7 Nisan 2014 Pazartesi

Gitmek/dilime dolanan bir fiil

Yusuf Nazım
Evrensel Kültür /Nisan 2014


Bir süredir bir fiile dolanıyor dilim. Ruhum hırçın deniz, durulmak bilmiyor bir türlü. İçinde kasvetle büyüyor yalnızlık...

Sebebi var bu kasvetli yalnızlığın. Bir kentin suskunluğu neye benzer? Suskunluk kader olursa bir şehre, o şehir gülmeyi nasıl öğrenir? İtiraf ediyorum! Beni böylesine yalnız kılan, yenik bir şehrin acı dolu âhıdır! Sen ki, bir zamanlar göklerini fethe çıktığımız bu diyarda, kalbimde büyüyen şeyin adıydın. Şimdi, içten içe kemirerek gövdemde büyüyen kurt olmasa, hangi kötü talih uzaklaştırabilir seni benden? Hangi deli kurşun cansız yere serebilir bedenimi? Hangi ölüm korkusu düşürebilir gözlerimdeki sevinci? Hangi cellâdın titreyen adımları kurutabilir yüreğimdeki cesareti?

Görüyorum, her Cumartesi Galatasaray’da kendi katillerini arıyor ölüler yorulmadan. Sessiz ağıtları siniyor anaların soğuk kaldırımlara. Failler ne kadar meçhul olabilir bir ülkede? Katiller ne kadar vicdansız, bir şehir ne kadar suskun? El birliğiyle anıtını diktiler liberalizmin bu şehrin göbeğine! Ülkemin toprağını, etini, sütünü yok edenlerin… Bir hiç uğruna çocuklarını Kore’ye ölüme gönderenlerin! Bu şehre reva görülen menfur zalimlik niye? Kim bilir, belki de boyun eğmeyenlere ibret olsun diye!  

Karanlık yollarında yürüyorum Tophane’nin. Eylül, hala buruk bir acıyla hissediliyor buralarda. Eli palalı, sopalı haramiler kol geziyor, eski bir nefretin izi sinmiş sokaklarında. Sıraselvilerden yavaş adımlarla çıkıyorum. Uğul uğul sesleri duyuluyor gaza ve zehire boğulmuş kalabalıkların. Taksim’de 1 Mayıs’a, her yıl yeniden kıyılıyor. Gidenler, gittikleriyle kalıyorlar. Canhıraş feryatları işitiliyor Kazancı Yokuşu’nda ölen canların. İnce bir özenle büyüttüğüm yüreğimin bütün çiçekleri soluyor. Kelimeler, tarifsiz bir kederle kuruyor dudaklarımda. Susuyorum. Bir kez daha bir fiile dolanıyor dilim.

Bir zamanlar, sokak sokak çoğalan serüvenleri vardı bu şehrin; dağ dağ büyüyen umutları, ılgıt ılgıt akan heyecanları... Bir de, yeni bir dünya yaratmak peşindeki sevdalıları vardı… Şimdilerde meydanları zapt edilmiş, sokakları bozgun! Cümle grevleri kırılmış, ihanete uğramış örgütleri. Aşkları yarım kalmış, düşleri hüsran... Yanaklarında “gülüş yığınaklarıyla” gelip dudaklarının ateşini mazgal demirlerinde söndüren o çocuklar nerede kaldılar? Hangi devrin karanlık girdaplarına gark oldu hayalleri? Biliyorum, arkalarında yenilmiş şehirler bırakarak giden kahramanlar birer birer öldüler! Onlar, ışıklarını yonta yonta güneşin bağrına gömüldüler! Biliyorum, severken onlar kadar cesur, onlar kadar karşılıksız, onlar gibi ikirciksiz sevenleri olmadı bu kentin. Soruyorum şimdi, kim kırdı kalemini senin İstanbul? Emeğimin, alın terimin, göz nurumun şehri! Kim verdi idam fermanını eline? Sana ölüm tuzakları kuran bu zifiri karanlık nereden? Hangi tanrının insafsız kullarıdır, hangi devrin kibirli muktedirleri bunlar? Bundan böyle, senin için yazılmış bunca şarkı neye yarar? Bunca beste kime şan olur? Hangi şair sana âşık olabilir şimdi ey İstanbul! Diz çöküp önünde şiirler yazabilir adına, şarkılar besteleyebilir?

