19 Eylül 2014 Cuma

Çankaya’da bir darbecinin portresi

Yusuf Nazım
T24 /19 Eylül 2014

Yerler halı. Uzun bir koridor. Duvarda, yan yana asılı on bir adet çerçeveli fotoğraf. Bir, iki, üç, dört… Yedincinin önünde duruyor, başını hafifçe çeviriyor, onunla göz göze geliyor…

*

O bir darbeciydi. Silahlı suç örgütün başı… Ülkenin üzerine kâbus gibi çöken vahşet rejiminin sorumlusuydu… Türlü entrikalar, psikolojik savaş yöntemleri, suikastlar, gizli kışkırtmalar… Ükeyi uçurum kenarına sürükleyip sonra darbe yapan çetenin lideri!

650 bin gözaltı, 83 bin siyasi dava, 1 milyon 683 bin fişleme… 348 bin kişiye yurt dışına çıkma yasağı, 14.509 kamuda işten atılma, on binlercesini istifa ettirilmesi, 30 bininin ülkeyi terk etmesi! Yetmedi, 14 bin kişiyi yurttaşlıktan çıkarma, 39 ton kitabın yakılması, 937 filmin yasaklanması, 8 gazetenin kapatılması… 50 idam, 420 işkencede ölüm…  Hepsi, 12 Eylül vahşet rejimin ürünleriydi. Ve bütün bu suçlar işlenirken suç örgütünün en başında o vardı!

Çankaya’da, bir köşkte, uzunca bir koridorda asılıydı resmi. Duvarda, yan yana asılı portrelerin yedincisiydi o! O resimdeki dudaklardan dökülen emirlerle yürüyordu bunca zulüm, ölüm ve işkence. Ve aynı portrenin kirli elleri imzalıyordu ölüm fermanlarını.

Hala o duvarda asılıydı resmi

İşkencenin her türünü denemek onların işiydi; kum torbalarıyla dövülen, hücrelerde kan tükürüp işeyen, İstiklal marşını ezbere okuyamadığında ölümüne dayak yiyen, aç bırakılıp makatlarına coplar sokulan, dışarı dökülen bağırsakları torbalara doldurularak önlerine konulan insanlar hep onların eseriydi! Aklın almayacağı, en vahşi işkence yöntemlerinin uygulandığı Diyarbakır Zindanları’nı dünya işkence tarihine armağan eden zulüm makinesinin yaratıcısıydı o! Abartı yoktu; babalarının önünde kız çocuklarına, çocuklarının önünde annelerine tecavüz ediliyordu; İnsanlar, kafasına çivi çakılarak öldürülüyor, 'bambulu oda' larda çırılçıplak soyularak işkenceye tabii tutuluyorlardı. Falakalarda, ayak tabanları, el ayaları patlatılıyor, kaba yerleri eziliyor, tırnakları sökülerek çırılçıplak soyulan tutukluların üzerine kurt köpekleri salınıyordu. Bütün bunlar yapılırken silahlı çetenin lideri, hemen her gün televizyonlara çıkıp, güç ve kudret gösterisinde bulunmaktan geri kalmıyordu!

Çankaya'da bir darbecinin portresiydi o... Hala orada, o duvarda asılıydı resmi! Ve hala kanlı gözleriyle izliyordu olup bitenleri…

Kelimenin tam anlamıyla “katil” di! Ünlü, “asmayıp da besleyelim mi” deyişi ona aitti. Eşit olsun diye “bir ordan, bir burdan astık” diyen de yine oydu. Eline geçirdiği devlet aygıtıyla ülkenin anasını ağlatan da o! Sendikalara kıyan, grev yapmayı olanaksız hale getiren yasalar onun yasalarıydı. İnsanlık dışı taşeron sistemini ülkenin başına bela eden ve nice Soma’lar yaratan kanunlar onun anayasasından alıyordu kudretini. Üniversitelerde, onun getirdiği YÖK eliyle okunurken bilimin canına, siyaset onun imzaladığı yasalarıyla zapt-ı rapt altına alınıyordu. Ve sonradan gelen siyasetçiler hep gönül rahatlığıyla oturuyordu onun yaptığı yasalarının üzerine. İlkokullarda, zorunlu din dersinin mimarı, çok şükür yine oydu. Kadim halkımızın varlığını, “kırt” diye resmi tarihe geçirmek yine ondan başkasının marifeti olmayacaktı...

