24 Mart 2017 Cuma

İki satırlık ölüm

Yusuf Nazım
T24 |24.03.2017


İki satırlık bir ölümdü o.
“Miting alanına girmeye çalışan sırt çantalı bir şahıs” diye geçti ajanslar.
Haber portallarının sayfalarında ancak birkaç satıra sığabilmişti.

*  *  *

Bayramdı.
Bir Newroz günüydü.
Çektiği acılar, yaşadığı hüzünler, kazanıp kaybettiği sevinçleriyle bir şehir, bayramına yürüyordu.
Hava açık, gökyüzü maviye gülümsüyordu.
İnsanlar sevinçli, coşkulu, heyecanlı.
Alanın güvenliğini sağlamakla görevliydi güvenlik kuvvetleri.
“Ancak şahıs kendini aratmak istememiş” diyordu haberler.
Evet, böyle diyor ve ekliyordu:
“Canlı bomba olma ihtimali” taşıyordu şahıs.

*  *  *

Ölüm, nicedir mubahtı bu topraklara.
Nereden ve nasıl geleceği bilinmezdi.
Yaşa, boya, posa, cinsiyete bakmaz, haklı mı haksız mı ayırmazdı!
Hiç beklenmedik bir zamanda gelebilir, nereden çıktığı belirsiz serseri bir kurşun herhangi birini sebepsiz yere serebilirdi.
Örneğin, her an bir kaza olabilirdi. 
Güne gergin uyanmış bir görevlinin, öfkeli, titrek parmakları bir silahın tetiğine apansız dokunabilirdi.
Cümle gazetecilerin fotoğraf makinelerine el koyulabilir, hafızalarına format atılabilirdi.
Mobesa kameralarıysa eğer kayıtta olan, ansızın başka bir yöne dönebilir, olmazsa bir gece ansızın kayıtlar bile silinebilirdi.

*  *  *

“Çantamda bomba var hepinizi öldüreceğim!” demişti şüpheli!
Bütün ajanslar böyle geçmişti haberi.  
O şehrin en büyük yöneticisinin basın bildirisi, böylesine hoyrat sıralamıştı sözcükleri birbiri peşi sıra.
Çünkü ölmek kolaydı bu ülkede.
Öldürmekse caiz!
Ölüm sıradanlaştığında, en yüksek mertebeden bürokratlar, devletin bekası ve milletin bölünmez bütünlüğü üzerine demeçler verirlerdi hemen.
Ya bir duvardan düşmek suretiyle, ya bir terörist silahıyla, ya da kendi kendini vurmak yoluyla gelirdi ölüm.
Böyle olunca, ışık hızıyla yayılırdı demeçler dört bir yana.
Ve ancak, iki satırlık bir habere sığardı ölüm.
En fazla mahkemeye çıkar, sonunda serbest kalırdı failler.
Dosyası mahkemeden mahkemeye, duruşması şehirden şehire sürülebilirdi. 

*  *  *

Hep kimsesiz olurdu, ölenler.
Nasılsa, bir anası olmazdı yolunu gözleyen!
Harçlıklarını aksatarak gönderen bir babası, türlü oyunlarla birlikte büyüdüğü kardeşleri, evde bıraktığı kedisi, kokusunu özleyen sevgilisi.
Onu hayata bağlayan tutkuları olmazdı nasılsa; oda arkadaşlarıyla şakalaşmaları, gençlik heyecanları; kemanı, melodileri, şiir kitapları...
Hiç biri olmazdı nasıl olsa!
İşte bu yüzden bu kadar mubahtı ölüm.
Bu kadar bayağı, bir o kadar sıradan, böylesine umursamaz!

*  *  *

Kemal Kurkut.
İnönü Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, Müzik Bölümü öğrencisiydi.
Keşke o gün bir Newroz Bayramı günü hayat, başka türlü akabilseydi.
Ailesinden habersiz, Diyarbakır trenine binmek üzere, Malatya’da kaldığı evden bir gece yarısı sessizce ayrılmasaydı Kemal.
Keşke, o kentin garında, onu en kutlu bayramına götürecek tren gelmediğinde, vaz geçip geri dönebilseydi.
Keşke, gece 03.00’de kalkacak tren gelmeyince, bir otobüse atlayıp o kadim şehre gelmeseydi.
Ve belki, bu kadar genç olmasaydı Kemal.
Olmasaydı da, damarlarında akan kan böylesine hızlı yürümeseydi.
Kalbindeki delikanlı gururu bu kadar eğilmez, bu kadar dik olmasaydı.
Keşke, bir bayram gününde, Evrim Alataş Caddesi’nde gururunu kırdıklarında, sinir krizi geçirerek eline bıçak almasa, yolunu kesen arsız ölüme fırsat vermeseydi Kemal!

Öfkeden kan ter içinde kaldığında, hemen çantasına davransaydı mesela.
Davranıp, oracıkta bir kitap çıkarsaydı.
Belki Ahmet Arif’ten, Orhan Veli’den, Behçet Aysan’dan.
Ateşe, silaha, canlı bombalara inat elindeki kitabı okusaydı!
Öfkeye, nefrete, kine rağmen mırıldansaydı:

“çünkü beyaz bir gemidir ölüm
siyah denizlerin hep
çağırdığı

batık bir gemi
sönmüş yıldızlar gibidir
yitik adreslere benzer
ölüm

yanık otlar gibi
sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde
ölürüm..” (*)

Çantasından çıkardığı kitapların birini, üzerinde ateşli silah, barut kokusu ve bomba arayanlara uzatsaydı.
“İşte, en büyük silahım bu!” deseydi.
Oturup önlerinde keman çalsaydı mesela.
Belki Vivaldi’den, Dengbejlerden, Kazım Koyuncu’dan melodiler yaysaydı etrafına.

*   *   *

Delikanlı bir gençti.
Biliyordu, ağrılıydı ülkesi, kanamalıydı.
İsli bir karanlık bulaşmıştı şehirlerin çeperlerine, farkındaydı.
Ama yine de ısrarla şiire bulaşıyordu kelimeleri.
Alıyordu kemanını, geçiyordu kameranın karşına, sessizce sunuyordu hayata melodilerini.
Umutluydu çünkü.
Düşleri vardı geleceğe dair; sanata, edebiyata, şiire dair.
Yaralarına bulut bulut acılar sinmiş, duvarlarına karış karış hüzün bulaşmış bir kentin topraklarına dair.

Ama olmadı!
Heybesinde sevinçleri, bir büyük bayrama giderken vurdular onu.
Yaşama tutunduğu en ince dalından kırdılar onu.
Adı Kemal Kurkut’tu.
Adıyamanlıydı.
Üniversitede öğrenci; bir umut işçisi, belki geleceğin sanatçısı, belki de bir keman virtüözü…
Hiç biri olmasa ne yazar!
Yüreği saf mı saf, temiz mi temiz, sade bir yurdum insanı…

Bir bayram günüydü.
Öylesine genç ve tecrübesiz, öylesine muhlis, art niyetsiz.
Kimse söylememişti, bilmiyordu.
Bir bayram gününün, nasıl olur da apansız ateşe, zehire ve baruta boğulabileceğinden habersizdi. 
Canını, teninden koparıp alacak o zalim ateş, çıplak bedenine saplandığında henüz 23 yaşındaydı.
İki satırlık bir ölüm oldu haber ajanslarında.
Çantasından bir gömlek, defter ve şiir kitapları çıktı.
Sonsuz bir maviliğe aralanmıştı kirpikleri.
Gözleri açıktı.