Yüreğim, zalim acıların yurdu

Ürkek adımlarla ilerliyorum caddelerinde. Galata Kulesi biraz ileride korku içinde yol kesiyor. Gözlerim başka bir kuleyi arıyor uzaklarda. Salacak açıklarında leb’i derya, Kız Kulesi açgözlü tüccarlara mahkûm, puslar içinde feryat figan yalvarıyor. Yüreğim, zalim acıların yurdu, telaşla çırpınıyor. Bir parça daha kopuyor bedenimden. Alazlı yangınlar diyarı gövdem. Nedense hep bir fiile dolanıyor dilim.

Soruyorum şimdi; ne zaman kirlendi sokakları bu şehrin? Tenhalarında, keskin tiner kokularını ciğerlerine basan çocuklar kimin çocukları? On sekizinde, yurtlarından izbe sokaklara terk ettiğin genç kızlar hangi çaresizliğin eseri? Hangi muamma yol gösterecek onlara? Hangi deryanın suları söndürecek şimdi bu yangını?

Sermayesi olmuş mülkiyetin bu şehirde artık yaşamak zor! Camgöbeği yeşil sularında, kayıkların gezdiği Boğaziçi, çirkin bir fahişeye benziyor şimdi yüzün! Kara gövdeleriyle damarlarına zevk taşıyor holdinglerin tankerler. Eyy kalbimi avuçlarımla getirip sana sunduğum şehir! Seni tutsak eden zincirlerin niçin böylesine ağır? Duyuyorum, kuş sesleri hala cıvıl cıvıl Emirgan’da. Lakin, parmakları tütün sarmıyor artık işçi kadınların Cibali'de; ipeksi dokunuşlarından eser yok! Düşleri yarım, hayalleri hüzün buğuluyor. Ataköy sahillerinde eski Baruthane parsel parsel. Ekskavatörler, greyderler altında can çekişiyor. Gözü dönmüş servet avcıları, güruh halindeler peşinde. Üstünde talan ve yağmaya adanmış bir çarkın kirli dişlileri. Beykoz Kundura’ya ne oldu? Boğaz’da, 180 dönüm suretiyle kırık dökük, eski bir sahneyi andırıyor şimdi yüzü. Kaçakçılar, popüler savaş oyunları oynamakla meşgul, talandan yorgun iştahlarını doyurmaktalar. Şımarık züppe çocukları, eğlenceden eğlenceye koşuyorlar türedi zenginlerin.

Adımlarım Beyoğlu’na sürüklüyor beni. Tarlabaşı’nda dozerler çalışıyor. Harap bakışlarıyla Emek Sineması tarihe göz kırpıyor. Majik dersen, yerinde yeni yetme bir gökdelen; ucube suretiyle tarihe meydan okuyarak yükseliyor. Yüreğimde deli dolu bir hüzün, hayalimde henüz çıkılmamış yolculuklar. Dudaklarımda, ısrarla bir araya gelmeye çalışıyor heceler. Durmaksızın bir fiile dolanıyor dilim.

Bir kenti bu kadar çirkin kılan nedir? Mavi göklerinde her gün suretini çizen bu zalimlik niye? Ciğerlerini pare pare eden bu sisli karanlık neyin eseri? Söyle, hangi kapıyı çalabilir, varoşlarından sürüler halinde kovulan sahipsiz çocukların? Hangi umut tutunabilir şimdi, kenar semtlerinden apar topar sürgün, çaresiz yüreklerde? Bu kenti yaşadığımı kim söyleyebilir bana? Her gün, yağlı bir hançer gibi saplanıyor gökdelenler sırtına sırtına şehrin. Bak, acılar içinde kıvranıyor Ayasofya! Sultanahmet’te, beş vakit ezan seslerini katlediyor reklam ajansları. Yer altı dünyası büyük işler peşinde; hepsi de saygıdeğer, hatırlı, iş adamı, borsaya açmışlar şirketlerini. Beş yıldızlı oteller dizilmiş boncuk boncuk Boğaziçi’ne; şeyhleri, prensleri ağırlıyor geceliği bin dolardan. Defileden defileye koşuyorlar adı sosyeteye çıkmış mankenler. Kumarhanelerinde bürokratlar, kapılarında kolluk kuvvetleri, yalılarında esrar, eroin; malikânelerinde altına endeksli rüşvet pazarlıkları…

Nasıl affettirsem sana kendimi ey şehir!

