31 Mart 2018 Cumartesi

Bedeli var özgürlüğün


Yusuf Nazım
T24 | 31 Mart 20108


Size bu yazıyı 155.sıradan yazıyorum.

Biliyorum, hemen neyin sırası diye soracaksınız.

Eski Sovyet ülkelerinin çoğundan sonra mesela… Örneğin bugünün Rusya’sından… Sonra Tacikistan, Kırgızistan, Kazakistan ya da Ermenistan…

Sakın Afganistan demeyin! Afganistan’ın dahi çok arkasından yazıyorum. Hani şu Taliban denen örgütün bir büyük devlet eliyle başa bela edildiği; dünyaya meydan okuyup vahşete boğan El Kaide’nin ülkesi; işte o Afganistan’ın bile ardından yazıyorum…

“Acı çekiyorum”

Bugünlerde Rusya’ya karşı teyakkuzda batılı demokrasi hazretleri. Avrupa’nın pek demokrat ülkeleri, Rus diplomatlarını bir bir sınır dışı ediyorlar.

Nedeni ise, Rusya’nın eski bir ajanını öldürtmesi diyorlar…

Mümkündür, olabilir…

Peki ya, 2003 yılında kimyasal silahlar var diyerek egemen Irak ülkesine hücum eden ABD ve İngiltere’ye ne demeli? Elbirliğiyle tam 1 milyon Iraklıyı ölmüşlerdi…

Hani ABD’nin uydu görüntüleri, fotoğraflar, raporlar falan; hepsinin sahte olduğu ortaya çıkmıştı ya; hani dönemin İngiltere başbakanı sonradan, “acı çekiyorum” demişti ya… Hâlbuki tek bir kimyasal silah dahi bulunamamıştı Irak topraklarında.

Peki, ne yapmalı şimdi, 1 milyon Iraklının kanını akıtan medeniyetin koalisyon devletlerine?

*  *  *

Nelson Mandela
Dedim ya, oldukça gerilerden yazıyorum.

Bu yazıyı size açlığın, yokluğun, kıtlığın coğrafyasından sonra yazıyorum; Afrika ülkelerinin bile çoğundan sonra; örneğin Mozambik’ten, Kongo’dan, Kenya’dan; hatta Gabon ve Tanzanya’dan; açlığın pençesindeki Etiyopya’dan bile sonra…

Libya’da, kellesini çokta aldı Kaddafi’nin özgürlükçü Fransa. Kabileler bir süredir birbirini boğazlıyor oralarda. Şaşıracaksınız, bu yazıyı size Libya’nın bile ardından yazıyorum.

Bitmedi; ırkçılığın anayasasını yazmış Apertheid rejimi; 28 yıl cezaevinde bırakılmış “terörist başıMandela’nın ülkesi; şimdilerde on bir resmi dili mevcut G.Afrika’dan bile çok sonra yazıyorum…

Dünyada şarlatanlığın endeksi

Irak Savaşından
Dünya tedavi edilemeyen hastalıklarla dolu. Bilim bir yandan kansere çare arıyor, bir yandan genetik hastalıklarla baş etme çabasında, bir yandan bebek ölüm oranlarını azaltma mücadelesi veriyor…

Ne anlamlı, ne güzel çabalar bunlar.

Öte yandan, ölümü araştırıyor medeniyet! En kolay, en hızlı, en sessiz ölümleri… Bunun için araştırma geliştirme giderlerine milyarlarca dolar ayırıyorlar. Ölüm üreten fabrikalar kuruyorlar bizlere… Toprağa, suya, binalara dokunmadan; insanları uzaklardan izleyip, böcekler gibi topluca imha eden kolay ölümler üretiyorlar...

ABD, Rusya, Çin, Almanya ve Fransa dünya toplam silah satışının %74’nü gerçekleştiriyor.

Dünyanın demokrasi ligindeki şampiyon ülkeleri bunların bazıları; dünyanın en çok ölüm üretenleri... Amerika dünyanın en az 100 ülkesine ölüm satıyor. Toplam silah satışının yarısı ise Ortadoğu’ya. Bu bölgede son beş yılda silah satışları %86 oranında artmış…

Bilirsiniz, türlü türlü endeksler üretiliyor dünyada. Gelişmişlik endeksi, yoksulluk endeksi, demokrasi endeksi… Bir de şarlatanlığın endeksi yapılsa, ne zalim bir paradokstur bu, sıralama nasıl olur acaba?

Geçenlerde görmüştüm. Belediyesine kayyum atanan Batman Belediyesi’nin çöp konteynerlerinin dibindeydiler. Bir ana, dizlerine uzanmış iki çocuğu; açlığın, soğuğun, insansızlığın pençesindeydiler. Hayatta kalmaya çabalıyorlardı…

Gözlerim bir süre o fotoğrafta kaldı.

Düşündüm, kaç füze kurtarırdı sizi o çöplükten çocuklar? Kaç ölüm ertelense dinerdi, anaların yüreklerine sessizce zerk edilen o acı?

Soramadım, içimde kaldı…

*  *  *

Dedim ya, size bu yazıyı inanılmaz gerilerden yazıyorum.

Sayısını bilen var mı, kaç diktatör değiştirdi bugüne dek Nijerya? Peki ya Benin, Sudan, Orta Afrika Cumhuriyeti, Gana? Yamyamlık, seks köleliği, katliamlarla ünlenmiş Uganda… Bu yazıyı hepsinden ama hepsinden sonra yazıyorum…

Örneğin Orta Asya’ ülkeleri; Pakistan, Hindistan, Bangladeş ve Nepal’dan sonra; uzak Asya’nın Maynmar’ı, Kamboçya’sı, Tayland’ı ve Malezya’sı; Moğolistan’ı söylemiyorum bile, o bizden çok önce; Lakin, Srilanka ve Tayvan’dan bile sonra yazıyorum…

Mesela Ortadoğu’da İslam dünyasına bir göz atalım; Katar’a, Kuveyt’e, Umman’a ve hatta bunları geçip Ürdün’e bakalım… İstisnasız hepsinden, ama hepsinin ardından; Lübnan’da ise çok daha sonra yazıyorum bu yazıyı...