(*) Behçet Aysan

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/iki-satirlik-olum,16859

18 Mart 2017 Cumartesi

“Cennetin fethi” ve Kiraz Zamanı

Yusuf Nazım
T24 | 18 Mart 2017


1871’de, Paris devrimin kalbidir.
Paris’in Père-Lachaise Mezarlığı’nda bugün bir duvar vardır.
O duvarın dibinde Parisli Komünarlar kurşuna dizilmiştir.
Kurşuna dizilmiş otuz bin işçinin kanı, Paris’in sokaklarında kurumuştur.

*   *   *

Bugün 18 Mart.
Tarihin hafızasında yer etmiş önemli bir gün.
18 Mart 1871, en alttakilerin, dünyanın çukurluklarından başlarını kaldırarak, gökyüzünü fethe çıktığı gündür.
Bundan 146 yıl önce, Fransa’da Paris Komünü ilan edilmiştir. İşçi sınıfının, dünyada ilk kez, tarihin dümenine geçerek yeni bir gelecek yaratma sevdasının görkemli bir dışa vurumudur o. 
Paris’in işçileri, ayak takımı, dışlanmışları; kısaca tüm ezilenlerinin birikmiş umutları, sabırsız heyecanları, güçlü iradeleriyle yeni bir tarih yaratma girişimi…
İşçi sınıfının 72 gün süren, dünyadaki bu ilk komün deneyimi, sonrasında sağladığı ekonomik, sosyal, kültürel kazanımlarla, insanlık için yeni bir yaşamın mümkün olabileceğinin de müjdecisiydi.

Komün tarafından Nisan 1871'de Rue de Rivoli Sokağı üzerinde
Hotel de Ville yanıda bir barikat
Devrimlerin kalbi, Paris

17. ve 18. Yüzyıl Fransa’sı, toplumsal devrimlerin filizlendiği çağlar olmuştur. Önce 1789 Fransız İhtilali, ardından gelen 1830 ve 1848 devrimleri ve nihayetinde bu devrimlerin mayaladığı 1871 Paris Komünü. İlk üçüne burjuvazi önderlik ederken, sonuncusunda, kısa süreliğine de olsa tarihin çarkları işçi sınıfının eline geçmiştir.

18.Yüzyılda, Avrupa ve ABD’de, sanayi devrimindeki olağanüstü gelişmeler, kitleler halinde bir işçi sınıfını doğurmaktadır. Emekçi kitleler, vahşi ve acımasız sömürü koşulları altında, görülmemiş bir sefalet içinde yaşamaktadır.

Fransa’da, 2 Aralık 1851'de bir hükümet darbesiyle Ulusal Meclis'i fesheden Louis Napoleon Bonaparte, İkinci İmparatorluğunu ilan eder. Sanayi devriminin açığa çıkarmış olduğu sosyal ve siyasal huzursuzluklar aşırı boyutlardadır. Bu koşularda Bonaparte, 1870'te Bismarck Prusyası’na savaş açar. 46 gün üren savaşta Fransa yenilir ve teslim olur.

Bu yenilgi Fransız halkının öfkesini tetikler. Paris halkı 4 Eylül’de ayaklanarak meclisi basar. İşçilerin önderliğindeki Paris halkı iktidara el koyar. İmparator görevden uzaklaştırılır, cumhuriyet ilan edilir.

Ancak Paris halkı, eski düzenin sahipleri hakkında hala iyimserliğini korumaktadır. Halk, iktidarı kralcılardan ve burjuvaziden oluşan hükümete teslim eder.
Paris Komünü sırasında Concorde Sarayı yakınında kurulan barikatlar, 1871, Paris

Paris’e karşı Versailles

Parisliler, kenti kuşatmaya başlayan Prusya Ordusu’na karşı vatanı savunmak amacıyla Ulusal Muhafızlar’a girerek silahlanır. Çoğunluğu işçilerden ve değişik halk katmanlarından oluşan Paris halkı, kentin dışında kurduğu barikatlarla şehri savunmaya başlar.

Buna karşılık iktidardaki burjuvazi, silahlanmış halkı kendine bir tehdit olarak gördüğünden Meltz şehrinin kuşatmasındaki 170 bin kişilik Fransız Ordusu’nu Prusyalılara teslim eder.

Meltz’in burjuvazinin ihanetiyle teslim edilmesine karşılık, Paris’in örgütlü halk tarafından savunulması gericiliği ürkütür. Hükümet, Prusya ile ateşkes imzalayarak Katolik Kilisesi, burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin ittifakıyla yeni bir Ulusal Meclis toplar. Meclisin aldığı ilk karar, krallığı yeniden inşa etmek üzere cumhuriyeti feshetmek olur. Tam bir işçi düşmanı olan Thiers hükümeti Versailles şehrinde göreve başlar.

Böylece, bir yanda açlığa, sefalete, sömürüye ve eşitsizliğe karşı; işçilerden, işsizlerden, esnaflardan, öğretmenler ve aydınlardan oluşan cumhuriyetçi Paris; öte yanda, Paris’in sefillerine, ayak takımına, bozguncularına karşı öfkeyle bilenmiş, gericiliğin, sarayın ve monarşinin başkenti Versailles!

Kanlı Hafta'da Rue Voltaire Caddesi'nde ele geçirilen bir barikat, Paris, 1871
Tarih 18 Mart 1871’dir.

İşte bu koşullarda Parisliler, kendilerini silahsızlandırmak isteyen ihanetçi Versailles iktidarına karşı ayaklanır. 18 Mart 1871’de başkentteki bütün devlet kurumların ele geçirerek Paris Komünü’nü ilan eder. Komün simgesi olarak tüm devlet dairelerinde dalgalanan kızıl bayrak Komün’ün simgesi olur.

Komün Meclisi, 26 Mart’ta üyelerini belirlemek üzere seçim yapar. Çoğu işçi olmak üzere, esnaf, öğretmen, doktor, gazeteci ve teknisyenlerden oluşan 86 kişilik meclise, Paris burjuvazisini temsilen de 21 üye seçilir. Ne var ki bu üyeler komün faaliyetlerine ayak uyduramaz, kısa süre sonra meclisten çekilirler.

Komün inanılmaz bir dinamizmle çalışmaya başlar. Peş peşe tarihi kararlar alır, yayınlar ve bunları uygulamaya girişir.

Eski devlet aygıtının koruyucusu polis teşkilatı dağıtılır. Yerini, halkın kendi öz koruma birlikleri alır. Din ve devlet işleri kesin olarak birbirinden ayrılır, gericilikle işbirliği halindeki kilisenin mülklerine halk adına el koyulur. 

