28 Aralık 2015 Pazartesi

“Siz çocukları öldürmeyi gayet iyi bilirsiniz!”


Yusuf Nazım
T24-28 Aralık 2015


İşte!
Miray İnce’yi de öldürdünüz!
Üç aylık emzikli bir bebeği, Cizre’de, halasının kucağında öldürdünüz!
Ateş püsküren sözlerinizle, nemruttan beter kininizle, barut kokan nefesinizle onu öldürdünüz! Miray İnce’yi beyaz bayraklarla hastaneye yetiştirmeye çalışan dedesiyle birlikte bir kez daha öldürdünüz.

Çünkü “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz”

Çünkü biliriz muktedirsiniz, hep masuma çıkar adınız, hep beraat eder silahlarınız.
Hep iyi hallisinizdir duruşmalarda, tutuklanmaz, ceza almazsınız.
Çünkü mahkemeleriniz çeşit çeşittir sizin, paralelden düze değişir, yargılı ve yargısızdır.
Çoğu kez hep meçhule kalır failleriniz.

Biliriz, “öldürmeyi iyi bilirsiniz!”

Kimi bir fırında işçidir, kimisi dağ başında terörist çoban

Yalnızca öyle büyük büyük adamları, kadınları değil mesela.
“Çocukları öldürmeyi iyi bilirsiniz” siz.

Mardin’de, Kızıltepe’de Uğur Kaymaz’ı 13 kurşunla mesela; üstelik 9 tanesi yakın mesafeden… Üstelik sırtından… Yanında babasını ise 8 kurşunla yere serersiniz.
Diyarbakır’da, Lice’de, Şenlik Köyü’nde koyun otlatırken 14 yaşında Ceylan Önkol’u havan mermisiyle mesela…

Mesela 2015 yılı, Ocak’ında  Cizre’de 12 yaşında Nihat Kazanhan’ı; oyun oynarken, pompalı tüfekle; büyük bir ustalıkla, üstelik kuş avlar gibi...
Mesela Bismil’de 8 yaşında Elif Şafak’ı evinde, 12 yaşında Berat Güzel’i parkta otururken, fırında Emrah Aydemir’i mesela...

Biliriz, çoğunu ölü ele geçirirsiniz çocukların; kimi bir fırında işçidir, kimisi dağ başında terörist çoban. Olmazsa olmazıdır, yanlarında uzun namlulu bir silah...

Plajlarda” değil ama evlerde, sokaklarda, “çocukları nasıl öldürdüğünüz, nasıl vurduğunuz” malum.

Siz öldürünce, ansızın şaşırır kameralar, başka yöne döner; nedense kaybolur ipuçları cinayetlerin. Kayıtları silinir bir gecede bilgisayar disklerinin; saniyeler kaybolur, dakikalar susar...
Seri numarası yoktur, belki de silinmiştir silahların. Ya envanter dışıdır, ya da iz bırakmaz mermileriniz.

Siz öldürdüğünüzde çünkü en önce gerçekler ölür ve ölenin teröriste çıkar adı manşetlerinizde.

Çünkü sayısı çoktur gazetelerinizin, yalan haberleri kusar ajanslarınız, sesi gür çıkar televizyon kanallarınızın.

Çünkü siz öldürünce şanslıdır şüpheliler, uzak kentlere sürülür mahkemeler, uzadıkça uzak davalar. Sonunda ya iyi halden indirime, ya da beraata çıkar yolunuz.

İstanbul’da, Gezi’de, Armutlu’da!

Evet evet, “siz çocukları öldürmeyi gayet iyi bilirsiniz
Üstelik tek bir yerde değil, hemen her yerde!
İstanbul’da, Gezi’de, Armutlu’da!
Çünkü siz olunca, ölüm her yerde, her an; Roboski’de, Cizre’de, Silopi’de ve Lice’de; siz olunca ölüm Nusaybin’de, Dargeçit’te… Daha nice yerde…

Çünkü “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz!”

Örneğin Şırnak’ta 35 günlük bir bebeği; Muhammed Tahir Yaramış’ı,
Cizre’de, Cudi Mahallesi’nde cenazesi günlerce dondurucuda bekletilen 10 yaşındaki Cemile Çağırga’yı; yine 10 yaşındaki Selam Ağar’ı, 16 yaşındaki Sait Naycı’yı, 15 yaşındaki Bünyamin İnci’yi...

Nedense tanrınız hep cömerttir size, alnınızın teridir döktüğünüz, birkaç yılda katlanarak büyür servetiniz.

Konaklarınız olur sizin, kupon arsalarınız, yatlarınız, adlarınıza özel üniversiteler kurulur, okullarınız olur, vakıflarınız.
Ayakkabı kutuları yetmez almaya bağışlarınızı, balyalarla taşınır dolarlarınız.

Ancak, “Öldürmeye gelince siz öldürmeyi çok iyi bilirsiniz.”

Üstelik siz, sadece parkta otururken değil; sokakta oyun oynayan, ekmek almaya giden çocukları değil, henüz doğmamış bebekleri bile öldürmeyi iyi bilirsiniz.
Örneğin,  Aralık 2015’de Cizre’de, Nur’da, 7 aylık hamile Güler Yanalak’ın doğmamış bebesini…

Siz ki öldürürsünüz anne karnında bebeleri, 35 günlük çocukları, 6 aylık emzikli bebekleri; 14 yaşında, 15 yaşında, 16 ve 17 çocukları, “kaçakçıya, vurguncuya”, teröriste çıkar adları ölü çocukların.
Biliriz, bazen yanlışlıkla dokunur tetiğe parmaklarınız, bazense meşru müdafaaya çıkar adı ölümlerin.

Sanki düşman şehirleri bunlar

Çünkü “siz öldürmeyi iyi bilirsiniz

Hani öyle, ambargodan falan değil; açlıktan, kıtlıktan, mamasızlıktan da değil.
Gaz bombalarıyla, şarapnel parçalarıyla, mermilerle.
Gözümüzün içine baka baka, üstelik uluorta.

Bilmez miyiz hiç; öyle kudretlisiniz ki, çepeçevre kuşatırsınız kentleri siz, yerle yeksan edersiniz evleri, semtleri, mahalleleri; ateşe ve baruta mahkûm edersiniz şehirleri…

Tanklarınız gürler surlarında tarihi semtlerin, toplarınız döver avluları; apartmanların çatılarını, camilerin kubbelerini. Sanki düşman şehirleri bunlar, Mehter Marşı’yla yürürsünüz üzerine, demire ve çeliğe gömülmüştür yüzü cümlenizin…

“Siz çocukları öldürmesini iyi bilirsiniz!”

Hani, öyle bir plajda falan değil!
Bir tesadüf eseri de değil; emir komuta zinciriyle, planlayarak, üstelik bile bile.

Mesela buz tutmuş bir dağın tepesinde, gece yarısı, ayazda.
Üstelik uçaklarla, bombalarla cayır cayır yakaraktan; üstelik üçer üçer, beşer beşer, onar onar; üstelik parça parça, lime lime ederekten…

Mesela bir sokağın ortasında.
Üstelik ekmek almaya giderken bir çocuğu, bir şehrin orta yerinde, güpegündüz.
Mesela üç aylık bir bebeği, Cizre’de, evinde, üstelik halasının kucağında…

“Siz” ki “çocukları öldürmesini iyi bilirsiniz!”