Çok başarılıydı! Bu yüzden okullara, caddelere, sokaklara kendi adının verilmesini gururlanarak kabul ve teşvik etti. Sonradan gelenler hep onu örnek aldı, onun izinden gittiler; parklara, spor tesislerine, üniversitelere kendi adlarını koyarak doyurdular nefislerini. Bugün bile hala sokaklarda bir katilin izi var. Köşe başlarında, her an bir katille karşılaşmak mümkün. Çocuklar, hala bir katilin adını okuyarak giriyorlar her gün okullarına. Olur olmaz yerlerde, olur olmaz zamanlarda, bir tabelada karşımıza çıkıveriyor aynı katilin adı. Hala bir katilin adıyla anılıyor caddeler, parklar, bahçeler…

Çankaya’da bir köşk. Yerde kırmızı halı, uzun bir koridor, duvarlarında çerçeveli fotoğraflar. Bir, iki, üç, dört… Yedinci sırada bir katilin portresi! 12 Eylül 1980 sabahı, silahlı bir suç örgütüyle meclisin kapısına dayanan, seçimle işbaşına gelmiş hükümeti devirip tüm partileri kapatan, liderlerini hapse attıran bir çetenin lideri! Sonradan, el koyduğu devlet aygıtının gücünü kullanarak kendini %92 oyla cumhurun başı seçtiren haydut; çerçeveli resmini Çankaya’da bir köşkün, kırmızı halılı koridorunun duvarında 7.sıraya astıran zat! Kenan Evren’in portresi…

Ayağında delik, sırtında kurşun

Şimdi, cumhurun yeni başı yürüyor. İçi rahat mı, değil mi belirsiz! Ama kalbinde bir yük; darbeyle, hileyle, şerle zindanlara tıkılıp yıllarca orada unutulanların yükü; aydınların, sanatçıların, yazarların; suçsuzların ve günahsızların yükü! Tarihe kanla yazılmış toplu kıyımların; Maraşların, Çorumların, Sivasların; sene 1977’de 1 Mayısların, Sivas’ta Madımakların, Diyarbakır’da Lice, daha nice katliamların yükü…

Cumhurun yeni başı Çankaya Köşkü’ne doğru ağır ağır yürüyor. 12 Eylül 1980’de, on yedisinde, yağlı bir urganın ucunda sallanan bir çocuğun yüküyle yürüyor! Gözaltında kaybedilen, işkence edilen, öldürülen, idam edilen binlerce, on binlerce apak yüzlü gencin, kadının, delikanlının yüküyle… Yakılan, yıkılan, boşaltılan binlerce köyün, sayısı belirsiz faili meçhullerin, her cumartesi Galatasaray’da ağıtları arşa yükselen çaresiz annelerin yükü…

Çankaya’da, kırmızı halıda, bir koltuğa doğru yürüyor. Göğsünde ağır bir yük; Roboski'de uçaklarla, bombalarla, oyalamalarla parça parça edilenlerin yükü; Gezi'de ölen canların, hunharca gözü oyulanların, Berkin Elvan'ların; ayağında delik, sırtında kurşun, kaldırımda yüzüstü yatan Hrant’ın yüküyle yürüyor…

Ağır adımlarla ilerliyor. Yürüdükçe kalbindeki yük büyüyor. Çankaya’da, kırmızı bir halının üzerinden, bir duvarda asılı darbecinin portresinin önünden geçiyor. Eski bir alışkanlık belki, başını çeviriyor, gözleri, darbecinin kanlı gözleriyle buluşuyor, minnetle eğiliyor, selamını veriyor…

Adımlarını giderek açıyor. Tıpkı diğerleri gibi, darbecilerin yanındaki gösterişli yerini almak üzere sabırsızlanıyor. Bakışlarında donukluk, kalbinde hafif ağrı; bir elini göğsüne götürüyor. Belki bu yük ağır, taşıyamayacağı kadar ağır. Kim bilir şimdiden başlamıştır, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprünün sorgusu. Ortadoğu’da vahşet, Gezi’de cinayet, camilerde vaaz, ayakkabı sesleri; zehir, destan, ölüm, Kabataş’ta bir bacıya zulüm! Damla damla su, senet senet ihale; vakıf, baraj, akmayan dereler; Loç Vadisi, Solaklı, Gerze, Tortum! Belki bir suçluluk duygusu, belki de sonun başlangıcı, belki de başka bir dünyanın ahiret korkusu...

