni bir şeyler denenmeli.

Hepsini toplayıp Mars’a göndersek, mümkünü yok, olmaz!

Belki de, İsrail’in yaptığı gibi Kürtler için, çevresi yüksek duvarlarla çevrili, Hebron Kampı gibi kamplar kurmalı.

Üstelik 1937-38’lerde Tunceli’de olduğu gibi Kürtleri, ülkenin dört bir yanına dağıtarak değil…

Tam tersi, ülkenin her tarafındaki Kürtleri vagonlara doldurup bu kamplara taşımalı…

Sonrası mı?

Sonrasında seçenek çok;

Bu çağda söylemesi belki ayıp, anadan üryan soyup gaz odalarına mı sokmalı?

Hangi gaz daha ucuz, hangi gaz daha etkili, bilimsel tespitler dahi yapılmalı…

Olmadı, gaz odaları yetmedi, belki de krematoryumlarda yakmalı…

Yok yok, bu böyle olmayacak; maliyet denklik hesabı da yapmalı.

En iyisi, arkadaşımın dediği:

Bu işi kökünden halletmeli:

Kürtleri sabun yapmalı!


7 Ekim 2019 Pazartesi

Küçük işler, sade vatandaş ve büyük devlet adamları

Yusuf Nazım
T24 | 5 Ağustos 2019


Geçenlerde birden bire ortalığa döküldü.

Büyük devlet adamlarına tek maaş yetmez, 4-5 maaş birden girermiş evlerine.

Tanıdık geldi. Lakin yine de zülfü yâre dokunmuş olmalı. Devletin şürekâsından sonradan eylenen sözler, üstüne bir güzel tuz biber ekti.

Neymiş efendim, birileri “devlet görevlileri, milletvekilleri, onların maaşlarını” kasıtlı olarak konu ederlermiş.

Neymiş efendim onlar, gerçekte “dolgun ücretli” sayılmayacak, milletimizin “kabiliyetli bireyleriymiş.

İsteselermiş “burjuvazinin yönettiği ulus ötesi şirketler gibi yapılarda aynı hizmetin karşılığında onlarca kat fazla gelir temin edebilirlermiş.”

Neymiş efendim, bunun yerine, “devlet hizmetine talip olarak büyük fedakârlık gösterirlermiş.”   

Tek maaşla karınları doymaz  

Kim bilmez, kolay değildir devlet adamlığı; zor iştir, fedakârlık ister.

Tek maaşla karınları doymaz devlet adamlarının. Bu yüzden ki devletin bir kaç şirketinde birden, yönetim kurulunda yazılı olur adları.

Pek tabii ki özel makam araçları olabilir onların, özel makam şoförleri de... Devlet adamları ne yerler, ne içerler, nerelerde gezerler, sorgu sual edilmesi şık olmaz.

Kimi zaman kazara bulaşır dilleri, sorgulanmazlar. Kimi zaman tetik çeker elleri, yargılanmazlar…

Besmeleyle almışsa eğer rüşvetini, hayırlara vesiledir, sorun falan olmaz. 

Çünkü büyük maharettir büyük devlet adamlığı.

Yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarındadır.

Köşklere, saraylara layıktır büyük devlet adamları. Oruçlarını ruy-i derya ile, ejder suyu ile açar, ağaç dikmeye yeşil halı üzerinden yürüyerek giderler.

Nevi şahıslarına münhasırdır onlar, üniversitede 16 makama birden vekil tayin ederler kendilerini; yeğene, baldıza, enişteye arka çıkmakla kalmaz, cümle akraba-i taallukata makam, mevkii dağıtırlar büyük devlet adamları.

Doğuştan büyük işler için hazırlanmıştır elleri. İki kişi çalışır, dört maaş birden alırlar, kuşku yok Tanrı vergisidir hünerleri.

Onlar ki, asla basit düşünmezler, küçük küçük işlerle ilgilenmezler. Hep büyük büyük işler kotarmakla meşguldürler. Bu yüzden okullara, parklara ve bahçelere verilir adları.

