24 Ocak 2016 Pazar

Cizre'nin güvercinleri

Yusuf Nazım
T24 | 22.01.2016

Ben Hüseyin Paksoy.
Henüz on altı yaşında bir çocuğum.
Cizreliyim.

Ailem korucu olmayı reddettiği için 1990’larda Uludere’den Cizre’ye göçmüş.
Ben o zaman yoktum. Kardeşlerimin de çoğu yoktu.
Sonra doğdum ben. Önce küçük bir çocuk oldum. Sonra büyüdüm. Şimdi ise gerçek bir çocuğum ben.

Bizim burada, çocuklar güvercinleri severler.
Benim  de renk renk, cıvıl cıvıl güvercinlerim var. Bîberî, Şekirî, Pilingî, Mizgînî güvercinlerim. Her biri diğerinden güzel, her biri diğerinden alımlı, süslü…
Güvercinler dostumdur benim, her gün onları okşar, severim; onlar da beni sever.

Evimizin çatısında onlar için yaptığım bir yuva var.
Her gün onlarla beraber olurum, onlarla sohbet eder, konuşurum ben.

Cizre’nin sokakları yoksuldur, dardır

Gördüm. Bir ara abiler hendekler kazıyordu sokaklarımızda. Bazen katıldım onlara, oyun sandım, eğlendim. Polis amcalar geldi yanımıza, siyasetçiler geldiler; konuştular, sonra hendekleri kapattılar.

Cizre’nin semalarından güvercinler eksik olmaz.
Cizreliler güvercin beslerler. Cizre’nin çocukları güvercinleri severler.

Bir gün, 12 yaşındaydı, Nihat Kazanhan’ı vurdular. Onu bir güvercin gibi avladılar! O günden sonra abiler hendekleri yeniden kazdılar.

Cizre’nin sokakları yoksuldur, dardır. Her sokağında, evlerin çatısında güvercinler vardır. Birbirinden yetenekli, tahtalı güvercinler, takla atan güvercinler…

Derken silahlar patlamaya başladı sokaklarımızda. Bütün güvercinler kanat çırptı, korktular. Benim güvercinlerim de korktu.
Bir ateş harlandı sokağımızda, komşularımız kaçtı. Bir patlama oldu, bir ateş topu düştü bizim de evimize, ailem de göçtü.

Bir tek ben kaldım. Çocuktum ama kaldım. Çünkü güvercinlerim vardı benim.
Mavili, ebruli, kahverengi; kanatları alaca, gagaları pul pul; Bîberî, Şekirî, Pilingî, Mizgînî güvercinlerim...

Bensiz yapamazlardı onlar. Onlar için kaldım ben.

Ailem yeni gitmişti, yalnızdım. Güvercinlerime yem vermek için çatıya çıkıyordum; gök gürledi, yer yarıldı bir akşam! Serseri bir şarapnel parçası yaraladı beni ayağımdan...

Yaralıyım…

Ben Hüseyin Paksoy.
Henüz on altı yaşındayım. Bir çocuğum ben.
Yaralıyım.

Bir yangın coğrafyasından göç etmiş, on üç çocuklu ailenin altıncı çocuğuyum ben.
Damarlarımda akan kanı bile çekincesiz paylaşacak cesaretim var benim.
Keklikten, kuştan, karıncadan bile sakınmadığım merhametim var benim.

Ama şimdi yaralıyım.

Ayağımdan, üç yerinden vurulmuşum.
Bağladım yaramı, ama yine de kan sızıyor incecikten.
Damarlarımdaki kan ağır ağır boşalıyor.
İnce bir perde iniyor gözlerime, giderek kırmızıdan siyaha bulanıyor.

Yavaş yavaş çekiliyor damarlarım.
Aklım bir gidip bir geliyor.
Ürkek bir güvercin tedirginliğiyle bekliyorum.
Evimizin yıkılmış avlusunda, yaralı bir güvercinim ben.

Hüseyin Paksoy’un ben.
On altı yaşındayım.
Vurulmuşum.
Yaralıyım.

Cizre’nin güvercinleri yaman olur

Güvercinlerim var benim.

Cizreli çocuklar güvercin beslerler. Cizre’nin güvercinleri yaman olur; Kevoka Sipî, Simsipî; Kevoka Mizgînî, Kevoka Pilingî, Kevoka Şekirî, Kevoka Bîberî (*)

Bir gün daha geçti evimizin avlusunda.
Bir gün daha çekildi canım.
Bir gün daha güvercinlerime yem veremedim, onları besleyemedim.

Ay büyüdükçe büyüdü üzerimde, top sesleri kesilmedi, beyaz bir örtüye büründü Cizre.

Telefonlar kilitlendi benim için. İmdat çığlıklarım dolaştı bütün dünyayı.
Bana bir ambulans gönderip göndermemek üzerine olan tartışmalar uzadıkça uzadı.
Nice duyurular yapıldı benim için, kampanyalar açıldı.

Oysa ben oradaydım!
Sokaklarına çıkılması yasak bir şehrin tam ortasındaydım; beyaz bir dolunayın altında,  yıkık bir duvarın arkasındaydım!

Bekliyorum…
Ilık bir şeyler yürüyor bedenime. Kesik kesik soluyorum; hareket etmiyor, hissetmiyor, acı duymuyorum; gözlerim kapanıyor, parmaklarım soğuyor, giderek daha çok üşüyorum… 

Ölüyorum…

Ben Hüseyin Paksoy.
Henüz on altı yaşında bir çocuğum.
Ben bir güvercinim.

