25 Şubat 2012 Cumartesi

Büyük bir şehrin belediyesi, küçük bir hasta derneğinden ne ister?

Leman

Yusuf Nazım
Evrensel /25 Şubat 2012


“Ben 18 yaşındayım, yürümek istiyorum, normal bir insan gibi yaşımın tadını çıkarmak istiyorum. Yalın ayak yürüyüp toprağa basmak istiyorum, onu hissetmek istiyorum. Top oynamak, koşmak ve rahat yürümek istiyorum. Çok mu zor cevap verin??”

İki yıl önce, Türkiye Kas Hastalıkları Derneği’nde çalışırken web sitesine düşen ilginç bir mesajdı bu. Kendi sağlıklı bedenleriyle sağlıksız bir toplumda koşturan, çabalayan, para kazanan, kaybeden, baskı altında olan, ezilen, horlanan, dışlanan ve yok sayılan; ama yürüyebilen, koşabilen, sokağa çıkan, arkadaşıyla el ele parka, sinemaya ve tiyatroya gidebilen, sevinçleri ve umutları olan, düş kırıklıkları yaşayan bireylerden oluşan topluma verilen bir mesaj…

Bana göreyse her şeyden önce, bir mesajdan öte sessiz çığlıktı bu!

İçinde yaşadığımız ülkenin yokluğundan, yoksunluğundan, bitmeyen kavgalarından; savaşlarından ve öldürümlerinden apayrı bir çığlık; ilk bakışta görülmeyen, sesi duyulmayan, dramları ve trajedileri kulak ardı edilen, sessiz bir kitlenin çığlığı. Adına nöromüsküler hastalıklar, ya da kısaca kas hastalıkları denilen ve 200 çeşidi bulunan bir hastalıktan muzdarip, yaklaşık yüz bin hasta adına sessiz ama derin bir çığlık…

Uzun hikayeleri var onların…

Onlar, distrofin üretemeyen kaslarının mücadelede yenik düştüğü ve hayatın unuttuğu insanlar. Tedavisi mümkün olmayan bir hastalık tarafından bedenleri kuşatılmış, şehirlerin en ücra köşelerine hapsolmuş; kentinden, sokağından ve evinden dışarı çıkamayan insanlar... Çoğunun 2-3 yaşlarında anlaşılıyor hastalıkları, bir kısmının 8-10 yaşlarından tekerlekli bir sandalye eşlik ediyor hayatlarına. bir bölümü ise 18-20 yaşlarında elveda diyorlar hayata. Çoğu da hayatlarının geri kalanını bir tekerlekli sandalye ile yaşıyorlar. Umutla, sabırla, dirençle…

Bazen, ateş erkenden düşüyor; küçük ve hasta bir çocukla tanışıyor aile. Bazen peş peşe kaybediliyor hastalar… Bazense aynı aileden beş hastanın birden cefasını üstleniyor evin kadını; üstelik her biri zamanla ilerleyen, kimi skolyoz sorunuyla, kimi solunum problemiyle baş başa… Hayat, bir yandan acımasızca bastırıyor, sağlık hakkından yoksunluk ise cabası..

İşte, kendine, tedavisi mümkün olmayan ve toplumun unuttuğu on binlerce hastayla ilgilenmek, onlara yaşadıkları sürece kılavuzluk etmek; hastaları şarlatanlardan, sahte tedavi üreticilerinden, hiçbir yararı olmayan bitkisel ilaçlardan, muskadan, üfürükten ve daha sayısız aldatma yöntemlerinden korumaya çalışan bir dernek; Türkiye Kas Hastalıkları Derneği. Bütün yaşamını bu derneğe ve kas hastalarına adamış bir bilim insanı; Prof.Dr.Coşkun Özdemir ve on binlerce kas hastası…

34 yıllık dernek, Yeşilköy’deki İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ait 580 m2 arsa üzerinde, zamanla gönüllü yardımları ve bağışlarla 21 yıl önce yaptırdığı üç katlı kendi binasında karınca kararınca faaliyet sürdürüyor.

Büyük bir şehrin belediyesi, küçük bir hasta derneğinden ne ister?

