16 Mart 2023 Perşembe

İğde ağacının yalnızlığı

Yusuf Nazım
T24 | 16 Mart 2023


“Kuşadası Körfezi’nde, İzmir iline ait Seferihisar Belediyesi’nin sorumluluk alanındaki Dağanbey Sahilinde kesilen iki iğde ağacının çığlığıdır.”

 

Ben bir iğde ağacıyım.

Seferihisar’ın Ürkmez beldesinde, upuzun bir sahildeyim.

Mis gibi kokularım var benim ferah, gelene geçene sunduğum; çiçeklerim var her mevsim ipil ipil açtığım, nadir meyvelerim var ipeksi, yumuşak herkese ikram ettiğim.

Dallarım ve yapraklarım var konuklarıma sohbetlik diyar, sakinlerime soluk olan.

Gölgelerim var benim, oturup duldasında şiir kitapları okunan.

Kökümde tarihim, dibimde toprağım var akça pak. 

Sahilimde oyunlar oynayan şen şakrak çocuklarım var, önümde kumdan kaleler yapan.

Gökyüzümde kanat çırpan martılarım, dallarımda cıvıl cıvıl şarkılar söyleyen kuşlarım var.

Ben bir iğde ağacıyım.

Gelecek kuşaklara miras, her şeyim ben.
 

*  *  *

Bir Şubat günüydü.

Geceydi, geldiler.

Metal ve hızar sesleriyle, çürümüş nemrut nefesleriyle geldiler.

Yapayalnızdım oracıkta.

Sinsi gölgelerini kaldırıma kanırtarak, kötücül seslere, ise ve karanlığa bulaşarak geldiler.

Bir gürültü koptu, sandım ki dağ yarıldı, yürüdü üzerime.

Enkaz altında çırpınırken ülkem, fırsat bilip bir gecede kestiler beni.

Gölgelerim para etmiyordu, beni kollarımdan, dallarımdan dilim dilim doğradılar.

Yıllardır kök saldığım toprağımdan söküp aldılar beni.

Neye uğradığımı şaşırdım, elim ayağım çekildi, korktum.

Kesildi her yanım, kırıldı kolum kanadım, budandım parçalandım; canım yandı.

Bağırdım, bağırdım, bağırdım!

Duyan olmadı, kimseler koşmadı imdadıma; üşüdüm, titredim.

Yalnız başımaydım. Büzülüp kaldım oracıkta; kanadı her yanım; yapraklarım dağıldı, parça parça oldum!

*  *  *

Ahh!

Yavaş bir kentin sahillerinde yaralıyım.

Tarifsiz acılar içindeyim şimdi ben.

Yaralarım var benim Fırtına Deresi’yle, Kaz Dağları’yla, Akbelen’le, İkizdere’yle ortak.

Anılarım var benim geçmişten geleceğe Samos’la Lebedos arasında.

Satsalar, gölgem para etmez benim.

Bakmayın dallarımın arasında efil efil estiğine, rüzgârlarım kâr etmez.

Lâkin henüz doğmamış çocuklara anlatacaklarım var benim.

Diyarbakır’da yıkılmış minare, Gezi parkında ceviz ağacı, İkizdere’de dağa taşa bulaşmış acıyım.

İnsanlığın ortak harcıyım ben.

Alonie’de yitip gitmiş bir anı, Cizre’de yaralı bir güvercin, Hasankeyif’te son Süryani’nin elinde parıldayan gümüşten bir telkariyim ben.

Şimdi gövdem kesilmiş yalnızca köküm kaldı.

Gölgeme sığınmak için çocuklar, gençler, sevgililer geldi; gölgem yoktu!

Meyvelerimden ikram etmek isterdim; iğdelerim yoktu!

Yeşil yapraklarımdan kokularımı sunmak isterdim gelene geçene; yapraklarım yoktu!

Hepsi gitti.

Göğe erişmiş başım, iğde yeşili yapraklarım, gövdem, çiçeklerim, kokum…

Hepsi gittiler.

