24 Şubat 2018 Cumartesi

Belki tarih duyar sesimizi

Yusuf Nazım
T24| 24 Şubat 2018


Liseli yıllarımda tanımıştım onları. Dost canlısıydılar. Nedense biraz ezik, yaşları geç, hatta bir kısmı evliydiler. Çocukları bile vardı bazılarının. Okula geldiklerinde yüzüklerini çıkarıp ceplerinde saklarlardı. 

Kürtlerdi. Sonraları, yanık bir coğrafyada bir ateş çemberinin içinde gördüm onları. 

Hepimizin, bütün ülkenin en acı, en ağrılı yıllarıydı.

Seneler sonra, bu böyle olmayacak diyerek Çözüm Süreci’yle girdiğimiz yolda barış adına umutlanmıştık. İki yıl boyunca hoşgörünün, birbirini anlamanın, biraz yaklaşırsak eğer, ötekinin nasıl da beriki olacağının idrakine varmıştık.

Yaşanmış onca acıya rağmen bizim gibi onlar da hazırdı barışmaya. Kayıplarına, gidip de bir daha gelmeyecek olanlarına rağmen; ağrıları büyük, ocakları yıkılmış, yurtları tarumar edilmiş olsa bile... Hazırdılar, iki eşit insan gibi kucaklaşmaya.

2013 yılında bir belgesel filmimizin galası için gittiğimiz Batman’da bir kez daha tanık olmuştum. Kürt olan şoförümüzün esprili bir tartışma sırasında söyledikleri bir çivi gibi çakılmıştı hafızama.

Birlikte olduğumuz yaşlı profesör dostuma “hocam ileride bir gün, siz yere düşürmeye kalkarsanız ay yıldızlı bayrağı, biz buna izin vermeyiz, merak etmeyin. Bizim de kanımız var o bayrakta” diyecek kadar düşkündüler bu ülkenin değerlerine.

Savaş bir virüs gibidir, bulaştığı yeri kolay terk etmez

Yazık ki sadece iki yıl sürdü barış hayalimiz.

Bir süredir, yanı başımızdaki coğrafyayı cehenneme çevirmişti dünyanın egemenleri. 

Hâlbuki 2003 yılında, son anda kurtulmuştuk Ortadoğu’daki bataklığa gömülmeye. Hatırlayın; ABD “Irak’ta kimyasal silahlar var” diye aralamıştı cehennemin kapısını. Başta İngiltere olmak üzere, Avrupa'nın diğer medeni(!) devletleri yangına benzinle koşmuştular hemen.

Bir savaşın değişmeyen tek geçeği varsa o da, canlılarla başlayıp ölülerle bitmesiydi. 

Nitekim öyle oldu; 1 Milyon insan öldü bu savaşta. Sonuç mu? Irak’ta kimyasal silahların olmadığı anlaşıldı! Sustular, dünyanın en çağdaş, en medeni ülkeleri!

Bir çırpıda unutuldu, yere göğe sığmaz olan evrensel insan hakları, uluslararası hukuk, adalet…

Türkiye toplumu olarak bu savaşa karşı çıktık, dâhil olmadık. Geriye dönüp baktığımızda görüyoruz, ne kadar da iyi ettik…

Sonuçta ne mi oldu? Irak’ın devlet kurumları çöktü. Boşluğu aşırılaşmış güçler doldurdu. Yıllar sonra tüm bölgeyi başka bir ateşte kavuracak IŞİD, El Nusra gibi radikal dinci örgütler peydahlandı.

Savaş bir virüs gibiydi, bulaştığı yeri kolay terk etmezdi. Nitekim öyle oldu.

Büyük güçler girdi devreye. Libya’ya, Mısır’a el attılar. Rivayete göre bavulla dolarlar gönderdik biz de Libya’ya. Bir zamanlar Kaddafi’ye kucak açan dünya liderleri, Afrika’nın çöllerinde onun için sürek avı başlattılar. Ve sonunda Libyalı vahşilerin eliyle kopardılar Kaddafi’nin kellesini. 

Aradan kaç yıl geçti, şimdilerde kabileler birbirini boğazlıyor Libya’nın çöllerinde. Hatırlayın; İzmir’deki üslerimizi açmıştık biz de Avrupalı dostlarımıza(!). İyi mi yapmıştık peki? Elbette ki değil!

Kobani’de kursaydık kardeşlik köprüsünü…

Derken sıra Suriye’ye geldi. Büyük devletlerin oyunları da büyük olurdu. Nitekim öyle de oldu. 

Eş başkanlık teklif ettiler bize. Emevi Camii’nde namaz kılmakla büyülediler gözümüzü. Kurtlar sofrasına döndü Suriye. Irak’taki devletsizlikten doğup beslenen IŞİD, din adına tüm bölgeyi kasıp kavurdu.

