21 Aralık 2012 Cuma

Şimdi güzel kitaplar okumanın tam zamanıdır

Yusuf Nazım
Evrensel/14 Aralık 2012
 

Bir kent, içinde yaşanacaksa eğer..

Mevsim sonbahar. Bir kitap fuarı daha geçti İstanbul’dan. 31. kez merhaba dedi kitaplar İstanbul’a, 31.kez hoş geldin dedi İstanbul kitaplara.

17-25 Kasım tarihleri arasında kitaplar gibi açtı İstanbul. Asya’dan Avrupa’ya, kitaba doymak için koştu İstanbul. Mola vermeden çalıştı rotatifler. İşçilerin, yorgun ama sabırlı ellerinde hiç durmayacakmış gibi döndü merdaneler. Topkapı ve Merter soluk soluğa kaldı. Beylikdüzü TÜYAP’ta matbaa ve mürekkep kokusuyla buluştu kalabalıklar.

620  yayınevi ve sivil toplum örgütü, 40 ülke, 25 yabancı yazar.. Dokuz günde 250 kültür etkinliği ile sona erdi İstanbul Kitap Fuarı..

/*
Bu kentin cahilleriyiz biz!

“Japonların %14 ü sürekli kitap okuyor; ABD’nin %12 si , Almanya’nın %11 i, İngiltere’nin %11 i… Türkiye’nin ise %0.01 i kitap okumakta…”

Cehalet bulaşıyor üstümüze! Uzun sivri kargılarıyla, cüretle göğe saplanıyor yeni yapılar. Her gün biraz daha çiziliyor silueti İstanbul’un. Elimizde, pare pare olmuş eski bir kent kalıntısı. İnsanlar akıyor sokaklarından; Şişli’den, Aksaray’dan, Gazi Mahallesi’nden, Esenyurt’tan; İstanbul’un bütün semtlerinden; otobüsler, binek otomobiller, metrobüsler akıyor… Serin bir rüzgar akıyor Gürpınar’ın sırtlarından…

Hava, her fuar dönemindeki gibi tatlı sert. Sonbaharın, kışa açılmaya hazır kapısı; ekşi serin yüzü karşılıyor gelenleri. TÜYAP fuar alanının yazar ve yayınevlerine ayrılmış büyükçe otoparkı, etrafı çevrili, kapatılmış! Soğuk beton duvarlarıyla, bir ucube daha yükseliyor oracıkta, bir gökdelen daha çiziyor gökyüzünü İstanbul’un.

Yayınevleriyle söyleşiler yapıyorum. Orta büyüklükte bir standın kira bedeli, 8.000 TL, stant tasarım ve montaj bedeli 3.000-4.000 TL, toplam 12.000-13.000 TL’ye varan bir maliyet!.. Genellikle, kitap satışlarının ucu ucuna maliyeti karşıladığı bir sonuçla çıkılıyor fuardan. Yayınevi için kazanç hanesine yazılacak sadece “tanıtım” kalıyor geriye...

Biraz da insan kokmalı sokaklar…

Fuarda dolaşıyorum; kimi bakıp, uzaktan seyreyleyerek, kimi bir eliyle bebek arabasını iteleyerek sokuluyor kitaplara; kimi yaşlı, orta yaşlı, çoğu genç; kimi çocuk, öğrenci ya da delikanlı, kimi aşık... Koridorları cıvıl cıvıl kalabalık. Stantlar rengarenk, dolu
bakınca gözleri kamaşıyor insanın; popüler edebiyat eserleri, aşk romanları, emek öyküleri; şiir, inceleme ve araştırma kitapları; gezi ve seyahat rehberleri, felsefe ve estetik, sanat ve kültür; edebiyatın ustaları, yeni çıkanlar, çok satanlar, İstanbul’un semt semt hikayeleri; renk renk, boy boy çocuk kitapları, masallar…

Doğru ya, biraz da insan kokmalı ama kitaplar! Biraz insana dokunmalı, insana sokulmalı kitaplar. Dokununca kitap kokmalı insanların, elleri, parmakları…

“Toplam nüfusu 7 milyon olan Azerbaycan'da her kitabın ortalama tirajı 100.000… Türkiye'de ise kitaplar ancak 2-3 bin civarında basılıyor…”

“Bütün stantlar ücretsiz olmalı!” Evet, böyle diyorum, söyleştiğim yayınevi sahibine. Gülümseyerek bakıyor bana. Gözlerimde gülümseyen bir ışık, kalbimde gizli bir hınzırlık; “belki de yerel yönetimler karşılamalı stant bedellerini” diye karşılık veriyorum ona.. Hızımı alamıyor; “aslında bütün kitaplar bedelsiz olmalı!” diyorum…

Bilgi’den bahsediyoruz,  kültür ve aydınlanma’dan…  Üç satır bilgi sence kaç para eder? Biraz kültür verir misiniz lütfen? Şu kadar aydınlanma neye bedel? Çağımız bilgi çağı!, biraz aydınlanabildik mi dersiniz?

