4 Ocak 2014 Cumartesi

Sinemanın Büyüsünde Bir Çığlık

Yusuf Nazım
İnsancıl Kültür Sanat Dergisi

Ocak 2014


Bir kez daha ve yeniden acıyla tanıştı eylül… Bir kez daha acıyı öğrendik eylülden… Çaresizliğimiz ki, yaralı bir yıldız gibiydi, bir kez daha kanadı üşüyen yanımıza…

Tuncel Kurtiz’i kaybettik. Türkiye sinemasının yeri doldurulamaz bir devi daha sahnelerden ayrıldı. Yılmaz Güney’in ülkemize ve dünyaya kazandırdığı sinema ustası, onun yakın dostu, arkadaşı, yoldaşı; Tuncel Kurtiz yok artık!.. Dünya sinemasının önemli figürlerinden, ülkemiz sinema ve tiyatro sanatının büyük oyuncusu, yönetmeni, yapımcı ve senaristi; benzersiz bir rol ustası, gök gürler gibi sesiyle bir şiir serüvencisi Tuncel Kurtiz’i kaybettik…

1936 doğumlu olan Tuncel Kurtiz, orta halli bir kentli ailesinden gelmiş, sanatın, kültürün, kitapların dünyasında büyümüştür. Kendine güven duyan erken olgunlaşmış bir kişiliği vardır. Babası, "Ben bütün aileyi her akşam bu yemek masasında görmek istiyorum" dediğinde kendini, eski bir kamyonetin arkasında, bavul dolusu kitap ve eski bir somya ile evi terk ederken bulur. Camda, arkasından yaşlı gözlerle ona bakan anasını, geçmişinin unutamadığı derin anılarından biri olarak saklayacaktır.


Tiyatro, opera ve konserlerle tanışması liseli yıllarına rastlar. İşsiz kaldığı bir dönem, arkadaşlarıyla kurdukları bir tiyatro ile o şehir senin, bu şehir benim turnelere çıkarlar. Boş salonlara tiyatro oynar, ucuz salonlarda sahne alır, iflas eder, batar, çıkarlar. Ama Kurtiz asla pes etmez. 1964 yılında, "Şeytanın Uşakları" ile sinemaya girer. Aslında o mu sinemaya girmiştir, sinema mı onun kanına girmiştir, bilinmez.

Bebek’te, bir bodrum katının ufacık odasında tanıdığı “asi görünümlü bir çocuğun” hayatında derin izler bırakacağını asla kestiremeyecektir. Bir tek masa ve daktilosuyla sığındığı bu ufacık odada tanıdığı kişi Yılmaz Güney’den başkası değildir. Yılmaz bir köylü çocuğu, kendisi ise, babası Selanik göçmeni, annesi Boşnak orta halli bir ailenin bireyidir. Yılmaz Güney’in ısrarlarıyla devam eden sinema serüveninde 77 yıllık yaşamına 96 sinema ve TV filmi sığdırmış, ayrıca onlarca tiyatroda rol almış, çok sayıda ödülün sahibi olmuştur. Birçok ulusal ve uluslararası ödülünün yanı sıra, Ekim 2011′de 48. Altın Portakal Film Festivali’nde Yaşam Boyu Onur Ödülü alsa da, bir ömür boyu süren başarılı ve onurlu yaşamıyla gerçek ödülünü hayattan almış bir sanatçıdır.

Tuncel Kurtiz, kısa bir süre hukuk fakültesinde, daha sonra filoloji, felsefe, psikoloji ve sanat tarihi bölümlerde okur. Okuduğu okulların hiçbirinden mezun olmaz. Elinde kitap dolu bir bavulla dolaşır, çoğu zaman okula bile gitmez. Okulda yalnızca sevdiği bir hocanın derslerine girer, daha çok kantinde oturur. Bavulunda ise James Joyce, Faulkner, Sait Faik, Cahit Sıtkı, Orhan Veli, James Hilton, Rabindranath Tagore’un kitapları eksik olmaz. Haldun Dormen Tiyatrosu’ndan Metin Serezli, Necdet Ayberk, Nisa Serezli ve Doğan Avşar’la birlikte Haldun Taner’in üniversitedeki kurslarına, katılır. Orada gerek epik tiyatro üzerine, gerek Amerikan ve dünya tiyatrosu üzerine konuşmalara yapılmaktadır. Tuncel Kurtiz bu konuşmaları büyük bir zevkle dinler.