Dövündüm, durup ağladım, bağırdım, acı çektim, çığlık attım!

Kimseler duymadı çığlığımı.

İğde ağacıydım oysa ben.

Kimseye zararım olmazdı, param pulum yoktu.

Kürsü kürsü dolaşacak hünerim, manşet manşet demeçlerim, kanun hükmünde emirlerim; sözleşmelerim, silahlarım yoktu!

Kendi halinde iğde ağacıydım ben, bana kıydılar.

Cümle kanunların, bürokratların, yönetici ve zabitlerin önünde nasıl da katlettiler beni!

Banka hesaplarının, çeklerin, senetlerin, silahların gölgesinde yok etiler beni!

Demire, çeliğe, mazota boğarak dilim dilim doğradılar, geride yalnızca çırılçıplak köküm kaldı.

*  *  *

İğde ağacıydım oysa ben, yavaş bir kentin sessizliğinde.

Bir gün yeniden geldiler.

Yanlarında demirden makineleri, çelik putrelleri; canıma kast etmiş kanlı menfur elleri, yüksek yerlerden gizli kapalı alınmış izinleriyle geldiler.

Bu sefer ta kökümden kopardılar, yıllar yılı büyüdüğüm toprağımdan söküp aldılar beni.

Nasıl da sızladı içim, tel tel oldu köklerim.

Son kez bağıdım, çırpındım, ağladım.

Kimseler duymadı beni yine.

Motor ve metal sesleri arasında yok oldum.

Sesim kısıldı bağırmaktan, duyan olmadı.

Ben öldüm, sevdiğim bu dünyadan; havamdan, denizimden, kumsalımdan ayırdılar beni, geride bir tek acım kaldı.

Oysa saf bir iğde ağacıydım, insanlığa kocaman ahım kaldı.

Kendime has yeşil rengim, boyum posum vardı; insanlara yemiş, kuşlara yem olacak meyvelerim, güzel bir kokum vardı.

Gecelerim vardı mesela, karşımda Samos Adası, Kuşadası; sağımda Kanlı Ada, solumda Lebedos Yarımadası.

Karanlıkta ayın şavkı düşerdi önüme, gece denizde yakamoz parıltıları, gündüz martıların sesi, gölgemde kitap okuyan sevenlerim vardı.

Şimdi bütün sevenlerim gitti.

Dibimde top oynayan çocuklarım, kumsalda olta atan balıkçılarım, gölgemde şiir okuyanlarım vardı, birer birer gittiler!

Altımda ekmek arası balık yiyenler, yanımda el ele tutuşan sevgililer; cümle adalar, şarkılar, kuşlar, martılar, hepsi gittiler.

Öksüzüm artık, gölgem yok.

Şimdi köksüzüm oralarda, kimim kimsem yok.

Bundan böyle bilin, yokum ben!

Sevdiklerim gittiler.

Geceyle gündüz de gitti; kör oldum, sağır oldum; hiçbir şey duyamaz, göremez oldum, geride zifiri bir karanlık kaldı.

Koparıldım köklerimden, her şeyim gitti; susuz soluksuz kaldım, kurudum.

Islak, nemli toprağımda yalnızca kokum kaldı.

Şimdi gövdem yok!

Dallarım, yapraklarım, gölgem yok!

Toprağımda yalnızca lime lime olmuş damarlarım, kanım, canımın son kertesi, öz suyum; acılar içinde ruhum kaldı.

*  *  *

Ahh!

Şimdi acılar içindeyim, ağlıyorum, bir duyan yok mu?

Yavaş bir kentin ıssızlığındayım, çığlık çığlığayım!

Meyvelerimden yiyenler, kokumu özleyenler, dibimde mola verenler, altımda oturup martıları seyredenler, size sesleniyorum:

Neredesiniz?

Yörelerimde çocuklarını gezdirenler; dallarımda yuva yapan kuşlar, gölgemde uyuyan köpekler ve kediler; yapraklarımda oyalanan kelebekler, böcekler adına soruyorum size:

Niye böyle sessizsiniz?