Bilim, dinin etki alanından çıkarılarak, eğitim herkes için parasız ve zorunlu hale getirilir. Eğitimi yaygınlaştırmak için yeni okullar açılır, işçi çocukları için kreşler, bakım evleri açılması kararı alınır.

Komün, yardımlaşma-dayanışma amacıyla sendikalar, dernekler, kulüpler ve kooperatiflerden oluşan çok zengin bir örgütlenme ağı kurar.

Tüm günlük yaşam, kurulan komiteler tarafından yürütülmeye başlanmıştır. Bütün yöneticiler, halk tarafından istenildiği zaman geri çağrılacak şekilde seçilir.

Paris Komünü tam 72 gün sürer. Bu süre boyunca Paris’in sokaklarında umut ve özgürlük rüzgârları eser.

Komünün estirdiği bu rüzgâr, yalnızca Paris’in sokaklarını doldurmakla kalmaz. Onu sırasıyla Lyon, Marsilya, Narbonne, Toulouse, Saint-Etienne komünleri izler.

Kanlı Hafta'dan sonra Rue de Rivoli'nin görünümü
Komünün yenilgisi

Komünün zayıf halkalarından biri, köylülüğün önemini çok fazla dikkate almayarak, onunla ittifak yapamayışıydı. Eski sistemin sahipleri, kilisenin ve büyük toprak sahiplerinin desteğiyle kırsal alanlarda güç toplayarak örgütlenme fırsatı yakalamıştır.

Versailles kuvvetleri, Nisan ayında 40 bin kişilik ordusuyla Paris’i kuşatarak bombalamaya başlar. Fransız gericiliğinin büyük saldırısı karşısında özgür Paris, büyük bir direniş sergileyecektir. Direnişin sürdüğü sırada gerici hükümetin, silahlı ve örgütlü bir Paris’ten korkarak Prusya ile yaptığı onur kırıcı anlaşma Paris halkını iyice öfkelendirir. Üstelik Prusyalılar, esir aldıkları Fransız Ordusu’nun büyük bölümünü Komün’e karşı savaşmaları için serbest bırakır.

Öldürülen Komüncülerin cenazeleri ibret olsun diye bir süre teşhir edilmiştir
20 Mayıs, karşı devrimci güçlerin Paris’e, doğrudan saldırısına tanık olur. Bir gün sonra askeri birlikler kente girmeye başlar. Paris’in sokaklarında şiddetli çatışmalar yaşanır. İşçi sınıfı sokak sokak, barikat barikat, ev ev direnir. Barikat savaşları işçilerin büyük kahramanlıklarına tanık olur. Bu barikatlarda, insanlık için yeni bir yaşam arayışında bulunanlar; Paris’in yoksuları, işçileri, emekçileri, kadınları ve çocukları birlikte savaşırlar. Özgür Paris’in direnişi bir hafta sürecektir. En büyük direnişi işçi semtleri gösterir. Paris’in ayak takımı, yoksulları, emekçileri bu semtlerdeki barikatların arkasında sonuna kadar savaşırlar. Burjuvazinin askerleri, buralarda akıl almaz, ölümüne bir dirençle karşılaşırlar. Bu amansız direnişten dolayı en son girilen semtler de buralar olur.  

Jules Girardet tarafından Komünün anarşist kadın önderlerinden
Louise Michel'in 24 Mayıs 1871 tutuklanması
Paris’in son barikatı düştüğünde takvim yaprakları 28 Mayıs’ı göstermektedir. Kayıtlara “kanlı hafta” olarak geçecek bu günlerin sonunda, tarihin ilk işçi devrimi yenilir, gericilik ve karşı devrim kazanır.

Yeni bir yaşam için, Marx’ın deyişiyle onlar, “cenneti fethetmek” üzere yola koyulmuş gözü pek kahramanlardı. Bütün istedikleri, kendileri için değil, bütün insanlık adınaydı. Yaktıkları komün ateşiyle, altında durdukları gökyüzünü aydınlattılar.

72 gün süren Paris Komünü’nün ışığı söndüğünde, sokakları kanla yıkanmış bir Paris kalmıştır geride. Fransız gericiliği, Paris’in ayak takımına duyduğu nefreti, görülmemiş bir gaddarlık olarak komünarlara sunar. Herhangi bir sorgulama ya da mahkeme olmaksızın otuz binden fazla komüncü kurşuna dizilir. Kırk bin kadarı ise ya sürgüne gönderilir ya da zindanlara atılır.

Père-Lachaise Mezarlığı ve Komünarlar Duvarı

Père-Lachaise Mezarlığı’nda son çarpışmalardaki katliamın
Félix Philippoteaux tarafından yapılmış tasviri
Tıpkı eski İstanbul gibi, Paris de yedi tepeli bir şehirdir. Père-Lachaise Mezarlığı bu tepelerden birinin üzerinde yer almaktadır. İçlerinde birçok komün önderinin de bulunduğu son direnişçiler, toplarıyla birlikte bu mezarlığa doğru çekildiklerinde, mezarlığın doğu duvarı önünde kuşatılarak topluca kurşuna dizilirler. Sonradan Federeler (komün) Duvarı olarak bilinecektir burası… İşte bu duvarın önünde kurşuna dizilen komüncülerden birinin, ölmeden önce söylediği şu sözler tarihe geçecektir:

“71 gün özgür yaşadım, artık ölüm umurumda değil”

Père Lachaise mezarlığında, önünde komünarların öldürüldüğü
duvardaki onur plaket
Türkiye’den ve dünyadan Paris’e giden birçok insanın önemli bir durağı Père-Lachaise Mezarlığı’dır. Bunun nedeni, 1871’in 28 Mayıs’ında, 147 komünarın kurşuna dizildikten sonra, bu mezarlığın duvarı dibinde, bir çukura doldurularak gömülmesidir. Geçmişinde, böyle tarihsel bir olaya tanıklık eden söz konusu duvar, mezarlığın doğu ucunda bulunmaktadır. Uzun yıllar, çiçek bırakmanın bile yasak olduğu bu duvar, taşıdığı tarihsel hafızasından dolayı Fransa solunun bir anma yeri, dünyanın değişik yerlerinden Paris’e gelen devrimcilerin vazgeçilmez durağı olmuştur. Fransa tarihinde işçi sınıfının ve solun en hareketli günlerinde on binlerce, kimi zaman yüzbinlerce insan işte bu duvarın önünde toplanmakta, yüz yıl önce gökyüzünü fethe çıkarak insanlığa daha güzel, daha mutlu bir gelecek müjdeleyen komünarlara şükranlarını sunmaktadırlar.

Paris Komünü, tarihe sayısız doküman, kitap, araştırma, belgesel ve müzik eseri bırakmıştır. Bunlardan biri de Jean Vautrin’in 1998’de yayınlanan ve Paris Komünü’nün Kanlı Hafta’sını konu edinen romanı “Le Cri du peuple” (Halkın Çığlığı)’dır. Bu roman, Komün’ün 140.yılı olan 2011 yılında dünyaca ünlü çizer Tardi tarafından uyarlanarak çizgi roman haline getirilir. Türkiye’de Sertaç Canpolat’ın çevirisiyle Versus Yayınevi’nde iki cilt halinde yayınlanır.