Üç gündür buradayım; yaralıyım, yatıyorum.
Güçsüzüm. Kanadım kırık, uçamıyorum. Bir güvercin tedirginliğinde bekliyorum.

Damarlarımdaki kan şimdi daha yavaş.
Gözkapaklarımın üzerindeki karanlık daha ağır.
Uyumak istiyorum.
Güzel düşlerimin gözeleri, beynimin bütün hücreleri hızla tükeniyor.
Henüz yaşamaya doyamadığım hayat, yavaş yavaş çekiliyor damarlarımdan.

Güvercinlerimden ses yok!
Ama çatıdalar, biliyorum.
Kapılarını açtılar mı acaba?
Yemini, suyunu verdiler mi?
Kanatlarından okşayıp sevdiler mi?

Uzun süre, kapalı kalmayı hiç sevmez, sıkılmıştır şimdi BÎberî.
Kapısı açılınca ilk işi omzuma konmak olurdu, havalanıp uçmuş mudur Mîzgınî? Beni göremeyince şaşırıp korkmuş mudur? Panik içinde bir tur atıp yuvasına geri sokulmuş mudur?

Annem nerede, kardeşlerim nerede, oyun arkadaşlarım neredeler?
Niye burada yapayalnızım şimdi?

Duyuyorum, televizyon kanallarında, ölümleri yarıştırmakla meşguller şu an büyüklerimiz; bir asker ölüsü kaç leşe bedel; ya da bir polisin çocuğu,  kaç ölü Kürt eder? Program sunucuları reyting peşinde, rejiyse sesi kısmak için tetikte!

Adım panellerde geçiyor durmadan.
Oysa soluğum tükenmekte benim, ölüyorum...
Sessizce yaklaşan bir ölümün soğuk nefesini duyuyorum damarlarımda.

Biliyorum, annem beni duymuştur, ama gelemedi.
Beni duymuştur babam, o da gelemedi…
Kardeşlerim de beni duymuşlardır, ama onlar da gelemediler.
Sokaklarımda bir ateş yağmuru var, belli ki aşamadılar.
Bir ölüm çemberinde evimiz, geçemediler.
155 i de çok aradılar ama gelen olmadı!

Güvercinlerim nerede şimdi?
Mîzgın'i nerede? Pîlıngî ne yapıyor? Ya Şekerî?
Takla atıyor mudur acaba bensiz? Ben yokum diye küsmüş müdür Bîberî?

Akacak bir damla kanım bile kalmadı artık.
Gözlerime kalın, siyah bir perde iniyor.

Bir terörist daha öldürüldü diyecekler

Kimse duymadı beni. Beni ajanslar, gazeteler, televizyonlar görmedi.

Biliyorum birazdan öleceğim…

Biliyorum, ben öldükten sonra, daha önce görmeyen manşetler beni görecekler!
İri puntolarla haber yapacaklar beni. Bir terörist daha öldürüldü diyecekler; ya da teröristler tarafından vuruldu! Kan kaybından öldü diyecekler benim için.

Yıkık bir duvarın arkasında günlerce yalnız kaldım ben.
Sahipsiz bir güvercin gibi ateşten bir kafesin içinde sıkışıp kaldım ben.
Benzim iyice soldu, nefesim kurudu; bakışlarımdaki o son yaşama pırıltısı da ağır ağır söndü.
Öldüm ben!
Öldüm!

Öldüm!

Ben Hüseyin Paksoy.
On altı yaşında bir çocuğum.
Cizreli bir güvercinim ben.

Kalbimin kuyuları şimdi bomboş.
Can suyum boşaldı gözelerimden, kanım akmıyor artık.
Soğuk, ölü bir bedenden ibaretim ben.

Birazdan beni kucaklayacaklar, üç günde gelemeyen bir ambulansa taşıyacaklar beni.
Belki üstüne bırakacakları bir sedye bile olmayacak. Ya bir battaniyeye saracaklar beni, ya da bir bez parçasına.

Ölü bir bedenim ben.

Muhtemelen, başhekimlik kapısında zırhlı bir araç bekliyor olacak hastanenin. Silahlı, öfkeli polis amcalar eşliğinde içeri alacaklar beni.
Ama artık geç!
Korkmanıza gerek yok, tehlikeli değilim ben.
Çünkü Cizreli bir ölüyüm ben.
Yalnızca kimliği teşhis edilmek üzere bekleyecek soğuk bir cesedim.
Hastane morgunun panosunda asılı, bir tablonun ölüler hanesinde, sadece bir rakamdan ibaretim artık ben.

Nefes almıyor, kımıldamıyor, hissetmiyorum…

Ben öldüm!

Panelleriniz bana soluk olamadı

Artık rahat olabilisiniz. Hacet yok telaş etmenize.
Gece yarılarına kadar süren panelleriniz bana soluk olamadı.
Açık oturum ve tartışmalarınız, beni hayattan koparıp alan o lanetli kör düğümü çözmeye yetmedi.

Beni, o yalan kokan demeçleriniz öldürdü; basın bültenleriniz, bildirileriniz, o bitmek bilmeyen görüşmeleriniz öldürdü beni. O kapkara kalbiniz, iki cihana sığmayan sahteliğiniz öldürdü beni…

Duvarları paramparça bir evde günlerce yalnızdım. Nefesim giderek daralıyor soluk bir perde iniyordu gözlerime, korkuyordum! Yüreğime çöken sessizlikten, seslerden, duvarları delip geçen o gümbür gümbür top seslerinden... İşte beni o sesler öldürdü!

