20 Aralık 2021 Pazartesi

Ölüler ülkesi

Yusuf Nazım
T24 | 20 Aralık 2021


Ölüler Ülkesi’nin yurdundaydım.

Cehennemağzı Mağarası’ndan girdiğinizde Akheron Irmağı karşılardı sizi.

Ölüler Ülkesi ’ne giden yol işte buradan geçerdi.

Lâkin geçmek ne mümkün.

Sırtında ürkünç yılanlarıyla bir korku abidesi gibi, üç başlı bir köpek beklerdi orada sizi.

Adı Kerberos’tu.

Ne ölüler ülkesinden çıkıp gelmek olası, ne de yaşayanlardan kimsenin oraya gitmesi… 

Hades’se, Ölüler Ülkesi’nin tanrısıydı.  

Her türlü zenginliğin, servetin sahibi; dilediğini zengin yapar, dilediğini yoksulluk çukuruna atardı.

Acıması yoktu, kibirliydi; ona sunulan hiçbir şeyle doymaz, insaf nedir bilmezdi.

Karnını ancak kötülükle doyuran Tanrı Hades ’in buyruğuydu; kimseyi geçirmemek üzere emir almıştı; Akheron Irmağı’nın bekçisiydi Kerberos.

Ölüler Ülkesi’nin karanlığından kurtulmanın biricik yolu güçlü Herakles’e bağlıydı.

Herakles gelecek, Ölüler Ülkesi ‘ne giden Acheron Irmağının bekçisi Kerberos’u yenecekti!

Mitoloji böyle diyordu…

 

Herakles geldi mi bilinmez.

Lakin Cehennemağzı Mağaraları’nın bulunduğu o şehrin adı Herakleia olarak kaldı. Zamanla değişti, önce Eregle, sonra da Ereğli oldu.

Karadeniz Ereğlisi’nde tam on yıl kaldım ben.

Paul Manship, Herakles ve Kerberos, n.d., mermer kaide
üzerinde yaldızlı bronz, Smithsonian American Art Museum,
Bequest of Paul Manship, 1966.47.70

* * *

Cizre’deydim dün sabah.

Soluğum kesilmiş, ter içindeydim.

Gözlerimi kırpıştırdım, rüyaymış meğer.

Altı yıl oldu geçeli.

Cizre’nin Güvercinleri’ni yazmıştım bir zamanlar.

Kekova Sipî, Simsipî, Mizgînî, Pilingî, Şekirî, Bîberî…

Cizreli Hüseyin Paksoy.


On altı yaşında bir çocuktu rüyama giren; bir yangın coğrafyasından göç etmiş, on üç çocuklu ailenin altıncısı.

Çatısında güvercin beslerdi evlerinin.

Vuruldu!

Büyüklerin yaptığı hendek savaşlarından, bir şarapnel parçası düşmüştü onun payına.

Üç gün, üç gece yaralı bekledi evlerinin avlusunda.

Bedeni ölüme soğudu gün be gün, saat saat, an be an…

Ölü çocuklar hiç büyür müydü?

Büyümezdi tabii!

Aradan tam altı yıl geçti, hiç büyümedi Hüseyin Paksoy.

Tıpkı hiç büyümeyen diğer çocuklar gibi…

* * *

Solda: Hüseyin Paksoy (1999-2015)


Hava güneşli.

“Pazara geldiğim için mutluyum” diyor pazarcı kadın.

“Hiç değil, güneş vuruyor, ısınıyoruz biraz.

Yaklaşıp soruyorum, sobayı yakmak için odun, kömür hak getire.

“Evde donuyoruz” diyor “soğuktan!

Milletin meclisi harıl harıl çalışmada, kürsüden bağırıyor kadın bir vekil.

“Vatan bölünmez, bayrak inmez, ezanlar susmaz!”

Çığlıkları histeriye dönüşüyor giderek.

Sınır ötesi uzaklarda, ateş hattında askerler bekliyor; çok şükür, son anda bölünmekten kurtarıyorlar ülkeyi.

Ajanslar, üç terörist daha etkisiz hale getirildi diye seviniyor.

Dört yaşında okullarda din eğitimi, sekizinde namaz, on birinde Kur’an.

Hayırsever bürokratlarca yönetiliyor ülke, cümlesi hayır hasenat peşinde.

Üniversitelerse kendini itlaf ediyor durmadan!


* * *


Hades.

Yaşayan ölüler ülkesi.

Kendi tanrısının adıyla anılıyor aynı zamanda.

Sunağında, kurbanlarının henüz kurumamış kanı, ortalıkta parça parça olmuş dökülüyor etleri; üst üste, soğuk, kıpır kıpır yaşıyormuş gibi suretleri…

Ölüler ülkesindeyiz…

Göz gözü görmüyor; ıslak, isli, ürkütücü bir karanlık.

Reflekslerini yitirmiş, acılar içinde kıvranıyor ölüler, inlemelerini duyuyorum Acheron Irmağı’nın ötesinde.

Uğultulu, anlaşılmaz, derinden geliyor ilenmeleri.

Sırtında çürümüş yılanlarıyla dişlerini gösteriyor Kerberos.

İğrenç bir koku yayılıyor her tarafa; zehirli ısırıklarıyla, Hades’ in emirlerini bekliyor üç başlı İblis.

Diyorlar ki Herakles gelecekmiş.

Korkuyorlar…

Gelecek ve Ölüler Ülkesi ‘ne giden Acheron Irmağı’nı geçecekmiş.

Sırtında yılanları, kötücül, vahşi bakışları, korkunç görünümüyle Kerberos karşılayacak onu.