Üstelik, üç yılda bir, beş yılda bir de değil, hemen her gün, her an, biteviye…
Son dört ayda 44 çocuk, son bir ayda onlarcası daha.


Çünkü “Siz çocukları öldürmesini iyi bilirsiniz!”

@yusufnazim






23 Aralık 2015 Çarşamba

Ders mers yok, size barış da yok!

Yusuf Nazım
T24 – 23 Aralık 2015


Bu seferki ajanslardan değildi.
Sosyal medyadan düşen bir fotoğraftı önüme.
İlk bakışta, nedense Cihatçı John’a benzetiyorum…
Ne var ki, elinde tuttuğu bayrak yalanlıyor aklımı.

Üstelik arkasındaki karatahtada;

“Kapımıza dayanıyorsa zulüm, başka yol yok; ya istiklal ya ölüm! J.Ö.H”

yazılı…

İşte o zaman anlıyorum, yüzde yüz Türk Malı bu!
Okullarınızı bile zapt ederiz” diyor resim!
Öğretmenlerinizi der dest eder evlerine gönderir, sevdamızı kara tahtaların üzerine resmederiz!
Nitekim öyle de yapmış, karatahtanın üzerine resmetmiş içinden geçenleri.
Genç bir Jandarma Özel Harekât mensubu asker olmalı bu.
Sanki bir ilkokulun yirmi kişilik sınıfını değil, düşman bir ordunun ana karargâhını ele geçirmiş gibi gururla dikilmiş karatahtanın önünde.
Bir de objektife sokar gibi Türk bayrağı tutmaktadır elinde. “Bak, burayı ben fethettim, Türk’üm, büyüğüm, güçlüyüm”, der gibi!

Maskelidir. Nedense yüzünü göstermekten kaçınmıştır. Tıpkı Cizre’nin, Nusaybin’in sokaklarında ellerinde türlü silahlarla boy pos endam ederken olduğu gibi.
Tıpkı, İstanbul’da Armutlu Mahallesi’nin bir gecekondusunda tek kurşunla canını aldıkları Dilek Doğan’ın evini aramaya geldikleri gibi…

Kimdir, adı nedir, evli midir, evliyse çocukları var mıdır? Nasıl bir ruh hali içindedir? Okula nasıl girmiştir, hangi yasadan almıştır gücünü, nasıl göstermiştir cüretini, bilinmez!

Ama biz tahmin edebiliriz belki…

Sınıfta ders yapılıyorken, nazikçe kapıyı çalıp, “hocam lütfen sınıfı boşaltır mısınız, bir hatıra resmi çekmek istiyoruz” demiş olamazlar!

Okulu basıp, sunturlu küfürler eşliğinde öğretmenleri terörist muamelesiyle sıraya dizmiş olabilirler mi acaba? Belki de sınıfı ele geçirmeden önce, birkaç şarjör boşaltarak girmişlerdir okulun bahçesine…  Örnekleriyle malum olduğu üzere…

Veyahut çocuk yaştaki potansiyel teröristlerin arasına bir fırtına gibi dalmış, onları çil yavrusu gibi dağıtmış olmaları da mümkün.

Eğer öyleyse, merdivenleri nice savaşlar kazanmış bir komutan edasıyla çıkmış, zaferinin anıtsal bir simgesini ölümsüzleştirmek üzere kara tahtanın önünde arz-ı endam etmiş olabilirler...

Başka bir ihtimal, hali hazırda çoktan boşaltılmış bir okul da olabilir bu.


Ama olsun! Yine de onu, düşmanın inlerine kadar girmiş, kalelerini zapt etmiş bir ruh halinde pozlar takınmasına engel hiç bir şey yok! Girmiştir sınıfa, ruhunu okşayan sözcükleri bir bir sıralamıştır kara tahtaya… Yüzünü boş sıralara dönmüş ve eline aldığı ay yıldızlı bayrağı da hınç dolu öfkesine ortak ederek intikam alır gibi pozunu vermiştir…

Bugünkü dersimiz, Jandarma Özel Harekât

 İşte bir fotoğraf daha…
Yine maskeli, yine karatahtanın önünde. Başındaki kaskın tepesindeki Davud’un Yıldızı’nı andıran işaretiyle tıpkı bir İsrail askerine benzetiyorum onu.
Ama değil! Bu da yüzde yüz bu ülkenin malı.
Elinde Türk Bayrağı yok, unutmuş olmalı.
Ama olsun, kalbindeki bayrağı arkasındaki duvarda derme çatma vaziyette duran ufacık tahtaya tebeşirler kazmış ve altına imzasını basmış bile:

“JÖH”

Objektife sabitlenmiş bakışları, bugünkü dersimiz, Jandarma Özel Harekât, der gibi..

“Cehenneme Gönderme Vakti”

Bir fotoğraf daha düşüyor önüme…
Bu seferki çocuklar için değil, büyükler için bile ürkütücü.

Her pikseline korku ve tehdit sinmiş bir fotoğraf bu. Yine bir okulun dersliğinde çekilmiş. Solmuş badanası, eğreti asılmış tahtası, eskimiş duvarlarıyla yoksun bir okulun sınıfı olduğu her halinden belli.

Daha önceleri çocuk kitaplarının durduğu sıranın üzerinde şimdi ağır bir silah yer almakta.
Öğretmenin, ayakta ders anlattığı yerde ise rambo kılıklı, yüzü maskeli bir asker…
Sıranın üzerindeki silahın sahibi olmalı.

Tahtada;

“Canım Türkiye’m, ya Allah, ya Bismillah. JÖH”

yazılı…

Maskesinin altına sakladığı nefret dolu bakışlarını sınıftaki öğrencilere dönmüş ve siyah deri eldivenli elinin parmağını tahtaya bir mızrak uzatarak, dersini veriyor:

“Cehenneme Gönderme Vakti”



“Ne mezarlar eştim bugünlere dek”


Bu seferki bir video…

Jandarma Özel Harekâttan olduğu anlaşılan bir gurup asker… Özel Tim diyorlar kendilerine. Böyle demekle özel bir yafta takınmış olmaktan galiba daha memnunlar. Kim bilir nasıl bir halet-i ruhiye içindeler… Belki okuyamamış, yoksul bir ailenin çocuğudur; üniversiteye gidememiş, iş bulamamış, toplumsal bir statü elde edememiş… Çareyi paralı askerliğe kapak atmakta bulmuştur…  Kim bilir…

İçine kurulduğu zırhlı aracın kapısında, şehirli bir mafya bozuntusu edasıyla sallayarak elini yüksek sesle söylüyor marşını:

“Mezar eşmek korkutmuyor beni pek
Ne mezarlar eştim bugünlere dek
Kırım’a, Musul’a, Kerkük’e tek tek
Ay yıldızı döşüyorum şu anda

Ay yıldız örtüsü kızıl elmanın
Özel harekâtçı bu doruğunda murat almanın
Özel harekâtçı olmanın, bozkurt olmanın
Gururunu yaşıyorum şu anda”

Arada arkadaşlarının alkışları; bravo, helal sesleri…
Kısmen doğru söylüyor. Kırım’da olmasa da; Musul’da, Kerkük’te olmasa da, ay yıldızlı bayrağı devlet adına hemen her gün içine sürüdüğü kentlerin, kasabaların duvarlarına itinayla kazıdığı fotoğraflardan malum. Benzer marşlar eşliğinde fethettikleri kentlerin, harbeye dönmüş duvarlarında aynı hınç dolu öfkenin en sinkaflı halleri, boyası kurumamış olarak hala durmakta. Üstelik altlarında “JÖH”, “Özel Tim”, “Esadullah Tim” imzalarıyla...