Parayla alınıp satılan metaya dönüşmüş bilgi. Nasıl da sahtekârlık kokusu alıyor burnum! Ne hava bedava, ne su bedava, ne ekmek bedava der gibi; ne şiir okumak bedava, ne öykü kitapları okumak, ne roman okumak bedava… Alışmışız, her satırı parayla yaşanıyor hayatların.

“61 Milyonluk İngiltere’de The Sun gazetesinin tirajı 2,4 milyon! 73 Milyonluk ülkemizde ise basılan gazetelerin toplam sayısı 4,6 Milyon.. Japonya’daki tek bir gazetenin satış rakamı ise 14 Milyon…”

Daha çok insan kokmalı kitaplar…

TÜYAP’ta, benim de Kızak adlı öykü kitabımın imza günü vardı. İlkine göre, ikinci etkinlik daha yoğun, daha kalabalıktı. Kitap dostları çoktu, süre bitti, kalabalık devam etti, stanttan ayrılamadım. Kitapseverlerle buluşmak güzeldi. Okurlarla bir arada olmak, kitaplar üzerine söyleşmek; sanattan, kültürden, edebiyattan konuşmak…

Kimi eşiyle gelmişti, kimi arkadaşı, kimi sevgilisiyle... Çocukların, minicik parmakları dokundu sayfalarına kitapların. Stantların üzerinde, öğrenmeye aç gözleri dolaştı işçilerin, emekçi elleriyle devşirdiler sayfaları.. Sırt çantalı üniversite öğrencileri, tutkuyla okşadılar kapaklarını, satın alamadıkları kalın ciltli kitapların. Genç sevgililer, armağan etmek için bir birlerine, aşka ve sevdaya dair sözler aradılar kitapların arka kapak sayfalarında…

Kararsız, küskün bir çocuk gibiydi güneş. Bir saklandı, bir göründü ardında bulutların. İki hafta çabuk geçti. Kitaba doyamadı Beylikdüzü’nde İstanbul; romana, öyküye, şiire ve edebiyata… Kitap ve mürekkep kokusunda doyamadı İstanbul’un bilgiye aç insanları...

“Yılda ortalama bir  Japon 25 kitap okuyor; bir İsviçreli 10, bir Fransız 7 kitap… Türkiye’de ise 6 kişiye yalnızca 1 kitap düşüyor!”

Yani, benim ülkem böylesine okumaktan yoksun, benim ülkemin işte böylesine öğrenmeye aç, benim ülkem daha çok romana, daha çok şiire, daha çok öyküye muhtaç!

Umut, her daim yoksulun ekmeği; yalnızca yoksulun değil, yoksunun ekmeği; umut toprak kadar, su kadar, hava kadar vazgeçilmez. Ve umut hala cesaretin koynunda, sabırla ve inatla büyüyor; hırçın bir çocuk yüzü gibi heyecanlı.

/*
Sonbahar, en son demlerini de bırakarak şehrin üzerinden giderek daha bir soluklaşıyor. Bir deniz açıyor içimde, bir martı uzaklaşıyor, bir tüy düşüyor kanadından. Bir şimşek yalıyor yüreğimi, heceleri hayat kokan katar katar sözcükler geçiyor aklımın kıyısından;

foto : Murat Özgencigör
Bir kent içinde yaşanacaksa eğer, biraz da insan kokmalı sokakları!

İnsan kokmazsa sokakları, o kente nasıl dayanılır!.. Satılıyor da olsa bilginin her satırı haraç mezat, yine de bilgiyi piyasaya düşürene inat; şimdi güzel şeyler düşünmek zamanıdır. Köpüklü dalgaların koynunda, belki de bir Şirket-i Hayriye vapurunda, dudaklarında o mahur besteyle, biraz uzaklaşmak zamanıdır. Altında cam göbeği yeşil suları Boğazın, üstünde atlas bir halıya benzeyen gökyüzü ve kanatları dalga dalga martıları düşünmek zamandır; Yeniköy’den vira diyen balıkçı teknelerini, eski Cibali’yi, Galata’yı, Kız Kulesi’ni; Sarayburnu’ndan Karaköy’e çakılır gibi uçan martıların gözüyle seyretmek zamanıdır.