Devlet adamlığı zor iştir vesselam.

Çoğu zaman, özel harcırahları olur büyük devlet adamlarının; özel mevkilerde özel görevleri, örtülü-örtüsüz ödenekleri. Diledikleri gibi harcar, ölçü, sınır tanımazlar. Sokaklarda, konvoylar eşliğinde dolaşır, itibardan tasarrufu yapmazlar.

Kimi zaman özel plajları vardır onların; otelleri, uçakları, özel restoranları. Kayyımla gelirseler eğer görevlerine, derhal fiyakalı makam odaları yaparlar kendilerine; şatafatlı banyolar, gösterişli tuvaletler...

Şehitlik nutukları çeker, ama şehit olmazlar

Büyük devlet adamlığı…

Ne diyeyim, işte böyle büyük bir mevkii… O kadar yüksek ve önemli ki, aileye bile sirayet eder büyüklüğü.

Öyle az buz değil hani, kabiliyeti kendindendir ailenin bütün bireyleri. Üstelik babadan oğula geçer cümle kabiliyetleri. Hal, tavır ip cambazı gibi kıvrak, zekâları parlak, sırtlarıysa, devletin sağlam bir yerine dayalıdır muhakkak.

Büyük devlet adamlarının da çocukları, tıpkı büyük devlet adamları gibidirler. Onlar da babaları gibi, büyük işler peşinde, büyük işler çevirirler.

Şehitlik nutukları çeker, ama asla şehit olmazlar. Asker ocağını, yan gelip yatmak yeri olarak görmezler. Üstelik öyle askerlikle falan da vakit öldürmezler. Büyük devlet adamlarının büyük küçük çocukları, büyük büyük vakıflar kurar, büyük büyük  dernekler yönetirler. Yanlış anlamayın, eğitime hizmet etmektir biricik gayeleri. 

Trafikte, camide, cemaatte hep ayrıcalıklıdırlar. Özel okullarda okur, özel dersler alır, kimileri 20 kusurunda, devamsızlıkla bitirir üniversiteyi. Öylesine meşguldürler ki, tezlerini bile başkaları yazar, atamayla bir çırpıda yüksek mevkilere gelir, liyakatle falan vakit geçirmezler. Devletin ve milletin ali menfaatlerinden başka gayeleri yoktur. Bu yüzden, her daim yüksek mertebeli görevlere talip olur, yükseldikçe yükselirler.

Büyük devlet adamlarının, kimi zaman daha daha zeki çocukları olur; daha büyük şirketleri, holdingleri yönetmeye layıktırlar onlar. Gözden ırak ülkelerde offshore hesapları açar, gemi filolarıyla milletin menfaatine ticaret yaparlar.

Dert bulur, derman bulamaz sade vatandaş

Sade vatandaşa gelince…

Şanslıysa üniversiteye girer, girerse güçlükle bitirir sade vatandaş. Bitirse iş bulamaz, bulsa mesleğini yapamaz. Yapsa, bakmışsın bir gece işsiz kalır sade vatandaş. Onun için kanunlar çıkarır, kararnameler yayınlar büyük devlet adamları.

Hep olağan şüphelidir sade vatandaş. Devlet baba sıkışınca, en önce o işinden, ekmeğinden olur.

Bazen hapse girer, hücrede yatar; kalbi sıkışır, canından olur, ancak öldükten sonra gelir adalet.

Bazen işinden  olur, aç kalır, çoluğuna çocuğuna ekmek götüremez sade vatandaş.

Borç alır bankalardan geri ödeyemez. Yargıçlar düşer peşine, polisler, avukatlar, celpler. Limon satsa zabıta düşer peşine. Çocukları aç kalsa, cam kırsa, baklava çalsa, devlet düşer peşine; adalet mülkün temelidir ne de olsa…

Hasta olur sade vatandaş, tedavi olmak için yol parası bulamaz. Günlerce aç kalır, onurludur kimselere söyleyemez. Çocuklarının okul masrafları, kabaran borç defteri, kredi kartı, kesilen elektrik ve su; her daim dert bulur, derman bulamaz.

