28 Nisan 2017 Cuma

Ölüler keman çalmaz

Yusuf Nazım
T24 | 28.04.2017


Eylüldü. 
Bir zamanlar dağdaki kemancı yazmıştım.
Antandros’daydım o zamanlar.
Atilla İlhan'ı yeni kaybetmiştik.
Kaz dağının eteklerinde, ağaçlar sonbahara hazırlanıyordu.
Kuş sesleri şakıyordu ormanın derinliklerinden.
Bir ara durdum.
Ormanın derinliklerine kulak kabarttım!
Ağaçların arasından, cıvıl cıvıl kuş korosunun içinden, inceden inceye bir ses geliyordu.
Bir kemanı andırıyordu tınıları.
İnanılmaz gelmişti bana bu.
Tınıların peşine düşmüş, döne kıvrıla inen toprak yolun sonunda görmüştüm onu.
Yaşlı bir sedir ağacının altında, küçük bir kulübenin önünde, ayaktaydı.
Yalnızdı.
Elinde bir keman vardı adamın, çalıyordu.
Bir süre durup dinlemiştim onu.
Kaz Dağları’nın yamaçlarında, yabanıl bir ormanın sessizliğinde parmakları huzur dokuyordu…
Adını, “Dağdaki Kemancı” koymuştum.

Barış Yazgı'nın denizden kurtulan kemanı
*  *  *

Bu sefer tınıları bir denizden geliyordu kemanın.
Buruktu, hüzün doluydu, sanki bu dünyaya kırgındı.
Bir resim düşmüştü önüme, bir kemanın sesinde buğulanmıştı yüreğim, Ege’de bir kemancının hüznü kanamıştı ruhuma.
Hâlbuki daha dündü.
Gazi Mahallesi’nde iki çocuğa kıymıştılar.
Ormanda, bir gecelik eğlenceden dönen çocukların bağlamasını kırmıştılar.
Bizim de çocukluğumuza kıymıştılar.
Dayanamamış, oturup yazmıştım.

Dedim ya, bu sefer denizden gelmişti haber.
Gelmişti ve incecikten bir hüzün, kalın sesli notalar gibi dizilmişti yüreğime.
Yetim kalmış bir kemanın ezgileri sinmişti her yanıma.
Deniz Yazgı.
Sırtında kemanıyla çıktığı umuda yolculukta, Midilli açıklarında yakalanmıştı ölüme.
Onu gitarıyla birlikte bulmuştular.
Şimdi sessiz bir ölüydü dalgaların arasında.
Çağdaş, gelişmiş bir medeniyetler topluluğuyla, Emevi Camii’nde namaz kılmaya hevesli bir ülke arasındaki ucuz bir anlaşmanın sıradan figürlerinden biri. 
Uygar Avrupa’yla, uzak batının beyaz adamının birlikte ürettiği o muazzam savaş çarkının dişlileri arasında, artık çalamayan bir kemandı o.
Modern tarihin, 21. yüzyılda gördüğü bu en kirli, en ahlaksız savaş, genç bir kemancıyı alıp kemanıyla birlikte bu çarkın dişlileri arasına öğütmüştü.
Tıpkı üç yaşındaki Aylan Kurdi gibi.
Ölülerine Akdeniz’i, Ege’yi mezar kılan yüzlerce, binlerce Suriyeli, Iraklı göçmen gibi.
Göç yollarında kurban olmuş daha nice hayatlar gibi.