Düşünsek, saklımızda, hayal ötesi kim bilir daha neler vardır; Emirgan’da mola vermek, Pierloti’de kahve içmek, usumuzda aykırı düşler, bilgiyi pazardan kurtarmak hayali. İşte şimdi, güzel kitaplar okumanın tam zamanıdır…

Yusuf Nazım

http://www.evrensel.net/news.php?id=43664

11 Aralık 2012 Salı

İçinden hayat geçen yolculuklar

İbrahim Ekinci
Dünya Kitap Eki, Aralık 2012
KIZAK /İçinden hayat geçen yolculuklar

       Kızak, farklı gazete ve edebiyat dergilerinde deneme yazıları çıkan Yusuf Nazım’ın Evrensel Basım Yayın’dan çıkan ilk öykü kitabı. Sunuş metnini, Adnan Özyalçıner, arka kapak yazılarını da Cezmi Ersöz ile Erdoğan Aydın’ın yazmış olduğu Kızak, dokuz öyküden oluşan bir kitap.



       Yazar, sonbahar hüznündeki anıların dehlizlerinden geçirerek, çoğu zaman bahar tazeliğinde bir umutla noktalanan yolculuklara götürüyor okuyucuyu. Kızağıyla çıktığı bu yolculuğun ilk durağında, okuyucuyu satırların içine bir mıknatıs gibi çeken, bir şekilde kendi çocukluğundan da bir şeyler yaşamasına neden olan ve adını kitaba veren bir öyküyle çıkıyor karşımıza.


       Güneyin uçsuz bucaksız pamuk ovalarında, yer fıstığı tarlalarında, portakal bahçelerinde yaşanan bir çocukluktan; karın, kışın ve zemherinin eksik olmadığı bir coğrafyaya dönüş… Zemheride, bir mart gecesinde, içinde leğen dolusu çamaşırların yıkanmış olduğu bir odanın, sıcak ve sabun kokulu buğuları arasında kaybolan hayaller... Pek de uğurlu gelmeyecek olan ayazın ve zemherinin topraklarında yarım kalan bir çocukluk. Nesneler dünyasının yokluk ve yoksunluk içerisindeki insan hayatında edindiği yer ve buna karşılık, cefayla, göz nuruyla ve çilekeş bir emekle yaratılmış değerlerin çocuk dünyasındaki karşılığı. Bu karşılığın, satırlar sona ererken okuyucuyu göğsünde koca bir düğümle baş başa bırakan duygu dolu hikâyesi.

       Kızak’ın çıktığı yolculuğun bir diğer durağı “Koko”… Topraklarının, kendilerine haram edildiği bir coğrafyadan koparak, büyük kentin varoşlarına sığınan hayatların sarsıcı ve sıra dışı hikayesi anlatılıyor “Koko” adlı öyküde. Sıvasız evlerinin kırmızıdan kahverengiye bir renk cümbüşü oluşturduğu, sokaklarında yoksulluğun beni gör dediği kenar mahallelerin 1980 sonrası yıllarının hikâyesi. 12 Eylül 1980 darbesi sonrası toplumsal muhalefetin bastırılması, siyasal özgürlüklerin yok edilmesi, toplumun geleceğe olan inancını yitirmesi, kaybolan umutlar… Doğuda yaşanan bir kimlik savaşı, boşaltılan köyler, işlenen cinayetler, köklerinden koparak savrulan hayatlar; sürgün ve göç yılları… Toplumsal hareketlerin cunta yıllarından sonra yeniden siyasalaşmaya ve güç bulmaya çalıştığı bir dönem… Tüm bunlar Koko’nun arka planının öğeleri.

       Sözcüklerin “k” ile başlayanlarıyla arası hiç iyi olmayan yufka yürekli Koko’nun,
kışın soğuk ve yağmurlu günleriyle, akşam üstlerinin vazgeçilmez durağı olan bir varoş kahvehanesinden başlayan ve eskimiş yüzleri, dökülmüş sıvaları, solmuş badanalarıyla evlerin utangaç utangaç dizildiği daracık bir sokakta sinsi bir ölümün eliyle sona eren hüzün dolu hikayesi.

