14 Şubat 2015 Cumartesi

Hayat sevgiliniz olsun


Yusuf Nazım
Evrensel /14 Şubat 2015

İnsan, hikâyeleriyle vardır. Ve hikâyeler onun, bu yuvarlak küreye gözlerini açmasıyla başlar. Bir serüvendir onun hikâyesi ve çoğunlukla onu başlatan bir aşktır. Önce bir tohum olur, serpilir, gelişir ve merhaba der yeryüzüne... İlk nefesini çeker içine; acı, sancılı bir yangıdır ilk duyduğu ciğerlerinde; kirpiklerini kırpar, gözlerini açar. İlk ışık demeti sızdığında gözlerine, beyne ilk algılar iletildiğinde, objeler yavaş yavaş belirmeye başladığında aslında yaşadığı ilk düş, ilk gerçek, ilk hikâyedir bu…

Sevmekle başlar insan

Sevmekle başlar insan. Önce ona ilk dokunanı, ışığı sever; sonra kokuları, teni, nesneleri; bir işi, bir inancı, bir şehri ve bir ağacı… Aşkla, özlemle, tutkuyla ve hayaller kurarak. Her şeyden önce, belki de her şeyden çok insanı severek, ona bağlanarak, onun ardından giderek.  Şair demiş ya, “bir insanı sevmekle başlar her şey.” İşte onun gibi bir şey…

Dünya Öykü Günü’ne giden yol tam da böyle başladı. “Biz öykücüler bir düş kurduk ve düşümüzün gerçeğe dönüştüğünü gördük.” Evet, böyle diyor Özcan Karabulut; öykücü, roman yazarı, bir zamanların Ankara Öykü Günleri’nin yaratıcısı,  Edebiyatçılar Derneği başkanı ve kurucularından, yakın zamanın Türkiye PEN Merkezi Başkan yardımcısı.

Kimsenin kolay tahmin edemeyeceği, düşü kuranların bile bir gün gerçeğe dönüşeceğini tahmin edemeyeceği bir düştü belki bu. Hani göle maya çalmak denir ya, işte öyle bir şey.

Her şey, “İnsanı insan yapan düşleridir” sözünün ardı sıra giderek başlamıştı. 1996 yılında Ankara’da çıkan bir öykü dergisi, belki de büyük düşlerin başlangıcı. Bir yıl sonra Ankara Öykü Günleri’ne açılan kapı. Sonra öykünün yollara düşüşü, başka şehirler, farklı ülkeler, meşakkatli ama zevkli yolculuklar. Derken 2003 yılındaki 69. Uluslararası P.E.N Dünya Kongresi’nde taçlanarak sonlanan bir hikâye; 14 Şubat Dünya Öykü Günü!

Fikir babalığını,  Çukurova’nın sıcak ve kurak topraklarında çıkarak edebiyat dünyamıza katılan Özcan Karabulut’un yaptığı Dünya Öykü Günü, ülkemiz edebiyatının dünya edebiyatına bir armağanı. Aynı zamanda Türkiye ve Dünya edebiyatçılarının, özellikle öykü yazarlarının bir onuru, gurur madalyası.

Öykülerle yaşlanıyor insan!

14 Şubat Dünya Öykü Günü. Öykünün dünü, bugünü, geleceği için. Yaşadığımız dünyaya hak ettiği değeri vermek için. Dünyanın, geçmişten geleceğe, topraktan yıldızlara uzanan hikâyesini yeni baştan keşfedip sıfırdan yazmak için.

Dünyanın öyküsünü yazan dünyanın öykücülerini öğrenmek için; İtalyan Boccacio’dan başlayıp, Fransız Maupassant’a uzanan; Rusya’dan Puşkin ve Çehov’a, Kolombiyalı Gabriel Garcia Marquez’e, oradan Bitlis’te doğup Kalifornia’ya yerleşen Ermeni yazar W.Saroyan’a kadar pek çok büyük öykücüyü hayatımıza yeniden sokmak için…