Herakles, göğüs göğüse bir çarpışmayla yenecek Kerberos’u.

Yaşayan ölüler ülkesine varacak böylece.

Orada, uyanıp yeryüzüne çıkmayı bekliyor olacak ölüler...

 

* * *

 

Ölüler Ülkesi’ni düşünüyorum.

Cizre’nin güvercinleri geliyor aklıma; Kekova Simsipî, Mizgînî, Pilingî…

Dönüyorum arkamı, Esenyurt’ta ekmek kuyrukları, bir semt pazarına düşüyor yolum.

Bir kadının ağır, ürkek adımları takılıyor objektife.

Eğilip çöpe, tek tek limonları topluyor kadın, kimselere sezdirmeden.

Katiller huzurla dolaşıyor sokaklarda, kadın cinayetleriyle dolup taşıyor manşetler, çocuklar kendi katillerinin peşindeyken intihar çığlıkları yükseliyor şehirlerden.

Cezaevinde, gönül rahatlığıyla ölebilirmiş meğer hasta tutuklular, gazeteler öyle yazıyorlar.

Bir söylenti yayılıyor kulaktan kulağa, herkesin dilinde hep aynı söz;

Herakles gelecekmiş diyorlar…

(*) Kekova: Kürtçe’de güvercin demektir. Sipî, Simsipî, Mizgînî, Pilingî, Şekirî, Bîberî ise sırasıyla; beyaz, bembeyaz

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/oluler-ulkesi,33523

9 Ekim 2021 Cumartesi

Üç kedisi, bir tilkisi, bir de kirpisi var

Yusuf Nazım
T24 | 9 Ekim 2021

Kirpi.

Duyunca ürküyor insan.

Sizce de öyle değil mi?

Malûm, adı özel savaş alanlarında sıkça duyulan; heybetli, sert görünüşüyle görene korku salan, üzeri kamuflajlı, mayınlara karşı altı zırhla kaplanmış bir korku abidesi.

Ve yine malum, yıllardan beri ne kadar çok savaş, o kadar çok kirpi ve buna paralel olarak dolan, onca para kasalarıyla özel bir şirket tarafından üretilen bir savaş makinesi.


Ben ürkmedim doğrusu.

Hatta okuyunca sevdim, gülümsedim.

Sığındığım Ege’nin ıssızlığında, evimin verandasında çalışırken geceleri ayaklarıma dolanan tosuncuklar geldi aklıma.

El ayak çekildiğinde ortalıktan, bahçe kapısında aile boyu görünür, fıt fıt bahçede dolaşır, çalıştığım masamın altında seyri sefer eylerlerdi.

Son birkaç yıldır nedense gözükmez oldular.

Doymak bilmez iştahıyla insanın, kendi toprağını istila etme çabasının, onların yaşam alanlarını daraltmasından olsa gerek.


* * *


Bir çiftçi.

Kaz Dağları’nın eteklerinde bir zeytin çiftçisi o.

Bir gece 03.00 sularında hırsız giriyor evine.

Hepi topu yirmi metre kareden ibaret kulübesinden yiyecekleri aşırırken suçüstü yakalıyor onu!

Kime mi teslim ediyor hırsızı?

Jandarmaya değil elbette!

Açıyor yüreğini; sınırsız sevgisine, bitimsiz hoşgörüsüne teslim ediyor…

Kedilerin mamasına dadanan kirpiyi affetmek zor gelmiyor ona.

Öyle ya, bir kirpi o!

Şehirden gelip dağdakini kovmak olur mu hiç?

Olmaz elbette.

Onun da hakkı olmalı bu bağdan, bahçeden, zeytinliklerden...

Tıpkı oraya ilk yerleştiğinde, ona kapılanmış iki köpeği gibi.

Öyle düşünüyor.

O günden sonra bir de kirpisi oluyor; kedilerin mamasına onu da ortak ediyor.

Ev böylesine şenlikli olunca, gel zaman, git zaman bir de tilki katılıyor aileye.

Gün batımının akşam postası olarak çıkıp geliyor; sivri burnu, sarı yumuşak tüyleriyle, sevimli bir dost olarak sokuluyor aralarına.


Ev dedik ya;

Yirmi metre karelik bir yer burası. Ustanın becerisine kendi el emeği, göz nurunu katmış; çıraklığını da üstlenmiş, tümüyle ahşap bir yapı

Keser oduna vurmuş, odun odunu dövmüş, el emeği, alın terine karışmış.

Sonuçta küçük ama sevimli bir yaşam alanı; ahşaptan bir kulübe çıkmış ortaya.

Her sabah erkenden kalkıyor, ‘çocuklarım’ dediği kedilerinin, köpeklerinin mamalarını veriyor, kirpinin hakkını ayırıyor, tilkininkini de ihmal etmiyor.

Sonra ver elini zeytinlikler.

Elinde baltası, belinde nacağı; ağaç budamaya, odun yapmaya...

Zeytin deyip de geçmeyeceksin ama…

Onlar da Kaz Dağlarının yerlileri; bakılmak, sevilmek, okşanmak istiyorlar.

El sürersen toprağına, yüzünü güldürecek.

Sen suyunu eksik etmezsen o da sana meyvesinden verecek; sen seversen o da seni sevindirecek.

Öyle de yapıyor; kedilerine, köpeklerine, kirpisine ve tilkisine baktığı gibi bakıyor çiçeğine, iğdesine, zeytinine…


* * *


O bir Anayasa Hukuku doçenti!

Hacettepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin son Anayasa Hukuku öğretim üyesi.

