31 Mayıs 2018 Perşembe

Taksirle gelen ölüm


Yusuf Nazım
T24 | 31 Mayıs 2018

Yaşlıydı.
Onu ilk defa olarak, elinde bastonuyla bir caddede yürürken gördüm.
Her halinden, feleğin nasıl bir çemberinden geçtiği belliydi.
İncecik bacakları, yorgun bedenini güçlükle taşıyordu.
Kayyum atanmış Diyarbakır’ın, yine Kayyum atanmış bir ilçesindendi.
Lice’dendi...

14 Haziran 2017 tarihli bir videodan izliyordum.
Bilmiyordum, henüz o gün öğrenmiştim; adı Pakize Hazar’dı, 85 yaşındaydı.
Yaşlı bedenini iki yana salınarak, ağır aksak yürüdüğü Mümin Ağa Caddesi iki yıldır trafiğe kapalıydı.
Öyle ya, OHAL vardı memlekette. Devlet, istediği caddeyi trafiğe kapar, istediğini açardı.
Olmasa da ne yazardı ki! Hep olağanüstü değil miydi oralarda hayat, ya da olağan değil miydi zaten, her daim sıkıyönetim altında yaşamak?

Pakize Hazar caddenin bir tarafında yürüdü.
Kaç çocuğu vardı, kaçı evlenmişti, kaç torun sahibiydi?
Kaç evlat büyütmüştü kim bilir; kaçı dağa çıkmış, kaçı suç işlemiş, kaçı şehit olmuştu, bilmiyordum.
O gün, yaşlı maaşını almak için evinden erkenden çıkmıştı.
Kayyum atanmış bir şehir gibi yalnız mıydı, kimsesi yok muydu, sahipsiz miydi?
Lice’nin trafiğe kapalı caddesinde tek tük insanlar vardı.
Yaşlı kadın bastonuna yaslandı, ağır aksak bir kaç adım daha attı. Park etmiş zırhlı bir aracın önüne geldi. Araç yavaşça hareket etti, hafif sağa, kadının üzerine kırdı; Pakize Hazar’ı altına aldı, onun, küçük bir tümsekmiş gibi üzerinde geçti!...

Kanun hükmündeydi cürmü

Öldü!
Pakize Hazar öldü...
Sadece öldü!
Bu kadar basit, ecelsiz ve yalın!
Bu kadar sessiz, sade ve ucuz!
Nasıl olduğunu hiç kimse anlamadı.
Bir anda geliverdi işte!
Ama her zamanki gibiydi…
Yine taksirleydi.
Yine öfkeli, en yüksek perdedendi sesi, demirden bir zırha bürünmüştü yüzü.
Yine kanun hükmündeydi cürmü!
Duydunuz mu, öldü!
Zırhlı bir aracın, buldozeri andıran tekerleği altında bir anda can verdi.
Oradan geçen biri, elleriyle başını dövdü, bir diğeri sadece gördü, diğer ikisi dönüp bakmadı bile…
Yaşlı kadın öldü!

Zırhlı araca gelince…
Kirpi deniyordu adına. Bölgede sürüsüne bereketti. Ülkenin batısında sınırsızca üretiliyor, asayişi sağlamak üzere, etle tırnak gibi birbirine kaynaşmayı becerememiş aynı ülkenin doğusuna gönderiliyordu. Asayişi sağlamaktan geri kalan zamanlarda ise, yanlışlıkla evlerin yatak odalarına giriyor, taksirle kazalara karışıyor, çoluğu çocuğu eziyor, yaralıyor, öldürüyordu…

Sanki olağan bir göreve çıkmış gibiydi araç. Hiçbir şey olmamış gibi yaptı, direksiyonu yavaşça kırdı, çekti gitti…

Trafiğe kapalı Mümin Ağa Caddesi’nin tam ortasında, yaşlı bir ölü kaldı geride...
Kayyum atanmış şehrin nüfusu yalnızca bir adet(!) azaldı, onun kayyum atanmış ilçesinin de öyle...

Hiç değil şahadet getirmiş miydi?