Kanser olur, ilaç parası bulamaz. Hatırlı bir devlet adamına rastlarsa eğer bir sokakta, malum büyük devlet adamıdır, çıkarır cep harçlığı verir ona, midesi bulanır, kusamaz! 

Böylece anlaşılır, en iyi ölmesini bilir, en iyi ölmek yakışır sade vatandaşa.

Sıtkı sıyrılır bir gün yaşamaktan. Ya bir köprüde bulur kendini, ya bir apartmanın tepesinde. Ya da elinde bir bidonla fırlar sokağa; “açım!” der, “aç!” Kimse duymaz sesini, bidonla benzini boca eder üzerine! Ya bir alev topu misali yanarken, ya da ince bir ipin ucunda sallanırken düşer manşetlere.

Dilimde anlaşılmaz sözcükler

İşte budur, sade vatandaşla büyük devlet adamlığı farkı.

Büyük işler, büyük devlet adamlarının harcı, küçük işlerse sade vatandaşın.

Büyük devlet adamı dediğin, tanesi 26.154 liradan fidanlar alır devlete, sade vatandaşın çocuğu şehit olmak için gider nöbete.

Açım, diye bağırır sade vatandaş, terör örgütleriyle mücadele diye söze girer büyük devlet adamları.

Bana iş, bana ekmek der sade vatandaş; ama bayrak der, şehit, der büyük devlet adamları.

Bir eve 4-5 maaş çok değil mi? Ama “kabiliyetli birey…” Biri adalet ister, diğeri ölümden sonra der.

Biri barış gelsin ister; diğeri, seni gidi terörist, kökü dışarda, vatan haini…

Özgürlük talep eder sade vatandaş, biber gazı salar üzerine devlet adamları; kolluk kuvvetleri, cop ve kalkan sesleri...

Patates, soğan niye böyle pahalı, diye sorar sade vatandaş; suçu faiz lobisine atar büyük devlet adamları; esnafa, manava, hal teröristine…

Gel gelelim, sade vatandaş ve büyük devlet adamları; her ikisi de aynı yurdun insanları.

Lakin anlaşılmaz şeyler bunlar, bilmem ki nasıl anlatmalı?

Velhasıl, bütün bunlar zor işler, belalı işler, akıl almaz işler.

Hele hele benim gibi sıradan bir yurttaş için, anlaması gayet güç işler.

Aklım, görmekle anlamanın arasında, kulaklarımda garip sesler, dilimde anlaşılmaz sözcükler.

Küçük işler, sade vatandaş, büyük devlet adamları.


https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kucuk-isler-sade-vatandas-ve-buyuk-devlet-adamlari,23342

5 Ekim 2019 Cumartesi

Tarih alkışladı onları

Yusuf Nazım
T24 | 5 Ekim 2019


Aykırı düşleri vardı onların.

Kendilerinden öte, ırak yıldızlara yakın.

Hep sevinçli bir telaş içindeydiler. Ne büyük şehirlerin ufuklarına, ne de henüz keşfedilmemiş ütopyalara sığardı hayalleri. Heyecanlarını ülkeden ülkeye taşımaya nasıl da hevesliydiler. 

Ağızlarında her dilden türküleri, yüzlerinde gülüş yığınakları eksik olmazdı.

Tutkularının peşinde serüvenden serüvene koşar, içine sığamadıkları bu dünyada, toplu iğnenin ucu kadar dahi olsa bir yer, kendilerine ait olsun istemezlerdi.

Tanrıların yeryüzüne sunduğu cehennemin ateşini söndürmek, cenneti bu dünyada yaratmaya dairdi ütopyaları. 