Geçenlerde yaşamak için üniversitesinden istifa etti!

Böyle diyor kendisi; ‘yaşamak için istifa ettim!’

Çünkü;

Kendisiyle ilgili homofobik haberler yapıldı.

Hedef gösterildi, hakkında iftiralar atıldı.

Usulsüz kurulmuş kurullar eliyle cezalar verildi.

Akademik jürilerde görev yapması engellendi.

Verdiği Anayasa Hukuku dersi elinden alındı.

Tez danışmanlıkları iptal edildi.

Mobinge uğradı, hakkında soruşturmalar açıldı, maaşından kesintiler yapıldı!

Peki, ne diye?

Öğrencisi tarafından öldürülen Araştırma Görevlisi Ceren Damar’ı, yazı yazarak savundu diye!

Ne diye?

Non-binary, eşcinsel bir Anayasa Hocası diye!

Ne diye?

Akademik dilde, söylemde, ifadede terör propagandası yapıyor diye!

Ne diye?

Yaptığı bilimsel çalışmaları/çalıştayları ahlaka, edebe aykırı diye!

Tüm bunlara karşı tam dört yıl dişiyle, tırnağıyla, düşüyle; bıkmadan, usanmadan, yılmadan mücadele etti.

Sonunda dayanamadı.

Emekliliğine iki yıl kala yaşamak için istifa etti!


Adı; Öykü Didem Aydın.

Kendisini biraz daha tanıyalım mı?

Hangi toprağın yetiştirdiği insan?

Nasıl bir öyküsü var?

Öncelikle söyleyeyim; insan/hayvan sevgisiyle büyümüş, fındığın kavgasında bilinçlenmiş; çiçeği tohumundan sevmiş Karadeniz’de geçen bir çocukluğu var.

On altı yaşında demir ağlarla dünya turu; tek başına ülke ülke Avrupa yolculuğu;

Bir de profesyonel turist rehberliğini koyarsak yanına, üstelik bröveli cinsinden;

Bir ayağı daima gezilerde; kampçılık yapmak, yaban hayatın içine karışmak; dağları, gölleri, ırmakları dolaşmak ruhunun bir parçası;

Karadeniz’in hırçınlığına, Mimas Dağı’nın sihrine, bir de Küre Dağları’nın göknarlarına vurulmuşluğu var;

2005'te Yeni Ceza Kanununu tanıtmak, uygulayıcılara anlatmak için tüm Türkiye’yi şehir şehir dolaşmak;

Uçağa binmekten genellikle uzak durmak, gerektikçe otomobil, çoğunlukla bisiklet kullanmak gibi de bir huyu var.


İşte böyle bir insan Öykü.

Ankara Hukuk Fakültesi mezunu;

Ankara ve İtalya-Milano Üniversiteleri'nden master’ı;

Federal Almanya-Freiburg Üniversitesi'nde ceza hukuku alanında doktorası;

Max-Planck Yabancı ve Uluslararası Ceza Hukuku Enstitüsü'nde post doktorası;

Anayasa Hukuku alanında doçentliği;

Humboldt, Köln, Ancona, Trier, Leiden, Oslo gibi çok sayıda üniversitede misafir profesörlüğü ile fellowluğu;

Kanada McGill Üniversite'sinden yine, uzaktan araştırmacı fellowluğu var.

Dahası mı?

Elbette dahası da var;

Avrupa Komisyonu Venedik Komisyonu Eski üyeliği;

Hacettepe Üniversitesi Sağlık Hukuku Merkezi kurucusu;

Anayasa Hukuku, Anayasa Yargısı, Edebiyat ve Hukuk, Hukuk Dili ve Metodolojisi, Comparative Law, Comparative US-American/Latin American Constitutionalism, Sağlık Hukuku/ bir dönem Ceza Hukuku/ Ceza Usul Hukuku alanlarında öğretim üyeliği;

Çok sayıda ulusal/uluslararası yayını, yayınlanmış iki romanı, çok sayıda şiir çevirisi var.

Devam ediyor;

Özellikle ceza hukuku ve insan hakları alanında Avukatlığı;

Çok sayıda "siyasi" davada müdafiliği;

Ankara Barosu LGBTIQ+ Hakları Merkezi Kurucu ve (Eski) Başkanlığı;

Transgender Europe bireysel üyeliği;

Pembe Hayat LGBTİ+ Derneği Yönetim Kurulu üyeliği;

Bir de Kitap Çevirmenleri Birliği kurucu üyeliği var…


* * *


O şimdi Kaz Dağları’nın eteklerinde bir göçmen.

Bilimin, akademinin, edebiyatın ve sözcüklerin işçisi;

Sevmenin, hoş görmenin, değer vermenin emekçisi;

Toprağı elleriyle karan, düşleriyle ağaçları yoğuran bir zeytin çiftçisi!

Dört dilde okur, konuşur, yazar; dünyanın bütün dillerinde düşünür, duygulanır;

Hücrelerine kadar sevgi, iliklerine kadar hayat dolu, sapına kadar insan!

Öylesine çok şeyi var ki; öylesine zengin ki;

Yolunu gözleyen çok sayıda öğrencisi, kucaklara sığmayacak kadar sevgisi;

İki köpeği, üç kedisi, bir tilkisi, bir de kirpisi var!

Onu kürsüsüz, onu öğrencisiz, onu düşsüz ve sözcüksüz bırakmak isteyenler;

Sahi sizin neyiniz var?

 

Not

Bu hikâyede geçen karakterler gerçektir.