Yüz yılın büyük ustaları; Sait Faik, Sabahattin Ali, Tomris Uyar, Leyla Erbil, Memduh Şevket ve Orhan Kemalleri tanımak için; Haldun Taner, Nezihe Meriç, Onat Kutlar, Ömer Seyfettin, Aziz Nesin, Oğuz Atayları bugüne taşımak için…
Genç kuşakları Adnan Özyalçıner, Murathan Mungan, Ayfer Tunç, Füruzan’la tanıştırmak; Cemil Kavukçu, Ferit Edgü, Selim İleri, Adalet Ağaoğlu, Osman Şahin, Demir Özlü ve çok sayıda yeni öykü yazarlarıyla buluşturmak için...
Çoğu zaman hikâyelerde saklıdır geçmiş, geleceği bugünden yazmak için. İnsanın insan tarafından ötekilenmediği, teninin rengine, yaşadığı coğrafyanın biçimine, cinsel tercihlerine göre değerlendirilmediği; konuştuğu dile, sahip olduğu inanca, ait olduğu etnik kökene göre muamele görmediği; akıl ve emek kapasitesine göre sınıflandırılmadığı adil, eşit, paylaşımcı; evrensel bir barış içinde yeni bir yeryüzü için…

Öykülerle doğuyor bu hayata insan. Ömrü, kısa ya da uzun bir hikâye gibi geçiyor. Ve öykülerle yaşlanıyor insan. İşte bu yüzden öykü! İşte bu yüzden Dünya Öykü Günü! İşte bu yüzden 14 Şubat!

Ha, bir de sevgililer günü var tabii. Üstelik Dünya Öykü günü ile aynı güne denk düşen. Ne demeli, sevda güzel şey doğrusu, sevdalanmak gibisi de yok. Keşke her insanın kendi gibi güzel gören bir sevgilisi olsa; şairin dediği gibi “yaşamayı sevdiği kadar insanları da sevebilen.

14 Şubat Dünya Öykü Günü’nde hayat sevgiliniz olsun.


http://www.evrensel.net/haber/104742/hayat-sevgiliniz-olsun


5 Şubat 2015 Perşembe

Seni gördüm!

Yusuf Nazım
T24 /5 Ocak 2015


İşte bir çocuk.
İşte bir ölüm daha!
İşte yine bir çocuk ölümü daha!
Bir çocuk ölümü değil, bir çocuğun bilerek öldürülmesi daha!
Sadece bir çocuk o!
Üstelik henüz 12 yaşında!
Tıpkı sizin gibi; komşunuz, kardeşiniz gibi; belki de çocuğunuz gibi.
Onun da annesi ve babası var; ablası, ağabeyi, dostları; öğretmeni, arkadaşları var.
Belki biraz haylaz, biraz yaramaz; belki taş atıyor, oyun sanıp maske takıyor; belki dili kırık, alnı esmer, belki Kürt, belki değil, belki öz be öz Türk.
Ama çocuk!
Ama henüz küçük!
Ama henüz büyümemiş!

* * *

Nihat Kazanhan.
Öğrenciydi, okuyordu. Karnesini alacaktı, alamadı!
Çocuktu, sokaktaydı. Oyun oynuyordu, oynamaya doyamadı!
Öldürüldü!
Meçhul bir kurşunla öldürüldü!
Cizre'de, sokak ortasında, güpegündüz.
Üzerine gaz sıkıldı; gaz sıkan belli değildi.
Uzun namlulu bir silahla ateş edildi; ne envantere kayıtlıydı, ne de ateş eden belliydi.
Bir kuş gibi vuruldu, çırpındı, yere yığıldı…
Öldürüldü!
Öldüren yine belli değildi.
Tıpkı Cizre'nin diğer çocukları gibi.
Tıpkı ülkenin, başka yerlerinde öldürülen başka çocukları gibi.
Tıpkı Mazlum Akay, Doğan Teyboğa, Umut Furkan Akçil, Ahmet İmre gibi; Enver Turan, Canan Saldık, Birem Basan, Oğuzcan Akyürek gibi…
Tıpkı İzzettin Boz, Mehmet Nuri, Ceylan Önkol, Uğur Kaymaz, Berkin Elvan gibi…
Adını sayamayacağımız daha nice çocuklar gibi...
Acının dili yoktu, lâkin sızısı çoktu, hepsi de zalimceydi.
Hepsinde kirliydi elleri katillerin, yüzleri gölgedeydi.
Hep muammaydılar, meçhuldü failleri.
Hepsinde saklıydılar.
Hep gizli yürütüldü soruşturmalar...
Ya sürgündü davaları, ya da mahkemelerde devlet sırrı.
Kameralar, ya görmedi yüzünü katillerin, ya da hatırlamadı; hep başka tarafa döndü, bir türlü kaydetmedi eşkâllerini; ya da tümden silindi bellekleri…
Eğriydi terazisi adaletin, hep onlardan yanaydı.
Ya yüce yargının kollarına sığındılar, ya da komisyonlarda, alt komisyonlarda aklandılar.