Onu hiç tanımamıştım.
Zırhlı bir aracın iri tekerlekleri altında can vermeden önce görmemiştim bile.
Ölümü, bir video parçasının saniyelerle ölçülecek denli parçasına sığacak kadar kısa ve çabuk olmuştu.
85 yaşına ne acılar sığdırmıştı bilinmez.
Trafiğe kapalı bir caddenin ortasında, ak tülbendi kırmızıya boyanmış halde, etten, kemikten, kandan ibaret bir ülkenin günahı gibi öylece duruyordu…

Kim bilir, sıska, cılız bedeni kaç yerinden kırılmıştı? İncecik kemikleri, un ufak olmuş muydu? Yandım Allah, diye bağırmış mıydı? Gördüm, bir buldozer gibi üzerinden geçmişti zırhlının tekerleği, başı ezilmiş miydi? Ölmeden evvel, hiç değil şahadet getirmiş miydi?

Devlet çabucak harekete geçti. Taksirle adam öldürmekten dava açtı.
Pakize Hazar, jandarmanın raporunda dikkatsiz davranıp, zırhlı aracın altına girmekten %100 kusurlu bulundu!

Zırhlı aracın sürücüsüne gelince…
İfadesi alındıktan sonra serbest bırakılmıştı bile!

İsimsiz bir Kürt anası

Pakize Hazar.
Bir valinin veya şehirli bir bürokratın annesi değildi; bir bakanın, hatırlı bir sanayicinin, ya da bir generalin...
Öğrenmiştim artık, Lice’nin Abalı Köyü’ndendi o.
Doksanlı yıllarda köyleri boşaltılmıştı. Yaşlı yüreğinde taşıdığı yük, bir zamanlar bölgeyi saran yangın fırtınasından, paylarına düşenin yalnızca küçük bir parçasıydı.
Ve o sadece 6 kız, 2 oğlan çocuğunun isimsiz bir Kürt anasıydı.
Her gün televizyonlarda ahkâm kesen bir siyasi parti liderinin, ya da bir devlet büyüğünü muhterem annesi değil!
Oysaki pekâlâ mümkün olabilirdi bu. Zırhlı aracın altında can çekişen, bir başbakanın annesi bile olabilirdi.
Sahi ya, olsaydı ne olurdu?
Bu kadar sessiz, sitemsiz mi olur muydu ölüm?
Elini kolunu sallayarak serbestçe dolaşır mıydı?
Kanun hükmünde, aceleyle işlenir miydi bu cürüm?

Sahi eşittik, değil mi biz, kanunlar önünde eşittik?
Aynı güzel vatanın, aynı eşit değerde, aynı haklara sahip eşit yurttaşlarıydık, değil mi biz?
Öyle ya, eşittik biz…
Taksirle kırılırdı kapılar

Orası Diyarbakır’dı.
Önünde, dağlarda kart kırt diye yürüyenlerin adı saklı bir şehirdi o.
İster ateş olup bir silahın namlusundan çıksın, ister gökten paramparça ölüm olup yağsın, isterse de bir panzerin davetsiz ziyareti ile uykuda yakalamış olsun...
Yanık bir coğrafyaydı orası.
Hep sessizce sokulurdu oralarda ölüm.
Nedense, hep öldüren değil, ölenler soruşturulurdu.
Çoğu kez haber değeri bile olmazdı ölenlerin. Ana akım medyada, ya hiç sözü edilmez, ya da gazetelerin iç sayfalarında iki satırlık kazalara dönüşürdü.  
Haberini ise gazeteciler değil, teröristler yapardı.
Bu yüzden olsa gerek, çoğunlukla aslı olmazdı bu tür haberlerin.
Çünkü ölüm aceleciydi oralarda, sıradandı, arsızca kol gezerdi.
Kapılar hep taksirle kırılır, hep taksirle yıkılırdı evlerin duvarları.
Suçlular ise daima korkusuz olurlardı.
İddialar, hep taksirle, diye başlar, en yüksek mertebeden anında yalanlanırdı.
Failler, ne kadar da hızlı serbest kalırdı ardından.
Hep endişeli olurdu yüzleri sokakların, bilinmeyen bir dilden hikâyeler anlatırlardı birbirlerine.
Hep efsunlu gibiydi sanki isimleri.