Barış Yazgı'nın denizden kurtulan kemanı
*  *  *

Ortadoğu.
Nicedir insanlara, yaşamanın haram edildiği bir coğrafyanın adıydı.
Tanrıların cehennem ateşi tutuşturduğu topraklardı.
Her gün uçaklar kalkıyordu bir yerlerden, bombalar bırakılıyordu bir yerlere.
İnsanlar ölüyordu, listelerdeki sayılar kadar önemsiz, böcekler kadar değersiz.
Büyük bir hızla ilerliyordu medeniyet.
Her gün yeni silahlar icat ediyordu laboratuvarlar.
Sarin kokuyordu, hardal kokuyordu, fosfor kokuyordu şehirler.
En çok da ölüm kokuyordu yeni icatlar.
Ansızın atılı veriliyordu uçaklardan!
Derileri soyuluyordu insanların, ciğerleri takatsız kalıyor, çatlıyordu çocukların.
Dolarlar akıyordu, Eurolar akıyordu bankalardan bankalara.
Üç vardiya birden çalışıyor, ölüm üretiyordu fabrikalar.
Ölüm yetişemiyordu hızına medeniyetin.
Bir yalan uğruna, tam bir milyon sekiz yüz bin insan ölüyordu Irak’ta!
Ve daha saymıyorum, başka başka yerlede.
Pardon deyiveriyordu uygar ve demokratik Amerika!
Üzerinde güneşin batmadığı Avrupa’nın imparatorluğu, demokrasinin beşiği, pardon diyordu.
Afganistan’a, Irak’a, Suriye’ye; yetmedi Mısıra ve Libya’ya demokrasi, özgürlük götürme heveslisi modern ülkeler…
Hapsi pardon diyorlardı!
Pardon diyorlar ve savaş suçlusu arıyorlardı Libya’nın, Suriye’nin çöllerinde.
Ve dikenli tellerle koruyarak demokrasilerini, beton duvarlar örüyorlardı sınırlarına.
Demokratik ülkelerin, kirli pazarlıkları eksik olmuyordu, göç yollarında telef olanların sayıları üzerinden.
Dünyanın en büyük haber ajanslarında, kederli mesajları yayınlanıyordu liderlerin.
Birleşmiş Milletler’de, taziye için sıraya giriyorlardı birer birer.  
Bir yandan rekora koşarken dünyanın en büyük silah tüccarları, ölüm ihraç etmeye devam ediyorlardı büyük bir hızla.
Ve her gün yeni ölümlerin sesi yükseliyordu Ege’nin, Akdeniz’in sularından.
Kimi Libya’dan açılıyordu denize, kimi Kuşadası, kimi Dikili’den.
Onar onar, yüzer yüzer, sürüler halinde tükeniyorlardı göç yollarında.
Kimi ölü bir bebek olarak vuruyordu kıyılara, kimiyse bir kemana sarılmış olarak.

*  *  *

Eylül’dü.
Bir zamanlar, dağdaki kemancıyı yazmıştım.
Şimdiyse Nisan’ın sonlarındayız.
Ve ben denizdeki kemancıyı yazıyorum bu sefer.
Barış Yazgı.
Yaşama, notalarıyla tutunmaya çalışan yirmi ikisinde bir genç.
Ege Denizi’nin dalgaları arasında bir kemancı.
Çırpınıyordu, nefes alamıyordu, kemanını çalamıyordu.
Çünkü ölü bir kemancıydı artık!
Ve ölüler keman çalmazdı.
Silahların, savaşların, dolarların dünyasında ihmal edilebilecek bir ayrıntıydı o artık.
Kemanını kutusuna koymuş, tanrıların çoktandır ateşini tutuşturduğu bu cehennem ateşinden kaçmak istemişti.
Göç yollarında, umuda yolculuğa çıkanların arasına katılmıştı.
Belli ki yalanların, hilelerin, tuzakların ve kirli anlaşmaların dünyasına çok uzaktı.
Tanrıların Ortadoğu’da yarattığı bu kan denizinden kurtulup sanatın, müziğin, notaların o eşsiz dünyasına varmak istemişti.
Ne var ki ölüm aceleciydi.
Bir denizin koynunda çalmıştı marşını.
Ege’nin mavi sularında ansızın yakalamıştı onu.
Ölüm kusan silahların, zehir ve barut üreten fabrikaların; varil varil petrollerin, dolarların, euroların kudretli dünyasına gücü yetmemişti Barış’ın.
Sonunda nefesini kesen soğuğa, takatını tüketen dalgalara karşı pes etmiş, sonsuz bir huzura kapamıştı gözlerini.
Uyumuştu…

Barış Yazgı'nın denizden kurtulan kemanı
Barış Yazgı.
Ruhu müziğin dünyasında büyümüştü.
Seslere ve notalara aşıktı.
Kemanı ve notalarıyla çıktığı yolculukta adı ölümle, kanla, barbarlıkla kutsanmış bir savaşın kirli denizlerinde kaldı.
Sessiz, notasız bir ölüm oldu Ege'nin sularında.
Onun yazgısını paranın, çeklerin, senetlerin kirlenmiş dünyası belirledi.
Ülkelerin, göçmen istatistiklerinin ölüler hanesinde bir sayıya dönüştü.

*  *  *

Bu yazıyı Barış Yazgı ile birlikte yazıyordum.
Bir yandan parmaklarım kelimelere dokunuyor, bir yandan arkada bir orkestra çalıyordu.
İçinde Barış, elinde solo bir keman, parmakları hayata ezgiler dokuyordu.
Nasılda masumdu piyano, usuldan nameler katıyordu orkestraya, bas gitar akustik ve klasik olanla yarışıyordu.
Ne ölüm, ne acı, ne kin ve nefret vardı.
Birlikte, mütemadiyen çalıyorlardı.
Ve ben yazmaya devam ediyordum.
Ruhlarında müzikten, sanattan, estetikten yana esen bir rüzgâr.
Aralarındaki o muazzam ahengini hiç bir şey, ama hiçbir şey durduramıyordu.