Çankaya’da bir darbecinin portresi! Kırmızı halı. Uzunca koridor…

@yusufnazim

5 Eylül 2014 Cuma

Sizin hiç anneniz oldu mu?

Yusuf Nazım
Özgür Gündem
5 Eylül 2014

Sizin, hiç anneniz oldu mu? 

Acı yüklü suretleri geçiyordu resimlerin önümden. Birdenbire durdum! Tanıdık gelmişti görüntüsü. Sarı toprağın üzerinde, yüz üstü yere kapaklanmıştı. Sanki eğilmiş de, kulak vermiş bir ninniyi dinliyordu... Elleri yumuktu. Dudaklarındaki emziği yere düşmüştü. Belli ki, toprağı avuçlayan minik parmaklarının gücü, onu ayağa kaldırmaya yetmemişti. Tekini öne katlamış olduğu ince bilekli bacakları da öyle… Belki yaşıyordu, belki son nefesini vermek üzereydi, belki de ölmüştü… 

Sizin, hiç anneniz oldu mu?

Bir zamanlar, onun vardı! Oysa şimdi kayıp, yok! Belki başka bir dağın başında yaralı ve yalnızdır… Belki dermanı tükenmiş bir yokuşta, öylece yere yığılmış kalmıştır... Belki de çırpınıp kurtulamamış, cayır cayır bir yangının ortasında, donup kalmıştır korkusundan. Belki silahlı, sakallı, cüppeli bir vahşinin iri kıllı elleri koparmıştır onu yavrusundan…

Biliyorum… Onun bir annesi vardı! Acıkınca göğüslerine bastırır, üşüyünce yumuşacık kollarıyla sarardı. İpeksi teniyle dokunurdu süt kokan ellerine. Yanından asla ayırmazdı; kokusuyla sever, bakışlarıyla okşardı.

Sizin hiç anneniz oldu mu?

Onun bir annesi vardı! Onu, adına Şengal denen bir dağın eteklerinde gördüm! Körpecik bedeniyle toprağa uzanmış yüz üstü yatıyordu. Sanki yuvasından ayrı düşmüş gibiydi. Kanatları kırık, körpe, küçük bir kuş gibiydi. Sanki yorulmuş, gözlerini sonsuz, huzurlu bir uykuya yummuş gibiydi…

Ajanslara yeni düşmüş bir resimdi o. Bir taşın dibinde soluksuz kalmış, adına medeniyet denilen çağın görüntüsüydü! Vaatlerle, sözlerle, kelimelerle kandırılmış bir dünyadan gelen korkak, sefil, aciz bir ölümdü şimdi o… 

Sizin hiç anneniz oldu mu?

Onun bir annesi vardı! Adı Havin’di, belki Emine, ya da Ayşe… Rojin’de olabilirdi pekala, Sakine’de.. Ama adı Havin’di! Biliyorum, adı Havin… En çok da Havin’di adı…

Kızgın toprağın üzerinde uzanmış, şimdi sessizce yatıyor Havin. Ajanslara yeni düşmüş gibi, körpecik suretiyle bize sorular soruyor Havin… Hangi Tanrı tutuşturmuş olabilir onu bu dağın başında yakan ateşi? Hangi Tanrının ona biçtiği kaçınılmaz kader, onu böylesine kurda kuşa yem eden? Üstelik hangi dostun ihaneti vardı bu kaderde?

O çocuğun bir annesi olmalıydı! Koşup kucaklamalıydı; başını göğsüne gömüp koklamalıydı.

Beş çocuk annesi kadın

Sizin hiç anneniz oldu mu?

Şengal Dağı’na kaçan beş çocuğun bir annesi oldu! Beş çocuk annesi kadının erkeği daha kaçamadan öldürüldü! Şimdi günlerdir yollardalar. Yol dediysem, yol değil, kuşun kurdun uğrak yeri, ıssız, kurak bir garip diyardalar. Medeni dünyanın yarattığı bir canavarın insanlık dışı zulmünden kaçıyorlar onlar! Dağları, vadileri, tepeleri aşıyorlar; taşlara dost, kayalara yoldaş oluyorlar… İki kırık ekmek, bir yudum suya hasret yürüyorlar.