* * *

Sen kimdin?
Tanımıyordum.
Bazen görür gibi olsam da puslu bir sokakta suretini, çıkaramıyordum.
Ama hep hissediyordum seni, vardın!
Soğuk nefesini duyuyordum.
Derin ve sağlam köklerin vardı senin, biliyordum.
Karanlık, izbe bir sokaktaymış gibi sinsi gözlerle bakıyordun. 
Ülkeme giydirilmiş, kanlı bir giysiydin sen, bir türlü çıkarıp atamadığımız.
Kanunların, mahkemelerin vardı senin; bir de mülkün temeli olan adaletin.
Oysaki hep eğriydi terazisi adaletinin.
Büyüktün, güçlüydün, kudretliydin.
İtaat etmeyenin üzerinde sınırsız bir şiddet, tek tip olmayana karşı nefrettin.
Hep kandın, kanlıydın, donanımlıydın.
Kürdün toprağında ya dağlara yazılmış “vatan”, ya dikenli tel, ya da duvardın; mayındın, karakoldun, kalekoldun.
Tankların ve uçakların vardı senin; ateş ve zehir kusan silahların, insansız havalanan araçların.
Nereye gitsek senin kokun duyuluyordu, korkunç ve iri gözlerin, karanlık bakışların vardı; her şeyi duyan hassas kulakların…

Seni neyle kıyaslasam, nasıl anlatsam ki şimdi?
Öylesine ceberrut, öylesine acımasızdın; darbeler yapar, silah zoruyla kanunlar çıkarırdın.
Güçten ve kudretten öylesine gözü dönmüş, öylesine sarhoş ve şımarıktın.
Kürt’le, “kırt” diye alay eder, ecnebiyi “huzur bozan” diye kovar, beslemek istemediğinde insanları ipe çekerdin; döver, sakat bırakır, işkence ederdin.
Sen nasıl bir şeydin böyle?
Korkunçtun, acımasızdın, kirliydin.
Kimse göremezdi yüzünü, hep karanlık ve gölgedeydin.
Hep yüksek perdeden, öylesine gür çıkardı ki sesin; hep buz gibiydi, ensemizde ölüm gibi soğuktu nefesin.
Her an canını yakmaya hazır gibiydin, sana biat etmeyen herkesin. 

Seni anlamak niye böyle zordu?
Nasıl böyle gözü dönmüş, böyle kalbi kara, nasıl böyle çirkeftin!

* * *

Ekonomi senin elinden devşirilirdi daima, piyasaları sen yapardın.
Ticarette tefeci, borsada vurguncu, ekmeğimize gizliden gizliye yapılan zamdın.
Ya doğrudan doğruya hırsız, ya dolaylı talancı, ya da hep hırsızdan yanaydın.
Yer altında ölüm, toplu sözleşmelerde taraf, bütün grevlerde yasaktın.
Kentsel yenileşme adı altında, nasıl da inceden inceye bir kurnazlıktın sen; insan sağlığı üzerinden pazarlık, taşeron sisteminde kan emici tuzaktın.
Hep varsılın tarafında, mülk sahibine yakın, kudretli olandan yanaydın.
Oldun olası hep işçiye, emekçiye ve öğrenciye uzaktın.
Bankalarda faizci, komisyonlarda yandaş, ihalede fesattın.
Emeğin üzerinde vergi, tüccarın elinde komisyon, ücretten kesintiydin sen.
Sen her yerdeydin, her şeydeydin, hep üzerimizdeydin.
Dairede yönetici, yönetimde bürokrasi, Mecliste siyasettin.
Görünürde katıksız bir demokrasi  vardı; sözde özgürlüklerden, en çok da insan aklarından yanaydın.