Akademisyen çiftçi: Öykü Didem Aydın

Köpekler: Aries ve Ulubey

Kediler: Aron Deneb ve İpek Deneb çifti ile Lilly Alstair

Kirpi: Chimera

Tilki: Matar

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/uc-kedisi-bir-tilkisi-bir-de-kirpisi-var,32747


7 Eylül 2021 Salı

Korku ve direniş

Yusuf Nazım
T24 | 7 Eylül 2021

Önümde bir fotoğraf.

İlk anda, hangi post modernist tasarımcının eseri diye düşündüren cinsten. Somut mu, soyut mu; dışa vurumcu mu, natüralist mi hemen karar veremiyor insan. Şehrin ortasında, üstelik en işlek caddesinde ürkütücü bir enstalasyon.

Bir anda diken diken oluyor tüyleriniz. Belki de amacı bu tasarımcının.
Evet, evet, kuvvetle muhtemel, amacı bu olmalı. İzleyene korku salmak!

İtiraz etmek, ses çıkarmak, sorgulamak isteyene bir mesaj.

Kalem tutanı, yazı yazanı, şarkı besteleyeni korkutmalı. Eli klavyeye gideni, durup düşündürmeli; tuşa bassam mı, basmasam mı; yazsam mı, yazmasam mı; şu sözcüğü kullansam mı, kullanmasam mı? Çağdaş toplumsal sanatın yaratıcı bir uygulaması olarak göreni düşündürmeli, düşüneni korkutmalı, korkutup sindirmeli…

Dikkatle bakınca böyle yorumluyor insan.

Enstalasyonu sergilemek için seçilen yer ise pek manidar. Şehrin en kalabalık caddelerinden biri. Uygulamanın estetiği, tasarımın çok boyutluluğu açısından sanki oradakilere bir mesaj vermek ister gibi.

Tasarımcı, sanki bir dünya sahnesinde, Orta Doğu coğrafyasında sıkıştırılmış, mekânsızlaştırılarak çoktan ötekileştirmiş bir halkın vekili üzerinden demokrasinin nasıl işlediğini gösterme gayretinde.

Üstelik bu konuda pek cüretkâr. Hareketsiz, cansız objeler yerine canlı olanları tercih etmiş, soyuttan somuta doğru yönelmiş. Modernist bir çağda, post modernist, çılgın bir tasarıma imza atmış. 

Kullanılan objelere dikkatlice bakılırsa, arada bir kıpırdıyorlar ama çok değil; az buçuk ses çıkarıyorlar ama duyulan tastamam bir cümle değil; yarı canlı, yarı cansız gibiler ama bildiğimiz robot değil!

Eserin sahibi, 21. yüzyıldaki kötülük çağını, İstiklal Caddesinde, daracık bir mekânda, mikroskobik bir zamana sıkıştırıp resmetmek istemiş olmalı.

Eser, adeta enstalasyon sanatlarında çığır açmaya aday bir girişimi andırıyor.

Yapılırsa eğer, gelecek yılın Uluslararası İstanbul Bienalinde, demokrasinin İstanbul sokaklarında bir milletvekili bedeni üzerinden nasıl zuhur ettiği üzerine şimdiden bir başyapıt olarak sergilenmeye aday. 

Konsept, küresel anlamda düşünüldüğünde olağanüstü yenilikçi! Gelecek nesillerin okuyacağı, Anadolu’da demokrasinin kökenleri dersine şahane bir örnek olmak üzere gelene, geçene sırıtıyor.

Üstelik daha önceki örneklerini kıskandıracak denli yaratıcı bir çılgınlık var eserde. Dün, Ankara Yüksel Caddesi’nde adı İnsanlık Anıtı olan bir heykeli aylar boyunca kuşatmada mahir zihniyet, bugün 17 milyon nüfuslu bir dünya metropolünün kültür merkezinde sosyal bir grubun temsilcisi üzerinden tezahür ediyor.

Şaşırtıcı mı, değil.

Bir yanılsama mı, hiç değil.

Sadece, yarın hangi şehirde, hangi sokakta öngörülemez, kestirilemez, tahmin edilemez şekilde, başka hangi sosyal sınıf ve tabakaların karşısına çıkabileceği konusunda bir fikir vermekte.

Ve üstelik öylesine zamansız, öylesine mekândan bağımsız. Ha bilim üreten bir üniversitenin kapılarına dayanmış, ha Karadeniz’de bir köyün yamaçlarında. Seçmiyor, fark etmiyor, ayırt etmiyor. Yüzünde, avını kıskıvrak yakalamış olmanın hoyrat kibiri; adım attırmıyor, nefes aldırmıyor…

Bütün bunlar tasarımın görünen yüzü. Bir de görünmeyeni var doğal olarak. Onlar arka plandalar; sokak aralarında, gizli tutulmuş raporlarda, mahkeme tutanaklarında… Hepsi de gerektiğinde kullanılmak üzere hazırlar.

*  *  *

 

Bir de zekice seçilmiş, özenle yerleştirilmiş objeleri var tasarımın.

Ancak bu kadar olabilir, dedirtiyor insana.

Hepsi de sıra sıra, tespih gibi dizilmişler. Sanki tetikteler! Verilecek tek bir emri bekliyorlar. Vur desen vuracak, indir desen indirecek, öldür desen öldürmeye hazır gibiler!

Ortada bir çember. Etten ve kemikten; öfkeden ve nefretten mükellef bir çember. Taştan, tuğladan örülmüş bir korku duvarı sanki. Oracıkta, bir ucu İstiklal Caddesi’nde, diğeri ülkenin sınırlarını kat eden bir duvar. 