“Öfkeli gençler” diye adlandırdık onları. Irak’ın, Suriye’nin topraklarının önemli bir kısmına nüfuz ettiler. Yüzlerce kilometrelik sınırımızda kadar gelip dayandılar. Modern çağda, eşine az rastlanır bir barbarlığı tanık olduk. Kafa kesmek, insan eti yemek; Aleviyi, Hırıstiyanı, Ezidiyi yakaladıkları yerde öldürdüler. İnsanları çarmıha germek, kafeslerde diri diri yakmak gibi dünyayı dehşete düşüren ritüelleri vardı. Kadınları köle pazarlarında satıyorlardı, camileri havaya uçuruyor, tarihten bize miras kalmış ne varsa yok ediyorlardı... Modern tarihin gördüğü en vahşi, en akıl almaz, en hayal ötesi ölümler, bu “öfkeli gençlerin” eseriydi.

İşte bütün bu ritüelleri uygulayarak adım adım gelip dayandığı yer Kobani şehri olmuştu.

Komşumuz Kobani. Suruç’un hemen ötesi; hısmımızın, kardeşlerimizin, tarihi bağlarımızın olduğu şehir. On beş hafta süren bir direniş yaşanmıştı orada. Erkeğiyle, kadınıyla, çoluğu, çocuğuyla…Tıpkı Kurtuluş Savaşı’mızdaki manzaralar çıkmıştı ortaya. Yaşanmakta olan drama dünya bile dayanamamış, IŞİD’e karşı Kobani Direnişi’ni büyük bir sempatiyle karşılamıştılar. Hatta biz bile, ülke olarak koridor açmış, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nden silah desteği ulaştırmasına izin vermiştik.

Sonradan, ABD’nin de havadan desteğiyle IŞİD, ilk defa Kobani’de yenilmişti. Örgütün gerileme dönemiydi bu. Bizse, tüm dünyanın sempatiyle baktığı Kobani Direnişi’ni “ha düştü, ha düşecek” diye küçümsemiş, yanı başımızdaki coğrafyayı, kurtlarının sofrası haline getirecek büyük yanlışı, belki de o zaman yapmıştık. 

Peki… Bir de tersinden düşünelim. Hemen sınırımız, komşumuz, hısmımız olan bu coğrafyada yaşayan insanların yardımına ilk olarak biz koşsaydık? 

IŞİD barbarlığını alt ederek, insanlığa böyle bir zaferi armağan eden Kürtlerin bu haklı savunma savaşının onurlu destekleyicisi biz olsaydık? Komşumuzun bu hayatta kalma savaşında her türlü insani, lojistik desteği verip onları kucaklasaydık? Savaş sonrasının Kobani’sini birlikte kurup, ortaklaşa inşa etseydik?

Bıraksaydık, oyuncaklar götürseydi gençlerimiz oradaki çocuklara? “Kız alıp kız vermeye” devam etseydik, “birbirine karışsaydı tavuklarımız?” 

Düşünün, nasıl olurdu acaba?

Afrin’de kucaklaşsaydık...

Savaşta askerler, ordular, devletler; herkes kaybedebilirdi. Silah tüccarları ise asla!

Son beş yıl içinde Orta Doğu'da, Türkiye ile İran arasındaki bölgede ağır silah satışı yüzde 61 oranında artmış. Bu ticarette en çok payı olan ülkeler ABD, Rusya, Çin, Almanya ve Fransa. Çin hariç tamamı da doğrudan savaşı çıkaran, destekleyen, taraf olan ülkeler. Bu kurtlar sofrasının zalimleri yani... Türkiye ise dünyada en çok silah ithal eden altıncı ülke durumunda!

Bizi, işte böylesine bir girdabın içine adım adım sürdüler. Biz ise buna kandık. Sonuç ne mi oldu? Emevi Camii’nde namaz kılamadık! Buna hakkımız da yoktu zaten. Üstelik yüz binlerce insan öldü. 4 milyon kişi göç etti. 3,5 milyonu bizim ülkemizde açlıkla, soğukla, sefaletle boğuşuyor. 

Daha geçenlerde İstanbul’da, tek bir hastanede kayıt altına alınmamış, tecavüz edilen 115 çocuktan 39’u Suriyeli değil miydi?! Ölüsü, bizim kıyılarımıza vurmamış mıydı Aylan Bebe’nin? Gitarıyla Ege’nin mavi sularında çürümemiş miydi Siirtli gencin cesedi?

Bilirdik; savaşın gerçekte iki tarafı olurdu; savaşanlar ve savaşı çıkaranlar. Şimdi savaşı çıkaranlar, o en medeni(!) ülkeler, onların silah fabrikatörleri sırça köşklerinde rahatlar. Ölüm üreten fabrikaları tam kapasite çalışmada. Ellerini nasıl da iştahla ovuşturuyor silah tüccarları… Bizse cehennem ateşinin tam ortasındayız. Kendimizi ölmeye, öldürmeye koşullandırmakla meşgulüz. 

Ölüleri çok olan bir savaşın kazananı olmaz

Komşumuz Kobani’yi, bir büyük devletin hileli oyunlarına terk etmişiz. Hısmımız Afrin’i bir başkasının. Hatay’ın hemen ötesinde, dağlarımız sırt sırta, zeytin ağaçlarımız kardeş. Neden Rusya’nın tezgâhında kalmış bu topraklar? Velev ki Esad’ın ordusu bölgeye saldırsın; silah, top, tüfek değil; ilaç gönderelim, giyecek, gıda gönderelim oraya; dostluğumuzu, hoşgörümüzü, sevgimizi, kardeşliğimizi verelim onlara. İnsanlığımızı gösterelim tüm dünyaya. O zaman görelim ki Afrin’in halkını kim kazanırmış.

