Nezahat Gündoğan/Kazım Gündoğan
608 Sayfa, Türkçe, İletişim Yayıncılık
Röportaj : Miraç Zeynep Özkartal
Milliyet, 21 Ekim 2012
Ne kadar meraklıyızdır uzaktaki zulümlere bakıp üzülmeye, onların filmlerini gözyaşlarıyla seyretmeye, sonra da rahat rahat hayatımıza devam etmeye.
Yanı başımızda olup bitenleri ise birilerinin gelip gözümüze sokması gerekir.
Tıpkı Nezahat-Kazım Gündoğan çiftinin yaptığı gibi...
Önce “İki Tutam Saç” belgeseliyle anlattılar bize Dersim’in kayıp kızlarını... Orada dört hikaye vardı, belki o kadarla sınırlı sandık. Şimdi İletişim Yayınları’ndan çıkan “Dersim’in Kayıp Kızları” kitabıyla yüzlerce hikayeyle baş başa bırakıyorlar bizi.
600 sayfalık kitabı okumak kolay değil. Hacminden ötürü söylemiyorum, her hikayeden sonra boğazınıza yerleşen düğümle devam etmek zorunda kaldığınız için... Kendi evinizde, ailenizle, doğumunuzda konan isimle yaşamanın bile bir lüks olduğunu fark ettiğiniz için...
Ve tarihe gözümüzü kapayarak bakmanın kimsenin acısını dindirmediğini, daha minicik bir çocukken burnuna sinen kan kokusunu gidermediğini, 75 yıl boyunca ömrünün ilk beş yılına hasret yaşamasına engel olmadığını anladığınız için...
Nezahat Gündoğan: Projenin adı “Dersim’in Kayıp Kızları”. Projenin devam edeceğini biliyorduk, kitap çalışması da hedeflerimizden biriydi. Filme başladığımızda bugünkü kadar çok kişiye ulaşamamıştık. On kişi vardı, dördünün öyküsüne yer verdik. Kitapta ise 150’ye yakın kişinin öyküsü var. Bu öyküler çok önemli bizim o süreci anlamamızda. O günkü kız çocukları, bugünkü kadınların yaşamının her aşamasında Dersim katliamının nasıl devam ettiğini, iz bıraktığını gördük.
Siz de Dersimlisiniz. Çocukluğunuzdan bu öykülere aşina mıydınız?
Kazım Gündoğan: Ailede hikayeler olduğunu küçükken dinlerdim ama bilinçle değil. Dersim katliamını yaşayan dedelerimiz, ninelerimiz hep anlattılar. Biz üçüncü kuşak olarak Dersim ağıtlarıyla büyüdük. Sabahın beşinde, altısında annelerimizin, ninelerimizin ağıtlarıyla uyanırdık. Böyle bir sürecin çocuklarıyız.
Nezahat G.: Kimi ailelerde de tamamen susulur. Hatta bazıları Dersimliyim bile demek istemez, Erzincanlıyım, Elazığlıyım der, çünkü toplumun algısını biliyorlar. 38’den bu yana devredilen bir anlayışın ürünü.
Kazım G.: Bir atasözü vardır: Birinci kuşak yaşar, ikinci kuşak susar, üçüncü kuşak sorgulamaya başlar.
“Büyüklerimiz ‘Devlet bizi kırdı’ derdi, inanmazdık”
Siz ne zaman sorgulamaya başladınız bu olayları?
Kazım G.: Nezahat da, ben de politik düşüncelerimiz nedeniyle uzun yıllar hapiste yattık. 2000’lerde çıktık. Sorgulamalar da o zaman başladı. Öncesinde resmi tarihte ne varsa ona göre bir algımız vardı. Dersim’i yıllarca isyan olarak bildik, hatta dedelerimiz adaletsizliğe, zulme isyan etmiş diye övünürdük. Büyüklerimiz de derdi ki, “Biz isyan etmedik, devlet geldi bizi kırdı”. Bunu pek önemsemedik o yıllarda.
İnandırıcı mı bulmadınız?
Kazım G.: Bulmadık. Sonra araştırmaya başladık. Gördük ki, 1925 Şark Islahat Planı’yla birlikte Türkiye’deki herkesi Türkleştirmek ve Sünnileştirmek uğruna politikalar uygulanıyor. Bu bizi dehşete düşürdü. Sonra baktık isyanın verileri yok. Ne var? Devletin çok sistemli biçimde “Dersim Osmanlı’dan beri bir çıbandır. Sökülüp atılmalıdır” düşüncesi var. Yani 1937-38’den çok önce başlıyor. Hatta kitapta yayımladığımız bir belge var. 1926’da New York Times’ta çıkmış bir haberde Dersim’de 83 kadın ve çocuğun tehcir edildiği yazıyor.
