8 Ocak 2012 Pazar

Yoklama Yapılmayacak Bugün

  Yusuf Nazım
Evrensel Kültür Dergisi /Ocak 2012, Sayı : 341

Hayalleri eski zamanlarda kalmış şen şakrak çocuklardık. Zil çalmış gibi girdik o gün sınıfa. Sanki bir sömestre bitmiş, bir diğeri başlamıştı; belki bir şubat tatili sonu, ya da bahardan kalma bir gün, cıvıl cıvıl bir hasretlik içindeydik; sarıp sarmalaştık, kucaklaştık, öpüştük.

Hayat mı erken davranmıştı, yoksa biz mi geç kaldık. Sınıfın çoğu eksik, sıralar oldukça seyrek, başka gelen giden yok. Nerede kalmıştılar acaba? Belki de biraz geciktiler, şimdi gelirler teneffüsten. Nasıl da telaşlı bir heyecan içindedirler. Kim bilir, kar yolları tutmuş, zorlu bir yolculuktadır hala kimileri. Malum, köyde yaşayıp da ilçede öğrenci olmak zor. Ev tutmak kolay değil; kira parası, elektrik-su faturası, bir de ısınma derdi falan… Bu yüzden bazıları, uzun karlı yolları yürüyerek aşar, okula ancak ulaşırdılar. Birazdan belki kapı çalacak, kardan adam misali girecekler içeri, beyaz dişleriyle muzırca sırıtarak. Kimi sigara kaçağı yapıyordur belki tuvalette, kimi de son sohbetlerini... Besbelli, uyuyakalmıştır yine Kerem, mışıl mışıl yatağında. “uykulu”ydu lakabı; gelse de en arka sırada uyuyacak; hoca bir türlü kıyamayacak onu uyandırmaya, o tatlı uykusundan.

Peki ya, diğer öğrenciler nerede? Sınıf başkanımız Haluk Eray  hiç affetmez ha, yoklama yapacak birazdan... Allahtan, henüz görünmüyor ortalıkta. Günlerden pazartesi, dersimiz edebiyat, teşbih ve iştiareleri anlatacak Hatice öğretmen, kırmızı önlüğüyle salına salına ayakta.

Tuhaf bir gün, bunda bir iş var çocuklar. Söyleyin, sayımız neden böyle az, niye sıralar dolu değil, kar da yağmıyor dışarıda, üstelik boykot moykot da yok.
Şu sol taraftaki İhsan Ender  değil mi, hep boğazlı kazak giyerdi eskiden, şimdi gömlekli görüyorum onu, yüzü yine kırmızı, saçları niye böyle kısa? Günsel gözlüğünü kaybetmiş, tahtayı nasıl görecek? Orada sessizce oturan Ertaç mı yoksa? Babası orduda subaydı, o bir çikolata çocuğu, en uzun boylumuzdu. Bunca kiloyu da nereden almıştır? Annesi iyi beslemiş olmalı, bu sene bir ay sürdü Şubat tatili. O hala en uzun boylumuz, üstelik daha da yakışıklı, biraz göbek bağlamış...

Orada yayılmış gibi, düşünceli duran kim, bizim Ferhat değil mi? Sarı ve kurşuni severdi; hep takım elbiseyle gelirdi okula, etekleri geniş, nedense büzgülü; yüzü yine yuvarlak, gülünce dişleriyle gülüyor. O da biraz değişmiş; üzerinde ne sarıdan eser var, ne kurşuni elbise. "Ben Ahsen" dedi de inanmadım, bu nasıl değişiklik Tanrım, Ahsen  seni hiç tanıyamadım... Kutlarım, uzaklardan gelmişsin. Şakir dersen, müteahhit kılıklı, bond bir çantayla gezerdi. Kahkahası yine eksilmiyor, yine ağzı dolu dolu, gözleri ışıl ışıl gülüyor. 

Şu göbekli olan kim, Sencer’i andırıyor biraz, az daha tanıyamayacaktım; simsiyah saçları vardı, ensesi alabıros traşlı, uçları kıvırcık. Gülünce kirpikleri arasından, bir cevher gibi parlardı gözlerinin içi. Yine ıkına sıkına sarf ediyor cümleleri, yine sakına sakına konuşuyor, sanki ödünç alıyor sözcükleri mübarek! 