Hava sisli. Asit kıvamında yağıyor yağmurlar. Üşüyorum. Kirli bir balçığa bulanıyor ayaklarım. Birazdan Çamlıca’ya düşecek yolum. Birbirine yaslanmış paslı gövdeleriyle çelik putrelli antenler püskürüyor tepelerinden. Katliam ve kıyım haberlerini yayıyorlar dört bir yana. Kesif bir duman bulutunu ağırlıyor karşı kıyıda Altın Boynuz. Şimdi bir kanat taksam, uçsam; karşımda Kapalıçarşı, Sirkeci, Mahmutpaşa… Dönüyorum bir yanıma, talan edilmiş tepeleri, azalmış erguvanı, çam yeşili, derin bir hüzün basmış her yanı… İşte bir ağrı daha saplanıyor bir yanıma, işte beni öldürecek zehir, işte göğsümde bir yara daha…

Nasıl affettirsem sana kendimi ey şehir! Ne yapsam beni bağışlarsın? Seni bu hale getiren günahlarımdan ne etsem arındırırsın ruhumu? Alloine’de bedenimi tutuştursam, Hasankeyf’te boğulsam, Gazze’de Racel Corrie’nin izinden gitsem, Afrika’da sisteki gorillerle birlikte olsam ya da Gezi Parkı’nda bir barikatta vurulsam!.. Yavaşça yumuyorum gözlerimi, ölü bir şehir gibi cansız. Bir çığlık oluyor apansız bakışlarım. Israrla bir fiile dolanıyor dilim.

Bu kenti bize emanet ederek gidenler şimdi nerdeler? Nicedir çan sesleri karışmıyor ezanlara, neden? Kime yadigâr kalmış yıkılmış eski Rum evleri, viran içinde dükkânlar? Geride kalan nedir Mahmutpaşa’dan? Gözlerim görmez oldu artık, ruhum işitmiyor? Ne zaman terk ettiler bu diyarı onlar? Eski Galata’nın Yahudi, Rum esnafı; barutçusu, sarrafı, zanaatkârı; kanunlarda “gayrimüslim” diye, “dönme” diye damgalı; manşetlerde adı “ecnebi” ye çıkmış, “huzur bozan” ya da "karaborsacı Yahudi…" Nerdeler şimdi? Onulmaz yaralar açıyor ruhumda Heybeliada’nın yetim bakışları. Ayasofya dersen bir süredir tedirgin.
 
Kabul et, bu şehrin sakinleri yok artık! Gidenler ayak sürüyerek gittiler. Kalanlar hep güvercin ürkekliğinde. Issız sokakları çağırıyor bu kentin beni. Sıvasız duvarlarıyla eski yüzlü mahallelere düşüyor yolum. Görüyorum, bir de gelenleri var bu kentin; bir gece apansız askeran basmış köylerini! Göçmüşler… Yurt eylemişler bu kentin varoşlarını. Şimdi, slikozist içiyor Mardinli Kürt işçinin ciğerleri. Her gün heder oluyor ömürleri Lee Cooper, Dolce Gabana, Mavi Jeans bedenlere. Tenhalarında teni kara, alnı esmer, dili kırık olanların ürkek ağıtları duyuluyor hala. Merdiven altı atölyelerde, dört mevsim inşaatlarda, yaz kış demeden, sıcak soğuk dinlemeden onlar çalışıyorlar. Esenyurt’ta, derme çatma evlerinden çıkarak Balık Yolu’ndan bir temizlik ordusu ilerliyor sabahları. Gecikmiş gibi yürüyorlar hızlı adımlarıyla randevularına. Cam silip mermer parlatmak için yukarı kentin konaklarında. Kederli, mahmur yüzlerinde nice hikâyeler taşıyorlar. Haramidere’yi eşkıyalar basmış biraz ileride; bir AVM inşaatında cayır cayır çadırlar; içinde depremden kurtulmuş Vanlı işçiler yanıyorlar! Sorsan, ağız birliği etmiş gibi hepsi kader diyorlar. Ahh, beni öldüren bu kentin sahipsiz sessizliği! Ahh bu göz gözü görmez karanlık! Daracık sokaklardan geçiyorum, üstüme üstüme devriliyor evler. Kaldırımda siyahi, iri gözlerinde bir çocuğun yalvaran bakışları. Dönüyorum arkamı. Birden bir fiile dolanıyor dilim.

Şairleri neden böylesine azalmış bu kentin?

Şimdi Taksim’deyim. Gezi Parkı’nda şenlik mi var? Bir şölen havasında sanki ortalık. Sokaklar, ilk defa zapt edilmiş gibi hınca hınç dolu. Sanırsın ayaklar baş olmaya koşuyor, başlar ayak! Mahşeri bir kalabalık dalgalanıyor meydanda, kızlı erkekli halaylar çekiliyor; dört yan cümbüş, herkeste kol kola girmek özlemi, bu nasıl bir karnaval görüntüsü!