Nezahat G.: Biz bunları öğrendikten sonra da şöyle bir soru sorduk: Dersim katliamı sürecinde kadınlara ve çocuklara ne yapıldı? Çünkü böyle bir politika varsa o sürecin niteliğini değiştirir.
Kazım G.: Başta şöyle düşünüyorduk: Pek çok insan öldürüldü, çocuklar ortada kaldı, devlet de sahip çıktı. Ya da vicdanlı askerler, subaylar aldı onları. Ama araştırma derinleştikçe başka bir resim gördük.
“Askerler güzel kızları alıyor, çirkinler trenle dağıtılıyor”
Neler var o resimde?
Kazım G.: Türkleştirmek üzere yüzlerce kız çocuğu toplanıyor. Elazığ ve Erzincan’da toplama kampına götürülüyor. Subaylara emir veriliyor: Herkes bir kız çocuğunu evine götürecek. Subaylar o toplama merkezlerine geliyor, güzel ve sağlıklı olanları alıyor.
Diğerleri ne oluyor?
Kazım G.: Çirkinler kalıyor orada. Bunları da kara trenlere bindiriyorlar, her istasyonda birkaç kız çocuğu bırakıyorlar. Orada da eşrafa ve bürokratlara veriyorlar.
Nezahat G.: Erzincan’da toplanan çocuklar Sivas’a götürülüyor. Demiryolu Sivas’ta çünkü. Sivas’tan Zonguldak’a kadar o hat boyunca... Elazığ’dan da İzmir’e kadar tren nereye gidiyorsa kızlar dağıtılıyor. Medeniyet hep demiryoluyla anlatıldı ya bize; medeniyetten Dersimli kız çocuklarına düşen pay buydu.
Askeri ve sivil bürokrasiye verilmeleri bir tesadüf mü?
Nezahat G.: Değil. Subaylar ve eşraf Cumhuriyet politikalarıyla çok bütünleşmiş kesimler. Kızların ev içinde eğitimle asimilasyonu hedefleniyor. Bu politikaları en iyi benimsemiş olanların evlerine yerleştirmek esas.
“Celal Bayar’ın ve Kazım Orbay’ın evlerinde de Dersim evlatlıkları vardı”
Kızlar o evlere hangi vasıfla giriyorlar?
Nezahat G.: Temelde asimile edilmek için. Hizmet etmek amacıyla alınmıyorlar, hatta alırken evin hanımının haberi bile olmuyor. Kazım Orbay’ın eşi bile hoşnutsuz oluyor ki bu politikaların başındaki insan. Biz genel olarak evlatlık olarak tanımlıyoruz. Ama hukuki değil. Nüfuslarına geçirmiyorlar. Hemen hemen hiçbiri nüfusa geçirilmiyor ve okutulmuyor. Çoğu kız kayıtlarda ölü gözüküyor. Sonradan nüfus cüzdanı çıkarmak gerektiğinde farklı anne-baba ve doğum yerleri belirleniyor onlara.
Kazım G.: O süreçte askerin gücünü düşünün. Nüfus memuruna diyor ki, şunun adına bir kimlik çıkar. Hepsi bu kadar.
Kazım Orbay gibi Celal Bayar’ın evinde de bir Dersim evlatlığı olduğunu söylüyorsunuz...
Kazım G.: Evet, onun hikayesini oğlu anlattı. Emine Bayar 13-14 yaşlarında geliyor Celal Bayar’ın evine. Adını değiştirip Saray diyorlar. Birkaç yıl içinde de evin şoförüyle evlendiriliyor. Sonra nasıl oluyorsa ayrılıyor o evden ve ailesini buluyor. Kendi köylülerinden biriyle evlenip orada yaşıyor.
Kızların Türk-Sünni adetlerine göre “eğitilmeleri” için bir de enstitü kuruluyor...
Kazım G.: Evet, 1937’de Elazığ Kız Enstitüsü’ne bu politikalar nedeniyle yatılı bir bölüm açılması talebi iletiliyor. Kız çocukları asker zoruyla ailelerinden toplanarak orada eğitiliyor. 1939’da oraya atanan Sıdıka Avar daha sonra köy köy dolaşarak ve aileleri ikna ederek çocukları topluyor. Avar, Türkçü politikayı eğitim üzerinden topluma taşımaya çalışan bir misyoner. Kendini “Dağ Çiçekleri” kitabında böyle tanımlıyor. Okul, o politikanın yasal tarafı. Kızların toplanıp ailelere verilişi ise gayri yasal. Ve biliyor musunuz ki bunlar kayıt altında. Aslında devlet hangi kızın nereye gittiğinin kaydını tutuyor. Onlar sadece aileleri açısından kayıp.
Kenan Evren’in eşi Dersim’in kayıp kızı mı?