18 Mayıs 2018 Cuma

Yüreğimde bir resmin çığlıkları


Yusuf Nazım
T24 | 18 Mayıs 2018


İstanbul’daydım. Bir martının dayanılmaz çaresizliğini yazıyordum. Olmadı, yarım kaldı, yazamadım!

Bir fotoğraf düştü apansız önüme. Ne İstanbul’da bir martının çaresizliği, ne Mardinli temizlik işçinin yalnızlığı kaldı aklımda. Yalnızca bir fotoğrafa takıldı aklım.

Filistin” dedi, içimdeki o ses! Yana yakıla, “Filistin!” Hani, bizim o, on sekizinde, on dokuzunda, yirmisinde çocukların koşarak gittikleri ülke vardı ya… Hani, o mazlum toprakların özgürlüğü için hayatlarını tereddütsüz armağan ettikleri ülke… Filistin!

Bir fotoğraf karesinde matlaşmış, anıtlaşmış

14 Mayıs 2018, İsrail'in Filitinli protestoculara saldırısı
Filistin’dendi o fotoğraf. Kıraç bir toprak parçasının üzerinde, dumanları göklere yükselen bir ateşin bulutunun önünde. Tekerlekli sandalyede bir adam. Bacakları yok! Bir fotoğraf karesinde matlaşmış, anıtlaşmış gibi. Elinde sapanı, çeviriyor, çeviriyor, çeviriyor…

“Sene 1949, CHP hükümeti, başbakan Ş.Günaltay, cumhurbaşkanı İsmet İnönü. Türkiye İsrail’i tanıyan ilk Müslüman ülke oldu.”

Aklım bir fotoğrafta kaldı benim. Elinde sapanıyla, tekerlekli sandalyesinin üzerinde tek başına. Kıraç bir toprak parçasının üzerinde… İşgalci İsrail askerlerine tam önünde.

“Yıl 1958, DP hükümeti, başbakan Adnan Menderes. Türkiye ile İsrail arasında Trident adı verilen gizli askeri ve istihbarat işbirliği anlaşması imzalandı.”

Adı Fadi Ebu Salah. 29 yaşında, evli, dört çocuk babası. Bacaklarını, 2008’de Gazze’ye ölüm kusan İsrail bombaları almış. Ayakları yok ama şimdi kolları var. Kolları olmasa ne yazar, belli ki bedeninden büyük yüreği var.

“31 Mart 1994, DYP-SHP hükümeti, başbakan Tansu Çiller, yardımcısı ise Erdal İnönü. Türkiye-İsrail Güvenlik Gizlilik Anlaşması imzalandı.”

Benimse, aklım bu fotoğrafta kaldı. Reuters Ajansı’ndan İbrahim Ebu Mustafa’nın deklanşörü yakalamış görüntüyü. Yer, Han Yunus kentinin doğusunda, İsrail sınırı. “Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü” için Filistinliler oradalar. ABD’nin işgal altındaki Kudüs’ü, İsrail’in başkenti olarak kabul etmesini protesto ediyorlar.

“23 Şubat 1996, DYP-CHP hükümeti, başbakan Tansu Çiller, yardımcısı Deniz Baykal. Türkiye-İsrail arasında Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması imzalandı.”

14 Mayıs 2018, İsrail saldırısında ölen Fadi Ebu Salah
Fadi Ebu Salah. Toprakları işgal edilmiş bir ülkeye açmış gözlerini. Hep ateş altında kavrulmuş teni, hep barut kokmuş nefesi. On yıl olmuş ayakları yok, on yıldır yürümüyor, on yıldır İşgalci bir dünyaya karşı direniyor! Karşısında ağır silahlarla İsrail ordu askerleri.

Bir türlü alamıyorum kendimi, aklım o fotoğrafta kalıyor benim.

