29 Ocak 2015 Perşembe

Bu iş yerinde grev var!

Yusuf Nazım
KIZAK/İçinden hayat geçen yolculuklar, Öykü (*)

Belki de özlediğimiz bir şeydi. Belki, kaybettiklerimize dair belleklerimizi tazelememize neden olacak küçük bir ipucu. Ya da, yanılgılarımızdan çıkartacağımız bir ders, unutulmaya yüz tutmuş nice şeylere dair bir sevinç işareti...

Sabahın, artık eskimeye yüz tutmuş o sonbahar aydınlığında, sararmış ağaç yaprakları arasından sızan güneşin ışınları, hiç alışık olmadığı üzere bir pankartı aydınlatıyordu;

“Bu İş Yerinde Grev Var! “

Gülümsedi... Yılların, artık çok geride bıraktığı, unutulmuş onca şeye dair bir şeylerin kımıldadığını hissetti içinde; henüz kaybolmamış umutlar, geçmişten geleceğe duyduğu, bir türlü bastırılamayan özlem ve henüz çıkılmamış yolculuklar… Eski, soluk sarı duvarlarıyla bahçe demirleri arkasına saklanmış Telefon Santralı binasının önünden geçerken, sessiz, yürekten bir selam çaktı içinden. Belki duydular içeridekiler, belki duymadılar. Belki sessiz bir gülümsemeyle aldılar selamını. Belki de, grevde geçen bu ilk günün heyecanlı sohbetleri arasında, hiç fark edilmeden eridi gitti bu selam…

Arabasını, bu düşünceler içerisinde park etti yolun kenarına. Biraz önce, telefon santrali binasının önünden geçerken hissettiklerini hazmedebilmek için olsa gerek, aracının içinde bir süre bekledi. İş yerinin önünde, yoldan gelip geçenleri izledi. Aynı duyguları yaşayıp yaşamadıklarını merak etti. Herkes telaşlı telaşsız, kaygılı kaygısız cadde ve kaldırımlarda yürüyor, hep o birbirine benzeyen halleriyle bir yerlere yetişmeye çalışıyor gibiydiler. Bazıları için, olağanın dışında bir kaygıyla başlayan bu günden, onların payına düşen bir şeyler var mıydı acaba? Belki kiminin akrabası, kiminin çocuğu, kiminin komşusu grevle başlayan böyle bir günden kendi nasiplerine düşeni, şu ya da bu şekilde alacaklardı. Ya da, bütün bu olup bitenden habersiz, her günkü sıradan yaşantılarından farklı hiç bir şey hissetmeden, en olağan hallerini taşıyarak bu devasa metropolün kalabalık caddelerinde kaybolup gideceklerdi.

Sonunda, hep aynı düş gücünün eseri benzer kurgularla, içinde eksik kalmış bir şeyleri duyumsayarak girdi odasına. Sorular peşini bırakmadı, ardı sıra geldiler;

“Grevin ilk günü nasıl başlamıştı acaba?“
“İş yerine nasıl bir heyecanla gelmişlerdi?”
“Günü nasıl karşılamışlardı?” 
“Aileleri nasıl yolcu etmişti onları?” 
“Kahvaltı yapmışlar mıydı?” 
“İş yerinde bir ihtiyaçları var mıydı?” 
“Yalnız mıydılar?” 
“Yürekleri tedirgin miydi?..” 
“Yoksa, yeni güne, yeni bir adım atarak kazançla çıkmayı umdukları bir mücadeleye girmenin gönül rahatlığı içinde miydiler?...”

Eli kendiliğinden uzandı telefona...

                                          * * *

Yol kenarına, sıra sıra dizilmiş çınar ağaçlarının, sararmış yaprakları arasından sızan sabahın ilk ışıkları ürkek ve tedirgindi. Bu tedirginlikten, içeride çalışanların, ya da grevin ilk gününe çalışmadan başlayanların paylarına düşen, kaygı dolu bir bekleyişten başka bir şey değildi. Güneş, dalga dalga yaydığı günün bu ilk ışıklarıyla sanki bir sonbahar sabahının serinliğini daha yenmeye çalışıyordu.


Yirmi beş yıldır ilk defa greve çıkılıyordu... İlk defa kendilerine sunulanın dışında, kendileri için bir şeyleri yaratmak istiyorlardı. İlk defa, önlerine konulan bir şeyi kolayca kabul etmeden ona itiraz edecek, ilk defa söylenen bir şeyi duymazlıktan gelecek, çalışma yaşamları boyunca hep üretmek için kullandıkları bu aklı ve emeği, ilk defa üretmemek için kullanmayı deneyeceklerdi. Hayatlarında, belki de bir ilk olacak bu şeyin, o tarif edilmez heyecanı inceden inceye bütün bedenlerini sarmış, damarlarında bir uğultu gibi akan kan, bu serin sonbahar sabahında yüreklerinde adeta bir fırtınaya dönüşmüştü.

Belki birazdan bağıra çağıra çalacaktı telefonlar. Arıza kaydı vereceklerdi bir bir. Belki yeni bir müşteri arayacak, günlerdir bir türlü gelmeyen servisten hesap soracaktı! Belki haftalardır bekleyen bir diğeri, yeni adresine telefon bağlantısının niye bir türlü yapılmadığını şikayet edecekti. Belki bölge müdürü arayacak, belki tersleyecek, azarlayacaktı. Belki, greve çıktıkları bu ilk güne inat yağmur gibi yağacaktı telefonlar; arıza, bakım, şikayet, ADSL diye...