Özgürlükçü Demokrasi Gazetesi’ne kayyım atamışlar

Kısa bir seyahatteydim. Öyle günlerden geçiyoruz ki, bir an olsun gözünüzü kapamaya, arkanızı dönmeye gelmiyor. Her an, her dakika yeni kötülükler yıkılıyor üzerinize.

Rektörün biri “demokrasi isteyen kâfirdir, tövbe etmezse öldürülmelidir” demiş. Meclis başkanı ise Çanakkale Zaferi için mecliste düzenlenen tiyatroda “kadınlar sahneye çıkmasın” diye buyurmuş. Böyle de uygulamışlar, iyi mi? Bir de Silopi’de öğrencilere türban dağıtmış milli eğitim müdürü…

Hepsinden önemlisi Özgürlükçü Demokrasi Gazetesi’ne kayyım atamışlar! Yetmemiş, basıldığı matbaaya el konulmuş; 27 gazete çalışanı ise gözaltında…

Şaşırmadık!

Çünkü bedeli var özgürlüğün…

Böylece, bir burcu daha eksildi basın özgürlüğünün. Demokrasinin bir bayrağı daha savruldu. Şimdi onu yere düşürmeden tutacak yenileri sırada.

Bu mektubu size en gerilerden yazıyorum; dünyada basın özgürlüğü sıralamasında en sonlarından; 180 ülke içinde tam 155.sıradan yazıyorum!

Adaletin iki dudak arasına sıkıştığı, hukukun cübbesine düğmelerin dikildiği, düşünce özgürlüğünün esamesinin bile okunmadığı bir yerlerden…

Bu yazıyı size Türkiye’den yazıyorum…

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/bedeli-var-ozgurlugun,19409


25 Mart 2018 Pazar

Söyleşi : Benim için yazmak, bıçağı kabzasından tutup çıkarmak

Mehmet Utku
Evrensel | 25 Mart 2018


Yusuf Nazım ile ikinci öykü kitabı 'Leyla’yı Beklerken'i ve gerçek hayattan ilham alan hikayelerini konuştuk.


Küçük yaşlarda şiirle çıktığı edebiyat yolculuğuna 1992 yılından itibaren öykü ve denemelerle devam eden Yusuf Nazım’ın yeni kitabı yayımlandı. “Kızak” öykü kitabı 2012’de okuyucuyla buluşan Yusuf Nazım. Nazım’ın ikinci öykü kitabı; “Leyla’yı Beklerken” İnkılâp Kitabevi etiketiyle okurlarıyla buluştu. T24 haber sitesinde de köşe yazıları yazan Yusuf Nazım (Yakup Sayın) ile yeni kitabı “Leyla’yı Beklerken” ve gerçek hayattan ilham alan hikayelerini konuştuk.



Son kitabınız “Leyla’yı Beklerken” den bahseder misin? 



Kızak öykü kitabımı okuduklarında okurlar, hep kendilerinde, ya da içinden geçtikleri yaşamdan kimi hakikatlerle karşılaştılar. Bazı öykülerin, bu ülkenin tarihine, olaylarına, kişilerine dokunduğunu gördüler. Bir öykü hariç Kızak’taki tüm öyküler böyleydi. Bir süre sonra okur bunu fark etti.

Böyle olunca, Leyla’yı Beklerken çıktığında, yine aynı beklentiyle kitabı okumaya başladı okurlar. Ve her öyküde bir gerçeklik arayışına girdi. Bir TV söyleşisinde de söylemiştim, şu kadarını söyleyeyim; her öyküde bir ya da birden çok yaşayan bir kahraman var… Ve kahramanlar tümüyle ve olduğu gibi olmasa da yaşayan olayların içinden gelerek öykülere giriyorlar.


Öykülerin içindeki kahramanlarla gerçek hayatta karşılaştın mı hiç?



Şöyle bir anekdot aktarayım, bu sorunun yanıtı orada var. Bir imza etkinliği sırasında elinde getirdiği kitabı imzalatan bir okur, bir öyküdeki kahramanın adını söyleyerek, ona ne oldu dedi, yaşıyor mu? Bazen, ne kadar ilginç tesadüfler oluyor hayatta. Bu kadar mı olur yani; sorduğu öykü kahramanı, o esnada okurumun tam yanındaydı. Soruyu duydu, göz göze geldik, karşılıklı gülümsedik. Okurum, kendisine gülümsediğimi, olumlu bir yanıt verdiğimi sanıyordu.

Kurguyla gerçekleri nasıl birleştiriyorsun? Öykülerin ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu?


Her seferinden beni tetikleyen bir şey oluyor. Bir olay, rastladığım bir kişi, birinden dinlediğim gerçek bir olayın anlatımı. Aslında bunu duyduğum anda, anında öykü şekilleniyor. Yani tek bir satır, bir cümle, bir söz, bir olay… Öykünün omurgası oluyor işte bu. Sadece omurga değil, öykünün varacağı hedef de ortaya çıkmış oluyor. Hemen not alıyorum. Unutmayayım yeter… Bir gün, bazen o bir gün yıllar sonra gelebiliyor, oturup yazmaya kalktığımda nasıl olsa omurga belli, hedef belli. Bundan sonra, belli olan omurgayı ete kemiğe büründürerek esas öykünün yüzünü ortaya çıkarmak kalıyor. Yan karakterler, biçim, karakterlere eşlik edecek doğa, betimlemeler… Bazen bir karakter gerçek oluyor, bazen de bir olay, bazen de olayın bir bölümü.