“28 Ağustos 1996, RP-DYP hükümeti, başbakan N.Erbakan, yardımcısı Tansu Çiller. Türkiye-İsrail arasında Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması imzalandı.”

İşgal altındaki dünyanın bütün mazlumları için bir çığlık

Ebu Salah direniyor. Filistin’in taşıyla, bir avuç kalmış toprağıyla, sapanıyla kan ter içinde direniyor. Çirkin bir dünyanın yüzsüzlüğüne, kötülüklerine, ikiyüzlülüğüne karşı; zalim bir dünyanın efendilerine karşı; onların çeklerine, senetlerine, gizli anlaşmalarına, silah tüccarlarına, sahte kınamalarına karşı direniyor; yok yoksul haliyle, yüreğinin demiyle, yarım bedeniyle direniyor!

Benimse bir resim karesinde takılı kalıyor aklım.

“Yıl 2000, DSP-ANAP-MHP hükümeti, başbakan B.Ecevit, yardımcıları M.Yılmaz, D.Bahçeli. MHP’li Milli Savunma Bakanı Sebahattin Çakmakoğlu, İsrail’le bugüne kadar yapılan 13 anlaşmanın tamamının gizlilik dereceli anlaşmalar olmasından dolayı TBMM`nin onayına sunulmamıştır, içeriklerini açıklayamam dedi.”

14 Mayıs 2018, Büyük Geri Dönüş Yürüyüşü'ne İsrail saldırısı
Dört çocuğu, bir de karısını evde bırakmış, işgalin sınırına yürümüş Ebu Salah. İsrailli bir keskin nişancı, namlusunda son model Amerikan dürbünü, çoktan nişan almış, beklemede. Birazdan bir tetik inecek, bir mermi fırlayacak,  bir ateş püskürecek namlusundan, ciuvvv diye bir ses duyulacak…

Dedim ya, o fotoğrafta kaldı benim aklım.

“1 Mart 2005, AKP hükümeti, başbakan R.Tayyip Erdoğan. Abdullah Gül’ün ardından R.Tayip Erdoğan da İsrail’e gitti. Erdoğan Beyrut Kasabı lakaplı Şaron’la görüştü. Şaron ile Erdoğan arasında kırmızı telefon hattı kuruldu ve 60’a yakın ikili anlaşmaya imza atıldı.”

O resim! Fotoğraftaki o çığlık. Toprakları işgal altındaki dünyanın bütün mazlumları için bir çığlık.

Emir ne vakit verildi, tetik ne zaman indi, nasıl ateşlendi barut ve hangi hızla püskürdü ateş?

Hangi tanrının eseri zalimlik, ne zaman kuruldu bu düzen? Kim sürdü namluya mermiyi, kim aldı canını teninden, kim kopardı Ebu Salah’ı yarım kalmış bedeninden?

“27 Aralık 2008 - 18 Ocak 2009, AKP hükümeti, başbakan R.T.Erdoğan. İsrail Gazze’yi günlerce füze yağmuruna tuttu. Saldırıda, yüzlerce çocuk, kadın ve sivil insan öldü. Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül, Gazze saldırısında İsrail’in orantısız güç kullandığını söylediler!”

“İsrailli kadın bakan, Gazze’de insani yardıma gerek yok, dedi! AB, İsrail harekâtının, saldırı amaçlı değil, savunma amaçlı olduğunu söyledi! İsrail saldırıları devam ederken ABD, İsrail’in kendini savunduğunu açıkladı.”

Benimse aklım o fotoğrafta kaldı…

“31 Mayıs 2010, AKP hükümeti, başbakan R.T.Erdoğan. Gazze'ye insani yardım taşıyan, 32 farklı ülkeden 663 yolcu bulunan 6 gemiye İsrail Ordusu saldırı düzenledi. Gazze’nin 130 km açığındaki uluslararası sularda gerçekleşen Mavi Marmara katliamı saldırısında 9 aktivist öldürüldü.“

