30 Ekim 2022 Pazar

Saraybosna’dan Güney Afrika’ya hakikat yolculuğu

Yusuf Nazım
T24 | 28 Ekim 2022


Bir kadın.

Cerrahpaşa Tıp Fakültesi mezunu.

Adli Tıp’ta uzmanlık eğitimi yanı sıra İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde Klasik Arkeoloji Lisans Eğitimi aldı.

1992’de kurulan Adli Tıp Uzmanları Derneği’nin kurucularından olup 1993-1996 arasında derneğin yönetim kurulu başkanlığını üstlendi.

Türk Ceza Hukuku Derneği kurucu üyelerinden.

Mesleki ömrünü işkenceyle mücadeleye adadı. Hazırladığı işkenceyi belgeleyen sayısız rapor ve tıp etiği üzerine yazılarıyla devletin sivri oklarını üzerine çekti.

Uğur Mumcu sanıklarıyla ilgili verdiği rapor nedeniyle tehdit edildi, görevden alınmasına dair yazılan gizli yazılar açığa çıktı, 90’lardaki Susurluk Çetesi’nin adli tıp üzerindeki baskılarına karşı mücadele etti.

1997’de İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı Başkanı oldu. Bu görevinden ve yürüttüğü Adli Tıp Kurumu İhtisas Kurulu Başkanlığından çeşitli defalar uzaklaştırıldıysa da her seferinde yargı kararlarıyla geri döndü.

İngilizce, Almanca ve Klasik Yunanca biliyordu.

Birleşmiş Milletler Uluslararası Savaş Suçları Mahkemesi adına, 1996’da Bosna’nın Kalesija bölgesindeki toplu mezarlardan çıkarılan cesetlerin otopsi çalışmalarına katıldı.

1999’da, Birleşmiş Milletler ’in İstanbul Protokolü olarak bilinen işkencenin saptanmasında dair uluslararası standart kılavuzun hazırlayıcıları arasında yer aldı; bu protokolün uygulanması konusunda birçok ülkede eğitim verdi.

İnsan Hakları İçin Hekimler ’in 2000’de Güney Afrika’daki uluslararası çalışmasında, 2002’de ise Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) Kadına Yönelik Cinsel Şiddet Araştırması ve El Kitabı çalışmalarında yer aldı.

Uluslararası İşkence Rehabilitasyon Merkezi (IRTC) adına gittiği Bahreyn’deki bir ölüm olayında, yaptığı otopsiyle ailenin iddiaları doğrultusunda gencin gözaltında işkenceyle öldürüldüğünü kanıtladı.

Yaş haddinden emekliliğine 7 yıl kalan zorunlu emekli edildiği 2019 yılına kadar İstanbul Tıp Fakültesi Adli Tıp Anabilim Dalı’nda, Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde adli tıp lisans ve yüksek lisans dersleri verdi; İstanbul Üniversitesi Adli Tıp Enstitüsü’nde yüksek lisans ve doktora tez danışmanlığı yaptı.

Türk Tabipleri Birliği ve İstanbul Tabip Odası yanı sıra Türk Patoloji Derneği, Forensic Science Society of UK, Académie Internatıonale de Médecine Légale et de Médecine Sociale, International Academy of Legal Medicine, New York Academy of Sciences, İnsan Hakları Eğitimi On Yılı Ulusal Komitesi Cezaevleri Çalışma Grubu, Association de Droit Penale Internationale, Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu gibi kurumlarda görev yaptı.

Son olarak 2009’dan beri sürdürdüğü Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) başkanlığını bırakarak 2021’de Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi başkanlığına seçildi.

Aynı zamanda 1997 IRCT Bent Sorensen Grant, 1999 İstanbul Üniversitesi Uluslararası Bilime Katkı, İstanbul Tabip Odası Sevinç Özgüner İnsan Hakları, 2000 yılı Barış ve Demokrasi, 2000 yılı Açık Sayfa Barış, Demokrasi ve Hukuka Katkı, 2000 International People’s Lawyers Eminent Person Grant, 2001 BEKSAV, 2014 Uluslararası Hrant Dink Vakfı ve daha birçok ödülün sahibi bir bilim ve onur insanı...

26 Ekim 2022’de bir TV kanalında sorulan soru üzerine, uzmanlık görüşünü paylaştığı için gözaltına alındı, sonra tutuklandı.

 

*  *  *

 

Asıl olan hakikati aramaktı.