Korkuya nesne olan şey ise çemberin içinde yer almakta. Etin ve kemiğin ötesinde demirden, çelikten, miğferden bir kuşatmanın tam ortasında. Sanırsın pimi çekilmiş bir bomba! Patladı, ha patlayacak bir muamma!

Tasarımcı, belli ki özenle yerleştirmiş objeleri; yan yana, sımsıkı, aralıksız. Öyle ki biri dahi eksik olmamalı! Çünkü biliyor, biri olmasa kırılacak o zincir. Biri sendelese, yarılacak barikat! Biri çekilse yıkılacak duvar!

Ve ortada sadece iki obje. Üç değil ama! Neden üç değil? Çünkü biliyor; bir üçüncü olsa, çoğalacak o ses. Sayı bir artsa sarsılacak duvar, biraz daha çoğalsa büyüyecek o direniş.



*  *  *


Önümde işte bu fotoğraf.  

Bir ülkenin sığdırılmaya çalışıldığı kuytu, izbe karanlığı anlatan bir
metafor gibi.

Yaratıcısı belli ama eserin bir adı yok.

Belki de adını özellikle koymamış yaratıcısı.

Seyirciyi özgür bırakmış olmalı; izleyen düşünsün, bulsun, kendisi karar versin diye…

Ben düşündüm.

Dedim ya, İlk bakışta ürperiyor insan. Hemen korku geliyor akla. Üstelik bulaşıcı, içten içe büyüyen, çoğalan bir korku. Ama neyin korkusu bu? Korkan kim, ne zaman başladı ve nereye kadar sürecek?

Belirsiz!

Oysa tasarımcının gözünden kaçan bir şey var bu eserde. Yarattığı korku çemberinin içinde büyüyen bir kelimede saklı bunun sırrı.

Direniş!

Açık seçik ve her şeye rağmen büyüyen bir direniş! Göz ardı edilemez, yok sayılamaz, durdurulamaz.

İşte, tasarımcının farkında olmadığı şey; her sanatın karşıtından beslendiği gerçeği.

Elden ne gelir ki, doğanın diyalektiği bu; korku şiddeti doğuruyor, şiddetse direnişi.

Dönüp dikkatlice yeniden bakıyorum esere. Bir kez daha görüyorum, cesaret de en az korku kadar bulaşıcı; bulaşıyor, bulaşacak.

Örnek alınacak, ibretlik olacak öylesine çok şey var ki eserde…

Kelimeler ansızın oturuyor belleğimde.

Tasarımcıyı, gelecek nesillerin demokrasi ve özgürlükler tarihi dersinde okutulmak üzere yarattığı bu nadide örnek için kutluyor, adını “korku ve direniş” koyuyorum.

Peki ya siz?

Not: Fotoğraf, HDP milletvekili Musa Piroğlu’nun 5 Eylül 2021 günü, İstiklal Caddesi’ndeki yürüyüşünden.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/korku-ve-direnis,32383























20 Ağustos 2021 Cuma

Yusuf Nazım
T24 | 20 Ağustos 2021


529 yıl önce, Amerika kıtası.

Kendine yeni sömürgeler arayan "ortaçağ uygarlarının", Kristof Kolomb'un seferiyle birlikte keşfettikleri yeni ve zenginliklerle dolu bir kıta.

Beyaz adamın "uygar olmayan yerliler" üzerinden daha çok altına, köleye ve zenginliğe sahip olma hırsıyla bu yenidünyada araladığı cehennemin kapısı.

Kıta yerlilerini, yüz yıllar sürecek bir ateşin içinde yanıp kavrulmalarına sebep olacak bir cehennem.

Öyle bir cehennem ki, yerlilerin hayvan sürüleri gibi toplanarak kapatıldığı Kızılderili rezervasyonları, onların tabi tutulduğu çiçek hastalığı soykırımı; Hükümetler ve kilise işbirliğiyle Kızılderili çocukların ıslahı amacıyla kurulan ve asimilasyon merkezleri gibi işlev gören yatılı okullar ağı; ailesinden kopartılan, kardeşlerinden ayrılan, ana dillerinde konuşmaları yasaklanan ve başka bir kültürle yetiştirilerek kendi inanç ve kültürlerine yabancılaştırılan çocuklar.

Öyle bir cehennem ki, yüz yıllar sürecek bir soykırım, asimilasyon, etnik temizlik ve tehcir; sayısız toplu katliam, bitmek bilmeyen sürek avları, zorla kısırlaştırma, kölelik, tecavüz, yağma…


*  *  *


Beyaz adamın yüzlerce yıl süren sömürgecilik serüveni 19. ve 20.yüzyılda, paraya ve sermayeye temerküz etmiş olarak devam etti.

Bu yüzyıllarda da, son derece gelişmiş, modernleşmiş, medenileşmiş devletler eliyle cehennemin kapıları Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da sayısız kez aralandı.

Derken 21.yüzyıl bütün haşmetiyle gelip çattı.

Beyaz adamın ideologları tarafından “tarihin sonu” denilen, tek kutuplu, tek sistemli, liberal küresel bir çağa girildiği müjdelendi.

Oysaki ne tarihin sonu gelmişti, ne de iyiden iyiye medenileşmiş beyaz insanın "uygar olmayan yerliler" üzerine düzenlediği seferlerin.


*  *  *


Mart 2003 gelip çattığında cehennemin kapıları bu sefer Irak’ta aralanacaktı.

Ateşi tutuşturan ise, çoğu kez olduğu gibi yine ABD ve İngiltere olacaktı.

Kararlıydılar!

