MUSTAFA SÜTLAŞ
Bianet, 10 Kasım 2012, Cumartesi
yusuf nazım'ın hikâye kitabı "kızak" okuyan herkesin kendi yaşamıyla koşutluk kuracağı olayları anlatıyor...
hikâyelerle ve hikâyelerde yaşıyoruz. hikâyeler düşünüyoruz, hikâyeler uyduruyoruz, hikâyeler anlatıyoruz. hikâyeler dinliyoruz.
hepsinden hiçbir zaman herkesin haberi olmuyor. çok azını da hikâyeleri yaşayanlar ya da düşünenlerden başka bir de "okuyanlar" biliyor!
hikâyeler yaşamı var eden ve yaşamı sürdüren unsurlar.
her şeyin hikâyesi olabiliyor; bir yerin, bir olayın, canlı cansız, anlatıcının ya da yaşayanların evrenindeki, hatta evrenlerinin dışında, hayallerindeki yer alan her şeyin bir hikâyesi var.
her hikâyede değişmeyen unsur ise insan! eğer hikâyede anlatılan olayların içinde insanlar yoksa bu kez anlatıcı kimliğiyle o hikâyenin içinde kendi varlığını ekleyerek varoluyor. Şurası kesin ki insansız hikâye olmuyor.
kimileri gördüğü, yaşadığı her şeyde, her yerde, her olayda bir hikâye buluyor ve onu anlatıyor. kimileri ise önlerinde duran hikâyeye gözünü kapatıp arkasını dönüyor.
ne kadar çok hikâye bilirsek, o kadar çok şey öğreniyor, o kadar çok "ders" almış oluyoruz. zaman zaman "keşke bütün okullarda bütün dersler hikâyelerle anlatılsaydı" derim.
her derste bir hikâye öğrenseydik.
yalnız edebiyat, tarih, coğrafya gibi "sosyal" (ne demekse!) derslerde değil, fizik, kimya, matematik gibi derslerde de...
"sıfır"ın hikâyesini kaç kişi biliyor sizce. o yüzden 'sıfır'ın anlamı gerçek yaşamımızda ne kadar bilincimize çıkmış durumda, biliyor muyuz?
sahi "sıfır"ın hikâyesi ne?
peki ya "bir"in? örneğin "34" diyince kafanızda nasıl bir hikâye canlanıyor bir düşünün!
yaşamımızı o hikâyelerle geliştiriyor, dönüştürüyoruz, geleceğe de onlarla bırakıyoruz.
biz gidiyoruz ama geleceğe eğer kalırsa bir tek o hikâyeler kalıyor; o da eğer bir anlatıcı, aktarıcısı bulunursa... peki o "anlatıcılar"ın kendi hikâyelerini biliyor musunuz?
hikâyeciler, anlatıcılar
çok az insan bunları başkalarının da keyif alacağı ve merak edeceği bir şekilde anlatabiliyor, ya da yazabiliyor. hele içine biraz mizah, biraz felsefe, biraz duygu, biraz merak katabilirlerse, o zaman onlara "hikâyeci" diyoruz.edebiyatın ana dallarından birisi de hikâye.
dünya üzerinde ve bu coğrafyada bilinir, tanınır çok hikâyeci var.
o hikâyeciler başta olmak üzere, çok bilinip tanınmayan insanların da yazdıklarıyla oluşmuş çok fazla hikâye kitabı var. o kitapların hepsini okumak olanaklı değil. o kitapların her birini yazarından ve yayıncısından başka kaç kişi okumuştur bunu da bilmek mümkün değil.
bir arkadaşım var, çok kitap okur ama hiç hikâye okumayı sevmez. hepsi "yalan" der.
bir başka arkadaşım var. her gördüğünde bir hikâye bulmaya çalışır, bulamayınca da uydurur. o kadar çok hikâye bilmesine, anlatmasına karşın, hatta yazacağını söylemesine karşın kağıda dökülmüş tek bir hikâyesi yoktur.
hikâyeler yazılmayınca, herhangi bir yolla birilerine anlatılmayınca, o anlatanlar da başkalarına aktarmayınca kaybolur, unutulur. hikâyelerinizi yazmasanız da anlatıyor musunuz birilerine?
kaybolmuş her hikâye insanoğlunun tarihinde bir daha bilinemeyecek bir eksiklik demektir.
bazı hikâyelerin de bilinmesi istenmez. birileri "kaybolsun", "unutulsun" ister ve çeşitli yol ve yöntemlerle karartılmasına çalışır; hatta sıklıkla da başarılı olunur ve karartılır o hikâyeler. bunu da en çok hikâye anlatıcıların yardımıyla, örneğin medya aracılığıyla yapar.