       Gerçekte yaşamış mıydı Koko? Böyle biri var mıydı? Öyküyü bitirdiğinizde ilk soru bu oluyor. Son on yılların Türkiye’sinin toplumsal gerçekliğini yakından tanıyanların bu soruya “evet” diyesi geliyor.

       Kızak’la koyulduğumuz yolculuk, “Yağmur Saçlı Gece” de geçen bir öyküyle devam ediyor. Okurken, belleğimizin sisler ülkesinde kalmış perdesi yavaş yavaş aralanıyor. Satırlar, 1990’lı yılların yargısız infazlarından bir tanesine sürüklüyor okuyucuyu. Yıllar öncesinde, anılar dehlizinde kalmış bir gecenin kandan, acıdan ve ihanetten ibaret yüzünün, bir çocuğun dehşetle büyümüş cam küresi gözlerine püsküren ifadesiyle tanıyoruz ölümü. “Yağmur Saçlı Gece” adlı öykünün şiir gibi akışı ayrı bir okuma tadı kazandırıyor öyküye.

       Ülkemizin son çeyrek yüzyıla damgasını vuran Kürt coğrafyasındaki alt üst oluşun fotoğraflarını da görmek mümkün Kızak’ta; yaklaşık otuz yıldır süren bir savaşa ilişkin yaşadığımız toplumsal travmanın öyküleri, “Sessizdi Oranın Çığlıkları”, “Pirinç” ve “Çıplak” öyküleriyle okuyucuya ulaşmakta.

       Yazar için temel olan hayatın yol göstericiliği, “Torba”, “Düğme” ve “Bu işyerinde grev var” adlı öykülerde daha belirgin olarak gözüküyor. Gizemli anlamını çok küçük şeylere borçlu bir hayatın esrarlı tanıklığıdır bu. Doğa, bu anlamda hemen hemen tüm öykülerde canlı bir varlık olarak yerini almakta, yaşananların bir parçası gibi rol üstlenerek adeta yaşanacak olanların da habercisi olmaktadır. Olağanüstü betimlemelerle olan bitene tanıklık eden doğa, öykülerin bir parçası olarak tıpkı bir resim gibi okuyucunun gözleri önünde canlanıyor.

       Günümüzde, nitelikli kitap okurunun sayısı giderek azalmakta. Kızak, geçmişle gelecek arasında gidip gelirken hayattan almayı unuttuğu tatları yeniden keşfetmek isteyenler için bir okuma zevki sunuyor. Çoğu zaman büyük bir aşkla bağlı oldukları hayatın öteki yüzünü merak edenler ve bahar tazeliğinde bir geleceğe olan özlemlerini koruyanlar için bir çırpıda okunacak, içinden hayat geçen yolculuklara dair bir kitap.

Evrensel Basım Yayın
Ekim 2012, 128 sayfa
2.hamur, Türkçe
 



1 Aralık 2012 Cumartesi

Vesile'nin Çaresizliği

Foto : Gülsün Sarıoğlu
Yusuf Nazım
Bianet & Radikal/1 Aralık 2012


İçinde odunların çıtır çıtır yandığı kuzine bir soba. Onu, işte bu sobanın ısıttığı evin büyük odasında, oturduğu yer minderinde bir o yana bir bu yana sallanırken anımsıyorum. Kendisini böylesine mest eden şeyin, transistorlu eski ahşap radyomuzdan odaya yayılan Erivan Radyosu’nun iç yakan ezgileri olduğunu çok sonraları anlayacaktım. Babaannem, gelin geldiği Türk evinde, uzak kaldığı kendi dili ve köklerine olan hasretini radyodaki Kürtçe, Ermenice ağıtların ezgilerini dinleyerek gidermeye çalışıyordu…

Çocukken çoğu şeyin farkında değildik. Güzel arkadaşlıkların temelinin atıldığı bir zamandı liseli yıllarımız. Henüz farklılıklarımızı da keşfetmemiştik. Ya da başkaları bize bunu öğretmemişti. Okulda yeni öğrenmeye başladığımız İngilizce dışında bazı arkadaşlarımın, anlamadığım farklı bir dilden konuştuklarını fark ettiğim dönem, işte bu dönemdi. Kürtlerle bu liseli yıllarda tanıştım. Arkadaş canlısı, nedense biraz ezik, yaşları geç, hatta bir kısmı evlilerdi. Çocukları bile vardı. Öğrenciyken evlilik, yasal olarak mümkün olmadığından okula geldiklerinde yüzüklerini çıkarırlardı. Ben onlara güzel Türkçe yazmayı, onlar da bana Kürtçe küfürler öğretirlerdi…