Oysa ki bir bilim insanı konuştu, yer yerinden oynadı.

En yüksek perdeden başlayan nefret söylemi, hedef gösterme, medyada koparılan linç fırtınası…

Bir anda ülkenin şerefi lekelendi, orduya iftira atılmış oldu!

Öyle ya, yumurtalar hiçbir koşulda çürümez, ya da aralarından çürükleri çıkmazdı. Toplum ve kurumlar olarak ari bir ırktan çoğalmıştık, hepimiz pürü paktık.

Örneğin, bu ülkede askerler 1961’de darbe yapmamıştı! Elinde bulundurduğu silah gücünü kullanarak seçilmişleri içeri atmamış; içlerinde bir başbakan ile iki bakanı asmamıştı!

Doğruydu, 1971 olduğunda askerler bir kez daha parlamenter rejimi yıkarak anayasayı askıya almamıştı! Silah zoruyla aydınları, sanatçıları, sendikacıları, öğrencileri hapse tıkmamış; intikam olsun diye fidan boylu üç genci idam sehpasında asmamıştı!

Ve yine doğruydu, 1980’in 12 Eylül’ünde silahlı kuvvetler cebir ve şiddet yoluyla seçilmiş iktidarı devirmemiş, bir kez daha demokrasinin canına okuyup meclisi kapatmamıştı; onlarca idam, yüzbinlerce gözaltı, 2 milyona yakın fişleme yapmamış; gazete ve dergileri, sendika ve dernekleri kapatmamış, tonlarca kitabı yakmamıştı!

Devletin raporlarında bile yazsa 90’lı yıllarda ülkenin doğusunda binlerce köyü ve mezrayı yakıp yıkarak boşaltmamış; Roboski/Uludere’de kendi yurttaşlarının üzerine bomba yağdırıp çoluk çocuk, genç yaşlı demeden 34 köylünün canına kıymamıştı!

2016’nın 15 Temmuz‘unda örneğin; askerin içinden birileri Ankara’da TBMM üzerine bomba yağdırmamıştı!

Velhasıl, Susurluk Çetesi’nin artıklarıyla emekli ya da emekli olmayan generallerin resimleri de gazetelerde boy boy basılmamıştı!

 

*  *  *

 

Peki, şimdi ne oldu?

Bir hakikat yolculuğu yarım kaldı.

Birileri çoktandır bir cadı kazanını kaynatıyordu, içine atılacak kurban ise hazırdı.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanı ve onun meslek örgütü hedefe konuldu…

Profesör Doktor Şebnem Korur Fincancı.

Ömrünü insan haklarına adamış bir bilim kadını. Hipokrat Andına bir bayrak gibi sarılmış kâh devletin derinliklerinde, kâh Bahreyn sahillerinde; Filistin’den Yeni Zelenda’ya, Abu Gharib’ten Güney Afrika’ya, Saraybosna’dan Güney Afrika’ya bir hakikat yolcusu o.

Tıpkı meslek etiğinden ödün vermeyen; insan ve haklarını savunduğu için daha önce gözaltına alınan, tutuklanan; özgürlüğünden edilen ve sonunda beraat eden diğer hakikat yolcuları gibi.

Sadece son birkaç yılda olmak üzere gözaltına alınan ya da hapse atılan/çıkan/çıkamayan Profesör Raşit Tükel, Profesör Funda Obuz, Profesör Taner Gören, Profesör Onur Hamzaoğlu, Profesör Füsun Üstel, Profesör Beyza Üstün ve daha niceleri gibi…

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/saraybosna-dan-guney-afrika-ya-hakikat-yolculugu,37239 

























































18 Ekim 2022 Salı

Güneşi göremeyenler

Yusuf Nazım
T24 | 18 Ekim 2022


Sene 1999. Zonguldak şehri.

 

Nam-ı diğer kara elmas diyarı. Bu kentin kömürle hayat bulmuş, adı sonradan Kandilli olarak değiştirilmiş olan Armutçuk beldesindeyim. Bir zamanlar hayata rengini veren kara taşın, insan yaşamına bulaşmış serüvenini merak ediyorum.

 

99 sonbaharında Kandilli ’de işte bu serüvenin peşinden gitmiştim.

