7 Ekim 2013 Pazartesi

Dağ yürekli eşkıya

Yusuf Nazım
Cumhuriyet/4 Ekim 2013

Eylüldü, acıya uyandı… Eylül’ün kapısı bir kez daha çaresizce aralandı. Bir ölüm geçti, Eylül’ün aralık kapısından. Bin ağıt yakıldı ardından. Biz, azaldık biraz daha, biraz daha yenildik çaresizliğimize. Baş eğdik doğanın sinesinden kopup gelen  buyruğa… Ve biz mağluptuk bir kez daha, ölümle olan bu kıyasıya savaşta…

Tuncel Kurtiz öldü. Türkiye sinemasının devi, Yılmaz Güney’in ülkeye kazandırdığı sinema ustası, onun dostu, yakın arkadaşı, yoldaşı… Türkiye sinemasının çınarı devrildi. Dünya sinemasının büyüklerinden, sinema ve tiyatro oyuncusu, yönetmen, yapımcı ve senarist; yalansız rol ustası, ağır ve doygun sesiyle bir şiir serüvencisi Tuncel Kurtiz’i kaybettik…

Tuncel Kurtiz üniversitede hukuk fakültesi, filoloji, felsefe, psikoloji ve sanat tarihi bölümlerde okur. Okuduğu okulların hiçbirinden mezun olmaz. Sevdiği bir iki hocanın dersleri hariç, çoğu zaman okula bile gitmez, elinde kitap dolu bir bavulla dolaşır, daha çok kantinde otururdu. Bavulunda ise James Joyce, Faulkner, Sait Faik, Cahit Sıtkı, Orhan Veli, James Hilton, Rabindranath Tagore’un kitapları olurdu.

1964 yılında, "Şeytanın Uşakları" ile sinemaya girer. Aslında o mu sinemaya girmiştir, sinema mı onun kanına girmiştir, bilinmez.  Sinemanın asi çocuğuyla, Bebek’te, bir bodrum katının ufacık odasında karşılaşır. Tek masa ve daktilosuyla yaşayan Yılmaz Güney’le tanışması hayatında bir dönüm noktası olur. Yılmaz’la beraberlikleri, Güney hapisten çıktıktan sonra, “Gel usta, beraber olalım  demesiyle başlar. Birlikte “Konyakçı Kabadayılar Kralı  filmini yaparlar. Yaptıkları filmleri beğenmediğinde “ne yapıyoruz ağabey” der Yılmaz’a… Yılmaz’sa, “Ağabey, başlangıçta böyle yapacağız.. Çirkin kral olacağız ki istediklerimizi yapalım” der. Kurtiz, tam kafası yatmadığında, “Hadi, sen yap ağabey, ben de ara sıra gelirim,” der… Öyle de yapar. Gider ama ara sıra gelir... Aslında ara sıra değil, Yılmaz her çağırdıkça gelir. Çünkü bilir, Yılmaz çağırıyorsa, gerek duyduğu için, ona ihtiyacı olduğu için çağırıyordur. Ve onu çevirmez, hep gider…

İhtiyarı bulun bana!

Tuncel Kurtiz, “Ben Yılmaz’ın yanında hep ikinci adam oldum, böyle olmaktan da zevk aldım” der. Yılmaz yaşasaydı eğer, “olur mu ağabey, sen her zaman benim dostum, yoldaşım, başımdın” derdi, “sen olmasan, benim filmlerim film olmaz” derdi. Nitekim Yılmaz onu, Duvar filmi için çağırdığında, “Gel ihtiyar, yanımda dur yeter,” dedi ona. “Yanımda dur. Her gün al konyağını iç, şarabını iç. Yanımda dur, yeter” dedi. Tuncel, o sırada İsveç-Macaristan ortaklığı bir filmde oynuyordu, gitti, mukavelesini iptal etti, Yılmaz’ın yanında durdu… Yılmaz’ı anlatırken, “Hani, fotoğrafım bile olsa yanında hoşuna giderdi” söyler.

Sürü filminde, hapisteki Yılmaz’a Hamo’yu kim oynayacak diye sorduklarında, filmin yönetmeni Şerif Gören’e “İhtiyarı bulun” demişti. İhtiyarın kim olduğunu bilmez Gören. Oysa ki, Tuncel Kurtiz’dir ihtiyar. Zeki Ökten soruşturur, ihtiyarın Almanya’da bir film çevirmekte olduğunu öğrenir, gelemeyeceğini söyler Yılmaz Güney’e. Yılmaz, “Şu Hürriyet gazetesine bir ilan verin, o gelir” der…

Yılmaz’la birlikte sinemada bir nehir gibi akarlar. Çoğu zaman senaryo bile yoktur, Yılmaz sette yazar senaryoyu, Tuncel Kurtiz oynar. Tıpkı bir tsunami gibidir, ne kaçılabilen, ne de kontrol altına alınabilen oyunculuğu vardır. Umut filmi, sinema serüveninde bir dönüm noktası olur. Artık o bir sinema hastasıdır. Bu filmde oynamak için, deli raporu alıp Bakırköy Akıl Hastanesi’nde bir ay yatmayı göze alabilecek kadar üstelik.