Sesi ve tavırları oldukça gerçekçi. Çok içten hissederek okuduğu anlaşılan marşın sözlerinde saklı itirafı. Kim bilir kaç düşmanın karnını deşmiş, bağırsaklarını boşaltmıştır. Kim bilir, açığa çıkarılmamış binlerce faili meçhulden kaçının mezarını eşmiştir şimdiye dek…

Marş, özel harekâtçı olmanın, bozkurt olmanın gururları okşayan sözleriyle alkışlar eşliğinde sona eriyor. Videonun bir mola anında çekildiği belli. Birazdan, soluklanma için verdikleri bu kısa mola sona erecek ve özel timler ateşten, baruttan ve ölümden ibaret mesailerine yeniden başlayacaklar.

Sonrası mı? Sonrası malum; sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş Cizre’nin, Silopi’nin, Nusaybin’in, Dargeçit’in duvarları delik deşik sokaklarına inecekler ve mezarlarını korkusuzca eşecekleri Kürtleri avlamaya devam edecekler… Kim bilir?

Ders mers yok! Size barış da yok! 

Son resim mi?
Son resim, elinde makineli tüfek taşıyan bir ordu mensubuna ait.
Yine maskeli, yine gizlemiş yüzünü.
Arkasında çocuk hayalleriyle duvarlara iliştirilmiş rengârenk resimler, duvar kâğıtları.
Komando giysileri içinde, Atatürk portresine sırtını dayamış, üzerine “Zıpkın” yazılı kara tahtanın önünde tüm heybetiyle kameraya göz kırpmış, gözlerimizin içine dik dik bakıyor:

“Ders mers yok!

17 Aralık 2015 Perşembe

Diyarbakır: yüreği yaralı bir kent

Yusuf Nazım
T24 - 17 Aralık 2015

Ben Diyarbakır’ım.
Dokuz bin yıllık geçmişim, beş bin yıllık surlarım var.
Sırlarım tarihimde saklı, birbirinden güzel birçok adım var!

Ben ki Diyarbekir'im, yollarımda benden önce yürüyen 27 kavimin ayak izi var. Onlar ki benim kapılarımdan geçmişler, hürmet etmişim onlara, yüzüme el sürmüşler; ben ki Rumlara, Ermenilere, Keldanilere yurt olmuşum; Kürtlere, Türklere, Yezidilere yar olmuşum.
Eski taş ustaları, duvar ustalarının gözünde bir güzel diyar olmuşum.
Bu yüzden darda olanlar hep bana koşmuşlar, onlara kol kanat germişim, seslerini surlarıma fısıldamış, sırdaş olmuşum.

Son kuşların son yuvası Hevsel’im ben

Son kuşların son yuvası Hevsel’im ben. Duvarlarımda bin yıldır bana reva görülen acıların izi var. Yine de başım dik bakıyorum Dicle’den Karacadağ’a; yaşanmamış bir ömrün geride kalanı, yitik bir düşün kaybolmuş parçasıyım ben.
Dertlerim çok, yangınlarım büyük, lakin yüreğimde sınırsız bir kardeşliğe duyulan hasretim var.

Ben ki, tarihi yeniden yazmak için bir umudum. Ben ki hayalleri tükenmiş, sur dibinde yatan; ot çekip esrar koklayan, taş atıp mahpus yatan; dışarda hakarete, içerde tacize uğrayan, yüreği yanıp dağa çıkan, teni esmer, mavi gözlü bir çocuğum ben!

Sokaklarımda yalanla, dolanla, hileyle büyümüş bir nefretin izi var; adımı anmamışlar, kimliğimi koymamışlar, sesimi bile yok saymışlar benim. Öyle çok şeyler söylenmiş ki benim için, öyle çok dert birikmiş ki yüreğimde… Hâlbuki sorsalar, bir dinleseler, benim de anlatacak çok sözüm var. 

Nedense hep demirden zırhlarına binerek gelmiş tanrılar, hep keskin kılıçlarıyla yürümüş üzerime. Korku bulaşmış toprağıma, karış karış faili meçhullerle anılmış adım. Kaldırımlarımda, beyni paramparça dağıtılmış, yüz üstü kanlar içinde yatan gençlerim var.

Slikozist’ten ciğerleri pare pare olan gençler


Ben Diyarbakır’ım. Yangınlar yangını bir mahşerden kaçmış, kalelerime sığınmış ürkek bakışlı kadınlarım var! İstanbul’un viranelerinde tiner çeken çocuklar benim çocuklarım. Slikozist’ten ciğerleri pare pare olan gençler; üç günde bir, tersanelere sağ girip ölü çıkan evlatlar benim evlatlarım; beş yıldızlı otellerin, AVM’lerin, rezidansların inşaatlarında cayır cayır yanan, fındık toplarken kovulan, ırak kentlerin sokaklarında kara gözlü, esmer tenli oldukları için omuz vurulan, işte o çocuklar benim hep çocuklarım…

Suriçi’nde ayaklarımdan yaralanmış Dört Ayaklı Minare’yim ben.
Biraz ötede, Surp Giragos Ermeni Kilisesi, daha ötede Ulu Camii, Paşa Hamamı, Kurşunlu Camii…
Şimdilerde, Yenikapı’da ensesinden vurulmuş, ayaklarımın dibine sere serpe uzanmış Tahir Elçi’yim ben.
Kaynartepe’de, sokak ortasında alkanlara boyanmış, yağız iki delikanlı gencim!
Ben Lice’yim, Silvan’ım, Dicle’yim!
Meryem Ana’da çan sesi, Safa Camii’nde ilahi, Ulu Camii’nde ezan sesiyim.
Surdibi’nden çığlıklarım yükseliyor uluorta. Çayönü’nün köylüleri, Meryemana, Surp Grogyan, Selahaddin Eyyübi duy beni!
Ben ki hep kardeşlik ağrısını büyüttüm bir yanımda. Ben ki çocuklarım öldü, hep barış dedim; ben ki gençlerim öldü, yine barış dedim. Beni öldürdüler, bana bir mezarı bile çok gördüler, ben yine de barış dedim.

Kimi kışlada asker, kimi dağda gerilla

Bunca acıya, bunca zalimliğe, bunca hüzne rağmen ben yine de Diyarbakır’ım.
Henüz zapt edilmemiş kalelerim, keşfedilmemiş sırlarım var.
Dicle’nin sularına akseden, yeşil sürmeli gözlü bahçelerim var benim.
Kırklar Dağı’mı yaralamışlar, adım tarihimde saklı, On Gözlü Köprü’yüm ben.
Yıllardır bir yanımda birikmiş ağrılarım var benim.

Köyleri yakılmış, gençleri telef edilmiş, toprağından sürgün yemiş, harap yüzlerini surlarıma gömmüş gecekondularım var benim.
Köyde ırgat, şehirde gündelikçi, uzak diyarlarda mevsimlik işçi; elleri toprak ana, saçları süpürge, yüreği çile dolu kadınlarım var.
Hepsi de aş derdinde, ekmek derdinde, özgürlük derdinde; hepsi ana, hepsi kadın, hepsi yar, sevgili; bu toprağın vaz geçilmezleri hepsi.