Ölüleri çok olan bir savaşın kazananı olmaz. Bir çocuğu sevgiyle nasıl kazanırsak, bir halkı da ancak öyle kazanabiliriz; saygı duyarak, sevgi ve güven vererek, paylaşarak, dayanışarak…

Eğer ki, Kobani’de kurabilseydik o kardeşlik köprüsünü, sonrasında Afrin’de kucaklaşsaydık… Ne Rusya’ya mal olurdu kirli ittifaklar, ne de ABD’ye. Suriye’nin bile haddi olmazdı aramızda kurulacak insanlık köprüsünü yıkmaya...

Afrin’e yönelik başlatılan operasyonun gerekçesi olarak, oradaki potansiyel tehditlerin varlığı ileri sürülmekte. Dolayısıyla bu tehdidin büyümeden önlenmesi amaçlanmakta.

Buna “önleyici vuruş” deniyor savaş tarihinde. Yakın zamanlarda, ilk defa 1967’deki 6 gün savaşlarında İsrail’in Mısır ve Suriye’ye saldırmak için kullandığı bir savaş doktrinidir bu. Bir gücün, hissettiği bir tehdit algısına karşı, önceden saldırarak o tehdidi ortadan kaldırması esasına dayanır. Doğru mudur? Bence değil!

Doğru değildir çünkü; dünyada her büyük gücün, duyduğu her tehdit algısını, savaşla gidermeye kalkması yeryüzünü tam bir kaosa sürükler.

Üstelik Birleşmiş Milletler kurucu antlaşmasının da hedeflediği dünya düzeniyle asla uyuşmayan bir yaklaşımdır bu. Bu antlaşmada, kuvvet kullanılmasına müsamaha gösterilen tek durum, meşru müdafaa halidir. 

Önleyici savaş doktrini” ABD’de Bush döneminde sıkça kullanılmıştır. Hatırlayın; kıta ötesindeki büyük devlet kibri Irak’ta, Afganistan’da, Libya’da ya da Afrika’nın başka yerlerinde, ateş ve ölüm olarak yağmıştır insanların üzerine. 

Aynı önleyici vuruşların, sırtını ABD ve medeni(!) Avrupa ülkelerine dayayan İsrail tarafından da sıkça uygulandığını görmekteyiz. İsrail devleti, terörist hedef diyerek, komşusu Filistinlileri dilediği zaman bombalamakta, dünyada buna seyirci kalmaktadır. Doğru mudur peki; hak mıdır, insanlığa sığmakta mıdır? Elbette değildir!

Tarih duyar sesimizi

Konuşmak, tartışmak önemli.

İnsanların konuşmadığını, fikir üretmediğini, tartışmadığını varsayalım;

Peki, ya hata yapıyorsanız?

Ya mümkünü yoksa Emevi Camii’nde namaz kılmanın?

Ya bir batağa saplanacaksak? 

Ya Kobani’deki gibi yaşlısı, genci, kadını, çocuğuyla bir halkı bulacaksak karşımızda?

Ya dünya âlem önünde yapayalnız kalacaksak?

Ya kırk yıldır süren ve adeta bir iç savaşı andıran bu yıkım bir kırk yıl daha sürecekse?

İşte bu yüzden susmamalıyız!

Susmamalı ve konuşmalıyız! Aklımızla, vicdanımızla, sözümüzle konuşmalıyız.

Sanatımızla, edebiyatımızla, tarihimizle…

Dünyanın bir yerinde bir şair susarsa eğer, bir şiir ölür; bir yazar susarsa, bir roman yok olur; bir aydın susarsa gelecek kararır.

Ben susarsam, içimde bir insanlık ölür; insanlığım ölür benim, çürürüm.

Konuşursak, belki sesimiz sesimize değer; insanlar kulak verir birbirine.

Konuşursak eğer, aklı, vicdanı olan birileri çıkar da belki duyar bizi. 

Konuşursak eğer, kimse duymazsa, belki tarih duyar sesimizi.


18 Şubat 2018 Pazar

Gülümsemesi bize kaldı


Yusuf Nazım
T24| 13 Şubat 2018

“Taşı delen şiddeti değil, sürekliliğidir.”
Latin atasözü

Bugünlerde, çocukluğundan yorulmuş gibi ruhum. 

Yaralı ve tedirgin.

Sabahın eşiğinde, kuru ayazlara kulak veriyor kalbim.

Ne vakit gelecek o müphem karanlık, hangi kapıyı destursuz çalacak, nasıl hoyratça davranacak?

Hangi güzel insanı en ince, en kırılgan yanından ele geçirecek; alıp götürecek aramızdan, kestiremiyorum.

*  *  *

1990’lı yıllardı.

Kdz.Ereğli-İstanbul arasında mekik dokurken her seferinde geçerdim o yoldan.

Dilderesi Tüneli’nden İstanbul yönünde çıkıp arabayı aşağıya doğru saldığımızda heybetli, kirli gövdeleriyle üzerimize üzerimize gelen fabrikaları görürdük.