Ben yokum ama çığlıklarım hala orada, duyun beni!

Sahilde yürüyenler, yanımdan gelip geçenler, önümde diz çöküp hayal kuranlar; denize girenler, eğlenenler, kumsalda güneşlenenler; çantalarında kitaplar, ruhlarında şiirler taşıyan güzel insanlar!

Neredesiniz?

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/igde-agacinin-yalnizligi,39171

14 Mart 2023 Salı

Kurtla sofrasında siyaset

Yusuf Nazım
T24 | 6 Mart 2023


2015 yılıydı.

Dilime dolanan bir fiilin peşine takılmış İstanbul’dan ayrılmıştım.

Barutumun yettiği yere gitmişi İzmir ili, Seferihisar ilçesine ait Ürkmez beldesine yerleşmiştim.

Bir sabah yürüyüşünde yolumu uzatmış, sekiz kilometrelik sahilin en sonundaki yarımada sırtlarına dayanmıştım.

12. antik İyon şehrinin yer aldığı Lebedos Yarımadası’ydı burası. Uzaktan bakıldığında üzerinde birkaç metruk binanın yer aldığı bu yeri hep merak ederdim. Yarımadanın üzeri, etrafı çelik tellerle çevrilerek kapatılmıştı.

Merakıma yenik düşmüş, “Özel mülktür. Girilmez!” levhasına aldırmamış, açık kalmış demir kapısından süzülerek toprak yoldan yarımadanın tepesine kadar çıkmıştım ki arkadan biri koşarak geldi:

 “Hop! Hop! Hemşerim, özel mülktür, girmek yasak!“

 

Lebedos Yarımadası ve Antik Kenti

Bir köylüydü. Gönlünü aldım, buraya yerleştiğimi, dolaşmaya çıktığımı söyledim, espriler yaptım. Ayaküstü başlayan hoş sohbet, biraz ilerideki evlerinin önünde çay ikramıyla sonuçlandı.

Öğrendim ki etrafı tel örgülerle çevrili 60 dönümlük özel mülkün bekçisi olarak buradaki müştemilatta yaşıyormuş. Babası emekli olunca ondan devralmış bekçiliği. Hikâyesi uzun.

 Şaşırdım.

 1.derece SİT alanı Lebedos Yarımadası’nın tam üzerinde, Lebedos Antik Şehri’nin arazisi…

 

Lebedos Yarımadası ve Antik Kenti

Kiminmiş dersiniz?

Demirören ailesininmiş…

Dönerken beni kapıya kadar uğurladı. Hatta sohbet devam edince birlikte bir süre daha yürüdük. Yürüdüğünüz yolun sağ tarafında etrafı çitle çevrili gür ağaçların olduğu araziyi gösterdi:

 “Burası da Alpaslan Türkeş ‘e ait.” dedi, “50 dönümlük bir arazi.”

*  *  *

Ülkenin 22 yılını yiyen ceberut bir rejimden kurtulma çabasında çoğumuz. Bir yıldan uzun süredir umut bağlanan Millet Masası, ittifakın ana bileşenlerinden biri tarafından dinamitlendi.

Neymiş efendim, tek adam rejimine karşı olmakmış.

Neymiş efendim, adayın kim olacağının hiç önemi yokmuş.

Neymiş efendim, Güçlendirilmiş Parlamenter Sisteme geçmek çok elzemmiş…

Demek ki bütün bunlar fasa fisoymüş.

Söylenen bunca söz, verilen vaatler, kürsülerdeki nutuklar, atılan imzalar; ahlak, vicdan, dürüstlük, dik duruş, omurga; daha ötesi ülke, millet, beka vs hiçbiri önemli değilmiş.

Geçmiş dönemde sağ siyasal İslam siyasetinde sıkça gördüğümüz üzere.

Yol ayrımındaki İYİ PARTİ’deki beklenmedik bu çıkışı anlamak için parti tabanının sosyal/siyasi profiline bakmak faydalı olabilir.