Sıra sıra tanklar dizilmişti şehrimin sınırlarına, namluları evlerimize dönmüştü, bombalar düşüyordu çatılarımıza. Günlerce kanat çırpmış, ürkmüştü bütün güvercinler. Sokaklarında nice oyunlar oynadığım şehrim sahipsizdi. Beni, en çok da işte bu sahipsizlik öldürdü!

Saatlerce yattım orada. Kırıldı kanadım, uçamadım. Günlerce bekledim... Koca bir ülke sustu, cümlesi bekledi. Damarlarımdaki son damla kan boşalıncaya dek beklediler; özümü aldılar canımdan, kıydılar canıma benim! Beni hep beraber öldürdüler!

Kimse görmedi beni, duymadı çığlığımı! Kalpleri kör, vicdanları sağır, ruhları köle ajansların yalan yanlış haberleri öldürdü beni!

Beni gazete manşetleri, televizyon haberleri, eğlence programları öldürdü.

Benim için adalet aradılar saraylarda, mahkemelerde. Kanunlara başvurdular, anayasa mahkemelerine, insan hakları mahkemelerine…

Ömrümün tazecik baharından kopardılar

Beni kanunlar öldürdü oysa! Politikacılar, vekiller, bakanlar ve başbakanlar… Beni, onların dilime ve kimliğime olan soğukluğu öldürdü. Öyle uzaktım ki onların şehirlerine, kaybolup gitti feryadım büyük kentlerin ufuklarında. Beni büyük şehirlerin bana olan uzaklığı öldürdü!

Küçük bir ilçenin daracık sokağında, evimde vurdular beni. Ömrümün tazecik baharından kopardılar, güvercinlerimden ayırdılar beni.

Ölümle burun buruna yarışan o cılız nefesim işitilmedi. İnsan hakları örgütleri hep meşguldüler. Uluslararası toplum ise çaresiz! Hep tereddütlüydü, kâğıt üzerinde kaldı AİHM’in kararları, yetişemedi imdadıma. Beni büyük insanlığın o büyük umursamazlığı öldürdü!

Bir şehrin orta yerinde yavaş yavaş öldürdüler beni.

Bana, semalarında özgürce kanat çırpacağım mavi bir gökyüzünü çok gördüler; hayallerimle büyüyeceğim bir ülkeyi… Beni yaşama kavuşturacak bir ambülansı; ambulansa yol verecek iki kelimeyi; hayata bağlayacak küçük bir nefesi...

Bana yaşamayı çok gördüler…

Ben Hüseyin Paksoy.
On altı yaşındayım.
Cizreli bir güvercinim ben.
Beni bile bile öldürdüler!
Ölü bir güvercinim şimdi ben.

(*) Kekova: Kürtçe’de güvercin demek.
Sipî, Simsipî, Mizgînî, Pilingî, Şekirî, Bîberî ise sırasıyla; beyaz, bembeyaz, posta, kaplan, şeker, biberli olarak güvercin türleri.

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/cizrenin-guvercinleri,13737

18 Ocak 2016 Pazartesi

Yolu yok, bu kuşatma yarılacak!

Yusuf Nazım
T24-17 Ocak 2016

Bakın!
Bakın bakın, geliyorlar!
Yola çıkmışlar, geliyorlar.
Nihayet bozmuşlar suskunluklarını, çıkmışlar yola!

Barış için geliyorlar!
Aydınlar, bilim insanları, akademisyenler ve hocalar!
Kırmışlar kabuklarını; üniversitelerden, amfilerden, kürsülerden, derslerden çıkmış da geliyorlar…
Dersliklerden, toplantı salonlarından, laboratuvarlardan geliyorlar!
Söyleyecek sözleri var; ellerinde kalemleri, dillerinde sözcükler, barış bildirileriyle geliyorlar!

Barışa söz söylemek için geliyorlar.

Bakın bakın!
Edebiyatçılar da göründüler; yazarlar, şairler, romancılar, öykücüler, karikatüristler…
Ne kadar da cesurlar, inançlılar, şenler!
Heybelerinde henüz yazılmamış hikâyeler; kim bilir ne öyküler anlatacaklar, ne şiirler yazacaklar, ne romanlar!
Göründüler işte, geliyorlar!
Okul okul, fakülte fakülte, üniversite üniversite geliyorlar.

Barışa yürüyorlar!
Barış için yürüyorlar!

İşte, sinemacılar da gözüktü ufukta!
Tiyatrocular, hukukçular, avukatlar, yayıncılar ve kitapçılar!
Korkuyu tiye alacaklar, adaleti arayacaklar, kitaplar basacaklar inadına, haberler yapacaklar sansüre ve yasaklara karşı!
Sıra sıra, dizi dizi, kol kol geliyorlar.

Barış istiyorlar hep beraber!

Mühendisler çoktan yola koyulmuş bile; bakın öğretmenler de geliyorlar, öğrenciler de; psikologlar, çevreciler, kent ve doğa savunucuları…
Barış onlar için de beklenen şey, inanılmaz güzel; barış onlar için de büyük umut; çocukları bir savaş çarkının içinde heder olmasın istiyorlar.
Akın akın, boy boy, dalga dalga geliyorlar!

Barış diyorlar hep bir ağızdan!

Bakın gördünüz mü, yoldalar; gazeteciler de geliyor!
Yazacak metinleri var, verecek haberleri, iletecek mesajları.
Gerçekler gizli kalmasın istiyorlar; devlet değil, insan diyorlar; sansür değil habercilik diyorlar.
Savaş olmasın, bombalar patlamasın, canlar ölmesin diyorlar.