İstanbul... Büyük şehir... İki kıtayı birbirine bağlayan eşsiz güzelliğiyle bir boğaza sahip… İki büyük imparatorluğa başkentlik etmiş bir kent. Çok büyük bir ticaret yolu üzerinde, dünya şehri, kültür mirası... Ülkenin toplam GSYİH’nın yüzde otuzunu üreten bir şehir...

İşte, böylesine büyük bir dünya kentinin belediyesi; İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), yukarıda adını andığımız derneği sokağa terk etmek istiyor! Yani İBB, Türkiye Kas Hastalıkları Derneği’ne kafayı takmış; Onunla bir alıp veremediği var besbelli! Hastalarıyla, fizik tedavi ünitesiyle, masası, sandalyesi, üç katlı binası ve en önemlisi hastalarıyla bir hasta derneğini sokağa terk etmek istiyor!

Büyük bir şehrin belediyesi, küçük bir hasta derneğinden ne ister?

Aynı İBB, iki yıl önce de, kısa adı KASDER olan derneğe yazı göndermiş, arsayı boşaltmasını istemişti. Sonra olmadı; hastalar ayaklandı, medya duyarlı davrandı, toplumun vicdanı uyandı.. “Bir yanlışlık oldu” dediler, aklın yoluna geldiler ve geri adım attılar.

Şimdi ne oldu da İBB yöneticileri bu yanlışlıktan geri dönüp yeniden “doğruyu” buluyorlar?

Aklım aykırı sorular üretmeden edemiyoe, bu büyük kentin büyük zihniyetine:

Bu kente yaptıklarınızdan sonra, şimdi bir hasta derneğiyle uğraşmak niye?

Karış karış tarih kokan bu kentin o güzelim boğazına, paranın bürokratları, şeyhleri ve prensleri ağırlansın diye, sayısız beş yıldızlı otellerle doldurdunuz, yetmedi mi?

On yıllardır bu şehrin semtlerine ismini vermiş stadyumları yıktınız; şehir dışına, daha büyük ve şaşaalı olanları inşa ediyorsunuz! Yerine, yeşil alanlar ya da doğal parklar değil, devasa alışveriş merkezleri yapıyorsunuz. İki büyük imparatorluğa, üstelik bir de Avrupa’ya Kültür Başkentliği yapmış bir kente saygı bu mudur?

Daha fazla kazanç ve servet avcılığı uğruna, kentin bütün yeşil alanları yok ediliyor!
Dolmabahçe’nin kıyısını beş yıldızlı otellerle süslediniz. Süleymaniye camisini bile bir çırpıda çizdiniz; ne Topkapı Müzesi’nden bir eser, ne Ayasofya’dan güzel bir miras kalacak geleceğe. Her geçen gün biraz daha çiziliyor silueti bu şehrin, her geçen gün biraz daha kirleniyor ruhumuz.

İBB, derneğin yerine el koyduğunda, hiç kuşku yok, ya bir rezidans, ya da başka kar amaçlı bir iş için kullanacak burayı. İstanbul'da yaşayanlar bunu çok iyi bilir! İki karış toprağa hasret kaldı bu şehir. Yeşil alanlarını, parklarını, bahçelerini yediler! Otoban kenarlarındaki yeşil bantları bile imara açıyorlar! Yetmiyor, şimdilerde “kentsel dönüşüm” adıyla kent yoksullarını sürüler halinde kent dışına kovalıyorlar. Tek katlı müstakil evleri apartmanlara, gecekonduları gökdelenlere, bahçeleri AVM’lere, toprağı ranta dönüştürüyorlar. Yani, bütün hızlarıyla kentsel dönüşüme devam ediyorlar!

Süleymaniye camiinin arka planına 70 katlı gökdelene izin veren zihniyet, hangi çağdaşlık eserinin ürünü? Hangi kamu hizmeti için yapıyor bunu? Hangi kamu vicdanı temizleyebilir bu günahı?

Küçük bir hasta derneği, büyük bir kentin belediyesinden ne ister?