Ben İYİ PARTİ tabanını üç gruba ayırıyorum:

Birinci grup dürüst, vatansever, milliyetçi kesim. Parti tabanının ortalama %80’ni oluşturan kesim.

İkincisi grup gelenekçi, ülkücü kadrolardan oluşan, politize olmuş kesim. Yaklaşık %10-15 civarında olduğunu varsayıyorum.

Üçüncü grup ise çıkarlarını her şeyin önünde tutan; bütün derdi, iktidar ya da ortağı olmanın nimetlerinden faydalanmak, çıkarlarını korumak, büyütmek olan sermayedar siyasi elit. Bu kesimin de %5 civarında olduğunu düşünüyorum.

Bu değerlendirme kendi gözlemlerim ile yapılan anket ve sosyolojik incelemelerden yaptığım bir çıkarsama. Elbette çok kaba ve hataları da olabilecek bir tablo.

İYİ PARTİ’yi var eden, ona gövde kazandıran, politik arenada sürükleyen ilk gruptaki %80'lik kitledir.

Olağan siyasi koşullarda partiye yön veren, domine edenin ise %15'lik politize olmuş gelenekçi, ülkücü kadrolar olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. 

Kritik durumlarda üretim/bölüşüm ilişkilerini etkileyecek yol ayrımlarında partiye esas yön verecek olan ise partide kümelenmiş sermayedir siyasi elitten başkası değildir. Yani üçüncü gruptur.

Kuşku yok ki ikinci grup ile üçüncüsüylekesişen ortak bir kümeye de sahiptir.

Bugüne kadar İYİ PARTİ, ikinci grubun etkinliği, üçüncünün de sermaye desteği ile büyümüş; ülkesini seven, idealist, dürüst insanlardan oluşan %80'lik taban desteğini de sağlayarak partiye görece yükselen grafik sağlamıştır.

*  *  *

2020 yılıydı.


Seferihisar, Karakoç Kaplıcaları JES
Ürkmez‘i Seferihisar‘a bağlayan eski Karakoç Kaplıcaları yolundan giderken sağ tarafta, mandalina bahçelerinin hemen bitişiğinde büyükçe bir inşaat gözüme çarptı.

Durdum, fotoğrafladım. Yaptığım kısa bir araştırmadan buranın 12 Megawatlık bir JES (Jeotermal Elektrik Santrali) olduğunu anladım.

Daha önce Türkiye’deki jeotermal santralların %60 ını barındıran Aydın’daki JES’ler üzerine yaptığım araştırmadan biliyordum. JES’ler yerleşim ve tarım alanlarına 500 metreden yakın olamazlardı.

Merak ettim, mandalinasıyla ünlü Seferihisar‘daki bahçelerin ortasında kurulan bu JES neyin eseriydi?

Biraz kazıdım, biraz daha kazıdım, biraz daha kazıdım ki altından ne çıktı dersiniz?

İYİ PARTİ yöneticilerinden birinin sahibi olduğu bir enerji holdingi çıktı…

*  *  *

İYİ PARTİ’nin ortalama %5’lik kesimi, farklı sektörlerde büyük hacimli işler yapmakta. Bu kesimin görece adaletli, hakkaniyet temelli, emeğe ve özgürlüğe değer veren bir iktidar değişikliğinden yana olmayacakları aşikârdır.

Bana göre bu kesimin çıkarları maalesef ki her türlü adalet arayışının, hakkaniyetin, ekolojik değerlerin, yurtsever duyguların ve hatta dini, milli, ahlaki değerlerin bile önünde gelmektedir. Zaten politika yapmalarının temel nedeni de budur.

Ha, diğer partilerin böyle değil midir? 

Çoğunlukla böyledir. Özellikle birinci önceliğine insanı, doğayı, özgürlüğü ve bölüşüm ilişkilerini koymayan çoğu parti için geçerlidir bu. 

İşte, İYİ PARTİ için kıyamet tam da bu noktada kopmuştur.