Sürgünler şehri Paris

Sene 1961’dir.
Anadolu’dan sürgün bir şairin yolu Paris’e düşer.
Memleketine sevdalıdır şair, sarı saçlıdır, mavi gözlüdür
Ve Paris kestanelerin şehridir.
Paris’te bir kestane ağacı” vardır
İstanbul’da, Boğaz sırtlarından gelip Paris’e yerleşmiştir.”
Paris'in ilk kestanesi Paris kestanelerinin atası” dır.

Çünkü aynı zamanda, bir sürgünler şehridir Paris. Birçok Asyalı, Avrupalı aydın, ülkelerindeki baskılardan kaçarak Paris’e sığınmış, burada hayata veda etmiştir. Bu yüzden Père-Lachaise Mezarlığı, aynı zamanda birçok ünlü aydına da ev sahipliği yapmaktadır. Sayısız ünlü arasında Honore De Balzac, Frédéric Chopin, Édith Piaf, Jean de La Fontaine, Oscar Wilde gibi isimler de vardır. Türkiye’den de Yılmaz Güney ile Ahmet Kaya konuğudur bu mezarlığın.
Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'nın mezarı

“Le Temps des Cerises” - Kiraz zamanı

Paris Komünü Fransa ve dünya toplumuna büyük siyasal ve kültürel miras bırakmıştır. İşçi sınıfının uluslararası marşı olan “Enternasyonal” de bunlardan biridir. Bir de komün dönemin bir şarkısı vardır ki, dillere destan olmuştur. Fransızca adıyla “Le Temps des Cerises”, yani Kiraz Zamanı, Paris’e bahar geldiğinde sokaklara Paris Komünü’nün rüzgârını fısıldar.

1866 yılında, kendisi de bir komün savaşçısı olan Jean-Baptiste Clément tarafından sözleri yazılan ve müziğini 1866’da Antoine Renard’ın bestelediği, muhteşem bir melodiye sahip şarkı Paris Komünü sırasında dudaklardan düşmemekteydi.

Komün günlerinde bir hemşire vardır. Paris direnişin en zor anlarında barikatlarda yaralanan savaşçılara yardım ederken vurularak ölür. Söz yazarı Clement’in, komün yenildikten sonra şarkıyı, işte bu kadın komünara adamasıyla şarkı Paris Komünü’nün sembollerinden birine dönüşür.

Aslında bir aşk şarkısı olan Kiraz Zamanı, Komün’ü hatırlatan ezgiyle sona erer:

“Kiraz zamanını hep seveceğim
O zamandandır ki yüreğimde taşırım
O açık yarayı!”


Bizim Kiraz Zamanımız

Mayıs ayı bir hüzün ayıdır ve hep kanamalıdır.
Tarihte, sonu hüzünle sonlanan birçok olaya sahiplik etmiştir.
Geriye baktığımızda, hep kelebek kanadıyla geldiği görülür Mayıs aylarının.
Bu ülkemizde de böyledir.
6 Mayıs’ta Ulucanlar’da, 18 Mayıs’ta Diyarbakır’da, 1 Mayıs 1977’de Taksim Meydanı’nda olduğu gibi bir gelincik edasıyla kanamıştır hüzün.

28 Mayıs 1871.
Paris’te, işçi semtlerindeki son barikatın düştüğü tarih.
İşte bu tarihten 146 yıl sonra, bu sefer 2013 yılının Türkiye’sinde, bir ağaç ve kent katliamına karşı başka bir kıvılcımının ateşi parlar.
Aylardan yine Mayıs'tır.
Günlerden yirmi yedisi ve yine Kiraz Zamanı’dır.
Bir parkın kimsesizliğinde, bir ağacın çaresizliğinde, bir tutam yeşilin sahipsizliğinde büyüyen öfkenin İstanbul’u sarıp sarmalamasıdır bu.
Haziran 2012, İstanbul, Gezi Parkı

Adı Gezi Parkı Direnişi’dır.
Bir parkı sahiplenmek için İstanbul’un cümle semtlerinden öfkelerini kuşanarak gelenler, başka bir kentin, başka bir ülkenin, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanmış, sevinç ve heyecan içindedirler.
Şehrin ezilmişleri, dışlanmışları, işçisi, öğrencisi, öğretmeni; sokak satıcısı, araba tamircisi, tinercisi hep bir aradadır.
Adalet, eşitlik, özgürlük ve yeni bir yaşam için şarkılar söylemektedirler.
Ne var ki, mevsim yine Kiraz Zamanı’dır.
Ve Mayıs ayı hep kanamalıdır.
Bir kez daha, bir gelincik edasıyla kanar hüzün.
Bir kez daha tekerrür etmekten geri durmaz tarih.
Gezi Parkı isyancılarının aşka ve sevgiye, umuda ve özgürlüğe, adalete ve eşitliğe olan özlemleri, köhne bir sistemin kirli dişlileri arasında acımasızca öğütülür.
Aşk susar, umut kırılır, heyecan biter.
Ne var ki, bugün bile baskının, sömürünün, zulmün devam ettiği her yerde, Kiraz Zamanı’nın melodileri, adalet, eşitlik, özgürlük fısıltıları olarak kulaktan kulağa yayılmaya devam eder.



8 Mart 2017 Çarşamba

Kadının kendini yeniden yarattığı gün: 8 Mart

Dünyada Kadın Hakları, Mücadelesi ve Bir Tarihçe (*)
Yusuf Nazım | Evrensel |6-7-8 Mart 2017

“Korkunç ve mübarek elleri,
İnce, küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
Anamız, avradımız, yârimiz...
Ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
Ve sofradaki yeri, öküzümüzden sonra gelen
Ve dağlara kaçırıp uğrunda hapis yattığımız
Ve ekinde; tütünde, odunda ve pazardaki
Ve karasabana koşulan
Ve ağıllarda
Işıltısında yere saplı bıçakların 
Oynak, ağır kalçaları ve zilleriyle
Bizim olan kadınlar
Bizim kadınlarımız…”

                      Nazım Hikmet Ran

Dünyada Kadın Hakları

1800’lü yıllarda doğanın bir gereği olarak kadının erkeğe itaat etmesine inanılırdı. Kadınlar birçok açından ikinci sınıf insan muamelesi görürdü. Örneğin oy hakkı önceleri, sadece mülk sahiplerine ait bir şeydi.

Kadınların, meslek sahibi olabilme hakkı, boşanabilme hakkı, seçme ve seçilme hakkı yoktu. Evli kadınlar daima düşük ücret alırlar, hamile olduğu anlaşılan kadınlar kolayca işten atılabilir, genellikle niteliksiz işçi, yardımcı işçi olarak düşük ücretle çalıştırılırlardı.

Hukuksal açıdan kadın tam birey sayılmazdı. Bir çok devlette, çalışan kadın memurların evlenme izni yoktu. 