Büyük bir aşkla demokrasi ve özgürlük götürmek istiyorlardı Irak topraklarına!

Gerekçe ise hazırdı; Irak yönetimi El Kaide ile işbirliği yapıyor, nükleer, biyolojik silahlar geliştiriyordu. Bunlardan kurtulacak, kadim coğrafya özgürleşecekti…

Gördük ki, meğer ne çok ülke varmış, Irak’a demokrasi götürmek heveslisi. Bir bir sıraya girdiler dünyanın tüm uygar devletleri; ABD’si, Kanada’sı, İngiltere’si, Almanya’sı, Fransa’sı, Hollanda’sı, Türkiye’si ve daha niceleri… 

En güçlü, en akıllı, en şaşmaz bombaları yalandı!

Bu yüzden en önce yalanlar geçti cehennemin aralanan kapısından.

Irak’ın ölümcül kimyasal silahları tanıtıldı tüm dünyaya. En büyük, en bağımsız, en özgür haber ajansları tarafından... Haritalar yayınlandı renk renk, boy boy haritalar…

Yalanlar insan öldürür müydü ki?

Öldürürdü elbet!

Bu yüzden en çok yalanlarla vurdular Irak halkını; Arapları, Ermenileri, Süryanileri ve diğerlerini…

Cehennemin ilk on yılında yüz binlerce insan öldü, yaralandı, sakatlandı. 1,5 milyon kişinin ocağı söndü, yersiz yurtsuz kaldı. ABD 2,2 trilyon dolar harcadı yaktığı bu cehennem ateşini diri tutmak için.

Ajanslarsa yeterince iştahlıydı. Naklen yayınladılar dünyaya medeniyetin ölüm makinalarının marifetlerini; patlayan bombaları, bir dokunuşta havaya uçan binaları, parçalanan cesetleri, lime lime savrulan etleri...


*  *  *


Nisan 2014’te hemen yanı başımızdaydı, bu sefer Suriye’de aralandı cehennemin kapıları.

İnsanlık, “batılı uygarların” kendi yarattıkları cehennemin küllerinden doğan yüzlerce radikal İslamcı, şeriatçı/cihadist örgütle karşı karşıya kaldı.

Üstelik her biri ılımlı İslam’ın tarlasından gübrelenmişlerdi.

El Kaide, Irak Şam İslam Devleti, El Nusra, Tevhit ve Cihat Cemaati, Ensaru'l İslam, Ahrar el Şam, Özgür Suriye Ordusu, Heyet Tahrir el-Şam bunlardan sadece bazılarıydı. Hepsi de şeriata dayalı, farklı renklerde, farklı tonlarda bir İslam Devletini hedefliyorlardı.

IŞİD, Bağdat’tan Şam’a kadar bir hat üzerinde, yeryüzünün gördüğü en vahşi katliamlara imza atarak, önüne gelen, kendisi gibi olmayan her şeyi, herkesi yakıp yıkarak ilerledi.

Kürtler, Ezidiler, Türkmenler, Aleviler, Şiiler, Hristiyanlar, Süryaniler; yetmedi eşcinseller, sanatçılar, yazarlar, edebiyatçılar, dansözler açılan bu cehennem çukurunun alevleri içinde kaldılar. Kimi başı kesilerek, kimi ateşte yakılarak, kimi kurşuna dizilerek öldürüldü. Ezidi kadınlar köle pazarlarında satıldı, şeriat kuralları gereği çocuk tecavüzleri sıradanlaştı, cihada katılan her erkeğe dilediği kadar kadın hak görüldü.

Müzik aletleri yakıldı, heykeller tahrip edildi; antik eserler, camiler, kiliseler, sinagoglar bombalandı.

Bir kez açılmıştı cehennemin kapıları ya, içine aldığı her şeyi yaktı, yıktı, kavurdu, yok etti.

Yarım milyon kadar insan öldü, 2 milyonu yaralandı, 6,5 milyon kişi ise göç etti.

En sonunda onun alevleri Ortadoğu’dan Güneydoğu Asya’ya; oradan Kuzey Afrika’ya ulaştı. Sudan, Mali, Çad, Somali, Nijerya, Libya derken sınırlarımıza kadar geldi dayandı…


*  *  *


Tanrılar, cehennemin kapısını bir kez daha araladıklarında, yer Afganistan’dı.

Aralanan o kapıdan ilk olarak 50 Tomahawk füzesi, 25 saldırı, 15 bombardıman uçağı geçti. ABD ile İngiliz gemi ve denizaltılarından fırlatılmışlardı. Onları USS Carl Vinson ve USS Enterprise uçak gemilerinden havalanan B-1 Lancer, B-2 Spirit, B-52 Stratofortress bombardıman uçakları takip etti.

Kendilerine “uluslararası toplum” adını veren batının “uygar” beyazları, tıpkı 500 yıl öncesinin Amerikan yerlilerine yaptıkları gibi, bu yoksun coğrafyaya medeniyet götürmekte ısrarlıydılar.

Savaş arabalarının dizginleri, tıpkı Irak cehenneminde olduğu gibi George W.Bush ve Tony Blair’in ellerindeydi. Kendi halklarının şiddetli itirazlarına aldırmadılar bile. Ve öyle görülüyordu ki kendilerinden binlerce km ötede yaktıkları bu ateşe sınırsızca benzin taşımaya hiç tereddüt etmeyeceklerdi.

Öyle de yaptılar!