16 Aralık 2017'de İsrail'in Gazze saldırısında öldürülen Ebu Süreyya
Öldürülen bizim çocuklara gitti aklım

Aklıma başka bir fotoğrafta kaldı bu sefer; 21 Şubat 1973’de Filistin’de öldürülen Türkiyeli çocuklar da. İsrail Ordusu tarafından, mazlum Filistin halkının direnişine destek olmak için Filistin’e giden Kerim Öztürk, Cafer Topçu, Yücel Özbek, Ahmet Özdemir, Bora Gözen, Şükrü Öktü, Ali Kiraz ve Gürol İlban’da…

Bir de Filistin’den dönen, Türkiye’de öldürülen bizim çocuklara gitti aklım! Deniz’e, Hüseyin’e, Yusuf’a. Kendisine, İstanbul’un göbeğinde, Topkapı’da anıt mezar yaptırılan, İsrail’le gizli anlaşmalar yapan Adnan Menderes’e gitti bir de aklım...

“14 Kasım 2012, AKP hükümeti, başbakan R.T.Erdoğan. İsrail Gazze’ye yeniden saldırdı, Hamas’ın askeri lideri öldürüldü, yüzlerce Filistinli öldü. 20 Kasım 2012, AB Zirvesinde Filistin’in seçilmiş hükümeti Hamas kınandı; İsrail’in kendi halkını koruma hakkına sahip olduğu karar altına alındı!”

İsrail saldırısı üzerine Küba ve Bolivya İsrail’i terörist devlet ilan etti. Ekvator, Brezilya, Şili, Peru ve El Salvador büyükelçilerini İsrail’den geri çağırdı.

“29 Haziran 2016, Erdoğan Mavi Marmara için, giderken kime sordunuz dedi!”

Benimse aklım hala o fotoğrafta kaldı!

“19 Ağustos 2016, AKP hükümeti, başbakan Binali Yıldırım, cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan. Türkiye ile İsrail arasında yapılan Mavi Marmara anlaşmasıyla İsrail özür dilemediği gibi, Gazze ablukası devam etti, toplamda 20 milyon dolar karşılığında mağdurların İsrail’e karşı dava açmasının önü kapanmış oldu.”

6 Aralık 2017. ABD başkanı Trump, büyükelçiliğimizi Kudüs’e taşıyacağız diye açıkladı.

“6 Aralık 2017. Kudüs kırmızı çizgimizdir dedi Erdoğan. ABD, Kudüs’ü başkent olarak tanırsa, İsrail’le diplomatik ilişkilerimizi keseriz diye ekledi.”

AKP’nin iktidar olduğu 2012 yılında 1,4 milyar dolar olan İsrail’le ticaret hacmimiz, 2017 yılı itibariyle 4 milyar 914 milyon dolara yükseldi!

“14 Mayıs 2018. Trump, BM kararlarına göre işgal altındaki Filistin şehri Kudüs’ü, İsrail’in başkenti olarak kabul etti.”

İsrail Ordu askerlerinin ABD’nin kararını protesto eden Filistinlilere ateş etmesi sonucu 63 gösterici öldü, 2000’den fazlası yaralandı. Tekerlekli sandalyeli Ebu Salah’ın ölümü, gazetelerde küçük bir haber olarak yer aldı.

Meclis el çabukluğuyla toplanıverdi hemen. Ortak bildiri üzerinde bir çırpıda anlaşmaya vardı partiler. Kınadılar! Evet, evet kınadılar! Kaç şiddetiyle oldu kınamaları, bilemedim ama kınadılar!

Benimse hala o fotoğrafta aklım.

Deniz Gezmiş'in Filistin kimliği
Ortadoğu’nun yanık topraklarında bir direniş abidesi

Fadi Ebu Salah.

Elinde sapanıyla tekerlekli sandalyesinin üzerinde. Yarım bedeniyle, Ortadoğu’nun yanık topraklarında bir direniş abidesi gibi yükselmiş, medeniyetin utanç sayfasına adını yazdırır gibi…

O şimdi yaşamıyor!

İkiyüzlülüğün, riyakârlığın, ihanetin dünyasında değil artık.

İsrailli bir keskin nişancının namlusundan çıkan mermiler aldı onun canını.