Sinemada Yılmaz Güney’le yollarının kesişmesi, Güney’in hapisten ve sürgünden döndükten sonrasına rastlar; “Gel usta, beraber olalım  der Yılmaz Güney. Birlikte “Konyakçı Kabadayılar Kralı  filmini yaparlar. Tuncel Kurtiz, yaptıkları filmleri beğenmediğinde “ne yapıyoruz ağabey” der Yılmaz’a… Yılmaz’sa, “Ağabey, böyle yapacağız şimdilik.. Başlangıçta böyle yapacağız, çirkin kral olacağız ki istediklerimizi yapalım” der. Tuncel, tam kafası yatmadığı zamanlarda, “Hadi, sen yap ağabey, ben de ara sıra gelirim,” der… Öyle de yapar. Gider ama ara sıra gelir... Aslında ara sıra değil, Yılmaz her çağırdıkça gelir. Çünkü bilir, Yılmaz çağırıyorsa, gerek duyduğu için, ona ihtiyacı olduğu için çağırıyordur. Dostudur Yılmaz, onu kırmaz, kıramaz; çağırıyorsa bir bildiği vardır, iyi şeyler yapmak için çağırıyordur, onu çevirmek olmaz…

Aralarında çok özel bir bağ vardır. “Ben Yılmaz’ın yanında hep ikinci adam oldum, böyle olmaktan da zevk aldım” der. Yılmaz yaşasaydı eğer, onun böyle konuşmasına asla izin vermez, “olur mu ağabey, sen her zaman benim dostum, yoldaşım, başımdın” derdi, “sen olmasan, benim filmlerim film olmaz” derdi. Nitekim Yılmaz onu, Duvar filmi için çağırdığında, “Gel ihtiyar, yanımda dur yeter,” demiştir ona. “Yanımda dur. Her gün al konyağını iç, şarabını iç. Yanımda dur, yeter.” Tuncel, o sırada İsveç-Macaristan ortaklığı bir filmde oynamaktadır, gider, mukavelesini iptal eder, Yılmaz’ın yanında durur… Yılmaz’ın ona başka bir değer verdiğini, onu hep başka bir yere oturttuğunu bilir. “Hani, fotoğrafım bile olsa yanında hoşuna giderdi” diye bahseder Yılmaz’dan.

Benzeri az görünen bir bağdır aralarındaki. Sürü filminde, hapisteki Yılmaz’a Hamo’yu kim oynayacak diye sorduklarında, filmin yönetmeni Şerif Gören’e “İhtiyarı bulun” demiştir. İhtiyarın kim olduğunu bilmez Gören. Oysaki Tuncel Kurtiz’den başkası değildir ihtiyar. Zeki Ökten soruşturur, ihtiyarın izini uzaklarda bulur. Almanya’da bir film çevirmektedir o. Sinemanın çirkin kralına, bu işin olamayacağını söylediğinde Yılmaz Güney, “Şu Hürriyet gazetesine bir ilan verin, o gelir” der…

Yılmaz’la birlikte sinemada çılgın bir nehir gibi akarlar. Film üstüne film yaparlar. Filmlerin bir çoğunda Senaryo falan hak getire, baştan yazılı hiçbir şey yoktur. Çoğu zaman Yılmaz sette yazar senaryoyu, Tuncel oynar... Bazen öyle oynar ki, senaryo bile yetişemez ona. “Tıpkı bir tsunami gibi, ne kaçılabilen, ne de kontrol altına alınabilen oyunculuğu” vardır. Umut filmi, sinema serüveninde bir dönüm noktası olur. Hastalık derecesinde bağlanmıştır artık sinemaya. Bu filmde oynamak için, deli raporu alıp Bakırköy Akıl Hastanesi’nde bir ay yatmayı göze alabilecek kadar üstelik.

Umut ve Sürü filminden sonra Avrupa sinemasının kapıları sonuna kadar açılır Kurtiz’e. İsviçre, Almanya, İsveç, Norveç, Danimarka ve Hollanda’da oyuncu ve yönetmen olarak işler yapar. Yanı sıra ABD’den de davetler alır, gider çalışır. Bu iki filmin kendisine adeta “iki kanat” olduğunu söyleyecektir o. Sinema ve tiyatroda giderek büyümesi, adının ünlenmesine rağmen olabildiğince alçakgönüllüdür. Öyle ki, yaşlı olduğu gerekçesiyle Türkiye’de en iyi erkek oyuncu ödülü verilmeyen sanatçı, İsrail’den en iyi yabacı ödülünü aldığında, Richard Burton, John Hurt gibi devler varken ödülü kendisinin aldığına utandığını söyler.