Onlar da barış istiyorlar!

Hani, nerede kaldı tarihçiler? Hekimler, hemşireler, eczacılar? Nerede kaldı fotoğrafçılar?
Ya müzisyenler? Şarkı söyleyenler, ut çalanlar, kemancılar, bağlamacılar, davulcular nerede kaldınız!
Çalgılarınızı çalarak, halaylarınızı çekerek, türkülerinizi söyleyerek gelin!
Yetmedi mi verdikleriniz; gözünüzün nurundan, sazınızın telinden, alın terinizden, emeğinizden?
Bir adım da siz atın!
Bir imza da siz katın barış için, yaşamak için, yaşatmak için!

Bu ses sizin sesinizdir, bu çağrı size dairdir!
Bakın, bekliyorlar; bize uzak şehirlerin sahipleri; surların, duvarların ötesindekiler, berisindekiler; evleri başlarına yıkılanlar, hükmedilenler!

Sanatçılar, besteciler, güfteciler ve söz yazarları!
Haydin, çıkın kulübelerinizden!
Kurtulun zincirlerinizden!
Hacet yok yılgınlığa!
Korkmayın, kelimeler daima daha güçlüdür mermilerden!
Koyulun yola, bırakın sessizliğinizi; barış için ses olun, nefes olun.
Kalemlerinizi alarak, bildirilerinizi çoğaltarak, barışı düşleyerek gelin.

Haydi, tutun ucundan barışın.
Hele bir el verin kıyısından.
Savın korkunuzu başınızdan, atın ürkekliğinizi üzerinizden.
Korkulan bir kelimenin adı olmasın barış; yılmanın, dönmenin, sinmenin adı olmasın!
Aklınızla, zekanızla, vicdanınızla birlikte; yazdıklarınızla, yayınladıklarınızla; güle güle, seve seve, sevine sevine gelin; şiirlerinizi yazarak, mizahınızı yaparak, öykülerinizi okuyarak gelin; kitaplarınızla, tezlerinizle, bildirilerinizle gelin!

Bakın, üzerimize üzerimize yürüyor karanlık!
Cerahat içinde, elleri kirli, çarkları paslı, yüreği kin ve nefret dolu; parayla, rüşvetle, ihaleyle giriyor kanımıza.
Kinle, öfkeyle, nefretle kıyıyor insanlığımıza!
Şehirlerimize, ilçelerimize, köylerimize göz koymuş; dağlarımıza, derelerimize, parklarımıza ve bahçelerimize el uzatmış.
Rantla, talanla, yağmayla büyüyor karşımızda; sansürle, yasakla, hileyle…

Kürsümüze dokunmak, kalemlerimizi kırmak, kelimelerimizi çalmak istiyorlar.
Aklımıza, zekâmıza, kalemimize söz söylemek, alay etmek istiyorlar.
Yasaklar getirmişler düşünmemize, düşüncemizi yaymamıza.
Kadınlığımıza bile söz söylemeye cüret etmişler; dilimize, dinimize, tercihimize, kimliğimize göz koymuşlar!
Kapılarımıza işaretler bırakmışlar!

Haydin gelin!
Karanlığa karşı mum yakmak zamanıdır şimdi; ışık olmak, yanmak, barışı tutuşturmak zamanıdır şimdi.
Birer birer, üçer üçer, beşer beşer; onlarla, binlerle, yüzbinlerle!
Zamanı gelmiştir yola koyulmanın.
Geç olmadan, yarın olmadan, hemen şimdi!

Savaşa karşı durmanın tam zamanıdır şimdi; ölüme, ölümlere, öldürümlere; yok etmeye, kıyımlara ve yıkımlara; ateşe ve baruta karşı çıkmak zamanıdır.

Beklemek yok!
Dur, demek için hala vakit var!
Haydin! Kulak verin bizden uzak şehirlerin çığlıklarına!
Bakmayın karanlığın zifiriye çalan rengine!
Aldanmayın rakamlara, sayılara ve sonuçlara!
Unutmayın tarih, daima ihtiyaç duyar yeni başlangıçlara!
Boş verin, aldırmayın saraylara!
Korkmayın muktedirin gürlemesinden!
Barışın sesidir bu.
Yaşamı savunmak için onurlu bir cesaret gösterisidir bu!

En sonunda vicdanlara hükmedecek olan budur.
Budur bizi insanlığa çıkaracak yol.
Budur önümüze önümüzü aydınlatacak ışık.
Haydin!
Vakit var daha!
Geç olmadan koyulalım yola!

Bakın bizi bekliyorlar teni esmer olanlar, bize ırak olanlar, dili kırıklar; şehirleri harap, sokakları viran olanlar; yıkık duvarların ardında korkuyla bekleşenler!

Öylesine yalnızlar ki, öylesine çaresizler ki…
Bizi bekliyorlar cümle ötekiler, dilsizler, kimliksizler!
Sesi duyulmayanlar, soluğu tükenenler, ocakları sönenler…

Haydin, hep beraber!
Aydınlar, öğrenciler, akademisyenler, bilim insanları!
Yüreği aydınlıktan, dili barıştan, kalemi insanlıktan yana olanlar!
Düşelim yola; kürsülerimiz dağılmadan, mürekkebimiz kurumadan, kalemlerimiz kırılmadan!