Barış’ı durdurdular ama!
Onu, Ege Denizi’nin tuzlu dalgaları, saçlarını yalarken buldular.
İnsandı, Siirtliydi, Kürt’tü.
Tıpkı bir Newroz günü çırılçıplak vurularak öldürülen Adıyamanlı Kemal Kurt gibi.
O da Kemal gibi gençti, keman çalıyordu.
Gencecik hayatını seslere ve notalara adamıştı.
Ve Nisan’dı.
Baharın en güzel günlerinden biriydi.
Denizin tuzlu koynunda onu bulduklarında, kendisine ait kemanın kutusuna sarılmıştı!
Kemanını mı kurtarmak istemişti, kendi canını mı, bilinmez.
Kemanı, kutudan sağlam çıkmıştı, bir de kâğıtlara yazılı notaları.
Kemancı ölmüştü.
Lakin denizde, bir kemanın sesi duyuluyordu.
Buruktu, hüzünlüydü, ölüm ezgileri taşıyordu tınıları.
Oysa biliyorduk, ölüler keman çalmazdı.

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/oluler-keman-calmaz,17124

22 Nisan 2017 Cumartesi

Bağlamayı kırdılar, çocukluğumuzu da!

Yusuf Nazım
22 Nisan 2017


Gazi Mahallesi.
İstanbul’un ağrılı semti.
Gazi Ormanı’nda beş dal fidan, beş yağız delikanlı.
Ağaçların arasında, yaşları genç, kahır öğreniyorlar daha, yüzleri hala çocuk.
Sofradalar.
Birkan’ın elinde bağlaması.
Yarenlik ediyorlar birbirlerine.
Saz çalıp türkü söylüyorlar, yeni yaşlara büyüyorlar birlikte yani.
Önlerinde çilingir sofrası; pet şişede su, plastik bardakta rakı.
Ortada eğreti bir masa, üstünde sazın kılıfı.
Öğreniyoruz ki, meğer uzun namluluymuş bağlaması çocukların.
İfadeler böyle buyuruyormuş, tutanaklar da böyle.

Demirhan Erkul.
Aracı kullanan delikanlı.
Delikanlı değil, henüz çocuk!
Ehliyeti yoktu.
Nasıl olsun, henüz on beş yaşındaydı!
Biraz önce bir çilingir sofrasında, yanında arkadaşları vardı.
Her şeye yakışır da, bir çocuğa nasıl yakışırdı kan kırmızı?
Yakışmazdı tabii!
Ama yakıştırdılar!
Gazi Mahallesi’nde bir sokakta, bir aracın içinde yakıştırdılar!  
Demirhan’ın yanında Birkan Yüksel (17) elinde bağlaması; arkasında Oğuzhan Erkul (17); onun yanında Barış Kerem (17), yanında Ramazan Altürk (18).
Biraz önce bir masada, gül yüzlerinde sevinçleriyle hepsi çocuktular.
Ölüm ki, ne kadar da severdi yakın mesafeleri.
Yakıştırdılar kırmızıyı, Barış ve Ramazan’ın parçalanmış kafataslarına.
Kırmızıya boyayarak etlerini, yakıştırdılar Oğuzhan’a, Demirhan’a; sırtında iki mermi çekirdeğiyle, arkadaşlarını hastaneye taşıyan ve oracıkta bayılan Demirhan’a.
İmzalar bunu söylüyordu; kucağında bağlaması vardı, ancak uzun namluluydu.

Alışılmıştı, tutanaklar hemen tutulur, imzalar aceleden atılırdı.
Sokak kameraları hep çalışmaz olurdu böyle durumlarda.
Zırhlı araçların kayıtları ise bozuk çıkardı.
Haber ajansları, ışık hızıyla geçerdi bültenlerini.
Ne idüğü belirsiz teröristler peydahlanırdı birden.
Polis tutanağına böyle geçerdi;
“Ön koltukta biri oturuyordu, elinde uzun namlulu silahı vardı.”
Sonra, yayın yasakları başlardı.
Anmak yasak olurdu birden ölenlerin adlarını; yazmak yasak, anlatmak yasak!
Yayınlamak yasak olurdu çocukların o gül yüzlü suretlerini.
Ve kelimeler kırılırdı kalbinizde, sözünüz olmazdı söyleyecek.
Ağrılarınızı sinenize basıp mezarına yürüyemezdiniz.
Anısına saygı duruşunda bile bulunamazdınız.
Çünkü bağlaması uzun namlulu olurdu erken ölen çocukların.

Sonra hayıflanırdınız.
Bu topraklar alışıktır zaten, yaşlarından büyük mermiler sıkılırdı çocuk bedenlere.
Ellerine silahlar tutturulur, bir çırpında terörist yapılırdı.
Televizyon kanallarında böyle geçilirdi suretleri.
Nasıl olsa, vicdanlar alışıktı, şehirlerden şehirlere sürülürdü mahkemeler.
Henüz on sekizine bile basamamış yaşlarından vurulurken çocuklar, hep elini kolunu sallayarak dolaşırdı katiller.
Failleri meçhulde kalırdı nasılsa ölülerin.
Bir kez girince mermiler çocuk kafataslarına, et ve kemik parçalarından ibaret kalırdı yaşamak.
Gerisi polis tutanakları olurdu; adli tabip raporları, mahkeme kayıtları, yıllar sürecek bitmeyen soruşturmalar olurdu.
Ölenin yakınlarından yeni teröristler çıkartmak olurdu gerisi.
Çünkü bağlaması da hep uzun namlulu olurdu ölülerin.