Ve hepsinin çocukları var; sevince senin gibi seven, benim gibi okşayan. Melik Ahmet’te, Suriçi’nde, Hançepek’de üçer üçer, beşer beşer büyüyen. Kimi kundakta bebe, daha çocuk, kimi bıçkın delikanlı, kimi kışlada asker, kimi dağda gerilla.

Yorgun suretlerini yüzlerinde ağır bir dünya yükü gibi taşıyan, manşetlere, ancak ölüm haberleriyle yakışan, bakışları hayal satan esmer tenli çocuklarım var.
Afyon Kocatepe’de, Kayserili Mehmet’le koyun koyuna yatan, Çanakkale’de düşmana birlikte kurşun sıkan Diyarbakırlı Hasan oğlu Maho’yum ben.

Şimdi ben, yüreğinden yaralı bir kentin adıyım.

Şimdi bana reva görülen bu cehennem niyedir? Kim saldı üzerime bu ceberrut zehiri? Hangi dağdan koptu üzerime gelen bu ateş? Hangi Tanrı’nın emriyledir bu zulüm?
Sırlarını surlarına fısıldayan şehirim ben.(*)
Dağkapı’yım, Yenikapı’yım,Urfakapı’yım, MardinKapı’yım ben. Binlerce yıldır duvarlarıma el süren, kapılarımdan gelip geçen cümle kavimlerin hepsiyim ben.
Şimdi görüyorum, dört yanım kuşatılmış bu zamanda; her yanım tuzak, her yanım kan revan, niye böyle yalnızım, niye hep yanılmışım?
Kardeşlerim nerede, nerede çığlığıma kulak verecek o ses, nerede bana el edecek insanlık?

Söyleyin, Gezi Parkı’nın güvercinleri nerede? Haber salın, bir selam da onlar getirsin Hevsel Bahçeleri’ne. Uçsunlar, Keçi Burcu’nun en yükseğine konsunlar, Yedi Kardeşler’e barış selamlarını sunsunlar.

Ben ki Dikranagerd’im. Ben ki güllerin kentiydim bir zamanlar, ben ki gülistan diyarıydım. Gül mevsimi gelince envai çeşit güllerimle açardım. Neden açmıyor güllerim şimdi? Neden gülmüyor yüzüm?

Sesimi işitmez oldu artık surlarım, çan sesleri duyulmuyor, minareler yaralı.
Yine korkuyu soluyor daracık yollarım, yine ölüm kokuyor duvarlarım, yine kan ağlıyor sokaklarım.

Duvarlar içinde bir bekir’im ben, Diyarbekir’im ben; acılarla yüklenmişim, ben ki Amed’im, Amida’yım.
Dengbejlerim susmuş, erbanelerim sönük, şimdi bir kez daha bağrım yanık, bir kez daha ağrım büyük.
Şimdilerde ferim yok, sesim kısık, yaralıyım.

Şimdi ben, yüreğinden yaralı bir kentin adıyım.

@yusufnazim

(*) Sırrını surlara fısıldayan şehir: Diyarbakır/Şeyhmuz Diken, Kitap

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/diyarbakir-yuregi-yarali-bir-kent,13466

29 Kasım 2015 Pazar

hayat bir tesadüftür bazen /öykü

Yusuf Nazım
İNSANCIL
Ekim 2015, Sayı:303


Otobüse binerken heyecanlıydı. Koltuğunun altındaki paketi koluyla iyice sıkıştırdı, kartını bastı. Otobüsün, kimselerin olmadığı arka bölümüne doğru ilerledi. Boş koltuklardan birine kendini bırakıverdi.
ESHOT otobüsü, kalabalık araç trafiğinde güçlükle yanaştığı duraktan keskin bir dönüş yaparak çıktı.
Koltuğunun altındaki paketi eline aldı. Ağırlığını tartar gibi yokladı. Bantlarını, bir ucundan özenle sökerek açtı. Parmaklarını, paketin açılan ucundan içeri yavaşça daldırdı. Çekiştire çekiştire çıkarmaya çalıştığı şeyin bir kitap olduğu biraz sonra anlaşıldı. Gözünü, elindeki kitaptan ayırmadan, paketi ayaklarının dibine bıraktı.
Kitabın kapağını, avucunun içiyle okşar gibi ovuşturdu. Yüzüne, yeni doğmuş çocuğunu ilk defa kucağına alan birinin mutlu, sevecen bakışları gelip yerleşti. Sayfalarını açtı, yüzüne yaklaştırdı. Birçok yazarın ilk kitabında yaptığı gibi, taze matbaa ve mürekkep kokusunu derin derin içine çekti. Bunu yaparken mest olmuş gibi gözlerini kapadı. Kitabı iki eli arasında tuttu, kapağındaki mavi dalgalı desenlere dikkatlice baktı.
Kapak için özgün bir resim çalışmak iyi oldu” diye geçirdi içinden.
Gözleri, resmi tasarlarken, hayal gücünü olmadık ölçüde zorlayan soyut desenlerin, şimdi kitabın kapağında vücut bulmuş desenleri arasında daldı gitti.
Adam, otobüsün, tıslayarak yeni bir durağa yanaşmasını fark etmedi bile. Bakışları, kitabın kapağında, desenlerin soyut dünyasında hayran hayran dolaşmaya devam ediyordu.
 “Merhaba efendim” dedi nazik bir ses.
Başını kaldırdı. Karşısındaki koltukta, bakımlı, temiz giysili, alnındaki saçları dökülmüş, kalanları ise beyazlaşmış bir adamın sevecen bakışlarıyla göz göze geldi.
 “Merhaba” diye karşılık verdi, elindeki kitabı kapatarak.
Sevecen gözlerini saran ince kırışıklıklar dışında, yüzünün açık kahverengi tenine yayılmış benekleri, hayattan emekliliğini çoktan hak etmiş birinin işaretleri gibiydi. Yanaklarına kondurduğu gülümsemeyle, yüzünden baştan aşağı bir sevimlilik akıyordu. Gözleriyle kitabı işaret ederek;
Kitap,” dedi, “öykü galiba?”
Otobüs, ani bir frenle sarsıldı. Yeni bir durağa geldiğinin işaretiydi bu. Arka sıralardan birkaç yolcu indi, yeni binenler boş koltukları doldurdular.
Elindeki kitabı sıvazlayarak,
Evet, öykü” dedi.
Yüzüne, yaşlı adamınkinden geri kalmayan bir gülümseme yayılmıştı.
"Sorduğunuza göre kitaplarla aranız…"
“Sorulur mu efendim, kitapsız hayat çöldeki ağaca benzer ”
Bunu söylerken gözlerini iyice kısmış, başını olur mu dercesine, bir yana sallamıştı. Yeniden gözleriyle kitabı işaret etti;
Kızak, yeni bir kitap mı?” dedi.
Elindeki kitaba baktı, yeniden gülümsedi.
Evet, yeni bir kitap” dedi. “Hem de çok yeni. Matbaadan henüz çıktı. Bakın, mürekkep kokuyor hala.
Yazarı pek tanıdık gelmedi de?”
Bu soru biraz rahatsız etmişti, belli etmemeye çalıştı:
Şey..” dedi… Sıkılmış gibiydi. “Doğru, tanımıyorsunuz. Ama artık tanıdınız, yazarı benim”
Ooo!” dedi şaşkınlıkla,  “öyle mi?”
Yaşlı gövdesinden beklenmeyen çabuklukla ayağa fırladı, elini uzattı.
Demek bir yazarla müşerref oluyorum?”
Beriki, aynı çabuklukla hamle yapmaya çalıştıysa da geç kalmıştı. Elini sıktı.
“Çok rica ederim efendim, ne demek, o şeref bana ait”
Yanakları, mahcup kırmızısı bir renk aldı. Babası yaşındaki adamın, elini sıkmak için ayağa fırlamasınaydı bu mahcubiyet.
Yaşlı adam, bir yandan da kitabın kapağını incelemeye çalışıyordu.
Nazım bey, ne büyük mutluluk sizinle tanışmak! Bu arada benim adım da, Orhan Köymen.” dedi, “Sadece bir okur.”
Ayaktaki yolcular, hep birlikte aynı yöne yaylanır gibi oldu. Otobüs yavaşlamış, yeni bir durağa giriyordu. Elinde bastonuyla bir kadın, ön kapıdan destek alarak binmeye çalıştı. Kendini yukarı çekemedi. İçerden fırlayan orta yaşlı biri koluna girdi, çıkmasına yardımcı oldu. Kendi yerine oturttu.
Her davranışında ince bir nezaket hissediliyordu Orhan Bey’in. Beyaz
dişleriyle gülümsüyor,  konuşmaya devam etmek için fırsat kolluyordu.
Kim derdi ki bu otobüse bindiğimde bir yazarla tanışacağım?”
Estağfurullah efendim.”
Sizi meşgul etmiyorum ya?”
“Hayır efendim, ne demek, bir kitapseverle tanışmak benim için mutluluk”