Fransa’da 1965 yılına kadar kadınların çalışması, eşlerinin iznine bağlıydı. Kadınların politik hakları İngiltere ve kimi İskandinav ülkeleri dışında, bulunmamaktaydı. Kocasından izinsiz üniversiteye kayıt olamaz, ehliyet alamaz, pasaport çıkaramaz ve hastanede tedavi olamazdı.

İlk Kadın Mücadeleleri

Lowell kadın hareketi, 1830

Sanayi devrimi sırasında Amerika’daki tekstil sektöründe, yaşları 12-30 arasında değişen ve “Mills Girls” (Fabrika kızları) adlandırılan kadın işçiler çalışmaktaydı. 

Lowell şirketi, 1813 yılında Massachusetts’teki Lowell kasabasında kurulur.
1840’lara gelindiğinde Lowell entegre tekstil fabrikalarında, çoğunluğu 16-35 yaş arası kadın olmak üzere 8000 kadar işçi çalışmaktadır. 1860’larda işçi sayısı 122.000’e kadar çıkacaktır. 
Ücretleri erkeklerinkinin yarısı kadar olan bu kadın işçiler, ilk defa olarak babaları ya da eşlerinden ekonomik olarak bağımsız hale gelmektedirler. Bu durum kaçınılmaz olarak kadıların, endüstri devrimi boyunca gelişecek sosyal hareketlere katılımının da önünü açmış olur.
Buna karşılık Lowell fabrikalarındaki çalışma koşulları, Amerikan standartlarına göre daha ağırdır.

Lowell Fabrikası
Haftalık çalışma süresi ortalama 73 saat olan fabrikalarda işçiler, genellikle sabah 05.00 ile akşam 19.00 saatleri arası olmak üzere, günde on iki ila on dört saat çalışmaktadırlar.
Fabrika sahasının bitişiğinde, her birinde 26 kadının kaldığı yüzlerce pansiyon inşa edilmiştir. Kadınlar, altışar kişilik odalarda, bu pansiyonlarda kirayla kalırlar. Genellikle erkeklerin girmesine müsaade edilmeyen pansiyonlarda, gece 22.00’den sonra sokağa çıkma yasağı yaygın bir uygulamadır.

Fabrikalarda çalışanlar için evden uzaklara gitmek ise olanaksız gibidir. Sadece parça başı çalışmanın özelliğinden dolayı yarım günlük, ya da daha kısa izinler mümkün olabilmektedir.

Her makine odasında 80 kadın işçi ile onların başında yönetmen olarak 2 erkek işçi bulunmakta; korkunç makine uğultuları, sıcak, iplik ve yün tozu içindeki atölyelerde, ablaları ya da anneleriyle birlikte gelen 10 yaşlarında kızlar bile çalışmaktadır. Sözleşmeler genellikle bir yıllığına yapılan işçilerin yaş ortalaması 24 civarında olup aynı işte çalışma süresi istatistiklere yaklaşık dört yıl olarak geçer. 

Kadın işçilere, ahlak ve din açısından çalışma yaşamının dayattığı rol ise en iyi bir kitapta ifadesini bulmuştur: Lowell’in 1848 yılı el kitabında, “kilise ibadetine katılmayan ve ahlaktan yoksun kadınların istihdam edilmeyeceği” yazmaktadır.

Bu zor çalışma koşullarına karşılık fabrika ortamı kadınlara, aynı zamanda entelektüel işçi sınıfı kültürüne yakınlaşmalarını sağlayan bir ortam sunmaktadır. Kütüphaneler, tiyatro çalışmaları, seminerler işçi havzasında yeni bir işçi sınıfı kültürünün gelişmesine sebep olur. 1845’te yayınlanacak Endüstrinin Sesi dergisinde bir işçinin yazacağı gibi, “günde on dört saatlik çalışma işçilere tarih, felsefe, bilim öğrenmeye fırsat vermemektedir.”

Lowell Grevi ve ilk kadın işçi birliği, 1834

1834’te Lowell patronları işçileri, 1 Mart’tan geçerli olmak üzere ücretlerde %15’lik indirime zorlarlar. Buna karşılık işçiler, toplu iş bırakma ve ardından grev kararı alırlar. Örgütsüzlük, deneyim eksikliği gibi nedenlerle grev başarısız olur. İşçilerin çoğu düşük ücretlerle işbaşı yapmak zorunda kalırlar. 

Lowell’deki Fabrika Kızları
Yaşanan bu ilk grev tecrübesinden sonra 1936’da işçilerin pansiyon kiralarının arttırılmak istemesi karşısında Lowell fabrikaları, kadın işçilerin yeni protesto ve grevlerine sahne olur. İlk defa olarak fabrikada bir kadın, diğer kadın işçilerin şaşkın ve hayran bakışları altında, atölyedeki bir pompanın üzerine çıkarak ateşli bir konuşma yapar. Bu seferki grev, kira zammının geri alınmasıyla başarılı biçimde sona erecektir.

1845'te, bir dizi protesto ve grevin ardından, pek çok görevli bir araya gelerek Amerika Birleşik Devletleri'nde çalışan kadınların ilk birliği olan Lowell Kadın İş Reform Örgütü'nü (The Lowell Female Labor Reform Association, LFLRA) kurdu. Birlik, çalışma yaşamına ilişkin sert eleştirilerin yer aldığı Endüstrinin Sesi adlı bir yayın çıkartmaya başlar.

1836 da Lowell Kadın İş Reform Örgütünün bildirisi
New York, ABD’de işçi mücadeleleri, 8 Mart 1857

Türkiye ve dünyadaki sol literatürde 8 Mart 1857 tarihi, ABD’de New York’lu kadın tekstil işçilerinin grevi ve bu grev sırasında, fabrika kapılarının kilitlenerek çok sayıda kadın işçinin öldüğü bilgisiyle kabul görmüştür. Oysaki ABD’deki işçi hareketleri üzerine detaylı bir okuma yapıldığında farklı bilgilerle karşılaşılmaktadır.

Bilindiği üzere 1850’li yıllar, tüm ABD’de işçi hareketlerinin yükseldiği yıllardır. Sanayi işçileri olağan üstü zor koşullar altında çalışmaktadır. Çok yaygın olarak, 1857 New York’unda, tekstil sektöründeki bir grup kadın işçinin düşük ücretlere ve çalışma koşullarının düzeltilmesine yönelik, protesto gösterilerinde bulunduğundan bahsedilir. 

Ne var ki, gerçekte 1857 tarihinde, New York’ta yaşanmış spesifik bir grev kaydına rastlanmamaktadır. Yani böyle bir olayın kayıtlı belgesi yoktur! 