Derken ilk telefon çaldı! Grevle başlayan bir günün mahmur ve ağırdan sessizliğini bozan ilk şeydi bu. Ofisleri, yan yana dizili santral kabinlerinin bulunduğu ve klima ile sürekli soğutulan santral odasının hemen yanındaydı. İçerideki masanın etrafında dört kişi oturuyordu. Taze demlenmiş çaylarını fırtlarken, tedirgin bakışlarını, buruş buruş alınlarında saklamak ister gibi bir halleri vardı. Masada oturan dört işçi çalan telefon sesine önce aldırmadı, bakmadı bile. Telefonun ikinci çalışına da hiç biri oralı olmadı. Üst üste çalmaya devam eden ring sesi, sonunda birbirleriyle göz göze gelmelerine neden oldu. Gözlerindeki korkuyla karışık tedirginlik odadaki ağır havayla bütünleşti.

Bu kadar ısrarla telefonu çaldıran kimdi acaba? Belki amirleriydi! Belki arıza için kayıt bırakacak bir müşteri... Belki, kötü bir habere çalıyordu telefon; hiç beklemedikleri dişli bir müşteri çıkacak, avazı çıktığı kadar bağıracaktı!.. Ne diyebilirlerdi ki? Nasıl savunabilirlerdi kendilerini?.. Karşılarındaki öfkeyle bilenmiş haykırışlara ne karşılık verebilir, görevlerini yapmadıklarını nasıl açıklayabilirlerdi? 

İçlerindeki korkuyla karışık tedirginlik duygusunun yerini belli belirsiz bir pişmanlık duygusu alıverdi birden. Niye çıkmışlardı ki bu greve! Yıllardır ekmeğini yedikleri bu devlet kapısında, şimdi niye bu kadar umarsız oturuyorlardı? Yıllardır böyle gelmiş ve böyle kurulmuş bir düzeni birden bire nasıl değiştireceklerdi? Greve katılmak da nereden çıkmıştı böyle? Karısı bile söylemişti bunu… Belki de yanlış mı yapmışlardı? Yanılmışlar mıydı yoksa? Bu kadar işsizin olduğu koşullarda, çalışıyor olmaları bile önemli bir şanstı aslında. Buna şükür etmeleri gerekmez miydi? Biraz kayıpları olsaydı, ne olurdu sanki? Üç lokma daha azalmış sofralarından, ne çıkardı bundan?

Telefon acı acı çalmaya devam ediyor, caddeden geçen arabaların gürültüleri bir uğultu halinde açık pencereden, inadına inadına içeri doluyor, korna sesleri adeta bir protestoya dönüşüyordu. Israrla çalmaya devam eden telefonun kulakları tırmalayan sesi giderek daha da büyüyordu... Dört işçi yeniden göz göze geldiler. Derken, içlerinden bir tanesi yavaşça doğruldu, ürkek adımlarla telefona doğru isteksizce yürüdü. İşiteceği ilk azar cümlesine karşı, sanki içinden bir hazırlık yapıyordu. Eli telefona ilk defa bu kadar ağır uzandı. Ahizeyi yavaşça kaldırdı. Titrek bir sesle;

“Buyurun, Esenkent Santralı” dedi.
Karşıdaki ses,

“Hüseyin beyle görüşmek istemiştim” dedi.

Santral görevlisi, korkarak ve yavaş sesle,

“Efendim bu gün grevdeyiz” diye yanıt verdi.

Telefonun öbür tarafından, gayet yumuşak, sevecen bir ses tonuyla tek bir cümle akıverdi kulağına;

“Greviniz kutlu olsun arkadaşlar. Başarılar dilemek için aramıştım..”

Afalladı. Birdenbire, yüreğine doğru sıcak bir kütlenin hücum ettiğini hissetti. Gözleri kararır gibi oldu, başı döndü, boğazı düğümlendi. Yutkunmaya çalıştı, başaramadı. İçindeki, biraz önce hissettiği korkuyla karışık kaygılara dair duygudan eser kalmamıştı. Gözlerine, yıllardır unutulmuş, sanki hasreti olduğu şeylere dair bir sevinç ışıltı gelip yerleşti.

“Teşekkür ederim efendim, sağ olun” diyebildi ancak. 

Arkasına dönmeden bir süre öylece kalakaldı. Ahizeyi ne zaman yerine koyduğunu fark etmedi bile. Kendini toparladığında, geriye, arkadaşlarına doğru döndü, birkaç adım attı. Masadaki üç işçiden başka, sanki odanın bütün eşyaları susmuş ona bakıyordu. Yanlarına geldiğinde, yutkundu, öksürür gibi yaptı. Yılların yıprattığı, yüzündeki o derin izlerden aşağıya doğru ağır ağır süzülen iki damla göz yaşını saklayamadı...

                                           * * * Aramakla iyi etmişti. İçerisinde hissettiği o büyük boşluğu, bir parça olsun gidermiş olmanın rahatlığını duydu yüreğinde. Sabahın, o taptaze ve yeni bir güne hazırlanan bütün ışıklarını odasına dolmuş gibi hissetti. Gözleri aydınlandı. Yüreği, sıcacık ve ekmek tazeliğinde akan bir şeyleri fısıldıyordu sanki. Ekrandaki kendi siluetini şöyle bir süzdü. Elleri kendiliğinden uzanıverdi klavyeye. Bilgisayar, internet, elektronik posta… Takırdayan tuşların sesleri bozdu odanın sessizliğini; birden cümlelere dökülüverdi tek tek sözcükler, ışık hızıyla dağıldı dört bir yana;

“Haydi, bir selam da siz söyleyin onlara, belki duyarlar...”

Not: Bugün metal iş yerlerinde 10 ilde, 22 fabrikada grev var. Haydi, bir selam da siz söyleyin onlara, belki duyarlar :)

(*) "KIZAK/İçinden hayat geçen yolculuklar" öykü kitabından
Evrensel Basım Yayın 128 s. İstanbul, 2012, ISBN : 9786055315214