İçinde, bir an önce kitaba göz atmak yönünde sabırsız bir heyecan duyuyordu. Elindeki kitabı araladı. Sayfaları çevirdi, yeni bir öykü başlığına gelince durdu. “Yağmur Saçlı Gece” yazıyordu.
“Bu başlığı seçmem iyi oldu” diye geçirdi içinden, “Keşke editörü dinlemeyip kitaba Kızak yerine bu adı verseydim.” Artık çok geçti. Öyküye göz gezdirmeye başladı. Sanki ilk defa okuyormuş gibiydi. Hâlbuki daha önce sayısız kez okumuştu. Ama bu seferki farklıydı. Önceki okumalarında istediği değişikliği yapma şansı vardı; kelimelerle oynayabilir, isimleri, yerleri değiştirebilir, hoşlanmadığı imgeleri kaldırabilir, ya da aklına yeni gelenleri ilave edebilirdi. Oysa şimdi… Artık mümkün değildi bu. Belki de heyecanı bundandı. Kitap basılmış, çoktan okuyucuya mal olmuştu.
Aynı nazik sesin, ürkekçe araya girişiydi düşüncelerini bölen:
Efendim ukalalık etmek istemem ama çağdaş edebiyatımızda öykü deyince Sait Faik, Orhan Kemal, Haldun Taner ’siz olmaz derim. Siz ne düşünürsünüz bu konuda acaba?”
Şaşırmıştı. Gözlerini aceleyle kitaptan kaldırdı. Bozuntuya vermeden yanıtladı:
“Aklınızla bin yaşayın Orhan Bey. Ancak çok değerli başka öykücülerimiz de var; Nezihe Meriç’i, Sabahattin Ali’yi, Adnan Özyalçıner’i; keza geçenlerde kaybettiğimiz Tarık Dursun K.’yı da unutmamak gerekir.”
Duruşunu düzeltti, bacak bacak üstüne atarak devam etti:
“Sahi, bu arada edebiyata olan bu derin ilginiz nereden Orhan Bey?”
İstirham ederim efendim, benimkisi sıradan bir okurluk ilişkisi. Sadece bir ara tiyatroyla ilgilenmiştim, o kadar. Asıl işim tıp teknisyenliği. Uzun yıllar İstanbul’da bir tıbbi laboratuvar işlettim.”

Aldığı üç yeni yolcuyla birlikte salınarak çıktı otobüs duraktan.  Önde, el ele tutuşmuş iki genç, arkalarında, ellerinde dolu pazar poşetleriyle orta yaşlı kadın.
Aklı kitabındaydı yazarın. Elini, henüz sürmüştü. Uzun süredir beklediği kitabına yeni kavuşmuş sabırsız bir okur gibiydi.  Yol arkadaşının,  onu rahatsız etmeme kaygısıyla gösterdiği ince, alçakgönüllü hali olmasa oralı olmayacaktı. Ancak, onun nezaket dolu cümleleri kayıtsız kalınacak gibi değildi.

Göz ucuyla kitabına döndü:

Yirmili yaşlarda bir delikanlıyı anlatıyordu öyküsünde. İstanbul’da geçen gerçek bir yaşam öyküsüydü bu. Yağmurlu, fırtınalı havalarda bilinçaltındaki korkularıyla evine sığınan, tüm pencereleri, perdeleri kapatan Can’ın öyküsü…

“Aslında efendim, tiyatro aşkı çocukluğumda vardı bende. Malumunuz, hayat meselesi işte, babam tutturdu tiyatro para etmez diye…”
“Üzülmeyin, çoğumuzun başına gelen şey bu.”
“Affedersiniz, sizi meşgul etmiyorum değil mi?”
“Yoo, yo, devam edin lütfen, sizi dinliyorum.”
“Teşekkür ederim efendim. Sonra, sağlık meslek lisesi, derken yüksek okul..”

Araç, frenleyerek sağa doğru yumuşak bir kavis yaptı. Yeni bir durak olmalıydı. Bir kadın, elinden sıkı sıkıya tuttuğu küçük bir kız çocuğuyla basamakları tırmandı. Çocuk, elinde yarısı yenmiş bir simidi kemirmekle meşguldü.

Bakışları, yeniden kitaba kaymıştı:

Can’ın, insanlarla iletişimini keserek yine evine kapandığı, yağmurlu, fırtınalı bir gün. Onun, bütün cesaretini toplayarak kendini, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında sokağa atışını bir çırpıda okuyuverdi…

“Yüksel okul bitti ama iş yok tabii.”
“Ne yaptınız peki?”
“Bir doktor arkadaşımla birlikte bu laboratuvar işine başladık.”
“Böylece tiyatro aşkı bitti yani?”
“Yok efendim, aşk dediğin kolay biter mi?”
“Tıbbi laboratuvarı işletirken bir yandan da amatör tiyatro kurslarına devam ettim.”



Otobüs, peş peşe dizilmiş birkaç araçtan dolayı durağa yanaşamadı. Biraz beride durdu. Araca doğru koşturan insan kalabalığı ön kapıdan içeri doluşuverdi. Yaşlı bir kadın, ortalara kadar yürüdü, oturanlara göz gezdirdi. Cam kenarındaki delikanlı, gözlerini kapadı, uyuyormuş gibi yaptı.

Kısa bir sessizlik oldu. Nazım, fırsattan istifade, kaldığı yerden devam etti öyküye:

Delikanlının Hasanpaşa dolmuşlarında başını cama yaslayarak gözlerini kapayışını; çocukluğunu, annesi Gülcihan’ı, onunla olan anılarını hayal edişini, gözlerini satırlarda hızla gezdirerek okudu…

Orhan Bey'in nezaket dolu cümlesini duymasaydı devam edecekti:
“Lütfen sizi meşgul ediyorsam söyleyiniz, çok üzülürüm yoksa?”
“Hayır, hayır efendim, devam edin. Zevkle dinliyorum sizi. Aşk demiştiniz, yani tiyatro…”
“Evet, tiyatro aşkım devam etti. Akşamları iple çekiyordum.”
“İkisi birden zor olmuyor muydu peki?”
“Zor olmaz mı efendim, oluyordu tabii ki. Ama elden ne gelir; gündüzleri midemi, akşamları ruhumu doyuruyordum.”