Yurdum insanı için açlık sınırında bir yaşam, vekili için kıyak emeklilik, "milletin bekası" için örtülü ödenektin.
Lakin boyun eğmeyen için sürgün, karakolda işkence, sokakta cinayettin.

Daha ne sayayım senin için, ne söyleyeyim?
Kupon arazilerde rant, çikolata kutularında ticaret, kasa kasa dolar, külçe külçe altındın.
Yalanda, dolanda, talanda üstüne yoktu senin, ustaydın. Her şeye hâkimdin; müfettiştin, avukattın, savcıydın; müsteşardın, bakandın.
Sen ki bankada genel müdür, yüksek makamlarda danışman, yönetim kurullarında idareci, köylüye karşı daima tefeciydin.
HES’lerin, kanalların, köprülerin vardı senin, hep rüşvetle, yolsuzlukla anılırdı adın.
Peki ya vicdanın, insafın? Bilirdik vicdanın yoktu, lakin insafın da kurumuştu.
Köylünün karşısında tam tekmil hazırdın; polisi, jopu, jandarması; ÇED raporu, TOMA’sı, kalkanı ve gaz bombası…
İşte böylesine güçlü, böylesine muktedirdin.
Taşını, toprağını, suyunu savunanları; kadınını, kızını, gelinini; 70’lik ninesini ıssız dağ başında kıstırır, amansız gaza boğar, kılıç kalkan vadinin dibine püskürtürdün.
Çünkü karakolun ve askerin, türlü türlü silahların vardı senin!
Yetmezse eğer avukatların, raporların, komisyonların; mahkemelerin ve kanunların vardı.
Nasıl da kanlı bir tünele benziyordu geçmişin, nasıl da karanlıktı!
Nerden almıştın bu gücü, nasıl böyle cüretkârdın!

Eskileri geçtim, daha 1 Mayıs 77’den hatırlıyorum seni.
Taksim Meydanı’nda ne büyük bir provokasyondun!
Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’da korkunç bir katliamdın!
Yoktun ama korkulurdun; meşhurdun fakat ortalıkta olmazdın; meçhuldün, aslında bilinirdin.
Gencecik delikanlıların boğazında yağlı kalın bir ilmektin; çocuk bedenlerinde mermi, sana karşı koyanın ciğerlerinde zehirdin. 
Senden olmayanı sürgünlere gönderir, zindanlarda çürütürdün; iz sürer, bastırır, dağ başında öldürür, deniz ortasında boğardın.

Seni hak etmiş miydik biz zalim?
Hak etmiş miydi seni ülkem; toprağım, insanım, yurdum?
Sen nasıl bir zulümdün böyle? Söyle, nereden bulaşmıştın? Bunca yıl ne yapmıştın? Geleceğimize nasıl kıymıştın?
Nasıl bir ateştin sen?
Aydınımı, yazarımı, sanatçımı Madımak’ta cayır cayır yakmış, Roboski’de Kürdün üzerine, nasıl böyle bomba olup yağmıştın!

Söyle, şimdi sana nasıl inanayım?
Söyle neyimsin benim? Seni nasıl tarif edeyim?
Hep yalandı söylediklerin; hep hileydi, kurnazlıktı kalbinde beslediklerin, hep düzmeceydi yaptıkların.
Hep karşısında olmuştun ötekinin; yoksulun, yoksunun, yalnızın ve dışlanmışın.
Hep yok saymıştın başkasını; hep küçük görmüş, aşağılamıştın.
Neye benziyordun sen?
Nasıl bir akıldın, ne biçim bir ruhtun, nasıl bir duyguydun?
Kürt’ün dilinde kilit, Rum’un ayağında pranga, Ermeni’nin sırtında kurşundun.