Dedim ya arkadaşlar; bugün hava değişik, bir gariplik var sınıfta, gözlerde saklı bir hüzün, yüreklerde sanki bir heyecan. Bu gördüğüm gerçek mi, birisi dürtsün beni, rüyada mıyım yoksa? Şuradaki Şaziye değil mi, sarı saçları kumral, uçları lüle lüle, gözler biraz çukurda, şimdi biraz daha kilolu. Kâmuran bu ne hal, saçların dökülmüş, ne oldu sana böyle? Biraz da kilo vermiş, çenesi yine aynı, konuşurken bir tarafa kayıyor, eze eze bırakıyor kelimeleri dişleri arasından; hep olduğu gibi munis, biraz daha kibar, belki biraz daha mütevazi.

Ah, siz yok musunuz çocuklar, siz! Sınıfın sevimli haylazları. Sizsiz sınıfın tadı mı olurdu... Üçü birbirine benzer, üçü birbirinden yaramaz, üçü birbirinden çocuk. Adem’i göremiyorum, yakıştı mı sizlere, nerede bıraktınız onu? Abdullah’la İmset, masadan masaya karşılıklı atışıyor; birbirine kaş-göz oynatıyorlar; biri işaret parmağıyla tehditkar, öfkeden kıpkırmızı yüzü, öteki el sallıyor, bıraksan kapışacak gibiler!.. Boyları hemen hemen aynı, göbekler peydah olmuş, enseler daha kalın.
Helin Kurt

Şu karşıki Harun olmalı, hoca kesin kızacak; hafif kirli bir sakal, bir de gözlük takmış üstüne, cakasını satıyor, fiyakası tam. Sorunca, yine anlatacak bir masal, kaçın kurrasıdır, hoca inanır mı dersiniz. Harun ikizini getirmeyi unutmuş, Bulut’tu adı, aklımızda saklıydı, toz pembe hayalleri vardı.

Bu gördüğüm Şemsinur değil mi, hani lise yolundaydı evleri. Upuzun, düz saçları vardı, at kuyruğu örerdi, insanın ruhuna dokunurdu bakışları. Şimdi yine düz, nedense küt kesmiş; at kuyruğu belikleri yok artık, arka sıralardan hep okşayarak dokunduğumuz...

Yoklama kağıdında hep adı vardı Şeref’in; sıra arkadaşı, öğretmen olup da, yıllar sonra aynı sınıfta gördüğünde onu, nasıl da şaşırmıştı. Matematikten geçmesi gerekiyor Şeref Eker’in, erken evlenmiş, evde çocukları var. Tahtaya kalkınca hep parmaklarını kıtlatırdı Birgül, şimdi yok aramızda. Hatırladım, bir de posta müdürünün kızları vardı, Bircan ile Nurcan, önümde otururdular. Saçlarını arkadan birbirine bağlar, türlü muziplikler yapardı Şakir. Anıları, siyah beyaz bir fotoğraf olarak saklı şimdi.

Sınıfın en güzel kızıydı Afet, erken evlendirdi ailesi, yazık oldu, bir daha göremedik. Sonra Remzi Şit, ne kadar sevimliydi yüzü, gülmeden konuşamazdı. Evliydi, okula gelirken yüzüğünü saklardı. Sınıfta durmadan çocuklarını anlatırdı bize. Daha kimler yoktu ki; Rana Güneş, Yaşar Özkurt, Recep Gülmez, Pervin Şimşekler… Sahi şimdi nerdeler? Nerede kaldı diğer arkadaşlarımız? Nerede kaldı o eski günler, nerede kaldı o eski günlerin o gün yüzlü çocukları; Kazım Günay, Mahide Taş, Haluk Karaçay, Hakan Şanpolat ve daha niceleri…

Bazı arkadaşlar artık hiç olmayacak, erken ayrıldılar bu sıralardan. Bilgen’ı duyunca çok üzülmüştüm; elim bir hastalık almıştı onu aramızdan, toprağı bol olsun, inci gibi dizerdi harfleri defterine. Bir de Metiner vardı, Metiner Karlı, nerede kaldı acaba? “Seni görünce, önümü iliklemek geçiyor içimden” demişti bir defasında, ne efendi çocuktu. Çok sigara içerdi, ne kavgalar ederdim onunla, nasihatin bini bir para; bir türlü bıraktıramadım. Canım senin olsun derdi, ne olur cigarama dokunma. Duydum ki, bir ara ölüm orucuna yatmış, sonra sizlere ömür, merhumun kansere yenik düşmüş ciğerleri.