Birkaç güne kalmaz her şey unutulacak. Haber ajansları politikacıların sahte demeçlerini yeniden taşımaya başlayacak. Şirketlerin dolara ve petrole endeksli senetleri konuşulacak bankalar arası piyasalarda. Ölüm ve işgal haberlerinin yerini, şirketlerin dolara ve petrole endeksli senetleri alacak televizyonların alt yazılarında.

İsrailli keskin nişancılar, bilgisayar oyunlarına benzeyen simülasyonlarında, silahlarının dürbününü doğrultacak Filistinli yeni hedefler arayacak.

Politikacılar, Yenikapı’da miting yapacaklar mesela. Bir zamanlar yapmayı çok sevdikleri gibi, bu sefer de İsrail’i telin edecekler.

Kabarmış iştahlarıyla silah şirketleri, borsada rekor üzerine rekor kıracaklar.
Kürecik Radar üssünden şifreli sinyaller biteviye akmaya devam edecek İsrail antenlerine.

Gazze’nin bir avuç toprağına sıkışmış Filistinli gençlere, sinek avlar gibi yeni taarruzlar yapmak üzere, eğitimlerini sürdürmeye devam edecekler Konya’da İsrail pilotları.

Benimse, yüreğimde bir resmin çığlıkları, hep o fotoğrafta kalacak aklım.


4 Mayıs 2018 Cuma

Aşkın ve umudun melodileri

Yusuf Nazım
T24 | 4 Mayıs 2018


 Bahardır, kırıyorlar bizi!

 Bugünlerde her şeyimizden, her bir yerimizden kırıyorlar bizi.

Oysaki bahar yenilenme mevsimidir, buna rağmen nasıl da ağır geçiyor zaman, en taze yerlerimizden kırıyorlar bizi. Üzerimize üzerimize geliyor bir karanlık, üstümüze üstümüze yıkılıyor ülke, ağrıyan yanlarımızla birlikte her gün yeniden kırılıyoruz.

Bir rastlantı eseri değil bunca olup biten, ya da beklenmedik bir hatanın sonucu; hiçbir şey kendiliğinden gelişmiyor. Bilerek, görerek, hesap ederek; planlayarak kırıyorlar en ince yerimizden hepimizi.

Güzel olan her şeyimizden kırıyorlar


Uzunca zamandır bir şeyler oluyor etrafımızda. Mütemadiyen değişiyor çevremiz; yıkılıyor cümle bildiklerimiz, alışageldiklerimiz.

Şehirlerin göğe bakan yüzü ağır ağır çürüyor. Yorulup nefessiz kalıyoruz kentlerimizde, kasabalarımızda, kırlarımızda...

Atatürk Orman Çiftliği’ni parsel parsel ettiler Ankara’da; ODTÜ nün ormanlarını ise tarumar…

Nice uygarlıkların beşiği İstanbul, şimdi ağır bir kuşatmada. Göz göre göre can çekişiyor Yedikule’nin bostanları. Taksim Meydanı’nı çoktandır betona gömdüler. Kuşlar beyhude ağaçlar arıyorlar İstiklal Caddesi’nde. AKM’yi ise inadına yıktılar, karşısında yeni bir caminin silüeti yükseliyor ucun ucun…

Peki ya Narmanlı Han? Asmalı Mescit kahrından ölüyor, gördünüz mü yakınlarda?

Eski Balat’tan ne kaldı, ne kaldı Altınboynuz’dan, Haliç’ten geriye? Bir martıya kurban edildi tarihi Galata’nın Rıhtımı.

Gezi Parkı’nın ağaçları bir süredir boynu bükük, nasıl da birbirine sokuluyorlar.

Düşlerimizi şehirlerinden, ruhumuzu en ince yerinden, baharımızı çiçeklerinden kırıyorlar; güzel olan her şeyimizden kırıyorlar bizi.

Surlarından yaralı bir şehir 


Sesler geliyor, derinlerden… Bir ayrılış, bir yarılma, bir kopuş mu? Yitip gidiyor sanki içimizden bir şeyler…

Geri döner mi? Tutup ellerinden kaldırsalar, kalkar mı? Yeni bir başlangıç olur mu? Geri gelir mi yıkılmış bir kenti terk eden kuşlar?