Leyla’yı Beklerken’ le ilgili nasıl yorumlar alıyorsun, tepkiler nasıl? 


Kitapla ilgili okuyucu yorumları güzel. Kitaptaki uzun öykülerin varlığı beni tedirgin ediyordu. Özellikle novella türü bir öykü olan “Nein” öyküsü 65 sayfalık bir öykü. Ancak okurların bu öyküyü bile sıkılmadan okuduklarını gördüm. Tabii bana yansıyanlar bunlar. Olumlu yorumları değil de, daha çok ciddi eleştiriler bekliyorum. Özellikle dikkatli ve sıkı okurlardan, edebiyat çevrelerinden. Şöyle bir eleştiri vardı, benim de katıldığım. Bazı öykülerin, özellikle birbiriyle ilişkili iki öykünün kitabın en sonunda ve ardışık olarak yer alması önemliydi. Bunu atlamış olduk.

Daha çok öykü karakterli yazılar


Aynı zamanda köşe yazarlığı da yapıyorsun. Gazetelerdeki yazıların genelde bir köşe yazısı gibi değil, biraz farklılar; çoğunda bir öykü dili var, genellikle lirik. Bu yazılar nasıl  ortaya çıkıyor?

Evet, gazete yazılarım düz köşe yazıları gibi değil. Bir analiz, bir politik değerlendirme içermiyorlar. Daha çok öykü karakterli yazılar; yine hayattan, ondan aldıklarım, hayatın bana verdikleri. Ve o kadar çoklar ki onlar… Çoğunda derin bir yara var, kanıyor; çoğunda bir çığlık, kulaklarınızın zarını deliyor; bir ağrı, yüreğinize saplanıyor. Yani duyuyorsunuz, görüyorsunuz, yaşıyorsunuz; tanık olduğunuz o şeyler, bir bıçak olup bir yerlerinize saplanıyor. Yazmasam, o bıçak orada kalacak ve kanamaya devam edecek. Benim için yazmak, o bıçağı kabzasından tutup çıkarmak gibi bir şey. O zaman rahatlıyorum.

Bazen de kimi tarihsel olayları, bir öykü diliyle anlattığım oluyor. Aslında, bu tarihsel olaylar da gerçek. Ben sadece, ayrıntılara iniyor, bilinmeyen, gözden kaçan yanlarına iniyor, bunları birleştirip öykü diliyle aktarıyorum.

Daha çok öykü karakterli yazılar


Leyla’yı Beklerken kitabındaki iki öykü arasında ilginç bir bağ var. Kitabın finalinde, son öykünün son paragrafında, belki de son sözcüklerinden ilginç bir metaforla karşılaşıyoruz. Biraz bundan bahseder misin?


Evet, kitabın önemli sürprizlerinden biri bu. Aynı zamanda, belki de kitaptaki tüm öyküler toplamından verilen bir mesaj. Diğer tüm öykülerde bu toprakların kokusu var; acılı, hazin, dramatik. Her öyküde kendimizden, bu coğrafyadan bir şeyler yaşıyoruz. Belki kitabın sonuna kadar bir karamsarlık da kaplıyor okuru. Fakat o son öyküdeki beklenmedik final önemli bir mesaj olarak öne çıkıyor ve okuru kendine getiriyor. Finalde duvardaki silah patlıyor. Finalde bir parmak kalkıyor adeta. O parmak bir sınıfın başka bir sınıfa işaret etmesi gibi. Başkalarının ödediği çok ağır bedeller üzerinden sahip oldukları ve sessiz, ağır, sakin bir senfoni gibi süregiden huzurlarının ilelebet sürmeyeceğini işaret eden bir parmak o.

https://www.evrensel.net/haber/348544/yusuf-nazim-benim-icin-yazmak-bicagi-kabzasindan-tutup-cikarmak



16 Mart 2018 Cuma

14 mart ve doğmamış bir çocuğa mektup

Yusuf Nazım
T24 | 16 Mart 2018


Mart’ı yarıladık. Buralara bahar geliyor artık. Seferihsar’ın mimozaları erkenden patlattı bile çiçeklerini. Sapsarı kesilen dallarıyla nasıl da coşkunlar.

Günlerden 14 Mart, Tıp Bayramı. Hekimler bu önemli günlerini hafta boyunca kutlama telaşındalar.

Kendi bayramlarında Sağlık Bakanlığı önünde limon satarken görüyorum işsiz hekimleri. Eğlenceli bir etkinlik bu. Lâkin mizaha bile tahammülü olmazmış faşizmin. “Sağlıkta şiddet yasası çıksın, fiili hizmet süresi zammı yasalaşsın, çalışırken ve emeklilikte insanca ücretimiz olsun, güvenlik soruşturmaları kaldırılsın, hekimler görevlerine başlatılsın” diyorlar…

Daha geçenlerde “savaş bir halk sağlığı sorunudur” dedikleri için Türk Tabipleri Birliği’nin tüm merkez konsey üyeleri gözaltına alınmıştı.
Tarihlerinde bir ilkti bu; kapılarından çiçekleri kalmış, söylemlerinin arkasında onurla durmuştular.

türkülerdeki hekimlik

Göz hekimi bir dostumun daveti üzerine gittiğim Ege Üniversitesi Atatürk Kültür Merkezi’ndeyim. Kendisi aynı zamanda bir türkü dostu, bağlama ustası.