 Aralarında Kütçe konuştuklarında, hocalardan hep uyarı alırlardı… Resmi erkana dair nedense hep belli belirsiz bir ürkeklik, bir korku duyarlardı… Yıllar sonra, deniz kenarındaki arabamızda müzik dinlerken yaşadığım ve hafızamın derinliklerinde keskin bir bıçak yarası gibi taşıdığım o küçük anı birçok şeyi anlamama yetmişti. Otomobilimizden yükselen Kürtçe ağıtların sesini, yaklaşan polis otosunu gördüğünde, aceleyle teybi kapatarak kısan arkadaşımın yüzündeki tedirginlikti beni buna ikna eden. Kim bilir, bu civanmert yüreklerde birikmiş, kimselere itiraf edemedikleri nice anıları vardı onların. O gün, arkadaşımın yüzündeki korkuyla karışık endişe dalgasını sessizce izleyen gözlerim, suskun bir ölü gibi önüme düştüğünde anlamıştım bunu.

Adı “dağ Türkü’ne” çıkan arkadaşlarım

 Arkadaşlığın ne ırkı olurdu, ne teninin rengi, ne dili, ne de inancı.. Hiçbir şey bozamazdı, henüz para ve mülkiyet dünyasıyla tanışmamış dostlukları, arkadaşlıkları. Her ne kadar yıllarca, tek bir ırk ve ulus kavramı üzerinden gurur duymamız öğretilse de bizlere, yine de arkadaşlık başkaydı işte.

12 Eylül 1980’de, televizyonlardan onların Kürt değil de, “kırt” olduklarını öğrendiğimde hiç şaşırmadım. 700 bin kişilik orduyu yöneten ve sonradan bir ülkenin kaderini belirleyecek olan en rütbeli generalin ağzından duyuyordum bunu; dağlarda, karda yürürken ayakları “kart” “kurt” diye ses çıkaran dağ Türkleriymiş meğer benim arkadaşlarım..

Adı “dağ Türkü” ne çıkan arkadaşlarımın o masum çaresizliğine olan sempatim sonraki yıllarda da devam etti. 12 Eylül’ün sonraki aylarında Adıyaman’ın bir dağ köyünde öğretmenlik yapan ablama giderken beni yolda karşılayan köy azası Şeyho, bu sempatinin belki de doruk noktasıydı. Toprağı erozyona uğramış taşlı köy yolunda, ince, uzun boyu ve siyah şalvarı içinde, otuz iki dişiyle yüzünde gülümsemesi hiç eksik olmayan biriydi Şeyho. Ellerini, önünde mahcup bir edayla kavuşturmuş, bendenizin karşısında boynunu kırmış, sevecenlik dolu ışıl ışıl gözleriyle köylerine hoş geldin diyordu... Kus kurban olur gibi bir hali vardı; sanırsın 18 yaşında toy bir delikanlıyı değil, sanki bir kralı, şahı karşılıyordu Şeyho… Onun, o masum saflığının sadece ona özgü değil, aslında köyün tüm halkına ait olduğunu gecikmeden öğrenecektim. Köylerden zoraki silah toplayan 12 Eylül cuntasının estirdiği korku fırtınası tanığımdı; giderek kendi köylerine yaklaşan askerlerin “silah teslim edin” talebine köylüler ne yanıt vereceklerini tartışıyorlardı… Eski çakaralmaz silahlarını, dede yadigârı tüfekleri ve Rus beşlilerini, köy muhtarı ve ihtiyar heyetiyle birlikte okul öğretmenin evinde yaptıkları toplantıda, öğretmene de danışarak karar vermeyi sağlayan arka planı olmayan bir saflıktı bu.