çünkü o hikâyeleri merak eden insanlar çoğaldığında birileri hesap sormaya başlar.
biliyorum genel anlamda ifade ettiğim bu düşüncelere, somut örnekler bekliyorsunuz. yazmayacağım; çevrenize bakın göreceksiniz onları.
adeta hikâyeler içinde yüzüyoruz yaşamımızın her anında. hele hele şu sıralarda
yazılmamış, okunmamış hikâyeler
ben hikâye okumayı severim. hikâyeleri merak ederim. araştırmaya bulmaya çalışırım.
bu yaz yaptığım karadeniz ve doğu anadolu gezisinde yine her zaman olduğu gibi çok hikâye duydum, gördüm, fark ettim. çoğu yazılacak kadar netti ama ben dahil yazan, anlatan kimse yoktu.
en çok eski mekanlarda sorun yaşadım. insanların yaşadığı kaleler, anıtlar, ibadet yerlerine dair pek çok bilgi vardı. ama o bilgilerin içinde oraları, yaratan, yapan, yaşayan ve yok eden insanların hikâyeleri yoktu çünkü. onların sadece birer taş, kaya, çimento, demir, tahta vb. maddi unsurları size bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, eğer görebilirseniz, ama o anda içinde yaşayan kimse olmadığı için "insan hikâyeleri" yoktu oralarda. oralarda daha öncesinde yaşayan o insanların da hikâyelerini anlatan da kimse yoktu. sanki onlar gökyüzünden oraya o şekilde düşmüş "gök taşları"ydı.
bu duyguyu en çok yaşadığım yerlerden birisi "ani harabeleri" oldu.
ama o kadar yoğun bir şekilde olmasa da bu tür hemen her yerde yaşadım aynı duyguyu.
bir yeri yok etmenin yollarından birisi de onların hikâyelerini yazmamak, eğer yazılmışsa yok etmek, unutturmaktır bence!
işte o zaman insanlar, topluluklar, hatta toplumlar "gerçek soykırım"lara uğruyorlar.
bu duyguyu yaşamım boyunca hep yaşadım.
hikâyelere olan merakım bu yüzden. onları öğrenmek, yapabiliyorsam yazmak!
o yüzden okuduğum her üç kitaptan birisi neredeyse "hikâye kitabı". ben buluyorum, ama sanırım huyumu biliyorlar, hikâyeler ve hikâye kitapları da beni buluyor.
yusuf nazım ve "kızak"
hikâye kitabına "yusuf nazım" adını koyan yakup sayın'ı sevgili coşkun özdemir hoca'nın kurup, hastalarıyla birlikte var ettiği "kas hastalıkları derneği"nden tanıyorum. o bir elektrik mühendisi. onunla asıl tanışıklığım o ve onun gibilere yönelik olarak, hepimizin en azından aldırış ve itiraz etmeyerek verdiği katkı yüzünden yaratılmış "fiziksel engellere" karşın varolduğu toplumsal mücadele içinde oldu. toplumsal yaşamın zorluklarına karşın direncinden, çalışma azminden ve bulunduğu her yerde yarattığı "birlikte davranma" tavrından hep etkilendiğim, inançlı, dirençli bir "aktivist"ti!
doğrusu zaman zaman onun hikâyesini merak etmekle birlikte "hikâyeciliği"den haberim yoktu. sokakta başlayan "merhabamız" sosyal ağlar üzerinden sürekli bir iletişim ve birbirinden haberdar olmamızı sağladı. "kızak" adlı hikâye kitabından da bu yolla haberim oldu. yayınlanmış bir hikâye kitabı olduğunu duyduktan sonra da ilk fırsatta bulup, aldım. kitaba da adını veren ilk hikâyeyi hemen okudum. okurken yıllar öncesine gittim. sanki bir yerlerden beni izlemiş, yaşadığım kimi olayları, hissettiklerimi değişik bölümler halinde bu 'hikâye'nin içine yerleştirmişti.
sevindim; "benzer yaşantılar demek çok daha fazla hikâye ediliyor" diye düşündüm. okuduğum bazı hikâyelerin bir yerinde bu duygu beni yakalar. Orada yazılanların aynısını ya kendimde, veya bildiğim duyduğum bir başka olayda, yerde kişide görürüm, ya da oradan çıkarak başka bir yaşanmışlığa bağlarım orada yazılanları.