Ankara'da içine tükürüyorlar heykelin, tiyatroları yasaklıyor, Kars’ta ise insanlık anıtını yıkıyorlar… Köylerde çoktan kapattılar okulları, artık imamlara teslim oralar…

Acımaksızın kırıyorlar çocukluğumuzun hayallerini. Yeni sürgün vermiş fidanlarımızdan, dağ dağ büyüttüğümüz umutlarımızdan, en masum yanlarımızdan kırıyorlar bizi.

Allonie’yi çoktan boğdular, mülkiyetin gücüne yenik düştü Hasankeyf. Diyarbekir dersen, surlarından yaralı bir şehir şimdi o; semt semt, sokak sokak kazdılar onu, Dicle’nin kıyısında büyük bir mezara koydular onu... Şimdi, nice kavimlerin diyarı 9000 yıllık şehir, için için ağlıyor.

Henüz büyümemiş çocukluğumuzdan, serpilip gelişmemiş kardeşliğimizden kırıyorlar bizi.

Cerrahapaşa’yı bölüm bölüm bölüyorlar


Nefes alıp verişinde halkının sağlığı vardı; Prof.Dr.Onur Hamzaoğlu’nu da aldılar! Dilinde barışa dair kirlenmemiş sözcükler, aklında bilimin ışığıyla aylardır cezaevinde yatıyor.

İstanbul Erkek Lisesi'ne ne oldu? Ya Kabataş, ya İzmir Atatürk Lisesi? Her biri bir tarih, her biri köklü çınar; dallarını birer birer kırdılar!

564 yıllık bir tarih; Fatih’in emaneti İstanbul Üniversitesi'ne de kıyıyorlar.

Duydunuz mu, Şişli Eftal’e de göz koymuşlar; Boğaziçi Üniversitesi’nin öğrencileri hapiste, Çapa’nın hocalarından geride kim kaldı? 

Savaş isteyene madalya, akademisyen kanında banyo yapmak isteyen mafya liderine plaket, barış isteyene ise hapishaneyi reva görüyorlar. 

Hiçbir şey durduk yerde olmuyor, Cerrahapaşa’yı bölüm bölüm bölüyor, akademinin ateşini söndürüyor, bilimin ışığını kırıyorlar.

İyiden iyiye titriyor kalbimiz,  çocukluğumuzu çiçeklerinden koparıyorlar.

Yüreğimizdeki iyiliği, kalbimizdeki cömertliği, içimizdeki güzelliği kırıyorlar.

Ve biz giderek daha çok üşüyoruz. Durmuyorlar, üşüyen yanlarımızdan da kırıyorlar bizi.

Güvercin tedirginliğinde geçiyor ömrümüz

Hemen her gün, en ağrılı haberlere uyanıyoruz.

78 lik Sise Nine hala cezaevinde, ölüm akıyor duvarlarından zindanların. Jandarmalar kapısında nöbet bekliyor doğuma giden hamile kadınların.

Hastaymış Halime kadın, vermemişler ilaçlarını; raporlarını da öyle…  Yakınlarda duydum, sağ girmişti duvarların arasına Halime, ölü çıktı geçende…

75 lık Perihan Anne ise ağır suçlu! Ankara'nın Yüksel Caddesi'nde her gün. Kalbi, ekmeğinden, işinden edilenden yana. Bir kenara çekip kafasına kafasına vuruyorlar. Annemizin kafasını, bizim de kalbimizi kırıyorlar uluorta başkentin ortasında...

Bir güvercin tedirginliğinde geçiyor ömrümüz. Ürküyoruz… En ürkek yanlarımızdan kırıyorlar bizi.

İyiliğe, umuda, sevgiye dair bir şahlanış


Günlerden 30 Nisan.