Vadiyi kaplayan zehir bulutunun içinden geçip yokuşu tırmanırken camları sıkıca kapatmayı ihmal etmezdik.

Bu bile yetmezdi, dışardaki amonyağa, sülfüre, kükürte doymuş kirli havanın genzimizi yakmasına.

Vadinin yamaçlarında, bezgin, soluk suretleriyle dizilmiş gecekondular olurdu. Buralardaki insanların nasıl olup da bu zehir bulutunun içinde yaşadıklarını düşünür, şaşardım.

Dilovası’ydı burası.

Emek ve sermaye arasındaki o muazzam çelişkiyi ifşa edercesine her türlü fabrikanın plansız, programsız olarak kendine bir yer bulduğu Kocaeli’nin sanayi vadisi. 

Onur Hamzaoğlu’nu işte o yıllarda tanımıştım.

Üniversitede halk sağlığı uzmanı bir hocaydı.

2011 yılında Kocaeli’nin Dilovası ve Kandıra İlçelerinde Yaşayan Gebelerden Doğan Bebeklerde Ağır Metal Maruziyeti ve Büyüme Gelişme Durumu üzerine bir araştırma projesiyle dikkat çekmişti. Bölgede daha önce 1995-2004 yılları arasında 493 ölüm vakasının yüzde 32'sinin kanserden kaynaklı olduğunu kanıtlamıştı.

Türkiye ve Dünya ortalamalarının çok üstünde bir orandı bu. Bebeklerin kanında, dışkılarında, daha ötesi emziren kadınların sütünde dahi ağır metallerin tehlikeli oranlara yükseldiğini belgeleriyle ortaya koymuştu.

Vardığı bütün bu çarpıcı sonuçları halkıyla paylaşmış, böylece ağır bir suç işlemişti!

Üç gün önce, gözümü açar açmaz Tweetter’daki haber metinlerinde rastlamıştım ona.

Bir sabah vaktiydi; aydınlıktan önce çalmışlardı kapısını, fotoğrafından hemen tanımıştım.

Yüzünde kocaman gülümsemesi vardı.

*  *  *



Dilovası, dünyayı bir ahtapot gibi saran devasa tekellere bağlı şirketlerin, temizlik sektörü devlerinin, ağır sanayi tesislerinin bulunduğu bir yerdi.

Onur Hamzaoğlu, işte bu yerde, arının kovanına çomak sokmuştu!

Üniversitesi, hakkında soruşturma açmış, Kocaeli ve Dilovası belediye başkanları tarafından anında şikâyet edilmişti.

Oysaki o, hiçbir kişisel çıkarını, halk sağlığının önüne koymayan biriydi.

İlaç şirketlerine danışmanlık yaparak milyonlar kazanmak yerine, halkının sağlığına adamıştı kendini; bilime, insanlığa, öğrenci yetiştirmeye…

Davalar yıllar sürmüş, sonunda üniversitenin verdiği cezalar iptal edilmişti. Kocaeli Büyük Şehir Belediye başkanı ise Onur Hoca’nın bilimsel kimliğine hakaretten mahkûm olmaktan kendini kurtaramamıştı.

Belediye başkanına karşı açtığı tazminat davasını kazandığı mahkemeden çıktığında, yüzünde, kendini bilime ve halk sağlığına adamış birinin o gururlu gülümsemesi vardı.

*  *  *

Sonraki yıllarda bilime ve halka adanmışlığından asla ödün vermedi.

Aynı zamanda bir 28 Şubat mağduruydu o.

Üstelik şimdi, bir de barışa adamıştı kendini. İmzaladıkları Barış Bildirisi’yle ülkedeki 1128 akademisyenle birlikte, o da Kocaeli Üniversitesi’ndeki 21 akademisyenle savaşsız bir ülke istedi.

Ancak, barış istemenin suç olduğu bir ülkede yaşıyordu.

Bu yüzden istediği şey suç sayıldı!

Hakkında soruşturmalar açıldı. Kocaeli Üniversitesi’ndeki barış talebini dile getiren 19 akademisyenle birlikte 1 Eylül 2016’da görevine son verildi.

Adı aklıma kazınmıştı bir kez, rastladıkça ilgiyle takip ediyordum onu.

2016 Kasımında Halkların Demokratik Kongresi'nin (HDK) 7. Genel Kurulu’nda  Gülistan Koçyiğit’le birlikte yeni eş sözcü olarak seçilmişti.

Geçenlerde, “savaş bir halk sağlığı sorunudur” diye bildiri yayımladıkları için TTB Merkez Konseyi üyeleri gözaltına alındığında; bir aydın, bilim insanı, halk sağlığı uzmanı olarak meslektaşlarının arkasında durdu; savaşa karşı barışı savundu, ölüme karşı yaşamın safında yer aldı.

Belli ki bu yüzdendi, sabahın kör karanlığında çalmıştılar kapısını.

Yüzünde yine o babacan gülümsemesi vardı.

*  *  *

Onu yakından tanıyanlar bilirdi.