Bir dünya kenti olan İstanbul'un belediye başkanı! Bir kez olsun arayıp da sordunuz mu; Türkiye Kas Hastalıkları Derneği neyin nesidir, nasıl ve hangi koşullarda çalışır, kimlere hizmet eder? Kas hastaları kimlerdir, hayatlarını nasıl sürdürürler, nasıl yaşarlar, ne zaman ölürler?

Muhakkak eksikleri vardır bu tür derneklerin; personel sıkıntısı, araç ihtiyaçları, lojistik gereksinimleri… Ey büyük kentin büyük başkanı! Hiç merak ettiniz mi, sordunuz mu, bir eksiğiniz var mıdır diye? Üstelik eviniz de derneğe çok yakındır, geçerken şöyle bir uğradınız mı? Kaburgaları ciğerlerine batan bir hastayla hiç konuştunuz mu? Onunla göz göze geldiniz mi? Alın size bir engelli aracı, iki de memur; daha iyi çalışın, daha çok hizmet üretin dediniz mi?

Bana göklerimi çizen, şehrimin suretini bozan, siluetini kirleten büyük zihniyet, yanıt ver!  Senin umurunda mı, bir dağ köyünde, dört hasta çocuğuyla yaşam mücadelesi verirken ölen Hatice Ana'nın çektikleri? Sivri sivri gökyüzüne uzanan gökdelenleriniz kaç skolyoz hastasının ömrüne bedel? Sizce kaç trilyon eder, taşrada bir çocuğun soluksuz kalan ciğerleri? Kaç hayat kurtarır rezidanslarınız, AVM'leriniz, beş yıldızlı otelleriniz!..

Madem ki kas hastalarının sağlığıyla bu kadar yakından ilgilisiniz; madem ki hizmet aşkıyla bu kadar dolusunuz; üstelik geceleri, taşrada soluksuz kalan hasta bir çocuğun anası kadar uykusuzsunuz; o halde bir tane de siz yapın böyle bir eser; Kas Hastalıkları Eğitim ve Rehabilitasyon Merkezinizi kurun! Madem beğenmiyorsunuz, bir dernek de siz açın. Hizmetinizi verin, üyenizi yapın; rekabet dediğiniz şey iyilikte, güzellikte ve sağlıkta olsun. O zaman diyelim ki, bak adam gibi dernek ve bir tesis, bize de kutlamak düşsün.

Bir küçük dernek ve onun hastaları, bir büyük şehrin büyük olması gereken zihniyetinden işte bunu bekler başkan! Büyüklük burada başlar!

Yazının başında bir hastamızın çığlığı vardı, bu çığlığı unutmayalım lütfen, ona kulak verelim;

“Ben 18 yaşındayım, yürümek istiyorum, normal bir insan gibi yaşımın tadını çıkarmak istiyorum. Yalın ayak yürüyüp toprağa basmak istiyorum, onu hissetmek istiyorum. Top oynamak, koşmak ve rahat yürümek istiyorum. Çok mu zor cevap verin??”

Soruların dili bazen ağırdır başkan; hadi bakalım, biraz da siz cevap verin Kadir Topbaş! Biraz da biz öğrenelim.


Yusuf Nazım

http://evrensel.net/news.php?id=23818

2 Şubat 2012 Perşembe

Yaralı Kentin Düşleri

Yusuf Nazım
Radikal/2 Şubat 2012


Ne zaman yıkıldı bu kent? Anıları, niye böyle sahipsiz kaldı sokakların? Sahipsiz kalırsa eğer anılar, o kentin düşleri nereye açar? Başka bir kentin kollarında kolay büyür mü hayaller?

Suyunda meleklerin oynaştığı büyülü göl, sana ne oldu? Kıyılarında doğunun incisi parlamıyor artık, neden? Nemrut’un öfkesinden büyük müdür yoksa seni böylesine kahreden?

Burası -12 °C Van!.. Küçük manşetlere zoraki sığmış gibi mahcup haberler var;

“Bir çadır daha kül oldu! Çığlıklar yükseliyor alevlerin içinden.”