Bu kabulün esasının, Fransız komünistlerinin 1857’de olduğu iddia olunan greve atıfta bulunarak, 50 yıl sonra 1907’de yapıldığı söylenen mitinge dayandığı görülür. Belgelenmemiş olmasından dolayı, her iki olayın da yaşanmamış olması olasılığı güçlü gözükmektedir. [1,2] 

Bu arada, anımsanacağı üzere, uluslararası kadın hareketinin önemli figürü Klara Zetkin’in doğum gününün de 1857 yılı olması, konuya spekülatif bir yorum da getirilmesine sebep olmuştur. Bu yorum, 1933 yılında ölmüş olan Klara’nın anısına bir saygı anlamında, kadın mücadelesinde bir kilometre taşı olarak bu tarihin seçilmiş olabileceği yönündedir. 

Paris, Uluslararası İşçiler Birliği ’nin Kuruluş Kongresi, 1889

Kuruluş Kongresi'ni yapan ve Uluslararası İşçiler Birliği anlamına gelen II. Enternasyonal'e katılan kadın delegelerinin kadın sorununa yaklaşımına baktığımızda, bariz bir şekilde işçi kadınların sorunlarıyla uğraştıkları görülür; Kadın delegelerden biri kongredeki aktif çalışmalarıyla dikkati çekmektedir. Alman Kadın İşçiler Birliği‘nin temsilcisi Klara Zetkin’den başkası değildir bu.
Klara Zetkin 1889 yılında Paris’te yapılan kongreye "Kadının Kurtuluşu İçin!" başlığını taşıyan bir rapor sunar.

Clara Zetkin
Klara Zetkin’in raporunda da yer aldığı üzere, salt “kadın hakları savunuculuğu” reddedilir ve sınıf mücadelesi temelinde kadınlar mücadeleye çağrılır.

Klara’ya ve kongrede onun görüşlerini savunanlara göre burjuva kadın, kocasına karşı kendi mülkiyeti üzerinde bağımsız, özgür tasarruf talebini yükseltirken, işçi kadınların, sömürünün boyunduruğundan kurtulma mücadelesine sırtını dönmektedir.

Stuttgart, Birinci Uluslararası Sosyalist Kadın Konferansı, 17 Ağustos 1907

Stuttgart’ta yapılan "Birinci Uluslararası Sosyalist Kadın Konferansı" nda kadın sorunu üzerine uzun tartışmalar yapılır. Konferans kararı gereği "Uluslararası Sosyalist Kadın Sekretaryası" oluşturulur ve başına Klara Zetkin geçer. Klara bu görevi, 1917 yılına kadar yürütecektir.

Rosa Luxemburg, 1907 İkinci Enternasyonal, Sosyal Demokrat Kongresinde
konuşma yaparken
Konferans kararlarının tümü, kadının iktisadi ve toplumsal hayatta tam eşitliğini esas alır. “Kadınlara ayrımsız oy hakkı” da alınan kararlar arasındadır. Konferansta ayrıca, "Eşitlik" isimli kadın gazetesinin uluslararası sosyalist kadın hareketinin merkez yayın organı olmasına karar verilir. Gazetenin editörlüğüne Klara Zetkin seçilir.[3] 




Kopenhag, İkinci Uluslararası Kadın Konferansı, 26-27 Ağustos 1910

1910 yılında Kopenhag’ta, uluslararası kadın konferansının ikincisi gerçekleştirilir. Sendikalar, sosyalist partiler ve çalışan kadın kulüplerini temsilen 17 ülkeden 100 kadın delegenin katıldığı konferansta, kadınlara yönelik talepler tarihi önemdedir. Dikkat çekici talepler arasında; kadın işçilere günde sekiz saatlik çalışma süresi, hamile kadın işçilere doğumdan önce 8 haftalık doğum izni, emziren kadınlara süt izni, 12 yaşından küçük çocukların çalıştırılmasının yasaklanması, işsiz kadınlara sosyal güvenlik ve kadınlara oy hakkı da bulunaktadır.

Aynı Kopenhag Konferansı’nda, tarih belirtilmemek ve ilki bir sonraki yıl düzenlenmek üzere her yıl Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü’nün kutlanması  benimsenir ve karar altına alınır. Bu günün, kadınların ekonomik ve politik haklarıyla ilgili uluslararası dayanışma ve mücadele günü olarak her yıl kutlanması için çağrı yapılır. [4]

Alınan bu kararın sonucu olarak sadece Almanya, Avusturya, Danimarka ve İsviçre’de 1911 yılının 19 Mart'ında "Uluslararası Kadın Günü" olarak 1 milyondan fazla kadının katılımıyla kitlesel kutlamalar yapılır.

Konferans, emekçi kadınlarla ilgili uluslararası bir dayanışma ve mücadele gününün öneminin farkındadır. Nitekim bunun önemi, konferanstan çok değil, 6 gün sonra acı bir şekilde anlaşılacaktır… 

New York, Triangle Gömlek Fabrikası Yangını, 25 Mart 1911

1900’lü yıllarda Amerikan sanayi işçileri çok ağır çalışma koşullarına sahiptir. Böylesi zor koşullar altında New York’taki Triangle Gömlek Fabrikası’nda çıkan yangının ağır sonuçları olur. Fabrikadaki yöneticilerin, işçilerin iş zamanlarını zapturapt altına almak amacıyla atölye kapılarını kilitli tutuyor olmaları facianın boyutunu arttırır. Yangında, 123 ü kadın olmak üzere 146 tekstil işçisi ölür. Ölenlerin yarıya yakın kısmı fabrika binasını üst katlarından atlayarak düşme sonucu gerçekleşir.[5]

25 Mart 1911, New York, Triangle Gömlek Fabrikası Yangını
Olaya ilişkin olarak, Cornell Üniversitesi’nin referans verilen web sitesinde geniş bir kaynakçaya ulaşılabilir. Ayrıca ABD işçi sınıfı tarihinde önemli bir yer tutan bu olayla ilgili birçok da kitap yayınlanmıştır.[6]

Keza, Birleşmiş Milletler Çalışma Departmanı arşivlerinde de bu olayın geniş bir hikâyesi yer almaktadır. [7]

Olay, ABD ve dünya kamuoyunda büyük yankılar uyandırır. Sonraki yıllarda kadın işçilerin mücadelesinde bir kilometre taşı olarak belleklerde yer eder ve ayrı bir yere sahip olur. Facia sonrası hükumet ve yerel yönetimler çalışma yasalarında kısmı iyileştirmeler yapmak zorunda kalırlar.

Triangle yangını sonrası fabrika binası
Bu olaydan 10 ay sonra, yine ABD’de dünya emekçi kadınlarının mücadelesinde derin izler bırakacak başka bir olay yaşanacaktır. Bu, tarihe Ekmek ve Gül Grevi olarak geçecek olan görkemli bir kadın direnişidir.

Ekmek ve Gül: Massachusetts, Lawrence Tekstil İşçileri Grevi, Ocak, 1912

Amerika’nın Massachusetts eyaletindeki Lawrence, kırk farklı ulustan işçilerin çalıştığı dünyanın en büyük tekstil fabrikasıdır. Bir tekstil devi olan Lawrence, tek başına ABD’deki tekstil endüstrisini önemli ölçüde yönlendirmektedir.