Kim bilir, belki de bu yüzdendi, hepsi de kötü muamele gören iyi çocuklardı.

*  *  *

Eylül hükmünü henüz yitirmiştir. 

2 Ekim’i 3 Ekim’e bağlamak için gece, nedense hiç de acele etmemiştir. 

Ankara serin ve endişelidir. İçine gömüldüğü derin uykusundan uyanma telaşındadır. 

Altında mavi kot pantolon, üzerinde koyu gri tişört olan genç adam, ayaklarını uzatmış, yerde oturur vaziyettedir. Başı yana düşmüş, gözleri kapalı, sırtı duvara dayalıdır. Soluk alıp veriyor mu, bir hırıltı çıkıyor mu, kirpiklerini kırpıştırıyor mu, anlaşılmaz.

Kollarında, tavandaki mazgal deliklerinden sızan sabah ışığının aydınlattığı yanık izleri vardır. 

Konya-Adana yolu üzerinde, uzaktan, yekpare bir kaya gibi görünen binanın bodrum katında; soğuk, nemli bir hücrede ölüm, var olmakla yok olmak arasındaki o incecik çizgide sabırsızca dolanmaktadır…

Tankların yolları kestiği günlerdir. 

Eylül zifiri bir karanlık gibi ülkenin üzerine çökmüştür.

Ordu anayasayı çiğnemiş, kendi halkına ve parlamentosuna karşı darbe yapmıştır!

Her tarafta ev baskınları, gözaltı ve tutuklamalar, sokağa çıkma yasakları hüküm sürmektedir.

*  *  *

Ağabeyisinin düğününde
1980 yılı, Ekim ayının ikisi. Saat 05.00 suları.

Ankara’da, Altındağ ilçesinin Telsizler Mahallesi’nde hummalı bir hareketlilik yaşanmaktadır. Dışı bordo beyaz badanalı bir apartmanın etrafı kuşatılmıştır.

Binanın merdivenlerinde koyu mavi gölgeler birbiriyle çarpışır. Namlular bir anda 3.kattaki evin kapısına dayanır. İçeride ikisi evli, diğer ikisi nişanlı dört kişi vardır.

Nişanlıların çiçekleri burnundadır henüz. Mayıs ayında, Altındağ’daki gecekondu mahallesindeki kız evinde yapılmıştır nişanları. Dönemin atmosferine uygun olarak, adeta miting havasında geçmiştir nişan merasimi.

Gelenler, nişan ya da evlilik hazırlıkları nedir bilmezler. Evdekilerin dördü de gözaltına alınır.

*  *  *
Eylül güzel bir mevsimin habercisidir.

Eylül, aynı zamanda bir karabasanın adıdır bizde. Bu toprakları yurt eyleyenlerin arkadan bıçaklanmış umudu, bir sonbahar vakti çalınmış geleceği, yarım kalmış düşleridir Eylül. 

Bir ülkenin sevinçlerinden yaralanmış çocukluğudur o.

Eylül bir var olmama halidir. Gidip de bir daha geri gelmeyecek olanın geride bıraktığı o doldurulmaz boşluğun adıdır.

Paranın, çeklerin ve hisse senetlerinin kirletemeyeceği, daha güzel bir dünya için devrimci düşler kuran o ay yüzlü çocukların, gülüşlerinden kopartılmış gençliğidir Eylül.

Yıllar yılı, soğuk taş kaldırımlarda, evlatlarını arayacak olan anaların, hiç dinmeyecek yürek sızısıdır o. 

Derin Araştırma Laboratuvarı

Laboratuvar sözcüğü bilimsel bir terimdir. Akla, ya sağlıkla ilgili tıbbi testlerin, ya da bilimsel deneylerin yapıldığı yerler gelir. Hastanelerde, sağlık kurumlarında, okul ve üniversitelerde laboratuvarlar vardır.