 

Yapmaya çalıştığım şey kömüre bulaşmış hayatların, bir daha geri gelmeyecek olanın, her şeye rağmen umutlarını heybelerinde umutla taşıyanların hikâyelerinde bir iz sürmeydi…

 

Toprağın beş yüz seksen beş metre altına inmiştim. İki asansör değiştirmiş, bir motora binmiş, kömür vagonları içinde kilometrelerce yol almış, domuz damı direkleri arasında sürünerek ciğerlerime kömürün tozunu solumuştum…

 

Adeta yerin altında esrarengiz ve karanlık, başka bir dünyaya gitmiş gibiydim.

 

Derin galerilerde saatlerce ilerlemiş; hayalleriyle taşı kayayı yontarak küfelerinde umudu ve yaşama sevincini taşıyanların hayatlarına tanık olmuştum.

 

Yerin derinliklerinde çoğu kez yarım kalmış hayallere, birbirinden ilginç hikâyelere, sönüp gitmiş hayatlara devam eden unutamadığım bir yolculuktu bu yaptığım.

Ocağa kömür işçileriyle birlikte inmiş, galeride beraber vagona binmiş, onların küçük bir çıkından ibaret sofralarının ortağı olmuştum.

 

Orada, yakından tanımıştım madencileri. Çokça anıları vardı onların. Ve bu anılara bulaşmış ölümleri; Kozlu’da, Armutçuk’ ta, Karadon’da, Üzülmez’ de, Amasra’da ve Çaydamar’da...

 

İndiğim Armutçuk’taki maden ocağında, 7 Mart 1983’de yaşanan bir grizu patlaması sonucu 103 işçi hayatını kaybetmişti. Tam yüz üç işçi yerin altına inmiş ve bir daha geri dönmemişti!

 

Yanımda bir emniyet mühendisi arkadaş, kimi maden işçileri; kazmacısı, barutçusu, oduncusu vardı.

 

Bin bir güçlüğe katlanarak kazmanın kömüre değdiği ayağa kadar inmiş, kapatılan kör kuyuları görmüş, sağ girip ölü çıkan madencilerin yürek burkan hikâyelerini dinlemiştim.

 

Onlar, dönüşü olmayan bir yolun çaresiz yolcuları gibiydiler. Öylesine terk edilmişçesine gitmişlerdi ölümlere. Nice hüzünlerle dolu bu öyküleri dinlerken gözyaşlarımı yüreğime akıtmış, sessizce ağlamıştım…  

 

*  *  *

Şimdi, aradan yirmi üç yıl geçtikten sonra, ülkenin başka bir köşesinde, toprağın yüzlerce metre derinlerinden yine onların acı yüklü hikâyeleri sızıyor yer üstüne. Üstelik 301 Soma madencisinin ölüm tutanakları mahkeme zabıtlarında henüz kurumamışken…

 

Yine ölüm çığlıkları yırtıyor karanlıkları; yine duvarları delen ağıtlar yükseliyor, yine toplu mezarlar kazılıyor onlar için.

 

Ölüm ki kara elmas diyarında her zamanki gibi sinsiydi.

 

Bilenler bilirdi. Yerin altında ışık, hasreti en çok duyulan şeydi. Işığa hasret olunan o yerse damarın damarı kestiği, kazmanın kömürü dövdüğü yerdi.

 

Ateş-nefes yaklaşınca orada, ter domur domur akar, nefes nefese dokunur, ölüm inceden inceye birikirdi.

 

Ve yine öyle oldu!

 

Amasra’da ölüm, karanlık ve yanık galerilerin isli dehlizlerinden çıkarak bürokratların demeçlerinde bir kez daha merhametsiz sayılara dönüşüverdi.

 

Televizyon kanallarında, prime time’da her gün onların hikâyeleri anlatılır oldu.

 

Halâ yaşıyormuş gibi suretleri bir bir düşerek haber ajanslarına, geçen her gün, daha çok sayıda madenci cesedi haber oldu manşetlere.

 

Kader ve fıtrat kelimeleri, acımasız bir ısrarla tekerrür ederken Amasra’nın sokaklarında, tarihin cinayet defterine yeni ölümleri kaydetti hayat.


*  *  *

 

Amasralı madenciler.

 

Güneşi görebilmek için karanlığa kazma sallayanlar.

 

Hayata rengini vermek amacıyla yıllar yılı kara taşın peşinde iz sürenler…

 

Ötekilerin dünyasında bir kere daha yerin üstüne çıkamadan hunharca mağlup edildiler!

 

O madenciler ki, yeraltına her indiklerinde gözlerinde gizli bir tutkuyla parıldayan bir ışık vardır.

 

“Güneşi yeniden görebilsem” diye parıldayan bir ışık...