Almasını değil, vermesini seven, ayrıcalıklı olmaktan hoşlanmayan; sözünün eri, sonuna kadar güvenilir, kibar, sesini yükseltmeden konuşan bir insan ustasıydı o.

Epidemiyolojinin Türkiye’deki guruları arasındaydı. Halk sağlığı denince, akla ilk gelecek birkaç kişiden biriydi.

Çeşitli üniversitelerde toplam 8 tezin yöneticisi, 16 projede görev almış, 5 bilimsel kuruluşun üyesi; uluslararası alanda 1, ulusal çapta 9 ödül sahibi…

Şimdiye kadar 18 kitabı basılmış, uluslararası hakemli dergilerde yayımlanmış 18 makalesi bulunan, diğer indeks kapsamından 6 yayın sahibi…

Daha sayayım mı?

36 bilimsel makalede eserlerine atıflar yapılmış, 17 uluslararası bilimsel bildiri yayımlamış, ulusal hakemli dergilerde yayımlanmış 121 makalesi bulunan…

Bitmedi, dahası da var; basılmış 3 uluslararası kitapta bölümleri olan, ulusal bilimsel toplantılarda sunulan ve bildiri kitaplarında basılan 8 adet bildiriye sahip, SCI, SCI Expended, SSCI Kapsamındaki 5 tane hakemli dergide görev almış, 6 ayrı bilimsel dergide sorumluluk üstlenmiş bir eğitimci, bilim insanı, profesör. 

Meslek örgütü Türk Tabipler Birliği’ne büyük emekler vermiş, 40 yıllık Toplum ve Hekim Dergisi’ne uzun yıllar editörlük yapmış ve buradaki görevini dünya yıkılsa aksatmamış disiplinli, çalışkan bir görev adamı.

Ama bütün bunlardan önce gelen bir özelliği var; İNSAN!

Bir sabah uyandığımda, kapısının erkenden çalındığını öğrendiğim, haber metinlerinin altından bana gülümseyerek bakan, işte bu insan canlısıydı.

Gözlerinde ise kocaman gülümsemesi vardı.

*  *  *

Onur Hamzaoğlu.

Kocaeli Üniversitesi profesörlerinden.

Halk sağlığını tehdit eden çok önemli bir durumu ortaya çıkaran bir bilim insanı.

Başka bir ülkede olsa, el üstünde tutulur, başa taç edilirdi.

Oysa ki öyle olmadı!

Çünkü, çoktandır çürümüştü ülkenin yüzü.

Ve ülkenin çürüyen yüzünde, ayaza kesmiş sabahlar ürkütücüydü.

O üzülmedi!

Gittiği her üniversitede tek tek bütün öğrencilerinin sevgili hocası oldu.

Halkın, Dilovası’nda başının tacı, Gebzeli kadınların Hamza Babası’ydı o.

Lakin sabahın gün değmemiş karanlığında Salacak’ta bir evin kapısına dayandıklarında kapıyı açan oydu.

Yüzünde, yine gülümsemesi vardı.

*  *  *


Hoyratça çalmışlardı evinin kapısını.

Davranışları kaba, sözleri hadsiz, tavırları ölçüsüzdü.

Onurlu, ödün vermez bir insandı; eğilmedi, geri adım atmadı.

Haklarını hatırlattı onlara.

Gelenlerin ancak galoşla izin verdi içeri girmelerine.

Sakindi, soğukkanlıydı.

Temiz, siyah deri montunu giydi; belki de ilk defaydı, kravatını takmadı.

Evinde arama yapılırken, çayını içti, kahvaltısını yaptı.

Arama yapanlar evlerinin bilimle, sanatla, insan kokusuyla dolu olduğunu görerek şaşırdılar.

Sağlık politikaları ve eşitsizlikler gibi sayısız bilimsel çalışmanın yanından geçtiler.

Zorunlu Göç Yaşayan Ailelerin İkinci Kuşak Üyelerinin Sağlık Durumuna ilişkin proje dosyalarını görmediler.

Yoksulluk ve sağlık üzerine çalışma dosyalarını, şöyle bir göz ucuyla süzdüler.

2016 yılında Kocaeli’de 21 barış akademisyeni olarak gözaltına alınıp serbest bırakılmışlardı.

Onları desteklemek üzere gelen ve gözaltına alınan son öğrenci de bırakılıncaya dek mahkeme kapısında bekleyen yine oydu.

Onun, o sonuna dek sahiplenici, o mazbut, o naif yanına hiç yaklaşamadılar bile.

Yüzünde, kocaman gülümsemesi vardı.

*  *  *

O bir barış savunucusu, yaşam sevdalısıydı.

Barış savunucularının silahı olur muydu peki?

Elbette ki olmazdı!

Onların silahı değil, kalemi olurdu; sesi olur, sözü olur, şiiri olurdu. Öğrencilerine verilecek dersi olurdu onların!

Ararsanız eğer, evlerinde en çok kitapları bulunurdu. En değerli hazinelerini ise yüreklerinin en kuytu zulalarında saklarlardı; umut olurdu, sevda olurdu, düş olurdu.

Lakin onlarsa, kolay ele geçirilemezdi.

Evindeki arama, saatler sürdü.