Tıslayan fren pistonları yeni bir durağın habercisiydi. Bekleyen tek kişi de oralı olmayınca hızlanarak yoluna devam etti otobüs.

Bir sessizlik oldu. Fırsattan istifade, gözleri tanıdık satırlarla buluştu yeniden:

Öyküyü, kendi yazmamış gibi sabırsızlıkla okuyordu. Aslında okumuyor, düşünüyordu. Yazdıkları öylesine ezberindeydi ki, bir paragrafın başına göz atması yetiyordu. Kahramanımızın, Hasanpaşa'ya varışını, dolmuştan inişini, yokuşu tırmanarak sağa dönüşünü, biraz ilerde dört katlı bir apartmanın karşı kaldırımında, kurumuş bir ağacın dalları altında bekleyişini…

         Başını kaldırdı. Bu sefer kendisi sordu:
         “Ne kadar sürdü bu durum?”
         “Sormayın! Bazı işler vardır, bir kez bulaşınca kolay yakanızı bırakmaz. Benimki de böyleydi işte!”
         “Mutlu değildiniz o zaman?”
         “Nasıl mutlu olunur ki efendim? Bedeninizle ruhunuz farklı dünyalarda yaşıyorsa...”
         “Peki ya sonra?”
         “Bu arada, işi birlikte kurduğumuz doktor arkadaşımla evlenmiştim. Tam on beş yıl sürdü bu durum. Tabii başarısız bir evlilik oldu. Sonunda her ikisinden de ayrıldım; hem işimden, hem eşimden…”
“Peki, İzmir’de ne yapıyorsunuz?”
“Malum yaşlılık. Karadeniz’in rutubeti dokunuyor bacaklarıma. Burası sıcak
memleket. Yerleşmek için kiralık ev bakmaya geldim.”
Uzun bir sessizlik girdi araya...

Boşalmaya başlamıştı otobüs. Belki de son durağa yaklaşıyordu. Önce, sarmaş dolaş olmuş iki genç, sonra elinde pazar poşetleriyle kadın, ardından birkaç durak önce güçlükle araca binen yaşlı olanı, sırayla indiler.

         Gözleri, öykünün son paragrafına kendiliğinden düşüvermişti Nazım’ın:

         Apartmanın karşısında Can’ın, yağmurda, kuru bir ağacın duldasında beklerken belleğinin karanlık dehlizlerinde on altı yıl öncesine yaptığı yolculuk; 1991’in Kadıköy, Hasanpaşa’sı, yine yağmur saçlı bir gece. Karanlıkta, sokaktan sokağa süzülen siluetler, -şu anda önünde beklediği- dört katlı apartman, bir polis baskını; merdivenlerde koşturan ayak sesleri, kırılan kapılar, devrilen masalar, ortalığa saçılmış kitaplar, bildiriler; yere yatırılmış Gülcihan’ın dağılmış saçları, başına dayalı bir silah… Çocuk gözlerinin, odanın aralık kapısından süzülen bakışları, annesiyle göz göze gelişi… “Hiç değilse çocuğun önünde yapmayın!” diye çığlıkları annesinin … Dışarda, polis araçlarının acı sirenleri, telsizlerin geceye tükürür gibi sesleri… Kulakları tırmalayan bir cayırtı…

         Birden irkildi. Orhan Beyin, mütevazı sesiydi onu kendine getiren.
Peki efendim,” demişti ayağa kalkarken “izninizle ben bu durakta ineceğim.”
Aaa, iniyorsunuz demek! Ben de bir sonraki durakta ineceğim.”
Sizin gibi değerli bir yazarla tanışma şerefine nail olmak beni bahtiyar etti.”
Bunu söylerken saygıyla öne eğilmiş, elini uzatmıştı bile. Nazım, aynı çabuklukla ayağa fırladı, elini sıktı. Yüzünün yuvarlakları yine pembeydi.
“Beni mahcup ediyorsunuz Orhan Bey. Şunun şurasında çömez bir yazarım. Umarım, okuyucuda bir karşılığı olur yazdıklarımın.”
Yaşlı adam, sohbetin başından beri yüzünün beyazlığında eksik olmayan gülümsemeyle devam etti:
“Gevezeliğimle başınız ağrıttıysam, lütfen bağışlayın! Cide’de yaşıyorum, biliyorsunuz rahmetli Rıfat Ilgaz’ın memleketi. Bir gün yolunuz düşerse mutlaka beklerim. ”
         Orhan Bey arka kapıya doğru ilerlerken Nazım, elindeki kitap olduğu halde ona eşlik etti. Bir süre daha ayaküstü konuşmaya devam ettiler.
         Otobüs bir kez daha tıslayarak durdu. Araç hareket ettiğinde, bunu niye yaptığını kestiremediği bir şekilde Nazım, arka pencereden el sallamaya devam ediyordu…


* * *

Aradan birkaç gün geçmişti. O günü ve o adamı çoktan unutmuştu. Baskıdan yeni çıkan ilk kitabının heyecanını, tümüyle olmasa da hala üzerinde taşıyordu. Kutlamaları kabul ediyor, arayan, tebrik eden, kitabını soran dostlarıyla konuşuyor, uzun yıllardır hiç görüşmediği, adını bile unuttuğu tanıdıklarından, okul arkadaşlarından mesajlar alıyordu. Hiçbir mesajı yanıtsız bırakmıyordu. Telefonundaki yanıtsız çağrılara geri dönüşler yapıyor, gelen elektronik posaları özenle yanıtlıyordu. Çok sevdiği kimi dostlarının davetlerini kıramıyor, onlarla buluşuyor, bazıları gece geç vakitlere dek süren sohbetlere katılıyordu.
Yine böyle bir gündü. Bakırköy’de arkadaşlarıyla buluşmuştu. Florya Sahili’nde yürüyüş yapmış, ekmek arası balıkla karınlarını doyurmuşlardı. Bir çay bahçesinde içtikleri demli çaylara, sanat, edebiyat, eleştiri ve kitaplar üzerine keyifli bir sohbet eşlik etmişti.
Eve geldiğinde duvardaki saat gece yarısını biraz geçeyi gösteriyordu. Verimsiz bir gündü. Bütün günü dışarıda geçirmiş, hiçbir şey yazamamış, okuyamamıştı. O günkü elektronik postalarına bakmak için çalışma odasına geçti. Bilgisayarını açtı. Gelen mesajlarının en başındakine takıldı gözü. Tuhaf bir başlığı vardı:

Sanki bin yıl geriye; buruk anımsamaya…”
Orhan Köymen adlı kişiden geliyordu. Ne mesajın başlığına anlam verebildi, ne de gönderen kişiyi anımsayabildi…
Merakla mesajı okumaya başladı. Şöyle yazıyordu:
“Sevgili Nazım!
Cide’ye döndüm. Bana hediye etmek lütfunda bulunduğunuz  'KIZAK'' ı bir solukta okudum. Kitap bittiğinde sanki bin yıl geriye, Hasanpaşa'ya gittim. Fenerbahçe İşkembe Salonu’nu sağımda bırakıp hafif yokuşu tırmandım. Yol kendiliğinden sağa sapıyordu. Yaklaşık yirmi metre ileride, sağdaki dört katlı evin giriş katındaydım. Duyar gibi oldum:
'Hiç değilse çocuğun önünde yapmayın!'
         …
Gülcihan, bizim tıbbi tahlil laboratuvarında yetiştirdiğimiz laboranttı. Biz onu hep Hatice olarak bildik, tanıdık, sevdik… O bunun farkında değildi; gözleriyle konuşur, sevdiklerine su verir gibi gülümserdi.
Çok sevgiler...
Orhan Köymen”


Gözleri mesajın içeriğinde, hareketsiz, öylece dona kaldı. Neden sonra başını hafifçe kaldırdı. Buğulanmış bakışlarını zamanın boşluğuna bırakmış gibiydi. 