öykünün bir boyutu da budur sanırım: "benzerlik, koşutluk ve devamlılık!"
yaşam ve hikâyeler
"tanrıların, topraklarına yüzyıllar boyunca acıyı, nefreti ve kini zerk ettikleri bu coğrafyada hayat, gizemli bir yolculuk gibi serüvenden serüvene akıp gidiyordu. dehşetengiz bir şekilde önüne çıkan her şey yakıp yıkarak ilerlerken bile hayat, gerçek anlamını büyük olanın gösterişli dünyasından değil, küçük ve önemsiz görünen esrarengiz ayrıntılarından alıyordu..." (sessizdi oranın çığlıkları)
yusuf nazım 128 sayfalık kitabında "on" hikâye anlatmış, onu merak edip alıp, okuyanlara.
bu on hikâyenin başına da çoğu yukarıda örneklediği gibi tek paragraflık girişler yapmış.
hemen tümü o ardından gelen hikâyeyi açımlayan belki de içinden çıkarılması gereken dersi ortaya koyan düşünceler bunlar.
hikâyeciler genellikle hikâyeden çıkarılması gereken dersi hikâyenin sonuna, çoğu zaman da dolaylı biçimde yazarlar. hikâyelerinin içinde kendi duygu düşüncelerini de belirttikleri olur. bir giriş cümlesi, ya da başına bir savsöz yazdıkları da. ama her hikâyenin önünden böylesi bir yaşama dair bir felsefi ya da kuramsal giriş bölümü yazan sanırım çok azdır.
"kızak" kitabını okurken buradan çıkarak bir başka durumu da fark ettim: bir fotoğrafçının objektifini çevirdiği yerdeki bakış açısı aslında onun yorumudur ve bakana baktığından önce o bakış açısını gösterir. hikâyelerden de her okuyan farklı anlamlar, sonuçlar çıkarır. bu okuyanın özgürlüğüdür. ama bir de yazanın göstermek istediği şeyi fark etmek, onun gibi bakmak, onun gördüğünü görmeye çalışmak, düşünce sistematiğini ona göre oluşturmak ve başka bir yerden, başka biçimde bakmak gerekir.
işte yusuf nazım'ın o girişleri, başta insana sanki yazar tarafından yönlendiriliyormuş gibi gelen ama sonrasında onun anlattığını gördüğünde "iyi ki de yapmış" dedirten böyle bölümler. onlardan yola çıkarak başka hikâyeleri okudum. bunun da yaşamın devamlılığını ve insanların yaşamlarının birbirleriyle kesişme noktalarını çoğalttığını fark ettim.
kızak, koko, düğme, torba ve diğerleri
"kızak" adlı öyküde kendi yaşamımdaki kimi olaylara dair bulduğum koşutluğun benzerlerinin diğer öykülerde de farklı boyutlarda ortaya çıktığını söyleyebilirim. kendim yaşamasam bile "ben bu anlatılan olayı" ya da "buradaki insanı" biliyorum dedirten hikâyelerdi bunlar.örneğin kitabı okuyanların çoğu "koko"nun kahramanını tanıdığını, bildiğin ya da duyduğunu söyleyebilir. sonucunda ne kadar büyük bedel öderse ödesin, yaşayacağı sıkıntı ve olumsuzluk ne olursa olsun, haksızlığa "her durumda ve koşulda", bazen kaybedeceğini bile bile karşı koyma cesaretini gösteren ve yaşamı boyunca bunu yapan herkes orada anlatılan "koko"dur bence. şu ya da bu nedenle öyle yapamayanların da çevrelerinde bir "koko" mutlaka vardır.
bir gömlek düğmesinin insan yaşamındaki anlam ve önemine dair yazılmış "düğme" adlı hikâye, insanların kendi yaşamlarında bazen çok değerli olmasına karşın bir kenara attıklarını fark ettiren çok anlamlı bir öykü.
içi ölmüş bir insanın kanlı giysileri ile dolu üç plastik torbanın olduğu yerden kaldırılması gibi çok basit ve gündelik bir olayı anlatan "torba" öyküsü, hem insanı hem de toplumdaki sınıfsal ilişkileri ortaya koyan çok anlamlı bir "siyaset" dersi veriyor okuyana. onu fark ettikten sonra her olayda aldığınız tutumun sizin toplumun neresinde olduğunuzu ortaya koyan bir turnusol kağıdı olduğunu fark ediyorsunuz.
yusuf nazım'ın hikâyelerinin her biri aynı zamanda "politik" hikâyeler. "bu iş yerinde grev var", "yağmur saçlı gece", "sessizdi oranın çığlıkları" ve "çıplak"ta olduğu gibi çoğunda anlatılan olaylar da "politik" ama onları politik yapan bence "yaşama"nın zaten politik eylem olması.
ben yine de "kitaba adını veren hikâye kadar "pirinç" adlı hikâyeyi daha çok sevdim. çünkü onlar insanın doğayla olan savaşının aslında kendisiyle olan savaşı olduğunu anlatan hikâyeler. insanın sınırları ve boyutlarının uzandığı yerleri görmek ise gerçekten çok önemli yaşam dersleri arasında.
sonrası da olmalı!