1970-80’li yıllarda Ankara’daki Emniyet Genel Müdürlüğü’nde de böyle bir laboratuvar kurulmuştu. Adı Derin Araştırma Laboratuvarı’ydı. Kısaca DAL denirdi ona. Burada, gözaltına alınanlar üzerinde, birbirinden ilginç, derin işkence teknikleri uygulanırdı…

Altındağ’da, 2 Ekim’de gözaltına alınanlar da, işte bu DAL denilen yere getirilir.

Bu sefer karşılarında, diğerlerinin yanı sıra, ikisi nişanlı, ikisi evli çift de vardır. Her iki çifte de, daha özel teknikler uygulamaktan geri kalmaz işkenceciler.

Derin Araştırma Laboratuvarı…

Kulaklara güzel gelen bir isim, değil mi? Kulağa güzel gelen şeyler, kimi zaman sağlığa iyi gelmez. DAL'da görev alan bir insan, insan olmaktan çıkar, hücreden hücreye dolaşan bir iblise dönüşür. Laz Fikri’nin adı fısıldanır koridorlarda. Onun iri, kıllı ellerinde büyüyen kötülüğe, diğer bütün işkenceciler ortak olur. Enver Göktürk, Ali Kemal Yazıcıoğlu, Serdar Kerem, Niyazi Porç bunlardan bazılarıdır…

Zemini ve koşulları bulduğunda insanın, nasıl bir canavara dönüştüğünün adeta kanıtıdır burada yaşananlar. Başkentin göbeğinde, resmi devlet aygıtının gözetiminde, soğuk, nemli hücrelerin duvarlarına bulaşan bu kötülük, oradaki bütün bedenlere, ruhlara acımasızca sızar...
              
İşkenceciler, işkence odasında nişanlı çifte, birbirlerinin çığlıklarını dinletmek isterler. Bunu hisseden nişanlılar, çektikleri olanca acıya rağmen dişlerini sıkar; ses çıkarmaz, inlemez, acılarını dışa vurmazlar. İşkencecilerin arzuları böylece kursaklarında kalmış olur..

.
*  *  *

Eylül karanlıktır kimi zaman.

Hüzünlüdür Eylül. Kendi ordusu, askeri, kolluğu tarafından ömürleri heder edilmiş bir gençliğin kalbinde, Eylül daha da hüzünlüdür.

Sonbaharın sarılığı yoktur onda. Ülkeyi kasıp kavuracak, geleceğini yok edecek bir vahşet rejiminin zifiri karanlığı vardır.

Bu yüzden ki, acıyla doludur Eylül, ağlamaklıdır, hep sızısı kalır yüreklerde.

Yıllar sonra, haramilerin sofrasına sunulacak bir ülkenin çaresizliğidir Eylül; dereleri, tepeleri yağmalanacak; ormanları, meraları yok edilecek; nehirleri kurutularak şehirleri talan edilecek bir ülkenin hiç dinmeyecek ağrısıdır o...

“Katiller! Hasan’ı öldürdünüz!”

Otopsi raporu
Erzurumlu polis Nizam’ın nöbeti vardır o gün. Sabah Ankara Emniyet Müdürlüğü’ne gelir. DAL gurubundaki polisler aralarında konuşmaktadırlar. Birinin öldüğünden bahsedilmektedir…

Nizam konuşulanlara kulak kabartır, ne olduğunu sorar. Açıklamak istemezler. Ölüm olayını ondan saklamaya çalışırlar. Oradakilerle tartışır Nizam. Önünde toplandıkları odanın kapısını hızla açar, içeri girer.


Duvarın önünde genç bir adam, sırtı duvara yaslanmış, oturur vaziyettedir. Başı yana düşmüş, gözleri kapalıdır. Altında mavi kot pantolon, üzerinde gri bir tişört vardır.
İşkencecilerden ikisi içeri girer. Yerdeki hareketsiz adamı, kollarından tutar, sürükleyerek dışarı çıkarırlar.