14 Mart Tıp Bayramı’nda “Türkülerde hekimlik” isimli etkinliğe bağlamasıyla katılıyor; türküleriyle, türkülerin hikâyeleriyle renk katıyor etkinliğe; derdine derman arayanların, çaresizlerin, acı çekenlerin, muzdariplerin türkülere sinmiş ahvalini anlatıyor. Âşık Veysel diyarının çocuğu o; biraz sesinden almış, biraz kültüründen, biraz ezgilerinden… Bir şölen havasında geçiyor etkinlik.

Çıkışta “Türkülerdeki Hekimlik” adlı kitabını armağan ediyor bana, ayrılıyorum.

Dışarda bahar var. Derin derin çekiyorum baharın gelişini içime.

Şimdi, Kordon Boyu’nda, kafelerin birinde, Körfez’in mavi sularını karşı kahvemi yudumlamak var. Bir kaç dostla buluşarak laflayıp hasret gidermek de…

Hayır, hayır; bir an önce eve dönmek; mimozaların, begonvillerin, zakkumların süslediği sokaklardan denize doğru salınmak, bir palmiye ağacının altında Samos Adası’nı seyretmek var…

açlık çekiyor beni

Hiçbiri olmuyor bunların! Açlık çekiyor beni. Yanlış duymadınız; açlık! Açlığa doğru yürüyorum ben! Bedenim, yüreğimin peşine takılmış, yuvarlanır gibi sürükleniyorum. “Yüreğimin götürdüğü yere” doğru gidiyorum ben.

Şimdi Konak Meydanı’ndayım. Kahverengi, bal damlası gözlerinin içine bakıyorum onun. Açlığı arıyorum gözlerinde.

Adı Mahir Kılıç, 123 gündür aç!

İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı şirketindeki işinden çıkartılmış. Kadro mücadelesi verdiği için! İnsanca yaşamak istediği için!

Tüm işçilerin ittifakıyla seçilen bir işçi temsilcisi o. İşini aksatmayan, haksızlığa karşı duran, doğrudan yana tavır alan biri. Bakışlarındaki kararlılık onu doğruluyor gibi…

12 Eylül darbe hukukunun kölelik kalıntısı, “taşeronluk sisteminin” İzmir Belediye şirketlerinden İzenerji’deki kurbanı. İşçiler, kadro mücadelesini hukuk yoluyla kazanmaya başlayınca işten çıkarılan iki yüzden fazla işçiden sadece biri.

Açlık grevine başlamış Mahir. Evli, eşi beş buçuk aylık hamile! Duyunca bir tuhaf oluyorum. Doğmamış bir çocuğa dair düğümleniyor kelimer dilimde. Açlık grevinden hemen önce düşmüş anne rahmine. Şimdi, açlıkla birlikte büyüyor o.

doğmamış bir çocukta kalıyor aklım

Bir süredir bir gariplik var bende. Bir takıntıdır gidiyor. Olduk olmadık yerde, aykırı seslere çoğalıyor kalbim. Takılıp gidiyorum peşi sıra.

Henüz doğmamış bir çocuğa veriyorum kalbimi. Doğunca adı Baran olacak belki, belki de Hüseyin. Açlık greviyle büyüyor o, gelişiyor...

Babasına gelince… Mahir işsiz, Mahir açlık grevinde, Mahir kadro istiyor; Mahir iki yüzden fazla arkadaşıyla birlikte işine geri dönmek, Mahir insanca yaşamak istiyor!

Sahi, Mahirler çok mu şey istiyor?

Mahir, doğacak çocuğunu işsiz değil, işçi gibi sevmek istiyor! Ev kirasını dostları denkleştiriyor Mahir’in; mutfağının, çocuğunun okul masraflarının da...

Neden açlık grevi diye sorduğumda, tereddütsüz konuşuyor. “Beni tazminatsız işten çıkararak zaten aç bıraktılar; karım süt içiyor mu, meyve yiyor mu, bilen var mı?” diyor. Eliyle arkadaşını gösteriyor; “dün gündelikçi olarak çalıştı, yevmiyesinin yarısını bana getirdi, bizi zaten aç bıraktılar” diyor.

Benimse doğmamış bir çocukta kalıyor aklım; annesi Ayça’nın karnında, her şeyden habersiz uyuyor o…

Mahir Kılıç’ın gözlerine bakıyorum. Etleri etlerini yiyor Mahir’in, kemikleri kemiklerini… Eriyor… Yavaş yavaş eriyor. Bir kıvılcım çakıyor kahverengi gözlerinde, görüyorum; inatçı bir kıvılcım bu…

Doğmamış çocuğa dair kurmak istiyorum sözlerimi. Adı henüz belli değil onun.
Barış koyacaklar belki adını, belki de Zafer. Mahir bir delikanlı gibi bakıyor gözlerime babası; öylesine kararlı, öylesine direngen; umutla vuruyor kelimeleri dişleri arasından…

Doğarsa; bu eğreti, bu kirli, bu kölelik dünyasına; açarsa gözlerini bu zalim yeryüzüne eğer…

Bana kalırsa, adını Çayan koymak istiyorum onun.

sahi, babalar yemek yemezse ölür mü, çocuklar?

Farkındayım, bir tuhaflık var bende. Belki bir psikoloğa danışmalıyım. Yüreğimde, hep ötekine dair esen dinmek bilmez bir fırtına. Belki kurtulmalıyım bundan. Aklımdan, giderek azalmakta olana dair tutkuya dönüşmüş saplantıları söküp atmalıyım!

Niye Filistin’de ölen bir kadın için teyakkuzda aklım? Her gün tonlarca bomba boşaltıyoruz komşunun üzerine, bir savaşın acımasızlığına yanıyor kalbim. Sur’da bir çocuğun kalbi kırılıyor her gün. Açlığının 254.gününde, işini geri istiyor Düzce’de mimar Alev Şahin

Baharın güzelliği bu; bahçemdeki kasımpatılar, nar ağacı, begomviller… Beni çağırıyorlar... Oysaki Konak’ta açlığa doğru yürüyor ruhum. Hiçbir şey engel olamıyor buna, açlığa doğru götürüyor ruhum beni.