Babası Dersimliydi Barış’ın.
Munzur’un suyundan içmişti dedeleri; kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprüden geçmişti ataları.
Gazi Ormanı’nda felekten bir gün geçirmekti tek istekleri.
Oysaki bazen, çocukluğundan da vurulabileceğini insanların, henüz öğrenmemişti Barış Kerem.
Kimse öğretmemişti ona.
Bir zamanlar, cezaevleri birer tabuta dönmesin diye ölüme yatmış babası anlatmamıştı.
Halbuki 120 gün, 120 gece ölümü tatmıştı; hastaydı, Eernicke Korsakoff’tu babası.
Anlatmamıştı ona, bu ülkede çocukların bile ne büyük hızla eksildiğini.
Ve şimdi, bağlaması uzun namluluydu çocukların, öğrenmek için ne kadar geçti.

Bir kez daha yanıtsız soruların yurdu oluyordu ömrüm.
Bir daha asla gülmeyecek yüzlerine bakarak çocukların, yeniden yoruluyorduk.
Bu çocuklar, niye böyle hep çocuktular?
Neden hiç büyümüyorlar, nasıl böyle acımasız gülüyor, daima sebepsiz ölüyorlardı?
Ölüm, ya bir gecekondunun kapısında buluyordu onları, ya bir bayram yerinin girişinde, çırılçıplak bir bedende.
Gidemiyorlardı gitmek istedikleri yerlere, yaşayamıyorlardı bayramlarını, sevinemiyorlardı.
Ne de olsa ölüm, her yerde durduruyordu hayatlarını.
On iki yaşında bir çocuğu oyun oynarken mesela; ya da kendi evinin bahçesinde bir başkasını, yaşı sayıda mermilerle; bazen bir kucakta veya kundakta…
Kısacası, ölüm her yerde buluyordu onları.
Ve ölüm yıldönümlerinde anmak için çocuklar bırakıyordu bu ülke bize.
İşte bunun için kirli bir yapışkanlık bulaşıyordu bizim de üzerimize.
Çirkin, bulaşıcı bir yapışkanlık.
Ve bağlaması, daima uzun namlulu oluyordu çocukların.

Şimdi, sorgusuz, sualsiz bir ölümün daha hoyratlığındayız.
Yine dur ihtarına uymayan ölümlere teslimiz.
Yine fütursuz, vicdanı olmayan kelimelere sığınmış demeçler, alışmışız.
Biz yine eksiğiz.
Gidenlerimize yeni gidenler eklemişiz.
Biraz daha azalmışız bu dünyada, biraz daha yenilmişiz.
Yine öfkeyle, ateşle, barut kokusuyla kanırtılmış ruhlarımız.
Karanlık bir ormanda bir fotoğrafta matlaşmış, flulaşmış, yine bir sokağın ortasında ölü ele geçirilmiş gülümsemelerimiz.

Gazi Mahallesi.
Yaralı bir şehirdi bildim bileli.
Ağrıları vardı, geçmişten bugüne.
Şimdi bir kez daha kanamalıydı çocuk yüzlü yaralarından.
Her yanı ağrılar içindeydi, sızlıyordu.
Yeni bir yaşa basmadan, çocukları eksiliyordu kentin varoşlarından.
Sabahları soluk yüzlü, is kokan sokaklarından cenazeler kalkıyordu.
Kırmızı tuğlalı, boyasız, sıvasız duvarları susuyordu kentin.
Susuyordu badanasız evlerin güneş girmeyen odaları.
Çaresiz kalıp susuyordu şehir.
Susuyorduk hep beraber.
Henüz doya doya yaşanmamış gençliklerinde ölürken şehirler; resimlerde yarım kalmış o zalim, o acımasız gülüşlerinden eksilirken çocuklar, biz hep susmaya devam ediyorduk…

Bahardı işte, neylersin.
Aylardan Nisandı.
Nisan’ın on dördü ve geceydi.
Bahar kanar mıydı, kanıyordu işte!
Karanlığa ışık çakıyordu çocukların yüzlerinde gülümsemeleri.
Gençliğin, civanmertliğin, yepyeni bir yaşın eşiğinde çocuktular.
Lakin pusluydu, karanlıktı, kirliydi gece.
Ve bağlaması uzun namluluydu çocukların.
Yine geldiler, yine yüzleri yoktu, yine sevgisizdiler.
Yine renksiz, zevksiz, suretsizdiler.
Bağlamayı kırdılar!
Çocukluğumuzu da!