Kızgın güneşin altında, taşların arasında, terk edilmiş bir bebek! Durur mu kadın, onu da yanlarına alıyor. Adını Lorin koyuyor… Dağ, taş, insan dolu! Mahşeri bir kalabalık; oraya buraya kaçışanlar, geride kalmış yaşlılar, sakatlar; yürüyemeyenler, kucaklarda, sırtlarda taşınanlar... Çocuklar aç, sefil, dermansız. Açılan bir insanlık koridoru, uzun bir yol, kadın ve altı çocuk… Günler sonra Rojava’dalar…

Şimdi, ağlıyor beş çocuk annesi kadın. Geriden kalan erkeğine ağlıyor; toprağına, taşına, sofrasına, sedirine… Lorin bebeyi evlatlık almak isteyenlere, “vermem!” diyor! “Dünyada vermem!”Sarıyor şefkatli kanatlarıyla çocuğu, açıyor sedef  göğüslerini, gömüyor dudakları arasına yavrunun…

Sahi, sizin hiç anneniz oldu mu?

Ölümden kaçarken çocukları için, ölümlerden ölüm beğenmek zorunda kalan bir kadın gördünüz mü siz hiç? O kadın sizin anneniz oldu mu? Öldürmek nedir, bilmeyen bir halkı, Ezîdîleri hiç duydunuz mu? 72 kıyımdan sağ kurtularak bir dağın eteklerini yurt bellemişler, hiç tarih kitaplarından okudunuz mu?

O topraklar ki nice kavimlere yurt oldu, nice kavimlere mezar… Kimi duyuldu, kimi duyulmadı. Kimini yazmaya bile tenezzül etmedi tarih kitapları.

Şimdi, bir insanlık trajedisi yaşanıyor Şengal Dağı’nın kuytuluklarında. Sık sık haberler düşüyor ajanslara, hiç dinlediniz mi? İnsanlığın böylesine sağır, böylesine dilsiz, böylesine kör olduğuna daha önce hiç tanık oldunuz mu? 

Lorin bebek mi? Lorin bebek kurtuldu. Onun bir annesi oldu.

2 Eylül 2014 Salı

Barış üstünüze olsun

Yusuf Nazım
Evrensel /2 Eylül 2014

İkinci Dünya Savaşı, Almanya’da Nazilerin %48 oyla iktidara gelmesinden sonra 1 Eylül 1939 günü Polonya'yı işgaliyle başlamıştır. Dünyanın yaşadığı bu ikinci büyük savaş, ardında 53 milyonu ölü 100 milyonlarca yaralı ve sakat bırakarak 1945 yılında Sovyet Orduları’nın Berlin’e girmesiyle sona ermiştir.

Polonya işgaliyle birlikte Almanya, 1939 yılından 1941'in başına kadar Avrupa topraklarının çoğunu ele geçirir. 1941 Haziran'ında Nazi Almanya’sının liderliğindeki Avrupalı Mihver Devletler, esas hedeflerindeki Sovyetler Birliği'ni işgal etmeye başlarlar.

Sovyet topraklarında, tarihteki en büyük kara savaşı cephesi böylece açılmış olur.  Almanya ve diğer faşist müttefikleri askeri gücünün önemli bir bölümü bu savaş için ayırır. Ekim Devrimi’nden sonra bütün kaynaklarını sosyalizmin inşasına ayıran Sovyetler Birliğinin, Moskova önlerine kadar gelen Nazi orduların yol açtığı işgal sebebiyle sanayi alt yapısının önemli kısmı yıkıma uğrar. Leningrad savaşında, dünya tarihinin en büyük kuşatması yaşanır. 872 gün süren bu kuşatmada şehir cesetlerle dolar, taşar. Tam 1.5 milyon Sovyet insanı sadece Leningrad savunması sırasında ölür, bundan daha fazlası yaralanır, sakat kalır. Dünyanın büyük güçlerinin yarattığı bu yeniden paylaşım savaşında, tüm dünyada kaybedilen 53 milyon insanın 20 milyonu Sovyetler Birliği topraklarında ölür.