Davranın!
Yolu yok, bu kuşatma yarılacak!
Barışa, özgürlüğe, aydınlığa kavuşacak bu topraklar!

Bilimle, sanatla, felsefeyle!
Umutla, adaletle, hukukla!
Gerçek bir hukukla ama!
Gerçek bir adaletle!
İnsanlık hukukuyla, adaletiyle!
Ama yürekle!
Cesaretle!

Haydin!
Hızlanın dostlar!
Muhtacız barışa!
Daha çok barışa!
Barışa!

http://t24.com.tr/arama/yolu%20yok,%20yar%C4%B1lacak%20bu%20ku%C5%9Fatma

15 Ocak 2016 Cuma

Bir çığlık, bir kamera, bir çocuk

Yusuf Nazım
T24 - 15 Ocak 2015

Siirt.
Soğuk bir gün.
Kalabalık bir grup.
Bir arbede, koşturmaca; bağrışma ve çağrışma sesleri.
İlk bakışta ne olduğu anlaşılamıyor.
Boğuk bir feryat yükseliyor kalabalığın arasından. Sesler öyle uğultulu, öyle karışık, öyle anlaşılmaz ki...
Sanırsın göğüs göğse çarpışan iki ordunun son boğazlaşma anıdır bu.

Halbuki değil!
Çoğunluğu kolluk kuvvetlerinden oluşan bir kalabalık bu.
Resmi ya da sivil; silahlı ya da silahsız, maskeli ya da maskesiz.
Ama hepsi donanımlılar; başlarından kaskları, bereleri; gaz maskeleri, copları, biber gazları, uzun namlulu silahları...
En çok da yüzlerinde soğuk, karanlık bir bulut gibi asılı duran öfkeleri...
Etrafta, ellerinde kameralarla çekim yapmaya çalışanlar da var; medya mensupları olmalı bunlar, hop inip hop kalkıyorlar.
Kalabalık -polisler yani- aynı ve tek bir noktaya doğru heyecanla koşmaktalar; birbirlerini geçmeye çalışıyor, hamle yapıyor, hep aynı yere doğru hücum ediyorlar...

Aradan tiz bir çığlık duyuluyor

O da nesi!
Ne için orada oldukları, ne yaptıkları anlaşılamayan bu insan güruhunun arasında, yerde, hemen ayakları dibinde çırpınan birileri var!
Üstelik aynı ve tek bir noktaya temerküz etmiş kalabalığın - polislerin yani- tam ortasında!

Kalabalık biraz daha yekiniyor; koşturan koşturana; bağıran çağırana, vuran vurana...
Aradan tiz bir çığlık duyuluyor ama tam anlaşılamıyor.
Birkaç kamera birden yükseliyor, en doğru görüş açısını yakalamaya çalışıyorlar.
Sağ tarafta bir kadın giriyor kadraja. Çaresiz, ellerini ovuşturuyor.
Omuzlarında kaskları, otomatik silahlarıyla sırtlarında "polis" yazılı bir gurup daha hışımla yetişiyor!

Anlaşılmaz bir uğultu, küfürler boğuk boğuk; kollar kalkıyor, yumruklar
iniyor, tekmeler savruluyor; öfkeli kalabalığın ortasında feryat figan bir çığlık yeniden yükseliyor!
Derken, iri bedenleri, anlaşılmaz öfkeleriyle bir nefret topuna dönüşmüş kalabalığın ortasında, yerde çırpınan yalnızca, ama yalnızca tek bir kişi gözüküyor!
Bunca hiddetin, bunca panik ve telaşın; bunca bağrış ve çağrışın sebebi bu olmalı!
Oraya, bütün hıncını toplayarak akın etmiş kalabalığın -polislerin yani- üzerine hiddetini boşaltmaya çalıştıkları sakıncalı bir hedef o…

Acıtan, yakan, dağlayan bir nefret

Yine tiz bir çığlık!
Kalabalığın sesi onu boğuyor, yine anlaşılamıyor.
Öfkelerini dişlerinde sıkarak diğerleri -polisler yani- arkalarını kalabalığa dönüp silahlarının namlularını olası dış düşmana doğrultarak önlem alıyorlar.

İşte!
Her seferinde, kulakları delercesine kalabalığın arasında dalgalanan o çığlık!
Birden evriliyor, sadeleşiyor, sözcüklere dönüşüyor:

-      "Bırakın beniiiiii! Bırakın beniii! Bırakın beniii"

Feryatlar anlamlı sözcüklere dönüşürken; acıtan, yakan, dağlayan bir nefret yumağını andıran kalabalığın –polislerin yani - arasından bir insan yüzü seçiliyor!

Bir çocuk!
Evet evet, bir çocuk bu!
Bunca nefreti, kini, öfkeyi üzerine boşaltmak üzere birbiriyle amansız bir yarışa girmiş kalabalığın -yani polislerin- arasında çaresizce çırpınan bir çocuğun dehşete kapılmış yüzü bu!
Canı yanmış, örselenmiş, korkmuş, hırpalanmış bir yüz!
Ve iki yanından onu, tıpkı bir kuşun kanatlarını kıracakmış gibi kavramış iki kişi -iki polis yani-
Birinin, bir elinde uzun namlulu silahı, öbür elinde can havliyle çırpınan bir kuşun kanadı...
Diğerinin iki eli birden, canın alır gibi hırsla sıkıyor boğazını...
Öbür yanından biri - o da bir polis yani- ve diğer yanında başka biri, öbür yanında başka ve biri daha -tamamı polis yani-
Ve tutan, bağıran, iteleyen, çekiştiren, sürüklemeye çalışan diğerleri...
Kimi kaldırıyor vuruyor, kimi indiriyor tekmeliyor; kimi deklanşörüne basıyor, kimi kamerasını uzatmış çekiyor...