27 Kasım 2015 Cuma

Nusaybin’in yalnız kalmış çaresizliği

Yusuf Nazım
T24/27 Kasım 2015


Nusaybin’dendi.

Ajanslardan düşmüş bir fotoğraftı önümdeki.

Bana bakıyordu.

Sanki başka bir zamanda kalmış, başka bir dünyaya bakıyordu.

Soluk suretinde eski zaman hikâyelerini saklar gibiydi. Nedenlerin, niçinlerin, nasılların karşılıklarını bulamadığı bir dünyaya anlamsız gözlerle bakan bir resim…

Öylesine sade, öylesine yalnız, öylesine kuru…

* * *

Önümdeydi ve ona bakıyordum.

Günlerdir çepeçevre kuşatılmış, sokakları insanlarına haram edilmiş bir kentten geliyordu.

Kendi çürümüş çaresizliğimde, her gün dirhem dirhem etlerime yapışan tarifi olmayan bir acının adıydı o.
İşte o acıyı gördüm bu resimde.

Ona bakarken uzak coğrafyalara, ıssız dağların yabanıl doruklarına “şehit olmaya” gönderilmiş askerlerin yolunu gözleyen anaları gördüm…

Canı yanan, yüreği atıp dağa çıkan gerillanın kokusunu özleyen kadınları…

Hepsi aynı değil miydi?
Hepsinin bir bekleyeni yok muydu?
Hepsinin yollarını gözleyen gözler, işte bu resimdeki gözler değil miydi?

Bu resimde kimsesizliği gördüm!

O resme baktığımda, Anadolu’nun “artık bize çok uzak” köşesinden yükselen çığlıkları duydum…

On yıllardır, ne zaman gerçek olacak diye umutla beklenen, flu bir kardeşlik adına kinle, nefretle, ölümle sınanmış kimliği gördüm…

Bu resimde ben sessizliği gördüm.
Bir mahşer yerini andırsa bile bir yanımız, yangınlar içinde kalsa, yansa kavrulsa bile yüreğimiz, çağdaş bir dünyanın umursamazlığını gördüm.

Ne kadar çok yakın dursan, ne kadar çok şükretsen bile Tanrı’ya, ne kadar kimi olsan da büyük ve muktedir olanın, ben bu resimde kimsesizliği gördüm!

Başka neyi mi gördüm?

Gözlerinin önünde annesi öldürülen, tek gözünü kaybetmiş 9 yaşında bir kız çocuğunun gözyaşlarından bir türlü gitmeyen ölümcül korkuyu gördüm!

Nusaybin Devlet Hastanesi’ne ambulansla taşınan yaşlı bir kadının, “her tarafta, polisler, tanklar var” diyerek hüngür hüngür ağlayışını gördüm…

Çocuklarının önünde etleri lime lime savrulurken, evinin merdivenlerine yığılıp kalan 5 çocuk anası “hamile terörist” Selamet Yeşilmen’i gördüm!

Bir hastanenin ilaç kokulu koridorlarında, “Ne Mutlu Türküm!” diye bağıran özel timlerin histerik çığlıkları arasında hasta kadınların korkulu bekleyişlerini gördüm…

Bu fotoğrafa uzun uzun baktım…

Bu resme bakarken biraz da geçmişimden vurulmuş gibi oldum.
Yoklukla, yoksunlukla yoğrulmuş bir hayatta, çocuklarına kol kanat gererek büyütmüş, kendi annemin sevecen, mahsun bakışlarını gördüm…

İçinde, çıtır çıtır odunların yandığı kuzine sobanın arkasında, bağdaş kurmuş otururken, eski transistörlü radyosundan Kürtçe, Ermenice ezgiler dinleyen babaannemi gördüm…

Bu resimde ben ateşi, dumanı ve külü gördüm;  ateşi ateşle söndürmek isteyen bir ülkenin iki parçaya değil, binlerce parçaya bölünmüşlüğünü gördüm!

Bir yanda kuşatılmış kentler, viran içinde kalmış, ölüm yağıyorken üstüne sokakların; bir yanda kapamış elleriyle yüzünü, utanç içinde bir dünya; yok olmuş, bitmiş, tükenmiş, ikiyüzlü bir insanlığı gördüm!

Köyleri yakılmış, ateşe verilmiş ormanları, mezarları bile bombalanmış, toprakları karış karış ölüm kokan bir ülkenin sessiz ama derinden çığlığını gördüm!

Senozlu Hilmiye Nine’yi, Çineli Gülşen’i, Samistatlı Havva’yı gördüm

Bu resimde ben biraz da kendi vurulmuşluğumu gördüm; öyle beribenzer değil; kolumdan, kanadımdan da değil, taa can evimden vurulmuşluğumu gördüm!

Ne mi gördüm bu resimde ben?

Umutları talan edilmiş, sevinçleri tarumar; yersiz, yurtsuz, kimsesiz kalmış çocukları gördüm; gövdesi yangın yeri, yaraları kan revan, yenilmiş, yıkık, harap toprakları gördüm!

Her gün biraz daha bitap, her gün biraz daha çaresiz, her gün biraz daha kasvetli bir coğrafyanın ağrılarını, hüznünü, sızısını gördüm!

Bu resimde ben gövdesiyle bir Türk’ü, kanlı giysileriyle Kürd’ü; bakışıyla Çerkez, acılarıyla Ermeni’yi ve Rum’u gördüm!

Bu resimde ben, nice kavimlere yurt olmuş Anadolu’yu, acılar diyarı Mezopotamya’yı gördüm!

Öyle çok şey gördüm ki bu resimde… Toprağını, suyunu gözü gibi koruyanları, HES’e karşı yürüyen anaları; Senozlu Hilmiye Nine’yi, Çineli Gülşen’i, Samistatlı Havva’yı gördüm!

Sübyan koğuşlarında taciz edilen, kendi yurdunda terörist, ırak kentlerin ötekisi, her gün biraz daha ölen, her gün biraz daha hor görülen esmer tenli çocukların analarını gördüm!

* * *

Nusaybin’den gelen, ajanslara düşen bir fotoğraftı o.
Gözlerini bana dikmiş bakıyordu…

Öylesine sessiz, öylesine sade, öylesine yalnız… Yapayalnız…
Baktıkça utandım.
İnsanlığımdan utandım.
Utandım ve ağladım!