Dedim ya, bir tuhaflık olmalı bende. Mahir’e bakıyorum durmadan. Arkadaşı Elif alıyor sözü; 25 yıldır kadrosuz çalışıyor. Tüp bebek tedavisi görürken kadro davası açtığının ertesi günü, çalıştığı İzelman’dan işten çıkarılıyor! Güneşi görüyorum gözlerinde onun. Yanında 25 yıllık kadrosuz işçi Seval, o da işten çıkarılmış; bir diğeri ise Barış; o da öyle; üstelik 9 yıldır engelli kadrosunda çalışıyorken…

Bir de Salih var aralarında. “Davadan vazgeçersen işe dönersin”, sözü vermişler ona. Davadan vazgeçmiş Salih, lakin yine de işine dönememiş...

Dediklerine göre, CHP vekilleri Erdal Aksünger ve Tüncay Özkan namus sözü vermişler, sorunu çözmek için. Sendikaları Genel-İş’ten ise şimdiye kadar umut yok, velhasıl sonuç da yok!

Mahir’le Ayça’nın dokuz yaşındaki kızları. Okulda, arkadaşlarına, “benim babam yemek yemiyor, ölür mü” diye soruyormuş!

Sahi, babalar yemek yemezse ölür mü, çocuklar?

mimozaları unutmalıyım

İzmir. Çağdaş bir şehir. Öyle diyorlar…

Çağdaş bir asırda, çağdaş bir şehrin suretiyle yüzleşiyorum. Bir insanın sesi, çaresizliğin duvarına çarpıyor, sesini açlığına salıyor adam; açlığıyla ses olmaya çalışıyor.

Bense dayanamıyorum; bir kez daha yüzümü açlığa dönüyorum. Anlıyorum ki hastayım ben. Belki de psikolojik destek almalıyım.

Sinemde, benden habersizce çoğalıyor bu çığlıklar, niye? Neden hep ötekine dair yükseliyor içimdeki o ses? Hâlbuki sokağımda mimozalar kucak açmış bana, bekliyorlar. Neden, sözüm geçmez kelimelere? Durduk yerde, neden açlığa doğru sürüklüyor kalbim beni?

Dedim ya, belki de bir takıntı bu bendeki; kim bilir, post travmatik bilmem ne bozukluğu…

Bahar geldi bile bizim oralara. Sokaklar coşkuya kuşanmaya başladı baharın cümle renklerini. Görseniz, nasıl da pıtrak pıtrak ağaçların dalları.

Sabırsızlanıyorum. Bir an önce denize varmalıyım; beni bekleyen o palmiye ağacının altında oturmalı, martıların denize dokunuşuna hayran kalmalıyım…
Babam yemek yemeyince ölür mü?” diye soruyormuş okulda, dokuz yaşındaki bir çocuk. Üstelik kadroya geçmek istiyormuş, doğmamış çocuğun babası Mahir!

Hayır hayır, iyisi mi bugün vazgeçmeli denizden.

Efil efil esecek rüzgârları, martıları, palmiyeleri; mimozaları unutmalıyım!

Yaşamak bir savaşa benziyor bugünlerde, oturup doğmamış bir çocuğa mektup yazmalıyım.



8 Mart 2018 Perşembe

8 Mart’ın gülleri

Yusuf Nazım
T24 | 8 Mart 2018


Makineler homurdanarak çalışmaktadır.

Ağır ağır dönen merdanelerin, uğuldayan çarkların, dokuma tezgâhlarının arasında işçiler, seslerini ancak bağırarak duyurabilmektedir.

Devasa binalar içinde, içtimaya çıkmış gibi dizilmiş makine ordusu, ona sunulan emeği, pamuğu, yağı ve teri acımasızca öğütmektedir.

Kan ter içindeki kadın ve çocuk işçilerin emeği, ipliğe, tere ve toza karışmış olarak dünyanın dört bir yanına kumaş halinde dağılmaktadır.

O gün olağan dışı bir şey olur. Tezgâhların ve merdanelerin uğultularına karışan bir fısıltı, makine ordusu içinde sessiz bir çığlık gibi dolaşır. İşçiler arasında bir hareketlenme başlar. Merdaneler durur, makineler birer susar. Geriye sadece, kalabalık gruplar halinde yürüyen işçilerin lap lap ayak sesleri kalır…

Fabrika önünde, diğer atölye ve fabrikalardan gelen işçiler toplanmıştır. Kalabalığın ortasında bir kadın işçi, bir pompanın üzerine çıkar, ateşli bir konuşma yapar. Konuşmasında fabrikalardaki kadın işçileri, ücretlerinin düşürülmesine karşı iş bırakmaya ve hakları için mücadeleye çağırır.

Burası, 1834 yılında, ABD’nin Massachusetts eyaletinin Lowell kasabasında, sonraki yıllarda sayıları 122 bine ulaşacak işçinin çalıştığı Lowell Fabrikaları’dır. (Lowell Mills)
Lowell'deki fabrika kızları

bazen ekmek için, bazen gül için


Tarih, emekçi kadının adını ilk defa işte böyle yazar sahnesine.

Yarım yüz yıl sonra, 1889 Paris’inde, Uluslararası İşçiler Birliği’nin Kuruluş Kongresi’nde bu sefer başka bir kadın çıkar “pompanın” üzerine. Paris’in ve direncin gülüdür o. Adı Clara Zetkin’dir. “Kadının Kurtuluşu İçin!" diye başlar bildirisi…

1907, 17 Ağustos’unda bu sefer Stuttgart’ta Uluslararası Sosyalist Kadın Konferansı’nda yeniden duyulur adı Clara’nın. Üstelik Rosa Lüxemburg da vardır yanında. 8 Mart’ın bir diğer gülüdür o da.