Elinde uzun namlulu kamerasıyla…


Derken, beri yanında, elinde uzun namlulu kamerasıyla, mavi giysili biri daha peydahlanıyor.
Bir ayağını usturuplu bir biçimde kaldırıyor, bir yandan kamerasının namlusunu uzatıyor, tetiğine usulca dokunurken, dehşet içinde kalmış çocuğa son tekmeyi de o vuruyor!

Canı acıyor çocuğun, çığlıklar atıyor, feryadı basıyor, bağırıyor, bağırıyor:

-      "Bırakın beniiiii! Bırakın beniiii! Bırakın beniiii!"

Orta yerde, vicdanları dağlayan bir nefretin uğultusu sürüyor; kalabalık höykürmeye, küfretmeye, böğürmeye devam ediyor.
Aradan bir düdük sesi duyuluyor; bir düdük sesi, bir düdük sesi daha.
Çocuk, onu kolundan, kanadından yakalamış iri gövdeli üç dört kişinin -polislerin yani- arasında sürükleniyor, tümüyle derdest ediliyor!

Kamera dönüyor; uzun bir yol, birkaç sivil, polis araçları...

Hava soğuk. Toprak dona kesmiş, karlı.
Siirt’te, üzerinde sıra sıra polis araçlarının dizildiği caddedeki o heyecanlı kalabalık şimdi durgun.

Asayiş sağlanmış gözüküyor…

Kimi maskeli, maskesiz; kimi bereli, beresiz; kimi sivil, kimi üniformalı...
Birbirlerine, "hadi geçmiş olsun" diyen gözlerle bakıyorlar.
Hepsi de "çok şükür, çok şükür, memleketi belalı bir teröristten daha arındırdık", der gibiler.


11 Ocak 2016 Pazartesi

Uzak şehrin yalnızları

Yusuf Nazım
T24-11 Ocak 2016

Seksenlerde adları bile yoktu onların. Karda yürüyen dağ Türk'üne çıkmıştı isimleri. Kara bastıkça "kart", adım attıkça "kırt" diye sesler çıkarırlardı... Renkleri biraz kara, dilleri kırık, biraz cahil, çokça geri kalmışlardı. Kaderde, tasada ve kıvançta bizimle hep birdiler ama. Ayrılmak ne mümkün, etle tırnak gibiydiler. Dilleriyse başka bir lehçesiydi başka dillerin...

***

Bir zamanlar, sokaklarında adalet, eşitlik, özgürlük şarkılarının söylendiği bir ülkenin ortak sevinciydiler. Daha güzel bir dünyada yaşamaktan; işten, ekmekten, hürriyetten ibaretti istekleri.

Çok geçmedi, gizli emelleri olduğuna hükmettik onların! Sebepsiz, kardeşi kardeşe kırdırmaktı amaçları. Bu yüzden çok sürmedi şarkıları. Sıkıyönetimler ilan ettik şehirlerde, darbeler yaptık onları için! Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne kast eden, kökü dışarda bir haydut yığını olarak gördük onları. Gözü dönmüş caniler, şakileri dedik adlarına…

Devletin bekası için, sürek avı başlattık üzerlerine. Aranıyor afişleri astık yollara, duvarlara, sokaklara. Öldürdük, yakaladık, itirafa zorladık; türlü işkencelerden geçirip hapislere doldurduk cümlesini. Dünyanın en akla gelmez baskı ve işkence yöntemlerini uyguladık; Diyarbakır’da, Metris’te, Mamak’ta…

Bir an önce huzuru tesis etmekti amacımız. İdam sehpaları kurduk önlerine gecikmeden. Adaleti eşit dağıtmakta ise üstümüze yoktu; bir oradan, bir buradan, kurayla seçerek idamlıkları, tez elden sunuyorduk cellatlara fermanları...

Oysaki itiraz edenleri vardı bu ülkenin, anlamadık! Sanki başka ve uzak bir dünyada yaşıyormuş gibiydiler, görmedik! Öylesine sessizdi ki çığlıkları, duymadık! Sürekli görmezden gelmeyi tercih ettik onları. Hep yasaktı adları sözlüklerde, hep cisimsizdi kimlikleri, hep tehlikeliydi renkleri.

hep faili meçhullerde kaldı adı ölenlerin

Doksanlarda, daha da öfkeliydi dilimiz. İyiden iyiye ateşe ve yangına bulaşmıştı her yanımız. Fetva büyük yerdendi; “balığı yok etmek için denizi kurutmak gerekir” diye buyurmuştu büyüklerimiz. Hemen sıvadık kollarımızı; stratejiler geliştirdik, taktikler oluşturduk denizi kurutmak üzerine. Yıllarca bombaladık dağlarımızı, ateşe verdik ormanlarımızı; yaktık, yıktık, tarumar ettik... Ve böylece boşaltmış olduk binlerce köyümüzü.

Bir ara “dağda silahlı gezmek” yerine, “düz ovada siyaset yapmayı” öğütledik. Dinlediler! Çok geçmeden siyaset yapmayı bile öğrendiler! Bir parça umutlandık… Lakin tahammülümüz azdı, çok sürmedi; Bir süre sora meclisi bile dar ettik onlara, enselerinden tutup zindanlara tıktık vekillerini. Şehirde siyaset yapmaya tam teşebbüsten cezalar kestik, yıllarca hapis yatırdık siyasetçilerini.