O sırada, gözleri bağlı bir kadın işkence odasına getirilmektedir. Adı Birgül’dür. Birgül, aralanan göz bağının altından, sürüklenmekte olan adamı görür. Mavi kot pantolonu, koyu gri renkli tişörtünden tanır onu. Nişanlısıdır! Yüreğinin derinlerinden, bir şeylerin kopup gittiğini hisseder… Sesi, kulakları paralayan bir çığlığa dönüşür, binanın koridorlarında dalga dalga yankılanır: 

“Katiller! Hasan’ı öldürdünüz! Hasan’ı öldürdünüz!”

Polis Nizam, Birgül’ün ailesini tanımaktadır. Memleketlisidir onların. Aynı gün Birgül’ün annesi Cemile’ye haber verir. Ona, Cemile Teyze diye hitap etmektedir. “Birgül’ün nişanlısını öldürmüşler, ailesine haber verin!” der.

*  *  *

Adana’da, Bayındırlık Müdürlüğü’nde bir telefon çalar. Arayan Birgül’ün ailesinden biridir. Ağabeyi Cabbar’a, Hasan’ın ölüm haberini ulaştırır.

Acı haber, Yeşilyuva Mahallesi’ndeki Hasan’ın evine bir ateş gibi düşer. Anneye, üzülmesin diye, “Hasan yaralanmış” denir. Anneyse inanmaz buna. “Yaralı olsaydı, arkadaşları haber vermezdi” der. Bir ana önsezisidir bu, dövünmeye başlar…

Baba Hüseyin’le birlikte aile, 4 Ekim sabahı Ankara Etlik’teki Gülhane Askeri Hastanesi’nin morgundadırlar. Baba Hüseyin ve ağabeyi Cabbar, açılan çarşafın altındaki Hasan’ın çıplak bedenine acılı gözlerle bakarlar. Vücudu morluklar, kesikler içindedir. Karnında, kollarında parça parça, tırmalanmış gibi yaralar vardır.

Polis Nizam da oradadır. Olayı bir kez de baba Hüseyin’e anlatır. “Ben olmasaydım cenazeyi bile bulamazdınız” der…

Alelacele hazırlanan otopsi raporu bile o kadar gayri ciddidir ki, Halkın Kurtuluşu grubuna karşı yapılan operasyondaki örgüt adı, raporda Dev-Yol olarak geçecektir.

*  *  *

Eylül düş bozumu demektir aynı zaman.


Eylül gelince, acı ve hüzün birlikte gelirdi. Sadece acı ve hüzün mü? Ölüm de gelirdi birlikte.

Gelince, ya 17’sinde sabahın ayazında, yağlı bir urganın ucunda; ya da 22’sinde kirli bir silahın namlusunda; veya 24’ünde işkencede gelirdi ölüm.

Eylül deyince, hayatları bir ütopya tarafından kuşatılmış neşeli, gencecik çocuklar gelirdi akla. Geceleri, gizli gizli buluşmalar yapan, gülünce ağız dolusu gülen çocuklar.

Aralarında esrarengiz şarkılar söyler, zulalarında şifreli pusulalar taşır, bağışlanması zor hayaller kurarlardı.

Tek suçları, hayat denilen kavgada erkenden başkaldırıp, çürümekte olan bir çağa meydan okumaktı.

Ne zamanki kendilerine biçilen kaderi değiştirmeye yeltendiler, zamanın günahkârları olarak tanrıların gazabına uğramakta gecikmediler.  

Aklımda gülümsemesi kaldı

Hasan Asker Özmen.

Hacettepe Üniversitesi Fizik Bölümü öğrencisiydi.

Babasına yazdığı son mektubunda, “Ben çok iyiyim, hiç merak etmeyin” diyordu. Altındağ’daki o evden alınarak işkencede katledilmeseydi, bir süre sonra evlenip belki de çoluk çocuğa karışacaktı. Kim bilir, bugünün bilim insanı, yufka yürekli şairi, ya da öğretmeni olacaktı…

Olmadı!