Yüreğim, yanıtsız soruların enkazı… Hafızamdan bir bir sökün ediyor ajans haberleri;

“Van’da 7.2 büyüklüğünde deprem; yüzlerce ölü var, bir o kadar yaralı! Kesinleşmiş hasar tespiti açıklanıyor; 72.320 konut yıkılmış, ya da ağır hasarlı.. Oturulacak sağlam konut az.. Haritadan tamamen silindi 5 köy, 19 unda ağır hasar var!”

Yine de, “afet sayılmaz” dedi büyüklerimiz. Bölgeyi yerle bir etti deprem, yine de afet bölgesi değil! Ağzından kaçırıyor bakan; “Van’ı afet bölgesi seçersek, Van Belediyesi 3 katı fazla para alacak.”

Aklım, hep aykırı sorulara gebe, sen neden böyle zalim soruların yurdusun? Kalbim, sen niye böylesine insafsız çarpıyorsun!

Yıkılmış binaların altından canhıraş feryatlar yükseliyor, “Herkes haddini bilecek” diyor program sunucusu, kibirle sürüyerek dilini; “Polise taş atacaksınız, sonra da yardım isteyeceksiniz ha!” diye, sevincini öfkesiyle dişleyerek ekliyor..

“Van’da da olsa, doğuda da olsa..” diye üzülüyor haber spikeri. Belli ki, yüreğinin görünmeyen yüzü bu, sonradan adına “gaf” diyecekler, besbelli..

Polisler, görevlerinin başında, tam tekmil hazır; “azap edene tanrı verir belasını” diye nasihatte bulunuyor biri.. “Yağmur gibi yardım aktı” diye açıklıyor bakanlık. Yardımlar pervasızca yağmalanırken, bir tarafta “Yağmur gibi” yardımlardan pay alamayanlara, biber gazı sunmakla meşgul oluyor devletin güvenlik güçleri.

Enkazlarda bir bir can verirken insanlar, yardım ekipleri bekliyor sınırlarda… Sorunca, “Potansiyelimizi test ediyorduk” diyor, diline sağlık bir bakan!

Çadır kentlerde, acıları paylaşmak için sıraya giriyor bürokratlar. İşte, yarım yamalak bir çadır kent daha, canlı yayın araçları hazır olda, kameralar pür dikkat; birazdan bakan gelecek, “sarayda kalıyorsunuz maşallah” diye sırıtacak hazretleri..

Burası -12 °C Van!.. Hava soğuk, toprak dona kesmiş, kirpikler buz tutuyor. Cümle sevinçlerim enkaz altında, başka bir dünyaya aitmiş gibi suretleri çocukların, başka bir zamana ertelenmiş umutları.

Gerçek, izini yavaş yavaş kaybediyor, adına zaman denilen bu zalim celladın belleğinde. Ajanslar ıraksak bakıyor artık Van’a, haber kanalları unutkan, canlı yayın araçlarından eser yok! Haber enkazları gibi çoğalıyor ölümler;

“3 aylık bebek, tutuşan çadırla birlikte yanarak öldü.”
“Van’da kar yağışı, çadır kentlerde hayatı felç etti.”
“Her gün onlarca çocuk zatürreden hastaneye kaldırılıyor.”
“60 yaşındaki yatalak kadın ile iki çocuk, yanmaktan son anda komşular tarafından kurtarıldı.”

Günler ağır ve yaralı geçiyor; muhabirler biraz daha mahçup, haberler sessiz ve tedirgin akıyor iç sayfalarda, puntolar giderek küçülüyor, satır aralarından utangaç ölüm haberleri sızıyor;

“Karne aldılar, kar yağdı, çadırları başlarına yıkıldı.”
“İsmail, Bahar ve Mikail kardeşler, çadırda yanarak feci şekilde can verdi.”
“Deniz Olgun da zatürreden yaşamını yitirdi…”

“Deprem konutları yapacağız” diyor bakan. Biranda içim ferahlıyor… Ama, “bedava vermeyeceğiz” diye ekliyor. Kar zarar hesabına tahvil ediliyor hayatlar… Çok şükür, çok şükür, devleti ali’nin bütün bakanları, teşrifte kusur etmiyorlar. “Bazı yapılar çökmüş, altında kalmış insanlar, ama bazı yapılar sapasağlam!” Ne büyük tespit, diline sağlık bakan!