Kemal Kılıçdaroğlu’nun son zamanlarda, genel parti profilinin de önünde olarak, ödünsüz bir şekilde ülkeyi yağmalayanların yakasına yapışma, hesap sorma söylemleri; özellikle 418 milyar doların peşine düşeceği vurguları, kişisel olarak onun hedefe konulmasına sebep olması muhtemeldir. Özellikle yarınki olası bir cumhurbaşkanlığı döneminde, bu söylemlerin arkasında ve dik duracak olması ihtimali kimi çıkar çevrelerinin yanı sıra İYİ PARTİ’nin sermaye elitini ürkütmesi de doğal.

Durum o ki, bu partinin sermayedar siyasi eliti, zaten belli oranda iç içe olduğu %15’lik milliyetçi kadroların da desteğini alarak masayı dinamitlemiştir.

Sırada AKP'ye karşı görünerek milliyetçilik, devlet, bayrak, HDP, PKK soslarıyla, iyi niyet ve ülke geleceği dışında bir bagajı olmayan, partinin %80'lik temel kitlesini konsolide etmektir.

Bunu yapabilirler mi?

Eski MHP ne kadar yapabildiyse, yeni MHP de ondan daha azını yapar diye düşünüyorum.

*  *  *

Kurtlar sofrasında siyaset yapmak zor.

Şimdi gerçek yurtseverlik, ülkesine bağlılık, ortak bir geleceği düşünmek zamandır.

Şimdi adaletli, hakkaniyetli, eşitlikçi bir gelecek hayal etme zamanıdır.

Yıllardır harap olmuş, üstüne büyük bir deprem kıyameti yaşamış, enkaz altında bir ülkenin umudun peşinde koşma zamanıdır.

Hıyanetle, riyayla, gizli ajandalarla yürütülen siyaset arenasında şimdi birbirimize dokunmak, bir diğerimize sarılmak, yaralarımızı ortaklaşa sarmak zamanıdır.

Şimdi hesapsız, kitapsız, arka plansız, güzel insanların bir araya gelme zamanıdır.

Sözlerimizi ayrımsız, takiyesiz, hilesiz kurmak; önümüzdeki bu kurtlar sofrasında yan yana, kol kola, dayanışmayla yürümek zamanıdır.

Her şeyden önce şimdi iyilik zamanıdır.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/kurtlar-sofrasinda-siyaset,39015


2 Mart 2023 Perşembe

Ölüler mevsiminden insan manzaraları

Yusuf Nazım
T24 | 2 Mart 2023
 

Ölüler Mevsimi’ni yazmıştım geçen gün.

Zaman geçti, hayatlar ölerek çoğalmaya devam ettiler. Geride çığ gibi büyüyen acılar ve ölüler meviminden insan manzaraları kaldı.

Haberleri tararken gördüm, gazeteci Hayri Tunç yazmıştı.

Sıcağı sıcağına deprem bölgesine koşmuş; ateşi görmüş, ölümün soğuk nefesini duymuş, çaresizliğin kasvetli yüzüne tanık olmuştu.

Kendi deyişiyle, “naçizane notlar” almış, heybesine doldurmuştu.

Neler yoktu ki bu çıkında.

Derin ve dilsiz acılar vardı; keskin, bıçak yarası susuşlar, öfkeli çığlıklar…

Ölü evladının başında “deliren anneler vardı” diyor Hayri. “Diğer oğluyla beraber, ayağa kalkıp oynadığına” tanık olmuştu. “Oğluma yemek hazırlayayım; onu ben çıkarttım, temiz elbiseler getirdim” diye feryat eden bir kadın.

Hatay’da hava soğuk. Uğur Mumcu Meydanı buza kesmiş, ateş başında bebesini emziriyor bir kadın. Sırtında ince bir battaniye, aklında çocuğunun kaybolmuş geleceği. Sahi, incecik battaniye ısıtır mı bir annenin üşümüş hayallerini?