Bir kez yürümeye başlamıştır kadın; kim durdurabilir ki onu tarih denen yolculukta? 1910’da Kopenhag’da yapılır ikinci konferans; İlk defa dile gelir kadının tarihsel özlemleri; “işçilere günde sekiz saatlik çalışma süresi, hamile kadın işçilere doğum öncesi 8 haftalık izin, emziren kadınlara sütizni, 12 yaşından küçüklere çalışma yasağı…”


1912, ABD, Lawrence Tekstil’de Ekmek ve Gül grevi sırasında

Kurulacak yeni bir dünyanın hayalidir bu. Kadınlar, bayrağı kapmıştır bir kez tarihin sahnesinde, büyük adımlarla koşar; bazen ekmek için, bazen gül için; bazen de her ikisi için…

Tutkuları vardır onların, geçmişten geleceğe; lakin koştukları yol kimi zaman engebelidir, yaralanır, yorulurlar; kimi zaman ateşle döşelidir o yol, yanar, kavrulurlar.

Tıpkı 25 Mart 1911’de, New York’ta, Triangle Gömlek Fabrikası’nda 129’u kadın, 149 tekstil işçisinin cayır cayır yanması gibi…

1912 Ocak ayında ise bu sefer Massachusetts’te, Lawrence Tekstil İşçileri Grevi’nde Ekmek ve Gül ister kadınlar.

En sonunda 1917’nin 8 Mart’ına varılır. Petrogradlı Tekstil İşçilerinin eliyle taçlanır o gün. Adına Dünya Emekçi Kadınlar Günü denir.

İşte, 1834’ün Lowell’inden bugünlere böyle gelinir.



Triangle Tekstil Fabrikası yangını sonrası

günlerden pazar


Şimdiyse tarih, 4 Mart 2018, günlerden Pazar’dır.

Dünyada ve Türkiye’de kadınlar kendi günlerine hazırlanıyorlardır.

Ankara’da, İstanbul’da, İzmir’de ve Diyarbakır’da; Tekirdağ’da, Çorlu’da ve diğer yerlerde… Hepsi de bir bayram yeri gibidir; renk renk, cıvıl cıvıldır…

Artık sayısı bile, bir iki taneyi geçmeyen haber kanallarından, sosyal medyadan izliyorum bu renk cümbüşünü.

Görüyorum, kadınlar bir şenlik havasında akıyorlar sokaklardan; halaylarıyla, şarkılarıyla, zılgıtlarıyla… Çalgılarıyla ahenk veriyor, çengileriyle dans ediyor, erbaneleriyle ritm tutuyorlar…

Sevinç içindeler… Bir araya gelmişler, özlemlerini özlemlerine bağlamış, düşlerini düşlerine katmışlar.

Direnç içindeler… Bunca kadın şiddetine, erk egemenliğine; tacize, istismara, ayrımcılığa karşı kol kola girmiş, sokak sokak, meydan meydan çoğalmışlar.

8 Mart’ın gülleridir onlar! Yürüyorlar; neşeleriyle, sevinçleriyle, cesaretleriyle… 


8 Mart’ın güllerine kıyıyorlar


Kötülük bu ya, rahat durur mu?

Durmaz!

Ansızın müdahale haberleri geliyor dört bir yandan!

Kötülük, Ankara’nın ve Çorlu’nun sokaklarında ışık hızıyla çoğalıyor. Uluorta düşleri yağmalanıyor kadınların, çığlıkları kanıyor. Biraz önceki o şenlikli gruplar gitmiş, yerini feryat figan bağırmalar, sağa sola kaçışmalar, yerlerde sürüklenmeler almıştır...

Her iki şehirde de hava soğuktur, yağmurludur. Ancak yağmurdan ziyade cop yağıyordur kadınların üzerine; nefret yağıyor, öfke ve kin yağıyordur…

Fotoğraflardan, videolardan dehşetle izliyorum olan biteni. Güpegündüz başkentin ortasında 8 Mart’ın güllerine kıyıyorlardır!

Ansızın bir fotoğraf düşüyor önüme!

Genç bir kadın! Onu bir duvarın çıkmazında sıkıştırmışlar; bir değil, iki değil, üç değil; dört polis birden sıkıştırmışlar! Kimi kolunu bükmede, kimi ceketine asılmada, kimi omzuna bastırmada, kimi de saçını yolmada…

Gözlerimin önünde, bir fotoğraf karesinin çerçevesinde, devletin o buyurgan elleriyle 8 Mart’ın bir gülünü daha kırıyorlar! Ankara’da, Çorlu’da, daha bilmem kaç şehirde daha 8 Mart’ın güllerini acımasızca koparıyorlar!

O fotoğraf karesinde kalıyor aklım. Gidip gelip bakıyorum...

Modern çağda, İslam'da kadının yeri geliyor aklıma.

Ne alakası var, diyebilirsiniz.

Bal gibi de var!

Doğrudan doğruya alakası var!

Bir yanda; hemen yanı başımızdaki Alevi’yi, Kürt’ü, Ezidi’yi kafası kesilecek, ciğeri sökülecekler kategorisine koyarak Ortadoğu’da yükselen bir İslam Devleti hayali…

Öyle ki kadınları, ya beş paraya kapatılacak seks kölesi, ya da köle pazarlarında haraç mezat satılarak kazanca tahvil etmeye hevesli ultra çağ ötesi zihniyet…

Öte yanda; bu zihniyetin cümle artıklarıyla ittifak edip komşuya hücum eden bir iktidar erki…

Dahası, böyle bir iktidar erkiyle saf tutarak “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” sözünü bile katleden, sözüm ona “aydınlar” cemaati ile “sosyal demokrasi" ahalisi...