Güzel sözlerle süslenmiş, afili deyimlerle bezenmiş dünyanın en büyük savaş aygıtı NATO kervana katılmakta gecikmedi. Aralanan kapıdan Cruise füzeleri, Apache savaş helikopteri, F/A-18 Hornet bombardıman uçakları, yedi tonluk papatya kesicisi bombalar, CH-53E Super Stallion helikopterleri, insansız savaş uçakları ve daha nice gelişmiş ölüm makineleri geçti. Beyaz uygarlık bir kez daha acımasızca yaktı, yıktı, kavurdu, öldürdü ve yok etti…

Yirmi yılda, 2 milyon Afganlı öldü. Sadece ABD, işgal süresince 1 Trilyon dolar harcadı.

Sonuç; uzak bir dünyanın işgalcileri tarafından ülkelerine getirilmek istenen uygarlığı kabul etmeyen bir halk; işlenen cinayetler, yapılan kıyımlar, akla hayale gelmeyen zorbalık ve işkence yöntemleri; tüm bunların sosyal pratiği karşısında daha da güçlenerek gelişen radikal İslam…


*  *  *

 

Şimdi ise kaçıyorlar!

Yirmi yıllın ardından işgalciler, tasını tarağını toplayamadan kaçıyorlar.

Afganistan’a demokrasi ve özgürlük getirme heveslileri, kendilerinden çok uzak coğrafyaya yıllar yılı ölüm kusan medeniyetin sahipleri panik halindeler.

Uçak gemileri, füzeleri, insansız hava araçları, sınıf sınıf helikopterleri, bilmem kaç tonluk bombalarıyla kaçıyorlar!

Kaçarken ne mi bırakıyorlar?

Viran halinde bir ülke, umutları heder olmuş gençler, hayallerinden yaralanmış kadınlar; acı ve kanla beslenmiş, boğazlaşmanın eşiğinde bir toplum ve kapıları ardına kadar açılmış bir cehennem bırakıyorlar…

 

Şimdi, o cehennemin kapısından kızgın alevler püskürmede.

Ülkenin yeni sahipleri, ilk gün infazlarını yaptılar bile. Sokaklardan kadın yüzlerini silerek başladılar işe. Çocukların okula, kadınların işe gitmesinin yasaklanması an meselesi. İnsanları güldürüyor diye tiyatrocu Muhammed Nazar’ı linç ederek öldürdüler. Meydan infazları, kırbaçlamalar ise sırada.

Modern dünyanın korumasındaki İdlib’te kutlamalar başlamış. Camilerde verilen selâlar, yeni İslam devletini müjdeliyor. İzmir’de lokum dağıtıyor şeriat heveslileri.

Gözleri ışıl ışıl, düşleri berrak, yürekleri akça pak kadınlar kapana kısılmış gibi çaresizler. İmdat çığlıkları yükseliyor şehirlerinden. Kolu dövmeli, kulağı küpeli gençler akın ediyor sınırlara; şarkılar susuyor, dans duruyor, mizah soluyor…


*  *  *


20 yıllık işgalin müsebbiplerine gelince.

Onlar heyecan içinde sağa sola koşturmada. Yapacakları yeni ve gizli hamlelerin peşindeler.

Atılan on binlerce ton bombanın, ölüm kusan silahların, asker sivil ayırmayan kimyasalların ve bunlar aracılığıyla akıttıkları onca kanın sorumluları demeçler vermek için sıraya girmişler.

Dünün suçluları, suç ortakları, cehenneme benzin taşıyanlar, TV kanallarında şaşaalı söylevler eşliğinde öğütler vermekteler.

Kimi köşesinden kuruyor sözlerini, kimi kürsüsünde derin analizler yapmak peşinde; kimiyse eski düşmanlarıyla kutsal bir ittifak için el sıkışma hazırlığında.

Oysa biz karanlıktayız!

Göz gözü görmüyor; isli, yapışkan, menfur bir karanlık sarmış her yanımızı.

Cehennem bize uzak değil artık.

Kapısında bekliyoruz.

Ateş göründü, içimize içimize büyüyor alevler, ağır ağır sarıyor her yanımızı.

Unutmayalım, bir gerçek bizi ne kadar çok rahatsız ediyorsa, o kadar çok gerçektir.

Peki, kaçış var mı?

Yok!

O halde zaman, eğri oturup doğru konuşmak zamanıdır.

“Büyük insanlık” olarak sorumluluk bizde; hepimizde!

Ya üstesinden gelmek için çalışıp söndüreceğiz bu yangını.

Ya da alevler giderek büyüyecek, saracak her tarafımız, o cehennemin içinde kalıp yanacağız.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/cehennemin-kapisinda,32167


 

 

13 Mayıs 2021 Perşembe

Oy dere, İkizdere


Yusuf Nazım
T24 | 13 Mayıs 2021


“Direniş varsa umut da var!”

Öce.

Doğu Karadeniz’de bir dağ köyü.

Kayın ağaçları, köknarlar, ıhlamurlar arasında keçilerin, ceylanların, geyiklerin koşturduğu; dağ horozlarının, sürmeli bülbüllerin, kekliklerin ve türlü türlü kuş seslerinin birbirine karıştığı bir coğrafya.

Rize’nin kartal yuvası denecek yamaçlarındaki evde bir çocuk dünyaya gelir.

Yokluk, yoksulluk içinde büyür.

Zekâsı, çalışkanlığı onu liseden sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne götürecektir.

Dünyada 68 fırtınası esmektedir.

ABD’nin Vietnam’da yürüttüğü haksız savaşa karşı gelişen isyan dalgası eşitlik, özgürlük, bağımsızlık taleplerine dönüşmüştür.