Alman ordularının Stalingrad cephesinde yenilmesiyle savaşın kaderi değişir. Bundan sonra Kızıl Ordunun karşı taarruzu başlar. Sovyetler Birliği ve Polonya orduları Berlin’i ele geçirir. Almanya'nın 8 Mayıs 1945'te koşulsuz teslimiyetiyle birlikte Avrupa’da savaş sona erer.

Pasifikte, Çin ile Japonya arasında başlamış olan savaş ise, ağırlıklı olarak Japon orduları ile Amerika Birleşik Devletleri arasında devam etmektedir. ABD’nin Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attığı ve 154.000 sivil insanın topluca ölümüne yol açan atom bombaları sonucunda bu savaşın da sonu gözükür. 15 Ağustos 1945 tarihinde Japonya’nın teslim olmasıyla Pasifikteki savaş da böylece sona erer.

İşte, 2. Dünya Savaşının büyük yıkımlarından sonra "bir daha asla" diyerek güçlü bir barış vurgusu yapılmak istenir. Bunun için sosyalist ülkeler öncülüğünde “Dünya Barış Konseyi” kurulur. Bu konsey, savaşın insanlık üzerinde yarattığı  acıların bir daha yaşanmaması amacıyla 2. Dünya Savaşının başlangıç günü olan 1 Eylül’ün Dünya Barış Günün olarak kutlanmasına karar verir.

Uzun yıllar 1 Eylül’ün Dünya Barış Günü olarak kutlanmasına karşılık Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, 1981’deki 57. birleşiminde, “Genel Kurul’un açılış günü olan her Eylül’ün üçüncü salı gününü” “Uluslararası Barış Günü” ilan eder. Yıllar sonra da Genel Kurul'un 7 Eylül 2001 tarih ve A/RES/55/282 sayılı kararı ile 21 Eylül'ün Barış Günü olarak kabul edilir. Kabul edilmeye edilir ama BM nin barış günü hiçbir zaman cılız, seremonik törenlerin dışına çıkmaz. Dünya Barış Konseyi öncülüğünde yapılan çok güçlü barış günü kutlamalarına karşın, savaşların acımasızca yaşandığı koşullarda Birleşmiş Milletler törenleri, barışı küçük ve sosyetik salonlara hapsetmekten öte gitmez.

Buna karşılık, barışa ihtiyacı olan ülkeler Dünya Barış Gününü, güçlü bir şekilde alanlarda kutlamaya devam ederler. Uzun yıllardan beri Türkiye’de ve Kıbrıs’ta da her yıl 1 Eylül, Dünya Barış Günü kitlesel olarak kutlanmaktadır.

/*
Öyle görünüyor ki dünyada, baskı, sömürü, adaletsizlik, eşitsizlik olduğu sürece savaşlar da sür git devam edecektir. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan bölgesel savaşlarda milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, yaralanmış veya sakat kalmıştır.

Diğerleri bi yana, hemen yanı başımızda, ABD’nin Irak’a müdahalesi ile yaşanan savaş, bu ülkeyi baştan aşağı büyük bir yıkıma uğratmıştır. Bu saldırı ve sonrasında ortaya çıkan iç savaşlarda, Opinion Research Business’in Ağustos 2007 tarihli rakamlarına göre 1.033.000 insan ölmüştür.

ABD ve bağlaşıklı saldırgan güçlerin sonraki müdahaleleriyle Afganistan, Libya ve Suriye’ye de sıçrayan savaşlar aynı şekilde büyük yıkımlara yol açmaya devam etmektedir.

Bugün, kendilerini uygar olarak niteleyen ABD ve kimi Avrupa devletlerinin Ortadoğu ve Afrika’da yol açmış olduğu savaşlar, bu savaşların yarattığı kaotik ortam bölgeyi tam bir cehenneme çevirmiş, burada yaşayan halkları ise bu ateşle baş başa bırakmıştır.

Halen, sıcağı sıcağına yaşamakta olduğumuz Şengal’deki büyük Ezîdî katliamı, yaşanan büyük göç ve tüm dünyanın gözü önünde Filistin halkına karşı Gazze’de yürütülen savaş, tam da bu sürecin devamıdır.

Yaşanılanlar bir kez daha göstermektedir ki, dünyadaki halklar barışa ve özgürlüğe her zamankinden daha fazla ihtiyaç duymaktadır.

Savaşsız, baskısız, sömürüsüz bir dünya dileğimle…

Barış üstünüze olsun!