Haftalık çalışma ücretinin 8,76$ olduğu fabrikada, işçilerin yarısı zaten kadın ve çocuklardan oluşmaktadır. Bunların haftalık ücretleri ise 6$’dır. ABD’de, 1 Ocak 1912’de çıkan yeni iş yasasıyla kadın ve çocuk işçilerin haftalık çalışma saati 56’dan 54’e düşürülür. Zaten çok ağır olan çalışma koşulları altında yaşamlarını güçlükle sürdüren işçiler buna sevinirler. Bu küçük yasal iyileştirme bile onlar için çok büyük değerdedir.[8]

1912, ABD, Lawrence Tekstil’de Ekmek ve Gül grevi sırasında
Ne var ki, fabrikadaki Polonyalı işçiler iki hafta sonra, haftalık çalışma saatlerinin düşürülmesi karşılığında, ücretlerinde %3,5 oranında düşüş olduğunu fark ederler. İşçiler arasında büyük bir öfke dalgası yayılır. Polonyalı işçilerin ilk tepkisi işi bırakarak yürüyüş yapmak olur. Tarih 11 Ocak 1912’yi göstermektedir.

Ertesi gün, Washington Mill adlı yün şirketi çalışanları da aynı kesintinin kendi ücretlerinden de yapıldığını görürler. Böylece uygulamanın, Lawrence’ın diğer atölyelerinde de olduğunu gören Lawrence işçileri buralarda da iş bırakmaya başlarlar. Derken grev bütün Lawrence Fabrikalarına yayılır. İşçiler hızla komiteler kurarlar. 14 ulusun işçilerinden oluşan 56 kişilik bir ana komite grevin bütün sorumluluğunu üstlenir. 

Talepleri, 54 saatlik haftalık çalışma saati, %15 ücret artışı, fazla mesai karşılığında çift ödeme, eşit işe eşit ücret olarak belirlenir. 

Şubat 1912'de New York'ta Lawrence grevcilerinin çocuklarının geçit töreni
Grevin öncüleri büyük oranda kadın işçilerdir. Grev boyunca yayınlanan bütün bildiriler tam 25 farklı dile çevrilir.

Grevci kadın işçilerin seçtikleri slogan, “Bread & Rose”; yani “Ekmek ve Gül” dür.

Ekmek, kadınların ekonomik taleplerinin, gül ise daha iyi bir yaşamın ifadesidir. Dolayısıyla kadınların istediği şey; “ekmek de alabilmek, gül de” sloganıyla özetlenmiştir.

4 Mart 1912, Lawrence da grev kararının alındığı son işçi toplantısı
ABD sanayi işçileri tarihinde çok önemli bir yer tutacak olan grev, önemli kazanımlarla sonuçlanır. Bu grev, her ne kadar yasal güvenceye bağlanamadığından kazanımlarının birçoğunu sonradan kaybetseler de, kadın işçilerinin örgütlenme, mücadele ve direnişi tarihinde önemli izler bırakacaktır.[9]

Petrograd Tekstil İşçilerine Adanan Gün, 8 Mart 1917

1914 yılında başlayan dünyayı yeniden paylaşım savaşı bütün hızıyla sürmektedir. Bu arada, Amerika ve Avrupa kıtasında işçi hareketleri hızlanırken
Rusya’da da bir şeyler olmaktadır. 

Petrograd'lı tekstil işçisi kadınlar, 8 Mart 1917’de, yani eski Rus takvimiyle 23 Şubat’ta tüm işyerlerinde birden greve çıkarlar. Grevler kent çapında büyük bir direnişe dönüşür. Tarihe, ünlü Şubat Devrimi olarak geçecek olan ve Rusya’daki Çarlık rejimine karşı başlayacak direnişin kıvılcımıdır bu. Grevin arkasından Şubat Devrimi ilerleyecek, ardından 1917 Ekim Devrimi’nin koşularını hazırlayacaktır.

1917, Şubat Devrimi’nden
1917 Ekim Devrimi’nden sonra kurulan Sovyetler Birliği, o güne kadar kazanılmış bütün kadın haklarını koruyup ilerletmeye çalışır.

1922 yılından itibaren, 8 Mart 1917 tarihindeki Petrogradlı kadın işçilerinin direnişine atıfta bulunarak 8 Mart, Emekçi Kadınlar Günü olarak resmileştirilir.[10]

Bu tarihten sonra başta sosyalist ülkelerde olmak üzere tüm dünyada 8 Mart Emekçi Kadınların Uluslararası Dayanışma ve Mücadele günü olarak kutlanmaya devam eder.

Şubat Devrimi'nde Petrograd
Tam 56 yıl sonra, 16 Aralık 1977’de ise Birleşmiş Milletler 8 Martı “emekçi” sıfatından özenle ayırır ve "Dünya Kadınlar Günü" olarak ilan eder. 

Kavramların içini boşaltmak bazen işe yaramaktadır. 1911 yılında New Yorklu kadın işçiler ekmek de talep etmişlerdi, gül de… Oysaki çağımızın modern kapitalist sınıfı, Birleşmiş Milletler’ in bu kararıyla, kadınların sadece gül ile yetinmesini arzu eder. 

O tarihten bu yana bir çekişme yaşanır; bir yanda kadını emek mücadelesinden ayırmak isteyen egemenlerin 8 Mart gününü, kadınların sadece gül ile yetinecekleri bir anlama hapsetme çabası…

Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü kutlamalarından
Öte yandan emekçi kadınların onu, gerçek tarihsel anlamıyla yorumlayarak kadınların uluslararası dayanışma ve mücadele günü olarak kutlaması…



Türkiye’de 8 Mart: Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova anlatıyor

8 Mart’ı ilk defa Türkiye’de kutlamak amacıyla, komünist kadınlardan iki kız kardeş Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova girişimde bulunurlar ve bir kadın birimi oluştururlar. Emekçi Kadınlar Günü’ne, bütün dünya komünistleri gibi, TKP içinde de başından beri önem verilmiştir. Bununla ilgili olarak, Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova kardeşlerin kendi imzalarıyla kaleme aldıkları yazı şöyle:

1921 yılının şubat ayıydı. 1919’dan beri çalışmakta olan Ankara Türk Komünist Partisi güçlenmiş ve Moskova’da Komünist Enternasyonali’yle ilişki kurmuştu. Anadolu içerilerinde birçok illerde hücreler oluşturmuştu. Şubat ayının sonlarında, Komintern Kadınlar Sektöründen Klara Zetkin Yoldaşın imzası ile, 8 Mart Kadınlar Bayramını nasıl kutlamak gerektiğini gösteren bir talimatname almıştık. Buna göre, kapitalist ülkelerde kadınların öz insan haklarını istemeleri şiar edinilecekti. Ankara’daysa işsiz kadınların sayısı gittikçe artmaktaydı. Yıllardan beri erlerini (kocalarını), oğullarını savaşta yitirmiş olan Türk kadınlarının yaşam koşulları çok ağırdı. İş bulmak olanaksızdı. Uzun yıllar süren savaşlardan sonra Antanta devletleri Türkiye’yi tam mahvetmek için İstanbul’u ve Anadolu’nun batı ve güney bölgelerini işgal etmişlerdi. İstiklal Mücadelesi içinde Ankara’da kurulan B.M.M. Hükümeti de, Büyük Lenin’in yardımıyla dış düşmanlara karşı savaşı sürdürüyordu. Bu sıralarda Sovyet ülkesinden gelen yardımın Karadeniz sahilinden Ankara’ya kadar getirilmesini, kucaklarında silah ve askeri malzeme taşıyan Türk kadınları gerçekleştiriyorlardı. Bu kadınlar, erleri, oğulları, kardeşleriyle birlikte düşmana karşı çıkıyorlardı. Ama bu dönemde kendilerinin hiçbir toplumsal hakları yok-tu; yine de vicdanlarının sesine uyarak vatan müdafaasına katılıyorlardı. Türk kadınlarının insani ve toplumsal haklarını tanıyan tek örgüt, Komünist Partisiydi.