Oysaki “gece silahlı, gündüz külahlıydılar” onlar! Her dağın arkasında onlar vardı, her tepenin duldasında onlar, her evde onların gölgesi! Bu yüzden duyduğumuz her sesten kuşkulandık, her renkten korktuk, her külahlıyı düşman belledik; daha çok estik, daha çok gürledik üzerlerine.

Hep olağan dışıydı yaşamları onların; olağan üstü haller ilan ettik onlar için, geçici askeri bölgeler oluşturduk, gün gün yasaklar koyduk yaşamlarına; sakıncalı ilan ettik yaylalarını, mezralarını. Bu yüzden ömürleri boyunca, hep olağanüstü yaşamak düştü paylarına… Gün oldu, karneye bağlamaktan bile çekinmedik yiyeceklerini; gün oldu şekeri, unu yasakladık, gün oldu ekmeği ve tuzu… 

Devlet için kurşun atan da, yiyende şerefli” ydi, kahraman dedik onlara. Ötekine kurşun sıkanlaysa gururlandık, bayraklı pozlar vermekten çekinmedik kameralara.

Hep gizli ajandamız oldu onlar için, gizli faaliyetler yürüttük arkalarından; bin operasyonla gittik onların üzerine, üstelik bas bas bağırarak övündük bununla.
Hep faili meçhullerde kaldı adı ölenlerin; hep ocakları söndü, hep anaları ağladı gidenlerin.

şimdi onlar bir kez daha kimliksizler!

Aradan yıllar daha geçti. Nasıl olduysa bir gün, onları keşfetmek düştü aklımıza. Aslında vardılar! Öyle de bize benziyorlardı! Nasıl benzemesinler, zira kardeşimizdiler! Sokulmayı denedik hayatlarına. Hiç zor olmadı bu, çekincesiz söyledik kimliklerini, telaffuz etmekte bile zorlanmadık isimlerini…

Sonra, birlikte oturup çözmeye çalıştık, tarihin önümüze yuvarlamış olduğu bu zehirli düğümü. Biraz şaşırdık, biraz umutlandık, çokça sevindik… Lakin fazla sürmedi bu, bir gece ansızın dumura uğradı sevincimiz…

Zira nasıl bir kumpasa getirilmiş olduğumuzu fark etmekte gecikmedik!
Ne çözülmesi gereken bir düğüm vardı ortalıkta, ne kökünü tarihten alan bir zehir! Bir günde yeniden keşfettik bölücülüklerini, hemen anladık köklerinin ne denli dışarıda olduklarını! Çekinmeden attık bütün köprüleri, kaçar gibi uzaklaştık hayatlarından.

Yardımımıza yetişmekte gecikmedi ecdadımız, yok saymayı yeniden tarihi bir görev bildik! Nasıl bir gece ansızın keşfettiysek kimliklerini, yine öylesine, aynı hızla unutuverdik isimlerini. Ve bir sabah uyandığımızda, aynı o bildik zehre banarak dilimizi, hiç tereddüt etmeden yeniden uyandırdık nefretimizi…

soluk yüzlü semtlerin yeni yüzleri, yeni ötekileri

Şimdi onlar bir kez daha kimliksizler!
Çocuklar, gençler, kadınlar ve yaşlılar…
Şimdi bir kez daha karşımızdalar. Üstelik daha da çoğalmışlar.

Kim bunlar, nereden gelmişler, nasıl çoğalmışlar, sormamışız!
Hâlbuki kovduğumuz dağlardan, bozkırlardan inmişler, tamamı bizim eserimiz onlar; yakılmış köylerden, mezralardan gelmişler. Büyük şehirlere, ilçelere göç etmişler, varoşlara sığınmışlar. Sur diplerinin, kenar mahallelerin, soluk yüzlü semtlerin yeni yüzleri, yeni ötekileri, yeni konukları onlar.

Bir dönemin umutları yok edilmiş, hayalleri yasaklanmış taş atan çocukları onlar.
Yokluğun, yoksunluğun, dışlanmışlığın isyankar gençleri; gecekondu kentlerin, derme çatma semtlerin asileri onlar.

Yine kaşları kara, yine tenleri esmer, yine dilleri kırık. Yine bir kentin ezikleri onlar. Belki isimleri var artık, lakin ne idüğü belli değiller hala; belki korkuları daha az, ancak bilinmeyen bir dilde konuşmaya devam ediyorlar hala.

Yine uzak kentlerin yabancısı; her türlü gaspın, cinayetin, hırsızlığın başlıca sorumlusu onlar. Herhangi bir kavgada, arbedede ilk suçlu onlar. Bir yerde bir karışıklık çıktığında ilk onlar akla gelir, ilk onlar şüphelidir. Kentleri huzura kavuşturmak için, otobüslere doldurularak ilk onlar sürülmeye adaydır. Halkımızın hassas duyguları kabardığında ilk onların evleri yakılır, ilk onların dükkânları kundaklanır.

Çünkü fişlenmişlerdir bir kez, adları çoktan girmiştir şifreli dosyalara. Çünkü gittikleri her yerde bilinirler; sayıları hep azdır, hep yabancıdırlar. En ucuz işçilik onları bekler, en bayağı işlerde onlar çalışırlar ve kovulurken en önce onlar kovulur işyerlerinden.