Öyle çok şey vardı ki bu fotoğrafta…
Öyle çok şey saklıydı ki…

Yaşlı bir kadının, yaşıyormuş gibi yapan bakışlarındaki hiçliğini gördüm…

Bir fotoğraf karesine hapsolmuş yenilmişliğimi…
Nusaybin’in yalnız kalmış çaresizliğini…

Biraz da bizim çaresizliğimizi gördüm bu fotoğrafta…
Çaresizliğimizi…

@yusufnazim

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/nusaybinin-yalniz-kalmis-caresizligi,13320


19 Kasım 2015 Perşembe

Silvan’da ölen, biraz da insanlığımızdır

Yusuf Nazım
T24 /19 Kasım 2015


Belki bir çıbanbaşıydı Silvan.
Belki, sokaklarını asi gençlerin doldurduğu aykırı bir şehir.
Bir zamanlar, toprakları kendilerine haram edilmiş, köyleri yakılmış, ocakları söndürülmüş kalabalıkları sığınağı…
Belli ki canı yanmış, yüreği atmış gençlerin geçici bir durağı o.

Her yanı tuzaklarla dolu bir şehir; sokaklarından barikatlar, yollarından hendekler…
Belki de, on yıllardır ülkenin bir yanına musallat olmuş acımasız bir savaş makinesinden kendini koruma refleksi bu…
Kim bilir, nice soruları vardı sokakların; bir türlü kulak verilmeyen.
Belki dinlense, bir yanıtı vardı bu kentin.
Belki de izin verilse, söyleyecek sözleri…

Ama sorulmadı!
Dinleyeni hiç olmadı bu şehrin…

Kürt’ün duvarlarına Türk’ün gücünü resmediyorsanız

Bir kente giriyorsanız eğer…

Huzuru getirmek için girdiğiniz kentin sokaklarını, çocukların, gençlerin, kadınların kanlarıyla boyuyorsanız…

İçinde, davetsiz bir misafir gibi dolaştığınız mahallelerde evlerin soğuk bakışları ısırıyorsa sizi…

Göz göze geldiğiniz her kadın öfkeyle susuyor, her genç acıyla bakıyorsa yüzünüze, karşılaştığınız her çocuk çığlık çığlığa ağlıyorsa…

Ateşle, kanla, barutla zapt ettiğiniz bir şehirde, Kürt’ün duvarlarına Türk’ün gücünü resmediyorsanız…

Sokaklarına “buram buram kan kokmayı”, Türk’e, Türk olduğu için övünmeyi, Kürt’e itaat etmeyi reva görüyorsanız…

Bir zamanlar b.k yedirerek aşağıladığınız insanların sokaklarını, yarım yüzyıl sonra yabancı bir ülkenin ordusu gibi girip sinkaflı sloganlara boyuyorsanız…

Terörist diye öldürdükleriniz geceleri rüyalarınıza giriyor, içinizde bir türlü dindiremediğiniz o derin kuşku durmaksızın vicdanlarınızı kemiriyorsa…

Üzerine yağmur gibi kurşunlar, roketler, bombalar yağdırdığınız kentten karşılık olarak alkışlar, tencere ve tava sesleri alıyorsanız…

Taş atan her çocuğa, öfke duyan her gence, ölüsüne sahip çıkan her kadına, itiraz eden her yaşlıya terörist diyorsanız…

Her canlı vurulacak bir hedef gibi görünüyorsa

Öldürmeyi kendine hak, terörist dediğin her insana ölmeyi müstahak görüyorsanız; üstelik öldürdükçe bitmiyorsa bu insanlar, aksine daha da çoğalıyorsalar…

Ve kökünü kurutmak için ölümü müstahak gördüklerinize, her gün, bir öncekinden daha çok zalim olmanız gerekiyorsa…

Yalanın perdesi yırtılmasın diye, gün be gün kudretiniz artıyor, kibriniz giderek büyüyorsa…

Gücünüz arttıkça diliniz mütemadiyen sivriliyor, biraz daha gür çıkıyorsa sesiniz ve giderek çoğalıyorsa zehriniz…

Hâkim olduğunuz kentin sokaklarında, kendinizi bir yabancı gibi hissediyor, ezik bir suçluluk duygusu kaplıyorsa içinizi…

Bir ordu gibi şahlanarak girdiğiniz kasabalarda, yiyecek iki lokma ekmek, içecek bir yudum su, sırtınızı dayayacağınız bir duvar parçası bulamıyorsanız…

Mahalle mahalle, sokak sokak fethettiğiniz kasabada bir işgal ordusu gibi karşılanıyor, yediden yetmişe ahlarla, zılgıtlarla, tencere tavalarla uğurlanıyorsanız…

Karşınıza çıkan her ev, düşmanı saklayan bir kale gibi büyüyorsa önünüzde ve patlamaya hazır bir bomba gibi karşılıyorsa sokaklar sizi...

Çaldığınız her kapı kuşkuyla aralanıyor, her duvar gizli bir tuzak gibi önünüzde büyüyor, her canlı vurulacak bir hedef gibi görünüyorsa gözünüze…

Bir şehir çepeçevre kuşatılıyorsa; günlerce sokağa çıkma yasağı sürüyor, halk bastırılıyor; açlıkla, susuzlukla, korkuyla terbiye edilmeye çalışılıyorsa…

Ateş ve barut bir kasırga gibi esiyorsa kentin üzerinde...

Huzuru getirmek amacındaki kuvvetleriniz geri çekilirken arkalarında yıkılmış bir kent, ölü çocuklar, gençler, kadınlar bırakıyorsa…

Ve her seferinde daha da büyüyen bir öfke bulutu kalıyorsa gidenlerden geride…

Kinle, nefretle bilenmiş kuvvetleriniz; akrepler, kobralar, ejderler, zırhlı araçlar eşliğinde geçiyorken sokaklardan, öfkeyle toplanıyorsa kalabalık; zılgıtlar karışıyorsa araçların uğultularına; eller uzanıyor, yumruklar sıkılıyor, sesler çarpıyorsa birbirine…

İşgalci bir ordunun askerlerine benziyorsanız…

Ellerinde cep telefonlarıyla o kentin çocukları, şehri terk etmekte olan askerlerin korkudan sararmış suretlerini kameraya çekme yarışına giriyorsa…

Göğsünü açmış, yol kenarında bağırırken bir delikanlının asfaltı titreten tankların gıcırdayan paletlerine, “Ne duruyorsunuz, beni de öldürün!” diyen çığlığı karışıyorsa…

Sömürge topraklarını, adeta kaçar gibi terk eden işgalci bir ordunun askerlerine benziyorsanız…

Öldürdüğünüz her insanın mezarına, sokaklarını fethe çıktığınız o kentin halkı sel olup akıyorsa…

Muzaffer bir ordu edasıyla girdiğiniz kentten, geride viran olmuş mahalleler, yıkılmış sokaklar, bombalanmış evler, ölüsü kaldırılamayan cesetler bırakıyorsanız…

Ve altı yaşında, sekiz yaşında, on yaşında çocuklar, yaşlı kadınlar, genç kızlar fırlıyorlarsa önünüze ve çatal parmaklarını uzatıp sokar gibi yapıyorsa gözünüzün bebeğine…

Korkuyla, koşar adım çekilirken, sürüyerek geçiyorsa adımlarınız o kentin sokaklarından…

Zırhlı araçların soğuk gövdelerinden, demire ve çeliğe saklanmış suretleriyle, yüzleri korkuya batmış erlerin tedirgin bakışları süzülüyorsa…

Sözler ve kavramlar anlamını çoktan yitirmiş demektir.
Çünkü Silvan’da ölen biraz da bizim insanlığımızdır.
Yaralanansa bu topraklar.