14 Nisan 2017 Cuma

Kürtler referandumda evet diyecekmiş!

Yusuf Nazım
T24 | 14 Nisan 2017



Öyle diyorlar.
Kürtler referandumda “evet” oyu verecekmiş!
Son günlerde sıkça duyuyorum bunu.

*  *  *

21.yüzyıla ramak kala varlıkları, dağlardaki “kart, kurt, kırt” seslerinden ileri gidemeyen Kürtler, ana dillerinin kendilerine “lütfedilip” konuşmalarının bile adı konulmayan bir anayasa değişikliğine “evet” diyecekmiş!

Ekmek parası uğruna kaçağa çıkan, savaş uçaklarınca bombalandıktan sonra, bir dağın eteklerinden toplanan parçaları, katır sırtlarında taşınan Roboski (Uludere) köylüleri; bu olayın tanıkları, onların hısımları, diğer yakınları… Hepsi “evet” diyecekmiş!

Miting alanları, renklerinden, özlemlerinden, sevdiklerinden mahrum bırakılmış; türküleri, şarkıları yasaklanmış şehirler; hani şu aylar boyu, insanlarına sokağa çıkmanın yasak edildiği, hani aç susuz kaldıkları; fırınlara, eczanelere bile gidemez oldukları; dümdüz edilmiş mahallelerinde sakinlerinin yersiz, yurtsuz, ocaksız bırakıldığı kentler… İşte bu kentler de “evet” diyecekmiş!

Geçtiğimiz yıldı. Silopi’de, keskin nişancılarca vurularak yaralanan bir kadın vardı; hani bir sokağın başında, kimse yaklaşamamış yanına, kanı ağır ağır boşalarak can vermişti. Cesedi günlerce yerde beklemiş, ölüsü ancak 23 gün sonra defnedilebilmişti. Adı Taybet Ana’ydı hatırladınız mı?

Şimdi duydum ki Taybet Ana’nın sokaktaki ölüsünü 7 gün boyunca seyreden çocukları da “evet” diyecekmiş!

Sadece çocukları değil, Taybet Ana’nın kolundan yaralanan eşi; beyaz bayraklarla onu almaya giderken vurulup ölen kaynı Yusuf; Yusuf’un geride kalan gözü yaşlı eşi, çocukları, yakınları… Hepsi ama hepsi “evet” diyecekmiş!

2015’te, seçim arifesiydi. HDP’nin Diyarbakır mitinginde patlama olmuş, şenlik alanı, kanlı bir mahşer yerine dönmüştü. İşte bu mitingde ölenlerin yakınları; kesilmiş bacakları defnedilen Ali Türkmen ve Rıza Özden; aynı patlamadan bacakları olmadan çıkan, şarkılarını bunda böyle bacaksız söyleyecek olan Lisa Çalan… Onlar da “evet” diyeceklermiş!

Anayasaya rağmen, ali cengiz oyunlarıyla cezaevine kapatılan 13 kentin milletvekilleri, bunlara oy veren şehirler, bu şehirlerin yoksulları, yoksunları; barışı, her daim yüreklerinde vazgeçilmez bir umut gibi saklayan insanları... Hepsi ama hepsi “evet” diyecekmiş!

Peki ya, yerlerine kayyım atanmış kentlerin seçilmiş belediye başkanları? Ya bunları seçen şehirlerin insanları?  Referandumda bunlar da “evet” diyecekmiş!

Anıtları, heykelleri yıkılan; kadın sığınma evleri, kültür merkezleri, sinema salonları kapatılan; çok dilli tabelaları sökülen,  kreşlerini kapısına kilit vurulan beldeler, ilçeler, kentler; tüm buralarda yaşayan Kürtler… Cümlesi “evet” diyecekmiş!

Ocaklarına düşmüş bir yangın tufanından hasta babalarını sırtlarında, yaşlı analarını el arabalarında kaçıranlar...

12 yaşında, oyun oynarken bir güvercin gibi vurularak öldürülen; mahkemesi şehirden şehire sürülen Cizreli Nihat Kazanhan; evinin avlusunda yaralı bedeni üç gün bekleyen on altı yaşında bir başka Cizreli; güvercin sevdalısı Hüseyin Paksoy; Cizre’de halasının kucağında ölen Miray Bebe, onunla birlikte öldürülen dedesi Ramazan; ölüsü buzdolaplarında bekletilen çocukların anneleri, babaları, akrabaları…

Çocuklarının cesetlerini pazar arabalarıyla torba torba taşıyanlar; üstelik taşırken bir de kurşun yağmuruna tutulanlar...

Referandum kararı alındıktan sonra binlerce yöneticisi, üyesi gözaltına alınan, kovuşturmalara uğrayan, tutuklanan, hapsedilen; HDP ye gönül vermiş, umut bağlamış olanlar, tüm bunların yakınları...