Ortadoğu’da biatla başlayan, dualarla kutsanan, tekbirlerle devam eden İslam Devleti hayalinin, başkentin göbeğinde, üstelik Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlamalarında, kadının üzerinde zuhur etmiş acımasız hali!

İşte bu yüzden fotoğraf, belki yeteri kadar çıplak!

Sanki modern çağda, İslam’da kadının yerini gösterir gibi... 

ON KADIN


Bugün 8 Mart.

Dünya Emekçi Kadınlar Günü.

Kadınlar, 1834’te Lowell Fabrikaları’nda, bir pompanın üzerine çıkarak konuşma yapan o kadın işçiden beri hep sokaklardalar; ekmek ve gül kavgasındalar.

Sadece sokaklarda mı?

Evde, işte, tarlada, fabrikada; sanatta, kültürde, edebiyattalar.

Ve onlar, aynı zamanda şarkılardalar!

Bu ülkenin acılarından pay almış, ağrılarını yüreğine gömmüş, hüzünlerini yaşamış bir grup kadın, güzel bir amaç için bir araya gelmişler.

Erk egemenliğini, çocuk gelinliği, göç hikâyelerini ezgilerine katmak istemiş; şiddete, tacize, tecavüze, istismara, cinsiyet ayrımcılığına karşı seslerini birleştirerek ON KADIN adlı bir albümde toplamışlar.

On ses, on kadın, on güzel insan!

Bu anlamlı üretimle bizleri buluşturmak için de 8 Mart gibi anlamlı bir günü seçmişler.

Belli ki onlar, 1834’te bir pompanın üzerinden dünyaya yayılan ışığın farkındalar; kadının, ezilmiş, bastırılmış, itaat ettirilmiş sessiz dünyalarına ezgileriyle çığlık olmaya karar vermişler.

Onlar, umudun, ayrılığın, direncin ve aşkın kadınları; tutkularını yüreklerinde baki kılıp bu topraklara şarkılarıyla nefes olmaya kalkmışlar.

Çorlu’da, bir fotoğraf karesinde billurlaşmış, erk egemen şiddet düzenine karşı inadına açan; sesleriyle, cesaretleriyle, yürekleriyle hayata renk veren 8 Mart’ın kırmızı gülleri onlar.

Bu yazıyı, 8 Mart’ın kırmızı güllerini; ON KADIN’ı dinleyerek yazdım.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nde ON KADIN’a sesini, emeğini, duygularını katan güzel canların nezdinde, dünyanın bütün kadınlarına güllerle, sevgilerle.

ON KADIN
Proje: Canan Sağar, Müzik Yönetmeni: İbrahim Kırılmaz
Şarkılar: Bıçak Sırtı (Gurbet Üzgün Demiral), Çığlık (Öznur Korkmaz), Gülümser (Bergüzar), İçimizden Bir Melek (Yasemin Göksu), Kadın Olunca (Bahar Sarıboğa), Kırık Bir Duş (Adile Yadırgı), Kız Çocuğu (Yelda Emek), Leyla Olmuşum (Canan Sağar), Pencere (İlkay Akkaya), Yalnızlık Kalbinde Dövme (Şebnem Sönmez)

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/8-martin-gulleri,19267http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/8-martin-gulleri,19267




1 Mart 2018 Perşembe

“Selam olsun, korkunun üstüne yürüyenlere”

Yusuf Nazım
T24 | 29 Şubat 2018

Tarih 23Ocak 1995.

İstanbul’da Devlet Güvenlik Mahkemesi salonu. Duruşmada birçok aydın, sendikacı, yazar, sanatçı, akademisyenin yanı sıra genç bir delikanlı da vardır.

Kendisi, bir yıl sonra, 8 Ocak 1996’da bir haber takibi sırasında polisler tarafından dövülerek öldürülen Evrensel Gazetesi muhabiri gazeteci Metin Göktepe’dir.

Duruşma başlamıştır…

Yargılanan kişi, iri gövdesiyle mahkeme salonunu tek başına doldurur gibidir.

Ayakta, elindeki kâğıtlardan savunmasını okumaktadır.

Metin Göktepe Yaşar Kemal Durşmasında, 1995
Yalanlar Seferi

Türkiye’nin zor yıllarıdır. Kürt sorununda bir çözüm üretilememiş, dönemin muktedirleri “balığı yakalamak için denizi kurutmaya” karar vermişlerdir. Siyasilerin bile çoğu doğu illerine gidemedikleri, gazetecilerin sokak ortasında ensesinden vurulduğu, ölümlerin, kayıpların, faili meçhullerin haddi hesabının olmadığı, devletin rakamlarıyla üç bine yakın köyün boşaltıldığı kara bir dönemdir.

1994’teki Susurluk Kazası’yla ortalığa dökülen kirli ilişkiler, toplum üzerindeki baskısı, sonraki yıllarda da hızından hiç kesmeden devam edecek, 1997’deki ünlü 28 Şubat kararlarıyla doruğa ulaşacaktır.

Korkunun, baskının, yıldırmanın ayyuka çıktığı, ülkenin gökyüzünü kaplayan o zifiri karanlıkta Avrupa’dan kıvılcım gibi bir ses yükselir.

İri gövdesinde taşıdığı o kocaman yürekten yükselen bu çığlığın sahibi, ünlü yazar Yaşar Kemal’den başkası değildir.  


Alman Der Spiegel dergisi, Yaşar Kemal’in "Yalanlar Seferi" başlıklı makalesini yayınlamıştır. Yazısında, Türkiye'de devletin Kürtlere yönelik yıllardır süren baskı politikasını, o günlerde tüm şiddetiyle süren savaşın gerçeklerini anlatmaktadır Yaşar Kemal.