Kütüphanesinde raflar dolusu kitaplara rastladılar. Akademik çalışmalara, halk sağlığı üzerine projelere, tez dosyalarına… Dosyaların içinde Dilovası’ndaki gebe kadınların, Gebzeli çocukların ağır metal tadında hikâyeleri vardı…

Tehlikeli gördükleri bazı kitapları, kimi kalın dosyaları, CD’leri, bir de bilgisayarını ele geçirdiler!

Yüreğinde, toprağına doğduğu kültürün zenginliği taşıyordu.

O sevecen, o dost, o babacan sıcaklığına dokunamadılar.

Giderken, gözlerinde parça parça, billur bir ışıktan kopmuş gibiydi bakışları.

Sıcacık, ekmek tazeliğindeydi, o kalender gülümsemesini ele geçiremediler.

Onur Hamzaoğlu’ydu adı, kollarına girip onu götürdüler.

Gözleri, “bekleyin, hemen döneceğim” diyordu.


Gülümsemesi bize kaldı.

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/gulumsemesi-bize-kaldi,19134

1 Şubat 2018 Perşembe

Kapısında çiçekleri kaldı

Yusuf Nazım
T24 | 1 Şubat 2018

İstanbul’da bir sabah.
İstanbul’un sabahları kirli olur.
Kirli bir sabahın eşiğinde kapısına geldiler!

Adı Raşit Tükel.
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim üyesi.
Meslekte otuz beş yılında bir hekim.
Genç hekimlere öncü, örnek bir insan. Özerklik, bağımsızlık onun vaz geçilmez karakteri; bilimde, akademide, bireysel gelişimde…
Bunlardan hiç ödün vermedi, bu yüzden dünyada ve Türkiye’de daima saygın bir yeri oldu. 
Prof.Dr.Raşit Tükel
O bir psikiyatri profesörü.
Hayatını ve tüm zamanını toplum sağlığına adadı. Bu yüzden, ailesiyle bile zor
görüşenlerden.

Evli, bir erkek çocuk babası.
İki metreyi bulan boyu, boyunu aşan oranda sevgisi vardı.
Sapına kadar bilim insanı.
Üniversite rektörlük seçimlerinde en çok oyu aldı, seçildi!       
Normal bir ülkede yaşasaydık eğer, üniversitesinin rektörüydü.
Üniversitede pırıl pırıl gençleri değil, geleceği yetiştiriyor olacaktı.
Kirli bir İstanbul sabahında çaldılar kapısını, alıp götürdüler onu.
Belki utandıklarındandı, kelepçe vurmadılar.
On iki yaşındaki oğlu, “keşke ev hapsinde tutsalardı, hasret giderseydim” dedi.
Kapısında çiçekleri kaldı.
İşte böyle yazdı tarihin sayfaları!

barış istemekti tek suçu

Prof.Dr.Sinan Adıyaman

Ankara.
Puslu bir sabahın ayazındadır.
Hava soğuktur, dona kesmiştir.
Bir adam, ülkenin yetiştirdiği en önemli el cerrahlarından biri, evde yalnızdır, yatağında uyuyordur.
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Anabilim Dalı öğretim üyesi.
O bir profesör.
Adı Sinan Adıyaman.
Yaşadığı şehirde Tabip Odası Başkanlığı yaptı.
Hiçbir hastayı geri çevirmezdi.
Hayır demeyi bilmeyen bir insan tatlısıydı o.
TTB Merkez Konseyi ikinci başkanıydı.
Bel fıtığı vardı, omurgada darlık sendromu, yeni ameliyat olmuştu. 
Evli, bir çocuk babası.
Bir sabah onun da çaldılar kapısını.
Alıp götürdüler.
Barış istemekti tek suçu.
Böyle geçti tarihin sayfasına.

insanlık her zaman öğrenilmez

Ankara’da, yine aynı sabah.

Dr.Sezai Berber
Bu sefer adı Sezai, soyadı Berber.
Bir psikiyatrist o!
Uzun yıllar Dışkapı Eğitim ve Araştırma Hastanesinde hizmet verdi.
Türkiye Psikiyatri Derneğinde kurucu üyesi, eski yöneticisi.
ODTÜ ormanlarının arasına sıkışmış bir mahallede evi.
Eski adıyla Karakusunlar; yani Çiğdem Mahallesi.
TTB eski II. Başkanı. Halen TTB Genel Sekreterliği görevini yürütmekte.
Evli, iki kız çocuğu var, şimdilerde serbest hekim.
Hayatta en çok değer verdiği şeydir dostluk.
Konukseverdir, sıcaktır, candır.
Eve konuklar geldiğinde, ailecek birlikte vakit geçirmek ister.
Çocuklar bırakın dersi falan” derdi, “bize katılın!
Ardından eklerdi, “bilgi daima öğrenilir, insanlık her zaman öğrenilmez.”
Savaş ve işkence travmalarına uğramış kişilere adadı mesleğini.
Bir sabah çaldılar onun da kapısını; eşiyle birlikte açtı.
Çevik kuvvet polisiydi gelenler.
Götürdüler.
Taammüden barışı savunmaktı suçu.

Ve böyle kaydetti tarih olanları!