İşte bunlar! Tüm bunların hepsi referandumda “evet” diyecekmiş!

Yerle bir edilmiş kentlerinde, mahallesini bile bulmakta güçlük çeken; mahallesini bulsa sokağını bulamayan, sokağını bulsa evinin yolunu çıkaramayan; evini bulduğunda ise moloz yığınları, yanık et kokuları, çürümüş cesetler arasında kaderine ağıtlar yakan bütün Kürtler “evet” diyecekmiş!

Hani çok değil, daha geçenlerdeydi; çepeçevre kuşatıldıkları köylerinde hayatlarına acının, korkunun, dehşetin zerk edildiği, günlerce içeriye kimsenin alınmadığı Nusaybin’in Koruköy halkı… Onlar da “evet” demeye hazırlanıyorlarmış!

Okullarının kara tahtalarına, sokaklarının duvarlarına, evlerinin mahrem odalarına her türlü nefretin, kinin izleri nakşedilmiş Silopi’nin, İdil’in, Silvan’ın, Nusaybin’in halkı… Cümlesi “evet” diyecekmiş bu referandumda!

Öldürülen babası, bir torbanın içinde, birkaç kilo kemik olarak eline tutuşturulan Cizreli o genç vardı ya! Hani anlatırken titrek dudaklarında ömrünce taşımadığı bir ızdırabı taşıyan? Evet evet o genç! İşte o genç de “evet” diyecekmiş!

KHK ile işten el çektirilen, onbinlerce öğretmen, memur, sağlıkçı, akademisyen...

Kendi dilinde hayır şarkısı, bir telefon talimatıyla yasaklanan Şırnak halkı...

İnsanlığın utanç tarihine, duvarlarına yanık et kokuları sinmiş bodrumlar armağan eden, acılarını bal eylemiş Cizre... 

77 yaşında, yardım ve yataklıktan tutuklanan, haber ajanslarına "Sisi kod adlı kadın terörist yakalandı!" diye geçen, Muş'un Varto ilçesinin Badan köyündeki Sisi Nine...

Evlatları ateş, ölüm ve barut çemberinden kurtulup büyük kentlerin tenhalarında esrara, tinere, baliye mahkûm edilen bir halkın çocukları...

Cümlesi “evet” diyecekmiş!

Binlerce yıldır hayatlarına can katmış, duvarlarına nice kavimlerin el sürdüğü, şimdi ise, yıkılarak dümdüz edilmiş eski kentlerin sakinleri;

Akdeniz’de, Ege’de, Marmara’da, Karadeniz’de, üç gün içinde kundaklanan yüzlerce ev ve işyerinin sahipleri…  Hepsi “evet” diyecekmiş!

Buna, evlerinden arta kalan molozları, aylar boyu, kamyon kamyon bir nehrin kenarına boşaltılan yıkık bir semtin sahipleri de dâhil…

Çözüm diye yıllar yılı umut eden, barış diye diye ölen, başına vurup elinden ekmeğini alsan, yine de kardeşlik diye tutturan bütün Kürtler de…

*  *  *

Sur diplerinde, sahipsizmişçesine, günlerce uluorta yatan yetmişindeki insanların cansız bedenleri…

Sokaklarında çırılçıplak kadın cesetleri, araçlara bağlanarak teşhir edilen ölülerin lime lime etleri…

Mezarlıkları tarumar edilmiş, kabirlerinde isimsiz yatan ölülerin sızlayan kemikleri…

Hepsi…

Ama hepsi evet diyecekmiş!


Böyle diyorlar!


http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kurtler-referandumda-evet-diyecekmis,17012

5 Nisan 2017 Çarşamba

Yılmaz Güney Sineması: Kilit, yangın, yıkım!

Yusuf Nazım
T24 | 05.04.2017


Borcumdur.

Borcum var bir şehre benim.

Bir zamanlar dostluğuna sığınıp, sofrasına oturduğum; hasta hayatlarına dokunarak çaresizliğine ortak olduğum bir şehre borcum var benim.

Borcum var bir şehrin anılarına.

Uzak diyarların yabancılarına, yok yoksul canlarıyla kalbini ardına kadar açmış bir şehre borcum var.

Ve tanıklığım, borcumdur benim.

Borcum var insanlara benim. Batman şehrinin insanına; dağına, taşına, toprağına borcum var.

*  *  *

Gezi Günleri’ydi.

Yönetmenliğini Gülsün Sarıoğlu’nun yaptığı Düşümdeki Uçurtma belgesel filminin galası için Urfa, Diyarbakır, Batman, Tatvan, Van illerinde turnedeydik.