Ünlü yazar, o devrin muktedirlerinin hışmını üzerine çekmekte gecikmez. Terörle Mücadele Yasası’na (TMY) göre “bölücülük propagandası” yapmakla suçlanır.

Ancak o Yaşar Kemal’dir!

Çukurova’nın onuru, edebiyatın çınarı, bu coğrafyanın vicdanıdır.

23Ocak 1995 tarihinde, “Yalanlar Seferi” nde yazdıklarını mahkeme huzurda da aynen ve çekincesiz olarak savunur.

Yaşar Kemal ile Aşık Veysel aynı masada
İnsanoğlu umutsuzluktan umut yaratandır


Bu tarihten tam on altı yıl sonra.

Bu sefer tarih 28 Mart 2011’dir.

Ankara Devlet Tiyatrosu Akün Sahnesi.

Türkiye'de 68 gazeteci tutukludur. 2 binden fazla medya davası sürmektedir.

Gazeteci Ahmet Şık'ın henüz basılmamış kitabı için saldırıya uğramıştır.

Çağdaş Gazeteciler Derneği’nin Özel Onur Ödülü için anons edildiğinde salon ayağa kalkar, bir alkış tufanı kopar.

Yaşar Kemal’in adıdır bu alkışa neden olan.

Usta yazar törene katılamamıştır.

Bunun yerine ÇGD'ye bir mektup yazar.

2011 yılındaki mektubunda bugünleri anlatır gibidir:

“Diyorum ki, korkulmasın, bugünkü, bu gelip geçici duruma bakıp umutsuzluğa düşmenin bir gereği yok... Bugün hapisanelerde, mahkeme kapılarında veya mahkeme kapılarına gitmeyi beklerken mesleğinin ve insanlık onurunun hakkını verenler var. Onlar ve onların hakları için omuz omuza yürüyen, sesini yükseltenler insanlığımızın daha bitmediğini, vurdumduymazlığımızın bizi öldürücü hale getirmediğini kanıtlıyorlar.


İnsanoğlu umutsuzluktan umut yaratandır. Demokrasiyi yaratmak insanlığın büyük gücü olmuştur. Çok söyledim, tekrar söylüyorum. Ya demokrasi ya hiç...
Ve Türkiye ‘hiç’e layık değildir.

Selam olsun düşünce özgürlüğü ve insan hakları için direnen meslektaşlarıma.

Selam olsun insanlık toptan tükenmedikçe umudun da tükenmeyeceğini gösterenlere!”

Tarihe düşülmüş bir not

Aradan üç yıl daha geçer.

Tarih 12 Kasım 2014.

Bilgi Üniversitesi’nin konferans salonu.

Üniversite insanlığa, “bilim, felsefe, düşünce, kültür ve sanat alanlarındaki eserler kazandırmış ya da eşine az rastlanır nitelikte katkıda bulunmuş, ülke ve dünya barışına önemli katkıları olmuş, çalışmaları ile insan hakları ve demokrasinin yaygınlaşmasına öncülük etmiş” kişilere fahri doktor unvanları vermektedir.
İşte bu fahri doktora törenlerinden biri yapılmaktadır.

Daha önce Jack Lang, Nelson Mandela, Martin Schulz’a verilmiştir fahri doktora unvanı.

Bu sefer Yaşar Kemal’in adı anons edilir salonda.

Yaşar Kemal Onur Günü” etkinlikleri kapsamında fahri doktora unvanı verilecektir kendisine.

Oysa hastadır 
usta. Gelememiştir.

Ancak bir mesajla katılabilir törene.

Mesajı, tarihe düşülmüş bir not, okurlarına bırakılmış vasiyet gibidir.

Şöyle der mesajında:

“Bir, benim kitaplarımı okuyan katil olmasın, savaş düşmanı olsun.

İki, insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi aşağılayamasın.

Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak verilmesin.

Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş gitmiştir.

Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar cümle kötülüklerden arınsınlar.”

*  *  *

Gerçeğin bir özelliğidir, rahatsız eder, acıtır, yaralar…

Ve siz kimi zaman ondan ürkersiniz, kaçmaya çalışırsınız.

Ne kadar ondan kaçmaya çalışsanız da, o bir yolunu bulur, önünüze çıkar, sizi utandırır.

Biat edenlerin gerçeklerden kaçma ve yadsıma gibi bir özelliği vardır.

Biat ettiğinizde, sahip olduğunuz bütün değerleri terk eder, geçmişte onur duyduğunuz şeyleri bugün ya tümden reddeder, ya da utangaç bir şekilde savunur gibi yaparsınız.

Bugün Bilgi Üniversitesi’nin Fahri Doktora Unvanları sayfasına girdiğinizde, Yaşar Kemal’in mesajı olarak yukarıdaki metni göremezsiniz. Onun yerine, yazarın eşi Ayşe Semiha Baban’ın ağzından mesajın diğer bölümlerinden bir metin koyulmuştur.

Yaşasaydı eğer, söylediklerini duyar gibi oluyorum yazarın:

“Bana ödül verecekler,  benim katillere karşı olduğumu, bir savaş düşmanı olduğumu bilerek versinler!

Bana ödül verecek olanlar, insanın insanı sömürmesine karşı olduğumu bilerek; aşağılamaya, asimilasyona, insanları asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere kaşı olduğumu bilerek versinler!

Bana ödül verenler, yoksulluğun bütün insanlığın utancı olduğunu bilsinler.
Bilsinler ve bana ödülü öyle versinler!

Bana ödül verenler, vitrinlere, onur panolarına koydukları resimlerimin arkasına saklanarak, benim gerçek fikirlerimi gizlemesinler.”