* * *

Seni gördüm!
Sen hep oradaydın!
Fısıldayan sesinden, karanlıktaki suretinden, o kirli ayak izinden teşhis ettim seni!
Çelik bir zırha bürünmüş, demirden bir ata binmiştin.
Üstelik zehir kokuyordu nefesin.
Korkmuş, çürümüş, eskimiştin.
Seni tanıdım!
Sen devlettin!
Sen kaybettin!


http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/seni-gordum,11195

1 Şubat 2015 Pazar

Bir Syriza bir Alexie bir Berkin

Yusuf Nazım
Evrensel Pazar Eki
1 Şubat 2015

Yeni yıla soğukla girmiştik. Ocak hem sert, hem acımasızdı. Kötülüğün sivri okları, Paris'in göbeğinde Charlie Hebdo'yu hedef almıştı. Avrupa'nın tam ortasında umudumuzun mizahına kıymıştılar.

Ocak, Ege Denizi'nin iki yakasında da soğuk geçiyordu. Mavi suların beri tarafında termometreler, son elli yılın en soğuk günlerini göstermişti.

Derken, Ocak ayının sonu yaklaştı, soğuklar geride kaldı. Ege'nin iki yakası da ısınmaya başladı. Komşuda erken seçimler vardı. Nasıl ki İzmir son elli yılın en soğuk günlerimi yaşadıysa, Atina’da, son kırk yıldaki en sıcak günlerini yaşıyordu.

Yunanistan’da seçimler vardı. Ülkeyi kara bir rejime sürükleyen 1967-1974 arası Albaylar Cuntası yönetiminden sonra yarımada bir türlü rahat yüzü görmemişti. Bir yandan, umudu kırılan ülkede, sık sık el değiştiren yeni egemenlerinin doymak bilmez iştahları, öte yanda, tarihsel direnme geleneğini asla terk etmeyen Yunanistan halkı ve gençliğinin mücadelesi...

Aradan geçen uzun yıllar… Sağ liberal politikalarla sosyal demokrasi arasında oynanan demokrasi oyunu. Adı sosyalist olan ama bütünüyle burjuva-kapitalist programları halka dayatan partilerle kaybedilen zaman. Aynı programların farklı versiyonlarının sağ partilerin eliyle uygulama girişimleri… Bu arada, her seferinde öfkesini, memnuniyetsizliğini meydanlara boşaltarak isyanını barikatlarda körükleyen ve ancak sokakta bir araya gelmeyi başaran ötekilerin bitmek ilmeyen direnişi...

Bu ötekilerin sokaktaki varlığı başkaydı tabii. Hep sıcak tutuyordu ülkenin sokaklarını, meydanlarını, siyasetini. Atina’nın elitleri, bu kendini bilmez maceraperestlere hep yeni tuzaklar kurup, başlarına yeni çoraplar örmeye çalışsa da, alanlardaki bu çok renkli, çok becerikli, çok şenlikli çapulcular ne yapıp edip bu oyunları alt etmeyi başarıyorlardı. Sokağın sahipleri, hile ve kurnazlıkta, eski Yunan soylularından geri kalmayan yeni oligorklar karşısında, gün geçtikçe biraz daha birbirine sokuluyor, biraz daha yaklaşıyor, kucaklaşıyorlardı.

Sonunda, sağın ve sosyal demokrasinin iflah olmaz kandırmacalarından bıkan kalabalıklar, yeni bir umut merkezini inşa etmeye giriştiler. Bir süredir meydanları zapt etmiş kalabalıklar; solun ve umudun birçok renginden oluşmuş ötekiler, 2004 yılında Syriza’nın çatısı altında toplandılar. Sonrası, umudun ağır ağır, soğukkanlı bir sabırla büyümesiydi. Önce 2004 seçimlerinde barajı geçtiler, ardından 2007’de %5 oy aldılar, son olarak da 2012’de %26 lık oy oranıyla ülkenin ikinci partisi olmayı başardılar.

Sonunda, Yunan egemenlerinin yönetememe krizinin had safhaya çıktığı bir dönemde erken seçimler yapılmasına karar verildi. Kalabalıklar, bu sefer 25 Ocak 2015 Pazar gününe odaklanmıştı. Seçim tarihi yaklaştıkça Yunanistan'da sokaklar iyice hararetlendi. Öyle ki, 1974 yılından itibaren, son kırk yılda Atina böyle bir sıcak görmemiş, ülkenin siyaseti hiç bu kadar ısınmamıştı.