Belgesel film, genetik bir hastalıktan muzdarip erkek hasta çocuklarla, bu hastalığın müsebbibi olarak görülen kadınları konu ediniyordu. Hastalığın bedenlerine musallat olduğu çocuklar ve onların talihsiz anneleri; sevmekten, âşık olmaktan, evlenmekten korkan kız kardeşleri… Giderek ilerleyen bir hastalık, ebeveynlerin daha fazla erkek çocuğa sahibi olma arzusu, yeni doğan diğer hasta erkek çocuklar, yaşanan travmalar... Nihayetinde, kötü bakım koşullarında erken kaybedilen hayatlar ve onların geride bıraktıkları acılara ilişkin bir iz sürme…

Tıpkı diğer kentlerde olduğu gibi Batman’da da belediye yerel sponsorumuzdu. Gerek bir yıl önceki çekimlerde, gerekse de bir yıl sonra yapılacak filmin galasında yükün büyük kısmını üstlenmişlerdi.

Çekimler sırasında bütün konaklama, ağırlama, ulaşım sorunlarımızı çözdükleri gibi, ekip için gerekli yardımcı personel desteğini de esirgememişlerdi.
Gala için bize ayırdıkları yer Batman Belediyesi’nin 2006 yılında kente kazandırdığı Yılmaz Güney Sineması’ydı. Önemli kültür ve sanat festivallerine ev sahipliği yapan salon, teknik altyapısıyla bölge koşullarına göre çok iyiydi.
Gala öncesindeki kokteyl, afişler, duyurular, hasta ve ailelerinin taşınması vs diğer gönüllülerimizin yanı sıra yine Batman Belediyesi’nin katkılarıyla yapılıyordu.

*  *  *

Binaya ilk girdiğimizde, duvardaki kocaman Yılmaz Güney posteri karşılamıştı bizi.  Hani 1982 yılında Yılmaz Güney'in Yol filmiyle Cannes Film Festivali’nde, Türkiye sinemasını ilk defa olarak Altın Palmiye ile buluşturduğunda, tek yumruğunu havaya kaldırarak verdiği şu ünlü resim!

Düşümdeki Uçurtma belgesel filminin Batman galasında
Belediye başkan vekili Serhat Temell konuşma yaparken
Yanında ise başka bir sürgün sanatçının kocaman posteri göze çarpıyordu. Kendilerini, sözüm ona Cumhuriyet’in seçkinleri olarak gören, kibirleri burnundan büyük; ödül vermek için davet ettikleri geceden, ağızlarında salyaları, histerik linç çığlıkları içerisinde bir güruh tarafından üzerine çatal-bıçak fırlatılmak suretiyle kovdukları Ahmet Kaya’nın resmi…

Her iki sanatçı da, sanatlarının doruğundayken, kendi ülkelerinden uzakta kalacak ve sonunda, sürgünler şehri Paris’te vatan hasretiyle öleceklerdi.
Ülkesinin Yılmaz Güney’e göstermediği vefayı ise, 2000’li yıllarda Anadolu’nun içlerinde, küçük bir Kürt kenti olan Batman gösterecekti.

Batman Belediyesi, 2006 yılında yaptıkları sinema salonuna Yılmaz Güney adını vererek onu bağrına basacak, sinemanın çirkin kralına ülkesinin göstermediği vefayı gösterecekti.

Ahmet Kaya’ya ise sinema salonunun girişindeki dev posteriyle bir saygı gösterisi sunacaktı bu kent.
Ekip olarak gururlanmıştık.

*  *  *

Kokteylimizi, işte bu iki sanatçının dev posterlerinin asılı olduğu salonda yapmıştık.

Batman Belediyesi başkan vekili Serhat Temell ekip üyelerine karanfil veriyor
Film gösterimi sırasında belediye başkanı Nejdet Atalay bizzat bulunamadı. Onun adına, elindeki kırmızı karanfilleri ekibe tek tek sunarak kısa, alçakgönüllü bir konuşma yapan, başkan vekili Serhat Temel’di.

Zira, asıl başkan Nejdet Atalay cezaevindeydi. Çoğu kez olduğu gibi, o talihsiz coğrafyanın politikacılarının kaderine düşeni yaşamaktaydı.

Cezaevindeydi ve onu, özgürlüğünden beş yıl boyunca mahkûm bırakacak olan devlet, sonradan 2014 yılında kendisine tazminat ödemek zorunda kalacaktı.

Yılmaz Güney’e kucak açan, Ahmet Kaya’ya saygı duruşunu ihmal etmeyen Batman Belediyesi ve çalışanları, uzak batı kentlerinden, hasta hayatlarına dokunmak amacıyla şehirlerine gelmiş konuklarına da aynı sıcak yüreklilikle yaklaşmış, onları olanca konukseverliğiyle ağırlamıştı.
Şaşırmış, duygulanmıştık.

*  *  *

2016 yılı, ülkemiz tarihine adaletin, özgürlüğün ve barışın değil, daha çok ölümlerin, yıkımların, acıların zerk edildiği bir yıl oldu.