Korkudan eser kalmamış Beyoğlu’nun izbe sokaklarında. İlk defa olarak tiner çekmiyor çocuklar ciğerlerine, insan kokusu soluyorlar, insan! Yanaklarında körpe çocuk gülüşleri, elleri ellerime dokunuyor, ürkerek, tenleri tenime. Genç bir kız, ağlayan gözleriyle sarılıyor yaralı köpeğine. Yüzünde masum bir tebessüm, gülümseyen maskesiyle akordeon çalıyor delikanlı, caddenin ortasında. Zehir bulutuna aldırmadan dans ediyor bir diğeri; kolu dövmeli, kulağı küpeli. Hayata meydan okuyor gitarıyla. Parmakları, notalar dokuyor içinden kopup gelen isyana. İstiklal Caddesi gümbür gümbür, coşkulu bir kalabalık akıyor Taksim’e doğru. Sokak başında bir koşturmaca, bir heyecan, bir telaş! Kadınlı erkekli el ele, bir çırpıda bir barikat kuruluyor! Çekik gözlerinde mavi, bakışlarında heyecan, gencecik bir delikanlı atılıyor ileriye! Bir yandan sirenler çalıyor, sokaklar gaz ve biber, yağmur gibi fişekler patlamada; yanaklarında bir sevinç yumağı, on yedisinde bir çocuk yığılıyor yere! Havada öylece asılı kalıyor zaman! Sanki geçmiyor, duruyor bir an... Birden bire demirden bir gökyüzü kapanıyor üzerime! Gözlerim buğu içinde, dişlerim kenetlenmiş, kalbim mengenede. Kapıyorum ellerimle yüzümü. Ansızın bir fiile dolanıyor dilim.

Bu kentin ağırlığı, giderek daha da büyüyor üzerimde. Boğaz’da serin rüzgârlara gömdüğüm alnım, Yeniköy’de ekmek arası balık, Kumkapı’da çengi-çalgı, Tuzla’da her gün yeni bir ölümün habercisi; taşlama atölyelerinde slikozistli kot işçileri, Gezi Parkı’nın yalnız kuşları, Beyoğlu’nun sarhoşları… Söyleyin, şairleri neden böylesine azalmış bu kentin? Cumartesileri, matem dağıtıyor Galatasaray gelip geçenlere. Zülüfleri kanlı perçem, çığlıkları arşa ulaşıyor kadınların. Sulukule’de yıkım, Tarlabaşı’nda cinayet, Balat’ta kömür gözlü bir çingeneyle muhabbet. Soğuktan bedenleri birbirine yapışmış çocukların; zulalarında esrar, daracık sokaklarında tiner kokusu; bir yanım umut dolu, bir yanım bu kentin yalnızlığı! Yüreğim köpük köpük mavi, dalga dalga deniz; üstünde bir martı sürüsü, içinde asi bir rüzgâr ve dilimde giderek ağırlaşan bir fiil…

Eyy, acılar içinde kanayan ruhum! Eyy, bu kentin kıtalar arası semalarında, nice sevdalara kanat açan kalbim! Biliyorum, artık uzaklaşmak istiyorsun bu şehrin çürümüş sessizliğinden. Biliyorum, gidersem dönüşü olmayacak bir yolculuk benimkisi. Bu kentin ağrılarına bırakıyorum bedenimi, yaralı ve yorgun. Kapıyorum gözlerimi, sessiz bir gemi şimdi, sığınacak ıssız bir liman arıyor yüreğim. Hafif bir yel çıkıyor, denizde bir balık kıpırtısı, birden Boğaziçi kokuyor gözlerim, serin bir rüzgâr yalıyor saçlarımı. İşte gri bir gökyüzü, işte şu siyahî bulutlar, işte patlamaya hazır bir fırtına! Anlıyorum, çıkışı yok bu ölümcül yalnızlığın. Ansızın önüme düşüyor bu kentten geriye kalan her şey. Bir bir sönüyor yedi tepeli şehrin ışıkları, nasıl susacak şimdi göğsümü döven bu çırpınışlar, yüreğimde yenik bir kentin çığlıkları! Dayanamıyorum bu sessizliğe, çekip gitmek geliyor içimden! Alıp başımı gidiyorum…

@yusufnazim