Sessiz bir ölüm suskunluğu var Hayri’nin çıkınında; enkaz altında hayatların sahipsizliği, bir kentin umarsız çırpınışları var.

Örneğin; her şeyini kaybetmiş bir kadının anıları. İki küçük çuvalıyla İzmir’e gitmek isteyen bir kadın. Araçlara almıyorlar onu; ağlıyor, yalvarıyor kadın; oradan oraya koşuyor, çırpınıyor kadın.

Fotoğraf: Hayri Tunç
Bir adamın cümle ömründen süzülmüş yaşanmışlıklarına tanık oluyor. Adam saatler sonra giriyor evinin yıkıntılarına. Altınını, parasını, gümüşünü değil; anne-babasının fotoğraflarını kurtarıyor enkazdan.

Kalbinde an be an büyüyen ağrı, yıkıntılar arasında sessizce dolaşıyor Hayri. Artarda sarsılıyor semtler, kesif bir toz bulutu yükseliyor mahallelerden, sanki boğuk boğuk can çekişiyor şehir.

Kaldırımda bir babayı görüyor. Önünde sıra sıra cesetler, kucağında bir bebek, ağzında biberon. Yanındakilere sorunca öğreniyor Hayri; “Anne göçük altında, onu bekliyor eşi.”

Bir şehrin çığlıkları doluyor Hayri’nin çıkınına; sessiz, derinden, acı acı çığlıklar…

Saatler geçiyor, bir türlü yardım gelmiyor mahallesine. Ölüme karşı yarıştalar. Elleriyle, tırnaklarıyla kazıyorlar enkazları. Yetişemiyorlar ölümün hızına,  cenazelerini çıkarıyorlar…

Bir kamyon kasasına yükleyerek, götürüp köylerine gömen insanlar görüyor Hayri. “Anlat” dediğinde, “Anlatsam geri gelecekler mi?” diye susan bir adam...

Fotoğraf: Hayri Tunç

Başka bir sokakta çadır önünde bir aile. Harap olmuş evlerine bakıyorlar uzaktan. Deprem sırasında, güçlükle atabilmişler kendilerini sokağa.

Çocuklar çizgi film istiyorlar çadırda. Durur mu, ağır hasarlı evine giriyor baba, kucakladığı gibi çıkarıyor televizyonu.

“Elektrikler yok ama…” diye soracak oluyor Hayri.

“Ne yapayım, çocuklarım üzülüyor, elimden gelen bu.” diye yanıtlıyor adam.

Bıçak açmayan ağızlar, konuşmayan diller, donuk bakışlar var Hayri’nin çıkınında.

Burası Elbistan, gece -25 derece. Enkazda soğuktan donarak ölenler var, bilin!” diye notunu düşüyor Hayri. Bir ‘kader planına” bağlı olarak bir gecede donarak ölüyor insanlar. Üstelik “Gönüllü çalışmaları engelleniyorken.”

Fotoğraf: Hayri Tunç
Adımları, viran olmuş sokaklarda, kırık dökük insanların arasında dolaşıyor, bir şehrin iç çekişlerini duyuyor Hayri.

Yaşlı bir adamı görüyor. Evi, bir ömrün bir anda çökmesi gibi yıkılmış bir yanına. Şimdi bir çadırda kalıyor. Bir canı enkazın altında. Oğlunun ısrarlı çağırışları beyhude. Beton yığınları arasında bırakıp gitmek istemiyor köpeğini.

Daha neler yok ki Hayri’nin çıkınında. Yuvalarını arayan çaresiz çırpınışları kuşların, parça parça beton yığınları karşısında şaşkın, şok olmuş bakışları çocukların, ince mi ince yüreklere işleyen bir hüzün var Hayri’nin çıkınında.

Gazeteci olduğunu anlayıp gecenin bir yarısında Hayri’yi durduran yirmi yaşında bir genç var örneğin. “Yıkılan binaları gösterip, bütün arkadaşlarım öldü, ben şimdi ne yapacağım?” diye sarılıp ağlayan henüz baharında bir ömrün gözyaşları var.