Ankara’ya döndüğümde, haber ardımdan tez gelmişti; yeşil kasırga ablamların köye ulaştığında, teslim edilen onca çakaralmaz silah, eski tabanca ve tüfek ikna edememişti askerleri. Gülerken 32 dişiyle birden gülen, o en sevimli haliyle sempati dünyamın doruğundaki köy azası Şeyho, götürüldüğü karakolda kolu ve bacağı kırılmış olarak köylülere teslim edilecekti…

Vesile’nin çaresizliği

2012 yılı Mayıs ayıydı. Bir belgesel filmin çekimleri için gittiğimiz Diyarbakır’da, yolumuz bir dağ köyüne düşmüştü. Film ekibinin çekimler için köy içine indiği bir sırada, konuk olduğumuz yoksul Kürt evinin tek gözden ibaret odasında, 13 yaşındaki Vesile’yle yalnız kalmıştım. Üçü genetik bir hastalığa sahip, yedi çocuklu ailenin en büyüğüydü Vesile. Onunla, duvarları badanasız o küçük odanın ıssızlığında aramızda geçen iletişim, göğsümü tutuşturacak denli bir ateşin bütün bedenimi sarması gibiydi. Üçüncü sınıfa gittiğini öğrendiğim Vesile’yle, diyaloğumu duvardaki takvimin yazısı üzerinden kurmaya çalışmıştım. On üç yaşındaki bir kız çocuğunun, beyaz bir duvar önünde birkaç kelimeden mürekkep basit bir cümleyi okuyabilmek için, ıkına sıkıla çaresizce kıvrandığını görmemle buruk bir hezimete dönüşmüştü çabam. Kendisiyle iletişim kurmanın eğlenceli ve basit bir yolu olarak gördüğüm o birkaç kelimeyi okutmak, Vesile’ye ayaküstü bir işkence gibi gelmişti. Kalbi buruk Vesile’nin kızaran yanaklarındaki mahcubiyeti oracıkta görmezden gelmiş ve onun masum çaresizliğini bir bıçak yarası gibi göğsüme gömmüştüm. Sonradan öğrenecektim; onun ilkokula başlarken Kürtçe’den başka bir dil bilmediğini; sesleri bir uğultu gibi kulaklarına çarpan ve ne dediğini anlamadığı öğretmeninin Türkçe dışında konuşmayı yasak ettiğini… Vesile, henüz anasının karnındayken işittiği, doğduktan sonra da kulaklarını okşayan, ninnileriyle uyuduğu, ağıtlarıyla oyalandığı bir dilin çocuğuydu; O, çocuk ruhunu okşayan, anasının şefkatli dilinden mahrum, başka ve yabancı bir dile mahkûm kalarak öğrendiği Türkçe’siyle okumaya çalışıyordu duvardaki takvim yaprağını… 

***

Geçenlerde aralarında Antropolog Müge Tuzcuoğlu’nun da bulunduğu 19’u tutuklu, 27 kişinin yargılandığı 'KCK' davasında savunmalar alındı. Mahkeme heyeti, Türkiye'nin kurucu antlaşması Lozan’ı da (Madde. 39) çiğnemek pahasına, sanıkların Kürtçe yaptıkları savunmalar için “ne dedikleri anlaşılamamıştır” diyerek “kaçma şüphesi” gerekçesiyle tutukluluklarının devamına hükmetti…

Tarihin en büyük imparatorluklarından birini kurmuş köklü bir devlet geleneğinin, 21. yüzyılda sergilediği bu arkaik tutumun trajikomik hikâyesinin özeti... Devasa bir imparatorluktan hayatta kalmaya çabalayan bir ulus devlete geçiş travması; askeri cuntalarla beslenmiş bir rejim, ötekileri yok saymayı büyüklük, otuz yıldır akan kanı olağan gösterme çabasında bir zihniyet…

***

Bir büyük sonsuzluk evreninde, giderek soğuyup küçülmekte dünyamız. Biz görür müyüz bilmem. İşte böyle bir yeryüzünün kaynaklarını adil ve hakkaniyetli bir şekilde paylaşmasını bilecek kadar gelişmiş, gerçekten uygar olan ileri bir kuşağın çocukları eminim görecektir. Milyonlarca yıl öncesini bugünden araştıran sosyal antropoloji, gelecekte insanın insana hükmetmeden yaşayacağı bir dünyanın da bilimi olmaya devam edecektir. Ve işte, o günden geriye doğru baktığımızda, milyonlarca yıl öncesine varmadan önceki zaman çizelgesinin, 2012 yılını işaret eden noktasında tarih kitapları belki de şöyle yazacaktır:

“Ne dediği anlaşılamayan halk; Kürtler”

http://bianet.org/biamag/insan-haklari/142492-vesilenin-caresizligi

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1110103&CategoryID=99

Yusuf Nazım
Twitter : @yusufnazim