Kokusunu, yaşlı annesinin koynuna bırakarak gitti
Dr.Selma Güngör
Ankara.
Yine pusluydu, yine ayaz.
Yine aynı gündü çünkü.
Bu sefer Ayrancı semtinde çaldı bir evin kapısı.
Bir kadın açtı kapıyı.
Adı Selma Güngör, bir çocuk annesi, aile hekimi.
TTB Kadın Hekimlik ve Kadın Sağlığı Kolu, İnsan Hakları Kolu çalışmalarını yürütmekte.
Kadın polisler girdi koluna.
Kokusunu, yaşlı annesinin boynuna bırakarak ayrıldı evinden.
Saçını kısa kestirmeyi alışmıştı son günlerinde, arkadan kuyruk yapardı.
Bir de glütensiz beslenmeye…
Maltepe’de işyerine vardılar. Tehlikeli şeyler aradılar masasında, çekmecelerinde.
Aile hekimliği çalışma odasındaki bilgisayarına el koydular.
Son sözü, “bilgisayarı götürmeyin!” oldu…
Haftalık aşı ve gebelik izleme programı vardı bilgisayarında.
Giderken, hasta ev ziyaretleri kaldı aklında.
Ve tarih böyle kaydetti o günü!
Zeki bir kedisi vardı, adı Mia’ydı
Dr.Hande Arpat
Hande Arpat.
Pratisyen hekim.
İçlerinde en genç olanıydı.
Mülteci ve göçmenlerin sağlık sorunları ile ilgili çalışma yürütmekteydi.

Ankara’da, hastaydı, sesi güçlükle çıkıyordu.
Bir hekim, bir yazardı o; sağlık politikaları üzerine kitapları vardı. İngilizce ondan sorulurdu, bir tweetter fenomeniydi; güleç, sıcak yüzlü, enerjik.
Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi üyesi.
Hayvanları severdi, insanları sevdiği gibi.
Zeki bir kedisi vardı, adı Mia’ydı. Haylaz kedi, telefonda oyun oynamayı severdi.
Lakin, yüzü karaydı o gün Ankara’nın, sisliydi.
Hande, arkadaşıyla WhatsApp’tan yazışıyordu.
Handecim duydun mu olanları,” diye yazdı biri.
Son harfleri ışık hızında ulaştı karşı telefona:
G-e-l-d-i-l-e-r!”
Evde yalnızdı, kimsecikler yoktu.
Sakindi.
Kadın polisler eşliğinde götürdüler onu.
Uzun bir miyaw sesi duyuldu arkasından...
Ve tarih işte böyle yazdı sayfasına!

“annemle gurur duyuyorum”
Prof.Dr.Funda Obuz


Funda Obuz.
İzmir’de bahara hazırlanan bir mevsim.
Evde yalnızdı. Arkadaşlarıyla WhatsApp’tan yazışıyordu o da.
Dokuz Eylül Tıp Fakültesi Radyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.
Türk Radyoloji Derneği İzmir Şube Başkanlığı, İzmir Tabip Odası Onur Kurulu
Üyeliği, İstanbul Tabip Odası Hekim Meclisi üyeliği yaptı.
Halen TTB Merkez Konsey üyesi, bir kız çocuğu annesi.
Mesajlar yanıtsız kaldı telefonunda…
Çaldılar kapısını, terörle mücadeleden gözaltına aldılar.
Psikoloji okuyordu kızı, duyunca “annemle gurur duyuyorum” dedi.
O bir radyoloji profesörüydü.
Kapısında çiçekleri kaldı.Tarihin sayfasına, işte böyle geçti onun adı.

Göçmen hastaları çoktu; İdlib’ten, Halep’ten, Rakka’dan

Dr.Dursun Yaşar Ulutaş
Dursun Yaşar Ulutaş.
Evli, tek çocuk babası.
Adana’da aile hekimi.
Göçmen hastaları çoktu; İdlib’ten, Halep’ten, Rakka’dan. 
Klasik müzik düşkünü, bir radyo sever o.
Adana Tabip Odası Genel Sekreterliği, TTB Yüksek Onur Kurulu Üyeliği ve TTB Aile Hekimliği Kolu sekreterliği yaptı.
Halen TTB Merkez Konseyi üyesi.
Onun da çaldılar kapısını, evinde arama yaptılar; yetinmeyip işyerine gittiler.
Hastaları bekliyordu onu, muayene edemedi.
Bilgisayarına el koydular. Hastaların muayene bilgileri vardı içinde.

Çevik kuvvet eşliğinde götürdüler onu!
Hastaları arkasından baka kaldı.
Giderken arkasını döndü; annesi Ankilozan Spondilit hastasiydı Halepli Yosra’nın. Ciğerlerini kötü üşütmüştü, seslendi; “unutma,” dedi, “günde üç defa alacaksın ilacı!
Ve tarih işte böyle kaydetti notunu.