 

O ışık, kırk bir maden işçisinin gözlerinde son bir kez parlayıp söndü.

 

Madencilerin gözlerindeki o ışık, kırk bir defa anlamını yitirdi.

 

Kırk bir Amasralı madenci yerin altına indi, bir daha gün yüzü göremedi.

 

Onlar için kader, toprağın derinliklerine gizlenmiş karanlık yüzlü bir cellattan ibaretti. Fıtratsa, genç yaşta ömürlerine geçirilmiş bir ilmik gibi daima hazırdı.

 

Adları tarihin cinayet defterine bir kez daha güneşi göremeyenler olarak yazıldı.


10 Ekim 2022 Pazartesi

Bağazımda cam kesikleri

Yusuf Nazım
T24 | 6 Ekim 2022


Bir süre yazmayacağım demiştim, lâkin çalışma odama sığmıyor yüreğim.

Çıkmışım odamdan, deniz kenarında bir iğde ağacına yaslanmışım.

Ege’nin maviliklerinde yüzüm. Karşımda Samos Adası, önümde hafiften çırpınışları dalgaların. Eski zamanlardan hikâyeler fısıldıyor ruhuma. Kulağımda klasik Rembetiko şarkıları, geleneksel Rum ezgileri.

Kim bilir nasıl da özgürlerdir karşı kıyıda…

Sanki dalgalara karışmış, Samos’tan bana ulaşıyorlar.

*  *  *

Ankara’nın Çayyolu semtinde bir sokağa düşüyor yolum. Karanlık ve izbe. Türkülerin, konserlerin, festivallerin yasaklandığı bir zamandan geçiyorum... Şarkıların hunharca boğazlandığı bir zamandan...

Sivri gölgelerini asfalta kanırtyor katil adayları.

Bir müzisyenin peşindeler onlar!

Niye?

Emir buyurdukları bir şarkıyı söyleyemiyor diye…

Emirlerin kanun hükmünde verildiği günlerdeyiz. Her gün yeni bir yasağın burgacında. Her söz terörle iltisaklı ilan ediliyor; türküler sakıncalı, ezgiler suçlu, şarkıcılar şüpheli.

Hoyratlık sınır tanımıyor ülkenin başkentinde.

Failler beyaz yakalı bu sefer. Bir müzisyenin yolunu kesmişler.

Uluorta doğruyorlar onu!

“Sen bizim kim olduğumuzu biliyor musun?” sözleriyle büyüyor gaddarlık.

Onur Şener’in ömrü, kim olduklarını öğrenmeye yetmiyor.

Onu biz öğreneceğiz sonradan. İkisi Çalışma Bakanlığı’nda müfettişmiş faillerin, biri devletin seçkin bir kurumunda mühendis. Kiminin üç suç kaydı mevcut, kimi taksirli yaralamaktan sabıkalı.

Kim bilir hangi liyakatsiz bürokratın emir eri bunlar, nasıl hileli bir mülâkatın eseri.

Oturduğum yerde, bir müzisyenin çığlıkları kanıyor yüreğime.

Yüzünde pançak pançak kan, boğazında cam kesikleri.

*  *  *

 Onur Şener 45 yaşındaydı.

1995 Ankara TED Koleji mezunu, genç bir müzisyen.

Evli, beş yaşında bir çocuk babası.

Bir de, ölen arkadaşının çocuğunu evlat edinmiş olmanın yüce gönüllülüğü var onda.

Zamanla notalar tutkuya dönüşmüş yaşamında.

Hayatını şarkı söyleyerek kazandı. Gitar çaldı, şarkı söyledi, düet yaptı.

“Sınıfın en parlak öğrencisiydi. Basketbol oynar, gitar çalardı. Ona imrenirdik.” diye anlatıyor sınıf arkadaşı İrfan Değirmenci.

Bir zamanlar katıldığı şarkı yarışmasında “Hayatımın sonuna kadar müzik yapmak istiyorum. Müzik benim için bir tutku” demişti.

Hayatının sonuna kadar müzik yapamadı. Hayalleri ve tutkuları karanlık bir Ankara akşamında sel suyuna kapılıp gitti.

Ezgilerin hep emekçisi oldu, lâkin emeklisi olamadı.

Ankara’nın karanlık bir sokağında boğazında cam kesikleriyle öldü.

*  *  *

 1980’in darbe yıllarıydı.

 Çocukluk arkadaşım, dostumdu.