Çoğu zaman parası yoktur. Ama dostları, arkadaşları vardır. Hani Can Yücel’in dediği gibi “Onların uşakları, bizim dostlarımız var” der. Parası olmadığı zaman hep bunu tekrarlar. Parası olduğu zaman da cüzdanı yoktur; ne bankada bir hesabı ne de başka bir şey. Kazandığı parayı ya mutfakta bir kavanoza, ya da arabasının bagajında bir kese kağıdına koyar, bütün para işlerini hep başkalarına bırakır. 

12 Eylül darbesinden sonra Kenan Evren’in başa gelmesiyle Türkiye’ye dönmemeye karar verir. Sonraki yıllarda Yılmaz Güney hapisten kaçar, Tuncel’in de ülkeye girişi yasaklanır.

Bir zulüm tiyatrosu : Mahabharata

Dünya çapında pek çok farklı ülkeden güçlü tiyatro oyuncularının yer aldığı 12 saatlik Mahabharata adlı Hint destanının tiyatrosunda oynaması ise unutamazlar arasındadır. Bu olağanüstü oyunda, Berlin’de En İyi Oyuncu Ödülü’nü alan Senegalli oyuncu Sotigui Kouyaté, Mamadou Dioumé, İtalya’dan Vittorio Mezzogiorno, Polonya’dan Grotowski’nin prensi Ryszard Cieslak, ayrıca Andrzej Wajda’nın yönettiği Vaatler Ülkesi filminden Andrzej Seweryn, Norman Beaton; Babam İş Gezisinde filminden Sırp aktör Miki Manojlovic’le birlikte oynar. Peter Brook’la katıldığı bu ilk çalışmasında sanatta disiplinin ve iradenin ne olduğuna öğrenir. Kendi deyişiyle, “bir zulüm tiyatrosunun içinde” ama “sahnede özgür olarak” oynamanın unutulmaz tadını yaşarBir daireye yerleştirilen Mahmud Tebrizi ile Kudsi Ergüner’in nasıl “konuştuklarına”, Mahmud Tebrizi’nin elindeki yaylı kemençeyle, Kudsi’nin çaldığı neyin sevişmesine tanık olur. Avrupalı yönetmenle çalışırken, sinema sanatının derinliklerine indiğinde heyecanı bin kat daha artar.

Sinemayı büyük bir sanat olarak görür; romandan da, şiirden de, resimden de üstün tutar. Çünkü O, sinemanın hepsini içinde barındırdığını düşünür. Sinemanın büyüsünün hepsini kapsadığına inanır, Kubrick’i seyrederken, niye kendisine böyle roller vermezler diye asabı bozulurdu!

Son yıllarını, Şeyh Bedrettin’i çekmek aşkıyla yanıp tutuşarak geçirir. İnanılmaz sevdiği, önem verdiği, geceleri rüyalarına giren bir projedir bu. Ne var ki ömrü yetmez daha fazlasını üretmeye. Hayat, bir serüven gibi yürüdüğü yolundan onu erken durdurur.

Politik sinemaya inanır ama başka türlü inanır. Can Yücel’in dediği gibi “basit bir ajit-prop filmi yapmak için değil.” Politik sinema yapacaksak “Tanrıların bile yalancı olduğunu söyleyebilecek cesarette yapmalıyız” der.

Girmediği kılık, üstlenmediği rol olmaz neredeyse. Fakat gönlünden geçen, değer verdiği roller başkadır tabii. Gittiği her yerde inanılmaz bir ilgi görür. Onunla birlikte yolda yürürken, sokakta iki adım atmak güçleşir, görenler soru yağmuruna tutar, polis arabaları, diğer bütün arabalar durur. Onu hep sıra filmleri, dizilerle anımsayanlara, tıpkı Cemal Ağa gibi kızar. Böyle zamanlarda, şaşılacak derecede aksi bir adam olup çıkar. Onun, gerçekten değer verdiği Sürü, Umut, Duvar gibi filmlerle hatırlandığında ise, o aksi Cemal Ağa gider, onun yerine Sürü’nün müşfik kalpli Hamo’su veya Umut filmindeki Cabbar’ın arkadaşı Hasan gelir, bir anda o bildik şefkatli, sevecen haline geri döner.