1921 yılının başlarında, Mustafa Suphi ve 14 arkadaşı, Türk burjuvazisinin eliyle Karadeniz’de boğularak feci bir biçimde yok edilmişlerdi. Bu olay derin bir nefretle karşılanmıştı. Bundan başka, Ankara’daki merkezi Komünist örgütünün 18 üyesi hapse atılmıştı. Bu gibi feci olaylar biz Komünist kadınları çok üzüyordu. Bir yandan burjuva cellatlarını protesto etmek, bir yandan da işsiz kadınların ağır durumlarının hafifletilmesini talep etmek amacıyla, Komünist Süleyman Selim yoldaşın Ankara dolaylarındaki bağında kadınların genel toplantısı yapıldı. 8 Mart Uluslararası Kadınlar Bayramının önemini açıklayan, Şerif Manatov Yoldaşın bildirisi oldu. İkinci sorun olarak, kadınların durumunu düzeltmek, onlara iş sağlamak için bir kadınlar örgütü seçildi. Önceden hazırlanmış olan tüzük onaylandı. Sonra B.M.M.’ye Türk Kadınları adına bir bildiri gönderilerek, Komünistlere, Mustafa Suphi ve arkadaşlarına gösterilen vahşilikler protesto edildi. Kadınlar örgütünün Ankara’daki ilk 8 Mart bayramı, Türk Komünist hareketi tarihin sayfalarında şerefli bir yer tutmaktadır.” [11]

Dünden bugüne Türkiye’de 8 Mart

1921’deki Komünist Kadınlar Konferansı, Türkiye’deki emekçi sosyalist emekçi kadınlara bir görev yüklemiştir. Konferans kararları gereği iki kız kardeş 8 Mart Emekçi Kadınlar Günü ile ilgili girişimlerde bulunurlar.

Bu iki komünist kadın Rahime Selimova ve Cemile Nuşirvanova’dır. Bu ikisi, bir kadın birimi oluşturarak çalışmalara başlarlar. Bu çalışmalar sonucunda, ilk kez 1921 yılında "Emekçi Kadınlar Günü" Türkiye’de kutlanır.

Türkiye’de 8 Mart
Sonraki yıllarda kutlamalar düzensiz bir şekilde gerçekleştirilir.

1975 yılında ve onu izleyen yıllarda ise daha yaygın ve yığınsal kutlamalar yapılır

1975’de kurulan İlerici Kadınlar Derneği'nin önemli çalışmaları olur. İlerici Kadınlar Derneği, kadın mücadelesini işçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olarak görür. On beş bine yakın üyesi, 33 şubesi, 35 temsilciliği bulunan İKD’nin yayın organı "Kadınların Sesi" ise otuz beş bin tiraja ulaşır.

Resim 13: İlerici Kadınlar Derneğinin bir gösterisi 

12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra dört yıl süreyle herhangi bir kutlama yapılamaz. Ancak 1984 yılından itibaren Emekçi Kadınlar Günü kutlamaları yeniden başlar. 

Sonraki yıllar 8 Mart, çeşitli kadın örgütleri tarafından "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" ya da “Dünya Kadınlar Günü” olarak kutlanmaya devam edilir

Bugün hala tüm dünyada Kadınlarla yönelik ayrımcılık; ekonomik, sosyal ve politik eşitsizlik sürmektedir. Adına ister Emekçi Kadınlar Günü, isterse de Kadınlar Günü diyelim, 8 Mart kadınların uluslararası dayanışma ve mücadele günü olarak doğmuştur, bu şekilde anlaşılmaya da devam edecektir. 

Günümüzde Dünya Emekçi Kadınlar günü kutlamaları
Tüm dünyada ücret eşitsizliği, kadın emeği sömürüsü, erkek egemen kurallar, cinsiyet ayrımcılığı, kadın cinayetleri ve şiddet, düşük ücret, analık hak gaspı, mobing gibi uygulamalara karşı kadınların mücadelesi devam etmektedir.
Bu tarihsel misyon içerisinde kadınlar, işte bu yüzdendir ki, yüz yıl önce olduğu gibi hala, ekmek de istemeye devam etmektedirler, gül de…
Yazıyı, Klara Zetkin’in şu tarihsel sözleriyle bitirmek anlamlı olabilir:

Günümüzde 8 Mart etkinlikleri
"…cinsiyet köleliğinin ve sınıf köleliğinin nedeninin, son tahlilde özel mülkiyet olduğu ve kadınların tam kurtuluşunun ancak ve yalnızca üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin kaldırılması ve onların toplumsal mülkiyete dönüştürülmesi ile güvence altına alınabileceği tespitinden yola çıkmaktadır…”

Kaynakça

[1] Liliane Kandel and Françoise Picq, "Le Mythe des origines à propos de la journée internationale des femmes." La Revue d'En Face, No. 12 (Fall 1982) 67-80
[2] Temma Kaplan On the socialist origins of International Women’s Day Feminist Studies 11, No. 1 (1985), pp. 163-171.
[3] Alexandra Kollontai: Selected Articles and Speeches, Progress Publishers, 1984
[4] Alexandra Kollontai: Selected Articles and Speeches, Progress Publishers, 1984 (https://www.marxists.org/archive/kollonta/1907/is-conferences.htm#n12)
[5] Cornell University, Web site, https://trianglefire.ilr.cornell.edu/
[6] - The Triangle Shirtwaist Factory Fire: The History and Legacy of New York City's Deadliest Industrial Disaster Paperback – October 1, 2014
  - Triangle: The Fire That Changed America Paperback – August 16, 2004
  - The Triangle Shirtwaist Factory Fire: Core Events of an Industrial Disaster (What Went Wrong?) Paperback – January 1, 2014
[9] Kitap: The Great Lawrence Textile Strike/New Scholarship on the Bread & Rose Strike
   - The Universty of Chicago, https://iwd.uchicago.edu/page/international-womens-day-history#1909 The First National Woman's Day in the US
[11] Türkiye’de Sol Akımlar-I (1908-1925) Belgeler 2 (1991). sayfa 513, İstanbul: BDS Yayınları.

* Bu dosyanın tamamı, bazı küçük farklarla Evrensel Gazetesi'nde dizi olarak yayınlanmıştır.