İzmir’de Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi'ndeyim. Oraya giderken, dünya çapında bir olaya tanık olacağımı bilmiyordum…

Piyano son dokunuşunu yapıp flüt son kez üflediğinde salondan kıyamet gibi bir alkış yükseldi. Tüm salon ayaktaydı, alkış tufanı dinmek bilmedi bir süre… Konser salonunu, merdivenler dahil hınca hınç dolduran kalabalığın dinmeyen alkışlarının nedeni sahnedeki tek bir kişiydi...

Oturduğu tekerlekli sandalyesinde hareketsiz duruyor, önündeki bilgisayarın ekranındaki şekiller üzerinde oynattığı gözleriyle flüt çalıyordu! Bir yanda piyanist Cihan İnal’ın dokunuşlarının tınıları kulakları okşuyor, öte yanda adamın gözlerinin bakışlarıyla flüt inliyor, salonu J.Sebastian Bach’ın 3 nolu süitinin büyüsü dolduruyordu…

Birden, kırılan kalbimizin yeniden onarıldığını hisseder gibi oldum! Ürken yanlarımızdaki o tedirgin kıpırdanışın ağır ağır söndüğünü; yerini iyiliğe, umuda, sevgiye dair bir şahlanışa bıraktığını hissettim...

Aşkın ve umudun melodileri


Dünyada yaşanılan bir ilkin tanığıydım.

Bilgisayar ekranına bakarak flütü çalan göz doktoru Dr.Alper Kaya’dan başkası değildi.

1992 yılında yakasına yapışan ALS hastalığını tiye alan, kendi öz yaşam öyküsü üzerinden yaptığı Dört Duvar Bir Pencere adlı belgesel filmiyle Altın Koza ödülünü heybesine atan, ilerleyen hastalığının ellerine musallat olmasına rağmen geri kalan tek parmağıyla yazdığı “Tek Parmağım” adlı kitapla hastalıkla alay eden bir insan ustasıydı o...

Şimdi ise dünyada ilk defa “The EyeHarp” adlı göz kontrollü ara yüzü programını kullanarak gözleriyle müzik icra ediyor, bu muhteşem geceyi insanlığa armağan olarak sunuyordu...

Barselona Pompeu Fabra Üniversitesi Müzik ve Makine Öğrenme Laboratuvarı araştırmacısı Zacharias Vamvakousis, omurilik felçlisi arkadaşı için bir yazılım geliştirmiş, sonradan bu yazılımı ALS hastalarının müzik yapabilmeleri için uyarlamıştır. Ortaya, bir bilgisayar yazılımı yardımıyla insanın göz hareketlerini kullanarak müzik yapmasını sağlayan “The EyeHarp” teknolojisi çıkmıştır.

İşte, dünya çapında bir olayın tanığı olduğum o gün, Zacharias da salondadır.

30 Nisan günü, Ahmet Adnan Saygun Sanat Merkezi’nin sahnesinde, elindeki akordion ile Dr.Alper Kaya’nın gözleriyle çaldığı Zeybek havasına eşlik etmektedir. İkilinin dinletisi bittiğinde, salon alkıştan yıkılır.

Bir kez daha derlenir, toparlanır kırılan cümle yanlarımız. Sinirlerimizi saran tenimizdeki o soğuk perde kalkar; hayata, insanlığa, geleceğe dair sımsıcak bir düşer dönüşür. Hüznün, acının, yok etmenin yerini baharın, var olmanın, yeniden doğmanın heyecanı alır.

O an bir kez daha emin olurum; ne heykelin içine tüküren akıl, ne sanata düşman zihniyet, ne insanlık anıtını yıkan garabet; hiçbir şey ama hiçbir şey dindiremez, bir kez başlayınca, insan yüreğindeki o coşkulu fırtınayı.

Dr.Alper Kaya’nın gözlerinden notalara bulaşan ışık, hayatı tiye almanın, meydan okumanın, aşkın ve umudun melodilerine dönüşür.

Kırılan cümle yerlerimizin birbiriyle yeniden kaynaşmasıdır bu.

İyiliğin bir kez daha kötülüğe galebe çalması, umudun yeryüzü coğrafyasıyla yeniden buluşmasıdır bu.

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/askin-ve-umudun-melodileri,19614