Hayat ona, yüzünden eksik etmediği gülümsemesini, bütün yaşamına paylaşacak yılları esirgedi.

Komiser yardımcısı Enver Göktürk, onu aldıkları gün “ya konuşursun, ya ölürsün!” demişti.

Konuşmadı!

Devletin kolluk güçlerince öldürüldü!

Sebze halinden aldığı kasa kasa meyveleri, sebzeleri, yoksul mahallelerin en yoksul evlerine dağıtan o iyilik meleği çocuk öldü!

Ankara Emniyeti’nde birlikte oldukları Kamber Ateş onu, “işkence sonrası her gördüğümde gülümsüyordu, aklımda gülümsemesi kaldı” diye anlatacaktı.

Alçakgönüllü, özverili, sabır dolu bir insandı. Onu tanıyan herkesin kalbinde taht kuran, çocukla çocuk olan; gururlu, alıngan, esprili; karıncayı dahi incitmeyen o çocuğu, ömrünün en ince dalından incittiler.

Onlar ki, kendi düşlerinin yalancısıydılar. Düşleri, isimlerinde kaldı çocukların.

Deniz koydular adını, devrim koydular, barış koydular; Hasan koydular adını. Koydular, lakin ismini koydukları yeğenine Hasan demeye bir türlü dilleri varamadı. Özgür diye çağırdılar onu...

Otopsi raporunda adı, “Kötü muamele sonucu öldüğü iddia edilen şahıs” olarak geçti.

Hayalinde bir çocuk gibi besleyip büyüttüğü o güzel dünyadan vazgeçmemek uğruna, gencecik ömrünü, 12 Eylül’ün işkence tezgâhlarında terk etti.

Katilleri, çoğu kez olduğu üzere, göstermelik cezalar aldılar.  

Baba Hüseyin Özmen’e gelince. Oğlunun acısını tam 31 yıl yüreğinde taşıdı. Bir dönemin umutlarına, acılarına, heyecanlarına tanıklık etmiş o yürek, oğlunun toprağa verildiği gün olan 5 Ekim’de ebediyen sustu.

Bütün yeryüzü parçalarını sevdiler 


Bütün bir yeryüzü tanıktı; hepsi de cesur, iyi çocuklardı. 

Sevdaları ölümcüldü. Bu yüzden olsa gerek, hep kısa yaşadılar. Deli dolu âşık oldular, özlemini duydukları şeylere amansız tutuldular.

Hayatlarını adadıkları tehlikelerle dolu yolculuklarda, kendileri için hiçbir şey beklemediler. Kurdukları daha güzel bir dünya düşü uğruna, ömürlerini heder etmekten bir an için bile tereddüt etmediler.

Özgür ve bağımsız bir ülkede yaşamaktı biricik hayalleri; ülkelerini deli gibi sevdiler. Ülkelerini sevdikleri kadar bütün yeryüzü parçalarını sevdiler. Adil bir dünyada “yârin yanağından gayri, her yerde, her şeyde, hep beraber diyebilmek için…” kardeşçe bir yaşama özlem duydular. 

Çıktıkları serüvenlerle dolu yolculuklarda kimisi ser verdi, sır vermedi; kimisi bedel ödedi, boyun eğmedi; kimisi can verdi, aman dilemedi.

Gördükleri hiçbir kötü muamele onları, hayat denilen bu acılı serüvenden alıkoyamadı. 

Anlatılarda, kötü muamele gören iyi çocuklar olarak geçti adları.

Tarih alkışladı onları.

Not: Katkılarını esirgemeyen Birgül Kaya, Kamber Ateş, Özen Özmen, Doğan Alagöz, Özgür Özmen, Hülya Alagöz, Mutlu Özmen, Cabbar Özmen, Mustafa Öcal, Meral Bekâr ve Ahmet Sefa’ya teşekkürlerimle…

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/tarih-alkisladi-onlari,24029