"kızak"ta anlatılanlar gerçekten çok iyi hikâyeler. sevgili arkadaşım erdoğan aydın'ın ve cezmi ersöz'ün kitabın arkasına yazdıklarını yinelemek gereksiz.
yusuf nazım yazdığı hikâyelerde siyasi ve sınıfsal boyutu doğa ve insanı anlattığı ayrıntılarla iyice iç içe yedirmiş. hikâyeleri yalnızca bir durumu ya da olayı anlatmıyor, sonrasında nelerin olacağına dair kattığı merak unsuru ve şaşırtıcı sonlarıyla da keyifle okunuyor.
büyük keyif alarak okuduğum ilk hikâyeler çocukluğumda ilk kez radyoda dinlediğim o'henry hikâyeleriydi. bir tiyatro oyunu gibi canlandırılarak anlatılırdı.
yusuf nazım'ın "kızak" kitabını okurken o hikâyeler aklıma geldi. onlardan farklı yanı bazılarının uzunluğuydu. her hikâyeyi keyifle okumama karşın zaman zaman "keşke biraz daha kısa olabilselerdi" dediğim de oldu. çünkü hikâyenin hası, akılda kalanı ve aktarılanı her zaman kısa olanıdır. uzun olanlarında birden çok hikâye vardı aslında, kim bilir belki yusuf nazım sonrasında onlardaki diğer hikâyeleri de ortaya çıkarır ve bizlerle buluşturur.
tüm hikâyeleri yazmak anlatmak olanaksız; ama yazılanları ve okunanları çoğaltmak elimizde. onlar yaşayanlara, bilenlere, fark edenlere böyle bir görev yüklüyor.
herkesin ama en çok da yusuf nazım'ın "daha çok yazmasını bekliyoruz" diyerek bitirelim. (ms/as)
* kızak (öykü), yusuf nazım (yakup sayın), evrensel basım yayın: 499, ağustos 2012, istanbul, 128 sayfa.
www.bianet.org/biamag/kitap--2/141971-hikayeler-uzerine
Merhaba güzel yürekli dost.
YanıtlaSilKızak'ı okudum. Öyle bir solukta değil,usul usul,durarak,anılara gidip gelerek.Hangi birini anlatabilirim ki,her birinde kendimden bir şeyler bulduğum,içimin en derininde hissettiğim terk edilmişlik, acı,çaresizlik ve de insana dair bin bir türlü duygu.
Tüm hikayeler çok derin ,çok şey anlatan hikayeler.Beni en çok Çıplak çarptı,tanık olduğu şeyin dehşetini o kadar içinde hissetmesi ve sanırım en çok ta çıkıp gittiğinde o dehşeti beraberinde götürmesi,unutmaması,unutamaması...
Okuduğum bir yazı,13 yaşındaki bir çocuğun annesinin gözleri önünde yalınayak,sürüklenerek götürülmesini anlatan bir yazı ve... sonrasında tarifsiz işkencelere dayanamayan,incecik bir dalın kırılması gibi cansız bedeni soğuk,kirli ve kanlı betonun üzerinde upuzun yatan 13 yaşında bir çocuk.Neden bu kadar ağlıyorum,içim yanıyor...Neden hiç bir kötülüğe, hiç bir haksızlığa bire bir neden olmamışken kendimi suçlu hissediyorum.Neden bazen karanlıkta kalmış ve el yordamıyla yürümeye çalışır gibi yaşamaya çalışıyorum.Neden ağır bir yük taşıyormuşçasına kan ter içinde ayakta kalmaya çabalıyorum bazen...
O lanet olası ilk tohum nasıl hayat buldu kendine? Nefretin,ölümün,karanlığın o ilk tohumunu kim,kimler ekti yer yüzüne ve nasıl serpilip gelişti gün geçtikçe?
Biri bana anlatsın...
Zenda Ru
YanıtlaSilSevgili Zenda (Diren Alaz),
YanıtlaSilO lanet olası "ilk tohum" insanoğlu'nun aklını kullanmaya başlamasıyla birlikte düştü toprağa. Sonra ağır ağır serpildi, büyüdü, gelişti... Ve nihayetinden toprağın bağrında büyüyen kötülük ağacının "sahiplenme", "üstün olma" ve "egemen kılma" şeklinde vücud bulan meyveleri isanoğlunun kendisini de kemirmeye başladı. Bir şair bunu gördü ve dedi ki;
"kendi kendimizle yarışmadayız gülüm,
ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz,
ya da dünyamıza inecek ölüm"
İçli ve derin duygularınız için teşekkürler.
Öykü gibi hayatlarda kalın.