Hendek savaşları” ndan sonra, sıra devletin Kürt siyasetçilerine haddini bildirme savaşına gelmişti. Seçilmişler, ya birer birer cezaevine konuluyor, ya da yerlerine kayyımlar atanıyordu.

Demokrasimizin çarkı, ancak böyle dönebiliyordu işte. Paslı, ağır aksak, kâh yavaşlayıp, kâh durarak.

Takıldığı yerde, devletin haşmetli eli devreye giriyor, cümle şeylere şöyle bir çeki düzen veriyor, kendi bildiği gibi yeniden çeviriyordu çarkı.

Halk tarafından seçilmişlerin yerine atanan kayyımların ilk yaptığı işlerden biri, zırhlı araçlar ve kolluk eşliğinde geldiği belediye binalarını tepeden tırnağa Türk bayraklarıyla donatmak oluyordu.

Sonrası mı?

Anlatsan, bu yazıya sığmaz. Kadın sığınma evlerinin kapatılması, Orhan Doğan, Roboski gibi anıtların parçalanarak yıkılması, şehir tiyatrolarının feshedilmesi, Kürtçe eğitim veren kreşlerin kapısına kilit vurulması, kadın şoförlere görevden el çektirilmesi, çok dilli tabelaların indirilmesi…
Ve daha onlarcası tabii…

*  *  *

Yılmaz Güney Sineması yanarken,29 Ocak 2017
Devletin, Kürt’ün şehrine, seçilmişine, siyasetçisine olan hışmı, sonunda gelip Batman’ı da vurmuştu.

Kayyım, ayağının tozuyla, belediyeye ait 4 halkevini, Hevî Kadın Atölyesi'ni, Şehir Tiyatrosu ile Orkestrası’nı kapatmıştı bile.

Arkasından, belediyenin Kültür ve Sosyal Hizmetlerini, sonra Kadın Politikaları Müdürlüğü'nü feshetti.

Öldürülen Kürt bilgesi, yazar Musa Anter'in tabelasını halkevinden indirmekse, kentin en büyük ağrılarından biri olmuştu.

En önemlisi ise Yılmaz Güney Sineması’nın başına gelendi.

Önce kilit vurulmuştu sinemanın kapısına!

Sonra sebebi belirsiz, şüpheli bir yangın düşmüştü payına.

Derken, geçenlerde önüme düşen bir haber videosunda izlemiştim. Yılmaz Güney Sineması yıkılarak yerle bir edilmiş, yerinde sadece hurdacılara malzeme olacak demir parçalarıyla, molozlardan oluşan bir düzlük kalmıştı…

O, artık kayyımlı belediyenin web sitesinde, güya yeniden yapılacak cafcaflı bir proje adı olarak vardı.

Batman’ın kültür ve sanat festivallerine ev sahipliği yapacak Yılmaz Güney Sineması ise yoktu artık.

*  *  *

Geçtiğimiz 1 Nisan, doğum günüydü sanatçının.

Doğum gününe birkaç gün kala Yılmaz Güney’i öldürdüler!

12 Eylül karanlığı eliyle, ülkesinden ayrı, sürgünler şehri Paris'te onu yıllar önce öldürmüşlerdi!

Şimdi, 2017 yılının ilk aylarında, mezarından çok uzaklarda, kendi ülkesinde onu, adıyla yaşatmak isteyen bir şehrin tam orta yerinde, atanmış bir kayyım sistemi eliyle bir kez daha öldürdüler!

Yılmaz güney sineması yıkılırken, 26 Mart 2017
Yılmaz Güney Sineması’nı yıktılar!

Önce, sebebi belirsiz, şüpheli bir yangın çıktı.

Arkasından kilit vurdular kapısına.

En sonunda dozerlerle, iş makineleriyle, kepçelerle geldiler.

Anadolu’da küçük bir şehrin, dünyanın saydığı bir sinema ustasına vefasıydı o. 

İşte bu vefayı bir çırpıda yerle bir ettiler!

*  *  *

Dedim ya, borcum vardı benim.

Belediye başkanları cezaevinde, birçok çalışanı yargıda, faaliyetleri sayısız müfettişin sorgusunda; olağan üstü zor koşullarda bize kucak açmış bir şehrin tarihine borcum vardı!

Zirvelerine tırmanıp dövizlerimizle üç dilde selam durduğumuz, sular altında kalacak bir tarihe borcum vardı.

Borcum vardı, sokaklarında, Süryanice ninniler dinleyip ev şaraplarından tattığımız o topraklara.

Batman’a, Beşiri’ye, Midyat’a borcum vardı; Hasankeyf’e, Mor Gabriel’e, Gelüşke Hanı’na…

Anılarına borcum vardı şehirlerin.

Ödeyemedim, ağrısı içimde kaldı.


Borçluyum hala sana Diyarbakır, Van, Batman...