Eski düzenin sahipleri, yıllardır Yunanistan halkının emeği üzerinden geçinen asalak, bezirgân sınıf tabii ki boş durmayacaktı. Temsilcisi olan partiler aracılığıyla, giderek yükselen Syriza'yı karalamaya başladılar. Onları küresel sermayenin düşmanı, AB karşıtı, anarşinin, istikrarsızlığın ve belirsizliğin temsilcisi olarak gösterdiler. Ne var ki tarih, 25 Ocak 2015’i, saatler gece yarısını gösterdiğinde tüm bu gayretlerin sökmediği anlaşıldı. O ana kadar Yunanistan politik sahnesinde yok sayılanların, dışlanmışların, ötekilerin doldurduğu sokağın ibresi tek bir partiyi işaret etmişti: Syriza! Evet Syriza... Eski egemen sınıfın şantajları beş para etmemiş, sokağın iradesi, belki ‘başka bir dünya mümkün’ dür diye yeni bir şeyi denemeye işaret etmişti.

* * *

Pazar akşamı, aslında Ege'nin iki yakası da ısınmıştı. Belki birbirlerinin farkında değildiler ama her iki tarafta da farklı, derinden derine yanan bir ateşin harareti vardı. Karşı yakada, öteki olmaktan bıkmış bir halkın canını dişine takmış demokratik kalkışması, beri yakada, bu hamleye kilitlenmiş umutlu bekleyiş...

Ne oluyordu bize böyle? Atina’nın yükselen ateşini anlıyorduk da, bizdeki bu yükselen hararet de niyeydi? Niye insanların gözü kulağı denizin öte yakasındaydı? Niye, henüz oylama sürerken bile komşuda, denizin bu tarafındaki çoğu insanın aklı, ona hep düşman diye belletilen komşusundaydı? Sahi, her sene bayram törenlerinde tekrar tekrar denize döktüğümüz onlar değil miydi? Hani, hep okul kitaplarında bize gâvur diye öğretilen? Öyleydi ama şimdi komşuda, yıllardır ötekileştirilmiş olanların yürüyüşüne beslenen umut da neyin nesiydi? Niye birçok insan, işini gücünü bırakmış, denizin ötesinden gelecek habere odaklanmıştı?

Denizin karşı ufkundan doğan umut güneşi, ağır ağır yükseldi. Gelen her haberle birlikte komşunun yüzü biraz daha güldü. Komşunun gülen yüzüyle birlikte, sanki bizim de yüreğimiz güldü. Syriza'ya eklenen her puan coşkuyla karşılandı. Mesajlar dolandı, tweetler atıldı, oy oranları, resimler paylaşıldı. Sokaklar zaten doluydu, şimdi tıklım tıklım yeniden doldu taştı. Sonuçta Syriza kazandı! Syriza değil sanki biz kazandık! Başkent Atina’nın, Selanik'in, Rodop'un, İskeçe'nin sokakları şenlendi; sadece komşunun yüzü değil, Ege’nin iki yüzü birden şenlendi. Komşumuz, ilk defa yüzünü umuda doğru dönmüştü. Kırk yıldır, ilk defa aşağıdakilerin sesi böylesine gür çıkmıştı. Ötekiler, zapt ettikleri meydanlardan ve sokaklardan çıkarak ayak olmaktan kurtulup baş olmaya kalkışmış, sonunda sokağın gücü galip gelmişti.

* * *

Onlar, belli ki yeni bir dünyaya gidecek yolun kapısını aralamak için yola çıktılar. Şimdi umutları, hayalleri ve özlemleri sınır tanımayan bu kalabalıklar ilk defa yeni bir şey deneyecekler. İşleri zor! Hem de hayli zor! Üzerinde yaşadığımız kürenin toplam servetinin yarısını elinde bulunduran %2,5 luk dünya eliti, şimdilik sadece izlemekle yetiniyor. Oysaki sayısız kolları, tarihsel tecrübesiyle dünyayı ahtapot gibi sarmış devasa bir finans kapital, silahlarını kuşanmış savaş arenasında onları bekliyor.