İri gövdesiyle Nedret, tam bir insan azmanı, kapıdan zor sığardı. Ona yetişmek ne mümkün; coğrafyacı tokat atmaya görsün, her seferinde sıçraması gerekirdi; kasları ne kadar güçlüyse, yüreği o kadar yufkaydı. Bir de Mithat tabii, kavgacı Mithat, erken ayrılmıştı aramızdan, bir başka kente mi taşınmıştı ne. Bak şimdi hatırladım, Kız Merih vardı bir de, kalçasını kıvırtarak yürürdü. Bir kız kadar pürüzsüzdü yüzü, iyi terbiye almış, anlardık, hoş çocuktu.

Samet’i söylemeyin sakın, babası şehrin eski eşraflarından; en haylazıydı sınıfın, en yaramazı, en kavgacısı. Yazılı olacağı zaman, kavga dövüş, ne eder eder çalışkan öğrencilerin yanına otururdu. Çok da uyanıktı, üstelik kurnaz; şeytana külahını ters giydiren cinsinden. Üniversiteyi kazanamadı; uğraştı, çırpındı, çabaladı; bir gün vekil oldu, velhasıl adam olamadı bir türlü.

Ercan!.. Evet, sevgili Ercan!.. Ercan’ı hiç sormayın bana, onu nasıl anlatmalı. Ne zaman hatırlasam, bir elem bulutu çöker yüreğime. Kendi halinde, sakin, sessiz bir çocuktu. Geç fark ettim, duygularını dışa vurmaz, içten içe akardı. Karıncaya bile kıyamazdı. Duydum ki, yüreği atmış, isyan etmiş bir gün bu zalim hayata. O şimdi müebbede mahkum, infazını da yakmış, cezası indirimde, daha yılları var özgürlüğe.

Arkadaşlar; yıl 2011, farkında mısınız, mevsim artık sonbahar. Ağır ağır çıkıyoruz okulun merdivenlerinden, eteklerimizde yığın yığın sararmış yaprak... Ders başlasaydı eğer, bizi gördüğünde, konumuz Ahmet Haşim diyecekti kesin edebiyat hocamız; günler, mevsimler, yıllar, elemli birer uçurtma gibi, bir güzel ömür olup geçecekti önümüzden.

Bugün Pazartesi. Dedim ya, bir tuhaf boşluk içindeyiz çocuklar. Boş sıralarda eski anıların izi var, bir yanımız eksik kaldı sanki. Biliyorum, gelenler sevinçli bir telaş içindeler, ancak herkes başka bir ruh halinde, herkes de başka bir tedirginlik var. 

Şimdi ağır bir suskunluk kaldı havada, asılı. Sınıfta dolu dolu bir hüzün. Eksiklerimiz çok, sıralar hala boş. Sanırım, mazereti olmalı arkadaşların, sınıfa değil, belki de hayata geç kalmışlar, onları yok yazmayalım lütfen. Hatice hoca da gelmedi, üstelik Haluk Eray da yok! Besbelli yoklama yapılmayacak bugün. Haluk’u yok yazalım mı dersiniz? Hadi, onu da bağışlayalım, hep idare ederdi bizleri, kibar çocuktu kendisi.

Karar verelim artık, ne yapalım? Ders filan işleyemeyiz artık, sayımız hala çok az, yazılı falan da olmaz... Sınıfı terk etmek yok, hoca gelmedi, lakin Yusuf burada, izin de vermez doğrusu. İyisi mi, serbest çalışalım bugün biz. Konuyu kendimiz seçelim; dersimiz hayat bilgisi olsun, konu anılar. Haydi, sırayla anlatsın herkes anılarını, bir bir gelsin önümüze o saf ve çocukça günlerimiz. Kim bilir, ne gizli hayallerimiz vardır paylaşacak, ne gizli düşlerimiz. Böylece geçirelim günü, sırayla boşalsın heybelerimiz.

Yusuf Nazım