Umut ve Sürü filminden sonra Avrupa sinemasının kapıları da açılır Kurtiz’e. İsviçre, Almanya, İsveç, Norveç, Danimarka, ve Hollanda’da oyuncu ve yönetmen olarak işler yapar. Yanı sıra ABD’den de davetler alır, gider çalışır. Ama asla Holwood sinemasına yüz vermez, tekliflerini hep reddeder. Çok da alçakgönüllüdür. Öyle ki, yaşlı olduğu gerekçesiyle Türkiye’de en iyi erkek oyuncu ödülü verilmeyen sanatçı, İsrail’den en iyi yabacı ödülünü aldığında, Richard Burton, John Hurt gibi devler varken, ödülü alırken utandığını söyler.

Can Yücel’in dediği gibi “Onların uşakları, bizim dostlarımız var”. Parası olmadığı zaman böyle der. Parası olduğu zaman da cüzdanı yoktur; ne bankada bir hesabı, ne de başka bir şey. Kazandığı parayı, ya mutfakta bir kavanoza, ya da arabasının bagajında bir kese kağıdına koyar.

Aklı hep çılgınca düşlere firardaydı

Tuncel Kurtiz… Yüz hatlarında, görmüş geçirmiş bir çınarın ağırbaşlı çizgileri, bakışlarında adam olmanın haklı gururu, sesinde kükreyen bir aslanın mağrurluğu vardı. Oyunu, yalanı, hileyi sevmezdi. Provayı da… Sahnede de, çoğu kez olduğu gibi oynardı.

Bizden biriydi o… Hayata düz bakmayan biri; yeri geldiğinde susmaktan, sırasında konuşmaktan korkmayan… Gururlu, vakur sesiyle, korkusuz bir eşkıyaydı; yani içimizdendi... Hepimizdendi… Yılmaz Güney’in bulduğu bir cevher, onun öğrencisi, yolcusu, yoldaşı, yatağını paylaştığı arkadaşıydı; yaşasaydı eğer, onun öğrencisi, ustasıydı belki…

Sırtında tertemiz gömleği, kirlenmiş bir dünyaya ait ağır bir yük taşıyordu; yüzünde ak saçlı, pala bıyıklı, pir gözlü bir adam taşıyordu. Her daim eşitlikten yanaydı; emekten, özgürlükten yana. Göğsünde deli kanlı bir yürek, içinde ışıl ışıl bir cevahir taşıyordu.

2011 yılındaki Grup Yorum’un konserinde, Ümit Ülker’in şiirini okurken destansı bir ağıt bıraktı bize. Hayata dair bir ağıt yaktı… Fakat, hiç beklenmedik bir anda, ansızın çekip gitti… Aklı, hep çılgınca düşlere firardaydı, gözbebeklerinde müebbet bir hüzün, dilinde ay kesiği bir yara. Düşleri kırık dökük, umudu hiç eksik değildi. Yüreğini bizlere emanet ederek gitti…

Bazı şeyler vardır, inanması güçtür. İşte böyle gitti Tuncel Kurtiz... Dimdik ve ayakta… Gittiğini inandıramadı geride kalanlara; dünya sanki bir tiyatroydu, bir sinema gibi yaşadı hayatı. Son sözünü soramadılar ona, son sözünü söyleyemeden gitti. Güzel atlarına binerek giden o güzel insanlar gibi gitti…

Eylül acıya boyandı bir kez daha… Şimdi, kalbim üşüyor.. Kalbimin içinde, kalbim gibi kocaman bir dağ üşüyor. Kalbimin üşüyen kanatları açık. Açık olan kalbimin kanatlarından yaralı kuşlar uçuyor… Uçan kuşlar birer birer düşüyorlar. O büyük, ıssız sonsuzluğa göçüyorlar.

Tuncel Kurtiz… Bir yanı yaralıydı belki ama sapasağlamdı; geçit vermez dağ, bileği bükülmez yürek, devrimci bir candı; kanatları kınalı kuş, dağ yürekli eşkıya, sapına kadar insandı!

Ha, bir de sevdalıydı… Sevdalımızdı yani bizim… Ve bir kez daha, sevdalımız komünistti bizim…

Yusuf Nazım

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=445258&kn=29&ka=4&kb=29