Oynadığı filmlerin unutulmaz karakteri olarak belleklerde hep önemli bir yer tutar. Güz Sancısı filminin Kamil Efendisi; Sürü’nün Hamo Ağası; Duvar filminde, 12 Eylül’ün baskıcı koşullarına hassas yüreğiyle isyan ederek işten kovulan, sübyan koğuşlarındaki çocukların sevgili Tonton Ali’sidir o; Bir Aşk Uğruna’nın Antalya Altın Portakal Film Festivali En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülünü alan Enver’i; Akrebin Yolculuğu’nda Ankara Uluslararası Film Festivali En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülünün sahibi Agâh’ı; Sadri Alışık Ödülleri En İyi Erkek Oyuncu Ödülüne layık Şelale filminin Kel Selim’i; birçok film festivalinde En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Ödülünü kazanan Yaşamın Kıyısı’nda Ali Aksu; filmlerden filmlere koşan usanmaz bir yolcu, Gezi Parkı’nda bir çapulcudur o… Haziran 2013’de, Gezi Parkı’nın çocuklarını “Diren Gezi Parkı, diren… Çok güzelsiniz çocuklar” diye selamlamaktan da geri kalmaz.

Yüz hatlarında, görmüş geçirmiş bir çınarın ağırbaşlı çizgileri, bakışlarında insan olmanın haklı gururu, sesinde kükreyen bir aslanın mağrurluğu vardır. Oyunu, yalanı, hileyi sevmez; provayı da… Sahnede de, çoğu kez günlük hayatta yaşıyormuşçasına, olduğu gibi oynar.

Hayata olan gülüşüyle, çıktığı serüvenleriyle, eksilmeyen umuduyla bizden biridir o… Düz bakmayan; yeri geldiğinde susmaktan, sırası olduğunda konuşmaktan korkmayan. Gururlu, vakur sesiyle, hiç tükenmeyen nefesiyle korkusuz bir eşkıyadır. İçimizden biridir yani… Yılmaz Güney’in bulduğu bir cevher; onun öğrencisi, yolcusu, yoldaşı, yatağını paylaştığı arkadaşıdır; yaşasaydı eğer, onun öğrencisi, ustası belki…

Sonunda gitti… Sırtında tertemiz gömleğiyle gitti.., Yüreğinde, kirlenmiş bir dünyaya ait ağır bir yük taşıyordu. Yüzünün çizgilerinde, ak saçlı, pala bıyıklı, pir gözlü bir adam taşıyordu. Sınır tanımayan düşleri vardı. Her daim haktan, eşitlikten yanaydı; emekten, özgürlükten yana. Tıpkı diğer sevdalılar gibi o da, komünist olduğunu asla gizlemedi, her seferinde bundan gurur duyduğunu söyledi. Göğsünde deli kanlı bir yürek, içinde ışıl ışıl bir cevahir taşıyordu. Sanatını icra ederken bile safı hep ötekilerden, dışarıdakilerden, yoksuldan ve yoksundan yanaydı; bu cennet yeryüzünün nimetlerini, bu cennet yüzlü insanlarla paylaşmaktan yanaydı

Genç yaşta kanına giren, büyüsünden kurtulamadığı sinemada dev adımlarla yürüdü. 2011 yılında Grup Yorum’un konserinde, aynı dev adımlarla çıktığı sahnede, sol eli havadaydı. Hınca hınç dolu stadyumu selamlarken yüreğindeki umudu bu kez şiiriyle üflüyordu kalabalığa. “Derine,” diyordu, ”derine, hep derine kazıyoruz! Nerede çağımızın altın kalbi, çağımızın altın kalbini arıyoruz…” O günden geriye, destansı bir ağıt bıraktı bizlere. Hayata dair bir ağıt yaktı… Sinemanın yorulmaz emekçisi, kazmasını usanmadan, bıkmadan salladı; hep derine, derine kazdı, çağımızın altın kalbini hiç yorulmadan aradı durdu.

Bazı ölümler vardır, inanması güçtür. İşte böyle bir ölümdü onunkisi. Son nefesine kadar oynadı oyununu; dimdik, ayakta… Onun için dünya bir tiyatroydu sanki, hayatı bir sinema gibi yaşadı; çıktı, rolünü oynadı ve gitti… Son sözünü soramadılar ona, soramadık! Son sözünü söyleyemeden gitti. İçimizdeki her güzel insan gibi, güzel atlarına binerek giden o güzel insanlar gibi gitti…

Tuncel Kurtiz… Sahne dünyasının gözelerinden berrak, duru bir pınar gibi doğdu, gürleyeK aktı, doruklara yükseldi, çağladı… Yalansız bir rol ustasıydı; gök gürültüsünü andıran sesiyle sahnelerin babacan delikanlısı, rolünü gerçekle karıştıran sahne oyuncusu; sinemanın büyüsüne kapılmış bir çığlıktı. Gitti… Giderken Eylül’ün acısını ekti içimize. Eylül, sonbahar demekti, sonbahardan daha büyük bir hüzün bıraktı bize.

Meraklısına bkz : Mithat Alam Film Merkezi Söyleşi, Panel ve Sunum Yıllığı 2009.