Nezahat G.: Bir yakını var, o iddia etti ilk. Hayri Koç, “Sekine Evren benim amcamın torunu. Soyadı da Kankotan” diyor. O iddia üzerine araştırma yaptık. 1940’larda Sekine Kankotan’ın Alaşehir’de bir tüccara verildiği biliniyor. Sekine (Muslu) Evren de Alaşehirli bir bağcının en büyük kızı olarak biliniyor. Kenan Evren de Sekine Hanım’ın kardeşi Perihan Sıkılı da okuduğunu söylüyorlar. Ancak Alaşehir’deki tek okulda kaydı bulunmuyor. Çıkan portre, Sekine Evren’in aslında Dersimli Sekine Kankotan olma olasılığını güçlendiriyor.
Kazım G.: Amcası sürekli araştırıyor. Aileden Aziz Kankotan’ın 1980 darbesi olduktan sonra Kenan Evren ile görüştüğünü, o görüşmeden sonra bu konuyu tamamen kapattığını anlatıyorlar.
“Evren’in anlattıkları tipik Alevi adetleri”
Nezahat G.: Kenan Evren anılarında Sekine Hanım için “Bazı inançları vardı. Çamaşır yıkayacağı zaman çarşamba mı, perşembe mi bir günde çamaşır yıkamazdı. El ve ayak tırnaklarını aynı günde kesmez, bize de kestirmezdi” diyor. Bu tipik bir Alevi inancıdır. Bir hikaye daha var. Tam darbe sonrası bir kadın askeri helikopterle Hozat’a gidiyor, Sekine Kankotan’ın ailesini araştırıyor. Ona bundan kimseye bahsetmemesini söylüyor. Biz büyük olasılıkla Sekine Evren’in son günlerinde ailesinden bilgi alma çabası olarak değerlendiriyoruz. Hozat’a giden kişi de Sekine Evren’in kızıydı herhalde.
Kapak resmi |
“Annesinin Dersim evlatlığı olduğunu bilip bizden yardım isteyenler var”
Araştırmalarınız sayesinde buluşturduğunuz aileler oldu mu?
Nezahat G.: Evet oldu. 80 yaşındaki Emoş Gülver’i 75 yıl sonra ilk defa memleketine götürdük. Birinci dereceden ailesini kaybetmiş. Onu orada görevli askerlerden biri almış. Bir amcaoğlunu bulduk.
O buluşma başlı başına bir dramdı. Asıl adının Emoş değil Elif olduğunu orada öğrendi.
Kazım G.: Bir de annesinin Dersim evlatlığı olduğunu bilip bizden yardım isteyenler var. Mesela Güldane Acar filmi görmüş. Annem acaba o filmdeki kayıp Şemsi ya da Sakine’den biri mi diye geldi. Öyle mi değil mi bilmiyoruz ama artık kader ortaklıkları var ve birbirlerini akraba kabul ediyorlar.
“Harekata katılanların çocuklarının yüzleşmesi daha anlamlı”
Kayıp kızlardan biri de kapaktaki fotoğrafta. Onun hikayesi ne?
Nezahat G.: Kayıp Kürt kızı Bese. Hâlâ kayıp. Yaşıyor mu yaşamıyor mu bilmiyoruz ama arıyoruz. Kapak fotoğrafını bize Şefika Bitim verdi. Bugün 95 yaşlarında. 1938’de Dersim’e gittiğinde bir asker kızıymış. Orada evleniyor, asker eşi oluyor sonradan. Babası da, eşi de harekata katılanlardan. Evlendikten sonra Dersim Mazgirt’ten Elazığ’a yerleşiyor. O sırada Bese onların evlerine geliyor. Bir süre sonra da evden kaçıyor. Sebebini henüz öğrenemedik.
Size nasıl ulaştılar?
Nezahat G:: Biz bir blog’ta yazılan yazıyla ulaştık onlara. Yazan, Şefika Bitim’in torunuydu. Bu, sadece Dersimlilerin, mağdurların ve çocuklarının duyarlılık gösterdiği bir konu değil. Harekata katılmış kişilerin çocukları ve torunlarının da meselesi. Bu çok anlamlı bizim için. Onların bu süreçle yüzleşmesi çok daha anlamlı.
çok çarpıcı ve filme göre daha doyurucu bir çalışma olmuş yazar ve yönetmenlerimizin eline sağlıkşükrü aslanını kitabı ile birbirini bütünlüyor.. ikiside iletişim yayınlarından çıkmış okumadan geçmeyin...
YanıtlaSilYorumunuz için teşekkürler. Kitabın TÜYAP'taki kitap fuarında imzası ve paneli vardı, umarım kaçırmamışsınızdır..
YanıtlaSilSaygıyla