Evet, - 12 °C, burası Van!.. Sıfırın altında olunca, yıkık bir kent için ne söyler dereceler? Beyaz, kefen maskeleriyle çadırlar neye benzer? Dili var mıdır, çaresi olmayan bir acının? Hangi renge bürünür sıfırın altında düşler?

“Okullar açıldı” diye, geçende haber yaptı ajanslar, “ilk ders, deprem” olacakmış; depremde nasıl sağ kalınırı anlatacak öğretmen! Bir hayat nasıl yeşerir çadır kentte? Nerede ders çalışır çocuklar? Hangi masaya sığar hayalleri? Hangi ders kitaplarında öğrenir, üşümüş parmaklarını ısıtmayı? Ölü bir çocuğun karnesi nasıl olur öğretmen?

Hele bir sorun, gece yarısı yapılan ihaleler, kaç enkaz kaldırır? Kaç hayat kurtarır çekleriniz? Kaç ömür eder, adınız reklama dönsün diye yapılan yardımlarınız? Kaç çocuğun, üşüyen bakışlarını ısıtabilir demeçleriniz? Daha kaç hayat sığabilir, donmakla yanmak arasında zorlanan bir seçime?

Gördünüz mü, bir haber daha sıkışmış, manşet enkazlarının arasına; üç çadır daha yanmış Van’da; bir çocuk daha yaralı, ikisi yetim kalmış, biri yoğun bakımda! Donmaktan, yanarak kurtulmuşlar son anda! Nasıl bir şans bu, nasıl bir kadere bağlı hayatlar, hangi bağışlanması zor günahın eseri bunlar? 

Akşam oluyor, yüreğim yaralı bir kentin kapılarında; sivri sivri, buzdan sarkıtları uzuyor çadırların. Kurt sesleri uluyor karanlığa. Korkuya açılıyor gözleri, kat kat giysileri içinde körpecik bedenlerin. Giderek ayaza çekiyor gece..

Şimdilerde, naylon çadırların altında, gül yüzlerinde gülmeyi unutmuş çocuklar gibi yüzüm. Kalbi kırılmış bir kent, yaralı ve yenik.

Yüzümü denize dönüyorum, ardımda yıkılmış bir kente uzuyor gölgem. Bir yanımda yüce Ağrı; bu ağrılar bana çok geliyor, ona bir yürüyüş özlüyorum. Eteklerinde eski zaman hikayeleri, karşımda Nemrut ve Süphan, alnımda yosun kokulu bir rüzgar. Gözlerimi kapıyorum, yaralı bakışlarıyla çırpınıyor kent. Tarih, Hovhannes’in acıyla karışık çığlığını yüreğime fısıldıyor;

Ahhh Tamara! Bekle beni, sana geliyorum.. Bak, söndü şehrimin bütün ışıkları, karanlıkta kaldım, ne kadar yalnızım. Aydınlık yüzünü bana dön, ne olur! Sesimi duyuyor musun Tamaraaa! Işığın neden yol olmuyor bana Anadolu! Ahhh yurdum, uzat elini! Söyle, nerelerdesin? Sen, şimdi hangi köhnemiş zihinlerin esirisin?

Bir gün daha geçiyor, adına deniz denilen bir gölün kıyısında. Bir gün daha eksiliyor insanlığımızdan. Bir el uzanıyor, bir kibrit çakıyor, bir yanım tutuşuyor; bir çadır daha yanıyor Van’da; sol yanımda, şuramda.. Bir kent daha eskiyor içimde, bir uygarlık daha geçiyor üzerimizden, bir çocuğun daha ölüme değiyor bakışları…

Düşüyorum.. Dipsiz bir karanlığa.. Aklımda bölük pörçük olmuş bir insanlık, yüreğim donmakla yanmak arasında sızım sızım. Bir yanım alevler içinde yanıyor.. Bir yanım buz tutmuş, zemheri, soğuk.

Burası -12 °C Van, üşüyorum…

Yusuf Nazım

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1077465&CategoryID=132