Affedersiniz”, ayıptır söylemesi, ağza layık görülmez bazen kimlikleri. En sinkaflı küfürler onların adıyla başlar, onlara dair kurulur en menfur sözler.

Olası eylemlerin, şaibeli işlerin, henüz işlenmemiş suçların failidir onlar.
Nereye gitseler kimlikleri peşlerinden gelir; bakışları ele verir onları; kafa kâğıtlarında, doğum yeri hanesi ele verir; tenleri esmerdir, ele verir; dilleri kırıktır, dilleri ele verir. Bir kez yapışmıştır kimlikleri yakalarına, kaçamazlar; damgalıdır isimleri kurtulamazlar…

Bu yüzden hep ürkektir bakışları, çok soru sormaz, fazla şey istemezler; çünkü hep yaralıdır hayalleri. Milli duygularımız kabardığında ilk onlar gelir aklımıza; ilk onların üstüne boşaltmak ister öfkemizi, ilk onlardan almak isterken hıncımızı, dize getirip öptürmek isteriz kutsalımızı. Bu yüzden kolay karşı gelmezler, fazla ses etmezler. Orada, burada sessizce toplaşırlar, çoğu kez ayrılıp gitmek düşer paylarına.
hep ölü ele geçirmeye çalıştık hayatlarını

İşte, böyle bir tarihi tahayyül içinde yaşadık birlikte. Hep kardeş dedik, lakin hep uzak kaldık hayallerine. Hep uzaktan baktık, hep dokumaya korktuk hayatlarına.

Yüreği atıp isyana durduklarında terörist damgası vurmakta gecikmedik cümlesine. Merak etmedik niye başkaldırdıklarını, sormadık ne istediklerini, anlamak istemedik itirazlarını. Hep ölü ele geçirmeye çalıştık hayatlarını.

Babalarının yanında kuş gibi avladık çocuklarını, çocuklarının yanında ise babalarını. Bazen tek mermi yetmedi canlarını almaya, şarjörler boşalttık sıcak bedenlerine.

Kelimeler, çoğu kez nefrete dönüştü dilimizde. Yekvücut olup hücum ettik hemen üzerlerine, seferler düzenledik şehirlerine. Okullarını zapt ederek, kara tahtalara kazıdık öfkemizi.

Salt öldürmekle yetinmedik, sokaklarında çırılçıplak soyarak teşhir etmekten geri durmadık ölülerini. Araçların arkasında sürüklerken biz insan cesetlerini, insanlık paramparça olduğunda, aldırmadık. 

İtaat etmediklerinde, başlarına yıkmakta bir an bile tereddüt etmedik evlerini; ateşe, zehre ve baruta boğduk sokaklarını. Yetmedi zırhlı araçlar getirdik, yetmedi ağır silahlarla yürüdük üzerlerine, yetmedi tankları dizdik karşılarına. Çekinmedik, ateşe tuttuk kasabalarını, toplarla dövdük surlarını, harabeye çevirdik şehirlerini.

şimdi hangi dağ, hangi şehir, hangi ülke kucak açar onlara?

Şimdi hangisine dilim varsa, kelimeler yaralı.
Şimdi bütün çıkışlar tutulmuş, şehirler kanamalı.
Şimdi yaralıdır ülkemin bir yanı, benim de bir yanım kanamalı.

Şimdi bedenim, Bedrettin gibi sanki “bir ağaca asılı.”     
Havada konuşmamanın, görmemenin, duymamanın kör olası hüznü
Ve ülkemin bir yarısı “kapatmış elleriyle yüzünü
Lakin diğer yarısı kanamalı!

Çocuklar ölüyor, gençler ölüyor, kadınlar ölüyor.
Masum ya da değil, silahlı ya da silahsız, canlar ölüyor.
Uzaklardan top sesleri yükseliyor perde perde, ezan sesleri susuyor bir bir.
Harap yüzlü evlerden, abluka altındaki semtlerden, kuşatılmış şehirlerden,  çıkıyorlar.

Yürüyorlar…

İçten içe kanayan yurdumun yaraları onlar.
Tanrıların yok saydığı, dünyanın görmezden geldiği, uzak şehrin yalnızları; hayatın bile terk ettiği, yok yoksun çaresizleri, ülkemin ötekileri…

Bir dokun, bin ah işit feryatları kadınların.
Kimi koluna girmiş yaşlıların, aksayarak; kimi sırtında, kimi el arabasında, kum torbası gibi taşıyarak…
Sırtlarında derme çatma denkleri, üstlerinde eski püskü giysileri, lastik ayakkabıları; soluk benizlerinde yaşıyormuş gibi suretleri…
Gidecek ne evleri kalmış, ne de yurtları!

Açlar, yorgunlar, uykusuzlar!
Daracık sokaklardan çıkarak geliyorlar; viran olmuş evlerden, yıkık dökük yollardan; çoluk-çocuk demeden; kar, çamur dinlemeden yürüyorlar.

Yüzlerinde çığlık gibi bakışları, gülüşlerinden yaralı çocuklarıyla…
Hayatlarını, yüreklerinde bir yangın misali taşıyarak…
Bir kez daha yollardalar, bir kez daha yürüyorlar, bir kez daha gidiyorlar!
Ellerinde beyaz bayraklar, dillerinde ahları, göçüyorlar!
Kim bilir hangi dağ, hangi şehir, hangi ülke kucak açar onlara?
Bilinmez nasıl bir miras kalır yarınlara!
Bir kez daha göçüyorlar!
Bir gözyaşı gibi akıyorlar Sur’dan, Silopi’den, Cizre’den.