Bu koşullarda, komşunun yüzü daha ne kadar gülmeye devam edecektir, bilinmez. Ancak görünen bir şey var ki, karşılıklı kin ve nefretle beslenen bir denizin iki yakasında umutları, düşleri, özlemleri birbirine benzeyen halkların arasında bir umut köprüsünün temelleri atılmış gibi. İlk defa, komşusunun umudu bir ülkenin de umudu olmuş gibi. Bu yüzden olsa gerek, kapitalizmin küresel imparatorlarının şaşkın bakışları altında Syriza’ya ilk kutlama mesajı, Ege’nin bu yakasından, HDP eş başkanı Selahattin Demirtaş'tan geldi: “Yoksullar için, emekçiler için, özgür bir dünya için yolun açık olsun kardeşim

***
Çoktan gece olmuş, Ege'nin mavi sularına karanlık çökmüştü. Ancak, denizin öte yakası ışıl ışıldı. Kutlamalar çoktan başlamıştı bile. Her tarafta özlemi duyulan bir sevincin ruhu, umut ve isyanla harmanlanmış bir şölen havası, kazanılmış bir zaferin çok renkli, çok sesli, çok neşeli bir ahengi vardı. Alanlarda çalınan Çav Bella'nın yürekleri coşturan ezgileri iki kıtayı ayıran suları aşıp Anadolu'ya kadar ulaşıyor; sanal ortamlardan paylaşılan kutlama mesajları, afişler, posterler ve fotoğraflar bütün dünyayı dolaşıyordu... Biz kimdik? Nasıl bir pay biçmiştik bu başarıdan kendimize? Karşı kıyıdaki bu seçimlerle niye bu kadar çok ilgilenmiştik? Nasıl olmuştu da komsumuzun umudu, bizim de umudunuz olabilmişti? Sahi, biz Syriza'yı niye sevmiştik?

Bunu, Atina’nın ısınmış sokaklarından önüme düşen o resmi gördüğümde anladım. Kalabalıkların coşkulu kutlamalar yaptığı saatlerde Atina’dan sıradan bir sokağın resmiydi önümde duran. Soluk yüzlü, yüksekçe bir duvar; üstünde politik bir kavganın dili, ötekilerin, sokağın sesi; boydan boya yazılar, sloganlar, afişler... Bir de kocaman resim asılmıştı üzerine. Altında Türkçe-Yunanca yazılmış yazı: 'Kardeşimsin Berkin', 'Kardeşimsin Alexie'…

Alexie bir zengin çocuğuydu. Karşı kıyıda doğmuş, küçük yüreğiyle sokakta adaletsizliğe isyan etmiş, 15 yaşındayken, Yunan polisinin kurşunuyla öldürülmüştü. Sokağın öfkesi, içişleri bakanını istifa ettirmeye yetmişti. Berkin ise yoksul bir aile çocuğuydu, Ege’nin bu yakasına aitti. Bir gün ekmek almaya çıkmış, bir daha geri dönmemişti. Sonradan, başbakan tarafından destan yazdı diye övülecek ülkenin polisi tarafından 15 yaşındayken vurulmuştu. Failini, devlet bilerek saklamıştı!

Alexie ve Berkin; iki yakanın kardeş çocukları. Ege Denizi’nin ayırdığı toprakların umudu olarak kalplerdeki unutulmaz yerlerini alan iki küçük çocuk! Yunanistan halkı vefalıydı, Alexie’i bağrına basmıştı. Öyle görünüyordu ki bunu yaparken Anadolu’nun kara kaşlı, kara gözlü çocuğunu da unutmamıştı. Berkin Elvan’ı kendi evladı bilmiş, onu da tıpkı Alexie gibi bağrına basmıştı. Şimdi anlıyordum ki ben, yeni bir rüzgâr esmeye başlamıştı Ege’den; taze, efil efil ve serinden. Ve artık, birden çok adı vardı umudun: Bir Syriza, bir Alexie, bir Berkin…

@yusufnazim