Sabah erkenden çaldılar kapısını  
Dr.Bülent Nazım Yılmaz


Bülent Nazım Yılmaz
Eskişehir Devlet Hastanesi’nde acil hekimi.
TTB Denetleme Kurulu üyeliği, Eskişehir Tabip Odası Başkanlığı yaptı.
Eşi Neşe ile birlikte Eskişehir’de, Tabip Odası’nın yükü onların omuzlarında.
Evli, bir çocuk babası.
Sesi de, kendisi de, yüreği de güzel; konuksever insan.
Sabah erkenden çaldılar kapısını.
Onu da götürdüler.
Tarih böyle yazdı sayfasına.

Ankara’ya varmadan işine son verildi

Adı Şeyhmus’du.
Surlarından kanayan şehirdendi, Diyarbakırlıydı.
Bir hekim; sempatik, yumuşak yüzlü, sevecen.

Şeyhmus Gökalp Diyarbakır Tabip Odası
Dr.Şeyhmus Gökalp
Denetleme Kurulu üyeliği, TTB Büyük Kongre Delegeliği yaptı. Halen TTB Merkez Konseyi üyesi.
Dost canlısı, civanmert, inanılmaz konuksever.
Paşam” derdi kardeşi Ciwan’a; bir şey satın alırken hep çift alırdı. İki insan, birbirine nasıl da böyle düşkün olabilir di?
Aynı gün, aynı sabah; onun da, erkenden çaldı kapısı.
Gelen çevik kuvvetti, kalabalık girdiler eve.
Arama yapanlara Kürt aksanıyla; “sizden ricamız” dedi, “evi fazla dağıtmayınız.”
Hep öyle konuşurdu Şeyhmus.

Diyarbakır’da işyeri hekimiydi.
Ayrılırken, içine çeker gibi sarıldı, kokladı; eşini, kardeşini ve çocuklarını.
Daha Ankara’ya varmadan işine son verildi.
Tarih böyle kaydetti işte o günü.

buradayım, gelin alın beni
Dr.Ayfer Horasan

Ayfer Horasan.
Van’da Aile hekimi.
Havalar soğuk olur bu mevsimde, buz tutar Muradiye Şelalesi Van’da.
İnce, uzun boylu, sevgi dolu Ayfer.
Tabip Odası Yönetim Kurulu ve Onur Kurulu üyeliği görevlerinde bulundu.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı Van Referans Merkezi’nde hekim.
Halen TTB İnsan Hakları Kolu üyesi.
Haberler peş peşe gelince, oturduğu evden çıktı, meslek odasına gitti.
Van Tabip Odası’nda oturup bekledi; “buradayım, gelin alın beni” dedi!
Ve tarih böyle kaydetti onu.
Odasında bolca Karadeniz fıkrasına rastladılar



Prof.Dr.Taner Gören
İstanbul’un Ataköy semti.
Bir süredir betona boğulmuş ağrılıdır.
Bu semtte bir ev.
Hava sisli, soğuk, alaca karanlık.
Kapı çalınır, önünde çevik kuvvet beklemekte.
Kapıyı açan bir k
ardiyoloji uzmanıdır; aynı zamanda iç hastalıklarında ikinci ihtisas.
İstanbul Tıp Fakültesi Kardiyoloji kürsüsünde öğretim üyesi.
Öğrencilerine daima “Bolca hastalık öyküsü alın” diyen, 62 yaşında bir öğrenci sevgilisi o.
Evli, bir çocuk babası.
Türk Kardiyoloji Derneği, Avrupa Kardiyoloji Derneği, TTB Merkez Konsey üyeliği görevlerinde bulundu, İstanbul Tabip Odası Başkanlığı yaptı.
Halen TTB Merkez Konsey üyesi.
Adı Mustafa Taner Gören, bir profesör.

Laz’dı.
Şaka gibi başladı güne.
Yaşamak her daim bir gülmeceydi onun için. Fıkra anlatmayı severdi.
Onunla vakit geçirmek mi?
Kaçırılmayacak bir zevkti, gülmekten kırardı dinleyeni.    
Ne hak yedi, ne yalan söyledi, ne rüşvet aldı.
Hep sevdi insanları ve yaşatmak istedi onları.

Bir sabah onun da çaldılar kapısını.
Grubun en yaşlısı, belki en delikanlısıydı.
Hastanede aldılar onu, kardiyak problemi vardı.
Eşiyle kucaklaştı, “haklıyız, kazanacağız” dedi.
Polisler kollarına girdiler.
İçlerinden biri boncuk boncuk terlemişti, güçlükle soluyordu.
Göz ucuyla baktı ona, “sağ koroner arter tıkalı olmalı” diye geçirdi içinden, “bir an önce efor testi yaptırmalı!

Odasında, bolca Karadeniz fıkrasına rastladılar.
Arama esnasında, bir kadın; hocasıydı, duyunca koştu.
Polis, “dur, giremezsin, kimsiniz?” dedi.
Öğrencisiyim” diye girdi içeri.
Sarıldı hocasına; sardı, sarmaladı onu; ama ağlamadı.
Lakin hocası da ona sarılamadı!
Yürürken kolları önündeydi, kırmızı bir hırka taşıyordu ellerinin üzerinde.
Altında kelepçesi vardı!
Gözlerinde, kimsenin görmediği bir gülmece.
Kapısında çiçekleri kaldı.
İşte böyle yazdı tarih kitapları!

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kapisinda-cicekleri-kaldi,19068