15 yaşındaki bir kız var. Sınıf arkadaşları ve öğretmeni artık yaşamıyor. Elinde fotoğraflar, arkadaşlarıyla çekilmiş eski hatıralar; bakıp bakıp ağlıyor. Ailesi çaresiz, gönüllü hekimlere götürme çabasındalar.

Öyle çok şey var ki Hayri’nin çıkınında…

Zöhre Abla’nın karıncayı incitmeyen yufka yüreği var. Bir de, nicedir beynine musallat olmuş habis bir tümör! Eşiyle oğlunun ısrarları nafile, inatla enkazı terk etmiyor Zöhre. “Neden gitmedin?” diye soruyor Hayri. “Altı tavuğum var, onların vebalini alamam.” diye yanıtlıyor.

Viran bir şehrin sokaklarında dolaşmaya devam ediyor Hayri.

İşte, bir kadın daha, bir ana olmalı. Erzak götürmüşler ona, çokça yardım malzemesi. ‘

Fotoğraf: Hayri Tunç
Oğlum bize çok bunlar, iki kişiyiz’ diyor, elindeki sebze kasasını iade etme telaşında.

Kuşlar nasıl da ürkek uçuyor, yıkılmış bu kentin semalarında. Önünde yarısı çökmüş bir bina. Enkaza dönüp başını kaldırıyor Hayri. Derin ve sahipsiz acılar saklıyor çıkınında. Elinde fotoğraf makinesi, göğsünde peyderpey büyüyen bir yara.

Depremzede bir aileye yaklaşıyor:

“Onları çektiğimi sandılar depremzedeler. Bağırıp çağırdılar, küfür ettiler.” diye yazıyor; “Özür dileyip kendilerini çekmediğimi söyledim.” Ne de olsa acıları büyük.

Ertesi gün onları gördüğünde yanlarına gidiyor. “Beni tanıdılar.” diyor Hayri, “Özür dilemeye kalktı biri. Sigara uzattım, artık bir ailesi yoktu.” diye ekliyor.

Bir de gönüllülerin çalışmalarına tanık oluyor Hayri.

Tam on beş eve girdiklerini, hep cenaze çıkardıklarını söylüyor bir madenci. Avurtları çökmüş, gözleri çukurda, siyahi. Şefinden izin alıp canlı çıkan bölgeye gitmek, hiç değil, işe yaradığını hissetmek istiyor…

Depremzedeler için yapılan yemeklere dokunmayan; aç kalan, bisküvi yiyen gönüllüleri görüyor Hayri.  

Günlerce aç karnına, uyumadan enkazlarda arama yapan inşaat işçilerini; geri döndüklerinde bir bardak çay içip sessizce bir köşeye çekilişlerini izliyor…

Saatler boyu enkazda canlı arayıp, çıkardıktan sonra verdiği bir sigara içimlik moladan, daha sigarasının yarılamadan başka bir binadan gelen sese yetişmek için koşan itfaiye erlerini...

*  *  *

 Hayri döndü.

 Göğsünde ağrısı, sırtında dünya yükü bir çıkınla döndü.

 Şimdi ülkem bir kez daha kırgın, ölüler mevsimi.

Üşümüş bedenleriyle sokuluyor şehirler birbirine, yaralı yüzleriyle bakışıyor çocuklar, gözlerinde bıçak kesiği acıları.

Dokunsam, azalır mı?

Tutsam bir yerinden, kalkabilir mi?

El versem, sarabilir mi kanayan yerlerini?

Kalbim, şimdi bir kez daha paramparça, neden dinmek bilmiyor çırpınışları?

Ruhumda şehir şehir dolaşan bir acı. Enkaz altında şehirler, paramparça hayatlar, ölülerin her dilden feryatları.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/oluler-mevsiminden-insan-manzaralari,38946

Not: Deprem bölgesindeki notlarını paylaştığı için gazeteci Hayri Tunç’a teşekkürlerimle.