Siyasi görüşlerinden dolayı cezaevine düşmüştü. Hani şu adına, terör dedikleri türden…

Aradan yıllar, on yıllar geçti.

Sayısız af çıktı. Nice katiller, haramiler, soyguncular; ülkenin canına okuyanlar serbest kaldı.

Arkadaşım ne bir haram yemiş, ne cana kıymıştı.

Tek suçu, daha güzel bir ülke hayal etmekti.

35 yıl yattı, geçen yıl çıktı hapisten.

Cezaevinden özgürlüğe adım attığında hayal ettiği ülkeyi bulamadı.

Yerinde siyasal İslam fantezisiyle değerleri aşınmış, örselenmiş; suçla, hunharlıkla, cezasızlıkla kokuşmuş bir bataklık buldu.

*  *  *

 Onur Şener’in katil zanlıları…

 Yeni bir afla serbest bırakılmak üzere yakalandılar.

 Şimdi o bataklıkta, çıkacak bir affın kanatları altına sığınmaya hazırlanıyorlar.

Ülkenin vicdanlı insanları ise onun için, belki de hiç gelmeyecek daha niceleri gibi, adalet aramaya koyuldular bile…

Hep beraber bataklıktaki haşerelerin tek tek izini süreceğiz.

İçi boş sözcüklerden medet umup, afili sözcüklere sığınacağız.

Sosyal medyaya sıkışıp kalmış etiketler açıp lanetler okuyacağız faillere.

Ardı arkası kesilmeyecek mahkemelerden, iyi halden yapılacak indirimlerden, zaman aşımlarından fırsat bulup katil bile diyemeyeceğiz onlara.

Hazırlığına çoktan başlanmış bir aftan yararlanıp yeni görevlerine başlayana dek unutulup gidecekler.

Bizse, hangi karanlık köşe başından, hangi lanetli ölümün apansız yakamıza yapışacağından habersiz, boğazımıza kadar battığımız bu kokuşmuş bataklıkta boğulmamak için debelenip durmaya devam edeceğiz.

*  *  *

 Onur!

Ne zaman bu sözcüğü duysam en hassas yerinden titrer yüreğim, duygulanırım.

Kötülükten, kıyıcılıktan, zalimlikten uzak; doğruluk, haysiyet, vakar içeren bir duygu bu. Kimileri için, hayatta hiçbir şeyle değişmeyecekleri bir değerin ifadesi belki de.

Benim de küçük oğlumun adı Onur…

Bu adı duyduğumda güzel insanlar gelir aklıma. Yürekleri adaletten, eşitlikten, özgürlükten yana insanlar; dürüst, vicdanlı, hak yemeyen…

İnsanlar gibi sözcükler de öldürülür kimi zaman.

İnsanlar öldüğünde en hassas, en dokunaklı, en kırılgan yerlerinden yaralanır onlar.

Hiç düşündünüz mü, sözcükler niye kanamalı olur bazen?

Sözcükler kanadığında, hangi düş gücüne sığar bir çocuğun gülüşleri?

Hangi sonsuz gelecek zamana ertelenir bir babanın öpüşleri?

*  *  *

Sahildeyim.

Bir palmiye ile iğde ağacının kardeşliğine sığınmışım.

Biraz ileride balıkları topluyor martılar.

Bir cümle şimendifer gibi delip geçiyor içimden:

“Ankara’da bir müzisyeni öldürmüşler!”

Ölüm beyaz yakası içinde zuhur etmiş bu sefer, yeni bir affa daha hazırlanıyorken egemen…

Çaresiz, yaralı sözcüklere sığınıyor kalbim.

Göğsümde bir sızı, boğazımda cam kesikleri.

Gözlerim Samos Adası’nın eteklerinde. Kırık dökük cümleler bırakıyorum Ege’nin sularına.

Şu alçalıp denize pike yapan martılar, şu önümde suya pul pul ışıltılar bırakan balıklar…

Hepsi, ama hepsi bana fısıldıyorlar;

“Onur Şener’i öldürmüşler, ne duruyorsun, yazsana!”

Bir babanın yanağında, beş yaşında bir çocuğun öpüşlerini söndürmüşler.

Susmak, cam kırıkları gibi etlerimde şimdi, acılar sızıyor her yerimden.

Yazmamak ne mümkün.

Bir Rembetiko şarkısının incecikten hüznü dağlıyor yüreğimi.

Sessiz, ağır ağır, derinden.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/bogazimda-cam-kesikleri,36977