Rizeli genç de bu rüzgârdan payına düşeni almakta gecikmez.

Üniversiteli yıllarda bağımsızlık, eşitlik, özgürlük sözcükleri ruhunun en derinlerine işler.

Ülkesinin ABD hegemonyasından kurtulması gerektiğine inanır; Filistin’e gider, İsrail Siyonizm’ine karşı savaşa katılır.

Döndüğünde Trakya’nın köylerindedir; onlara yokluğun, yoksulluğun sebebini anlatır. 

O yıllarda gençlerin hak ve adalet arama; sömürüye, eşitsizliğe, özellikle de emperyalizme karşı söz söylemesi hoş karşılanmamaktadır.

Bir ihbar üzerine yakalanır, cezaevine atılır.

Ancak, ülkesi için yapılacak çok şey olduğuna inanmaktadır, bir grup arkadaşıyla birlikte buradan kaçar.

Sene 1971, Mart’ın son günüdür.

11 genç Tokat’ın bir köyünde, kaldıkları evde kuşatılırlar.

Teslim ol çağrılarına uymayan gençlerden biri hariç, tamamı öldürülür.

Öldürülenlerin arasında, Rize’nin dağ köyü Öce’de doğup, hayatını halkının mutluluğu, ülkesinin bağımsızlığına adayan o genç de vardır.

Adı Cihan Alptekin’dir.

Köylülerinin deyişiyle “Bizum Cihan.”

Ölenler, kısa sürede halkının bağrına basılacak, aradan on yıllar geçse dahi unutulmayacaklardır.

Arkalarından yakılan türkü ise hep dillerde kalacaktır:

 

“Oy dere, Kızıldere

Söyle akışın nere?”

 

*  *  *


Sene 2021, Rize.

İkizdere ilçesinin Eskencidere Vadisi.

Haramiler bir kez daha iş başındadır.

Günlerdir, kadınlar önde olmak üzere köylüler, topraklarına taş ocağı yapmak isteyenlere karşı bedenlerini siper etmektedirler.

Ülkenin kaynaklarına, emeğine, alın terine çökmüş olanların gözü, bu sefer İkizdere’dedir. İyidere’de planlanan Lojistik Merkezi ve Liman projesi için İkizdere’nin Eskencidere Vadisi’nde taş ocakları açılacak, bir yıl içinde yaklaşık 16 milyon ton taş, açılacak bu ocaktan 30km ötedeki limana taşınacaktır!

Bu, 30 km boyunca harap edilecek doğa, kesilecek ağaç, talan edilecek orman demektir. Patlayan binlerce dinamit, durmaksızın çalışan taş kırma makineleri, ekskavatörler; on milyonlarca kepçenin kalkıp inmesi, 1 milyon kamyonun 30km boyunca gidip gelmesi, vadiden kuş sesleri yerine dinamit seslerinin yükselmesi...

Dağlar yarılacak, tepeler yok edilecek, şelaleler kuruyacak, dereler susuz kalacaktır; kurdun, kuşun yuvası dağılacak; börtünün, böceğin, arının yaşamı sönecektir…


*  *  *

Günlerden 5 Mayıs.

Sayıları fazla olmayan İkizdereli köylüleri yine yamaçlardadır.

Karşılarında bölük bölük jandarmalar vardır.

İş makineleri toprağı, suyu, ormanı ve kayayı birbirine karmakta; çeklere, senetlere ve banka hesaplarına tahvil etmek üzere harıl harıl çalışmaktadır.

Vadi kapatılmış, yollar tutulmuş, köylülerin önü kesilmiştir.

Asırlardır oraları yurt edinmiş; cümle ormanların, vadilerin, derelerin paydaşları; kurtların, kuşların, ceylanların sözcüleri köylüler barikatın önünde beklemektedir.

Çok geçmeden vadi, bağrışmalarla çalkalanır:

- Şirketi buradan çıkarırsanız biz gidiyoruz.

 

-      - Sokağa çıkma yasağı vardır, biz buraya bilerek gelmişizdir!

-      - Bize ceza kesebilirsiniz!

-      - İsterseniz alabilirsiniz!

-      - Belki de tutuklarsınız bizi, onu da bilmiyoruz.

-       
 - İsterseniz alın bizi!

-     -  Dövebilirsiniz de…

-      - Aynen.

-      - Falakaya da yatırabilirsiniz!

-     -  Aynen.


Birden bir kadın sesi duyulur vadide.

Ardından, iri gövdesiyle bir adam atılır ileriye:

Kollarını, yuvasını savunan bir kartalın kanatları gibi iki yana açar, havaya kaldırır.

Öyle bir dalar ki ciğerlerini, gök gürler gibi vadiye vadiye vurur kelimeleri dişleri arasından, haykırır. Öylesine acılı, öfke dolu, direngen:

 

-      - Direniş varsa umut da var!

 

Dağ, taş inler; Eskencidere Vadisi’ndeki ağaçların yaprakları titrer; sedir ağaçları, meşe palamutları, ıhlamurlar, köknarlar arasında yankılanır ses.

Dağ keçileri pür dikkat kesilir, bir ceylan kulaklarını diker, dinler. Suyun içinde, kızıl benekli balıklar kıpraşır; karatavuklar şaşırır; sincaplar palamut kabuklarını kemirmektedir, durup kulak verirler…

Vadiden akseden çığlığa, başka bir ses gürleyerek eşlik eder:

 

-      - Ferman padişahınsa dağlar bizimdir!

 

Hep bir ağızdan tekrarlanır söz:

 

“Direniş varsa, umut da var.

Ferman padişahınsa dağlar bizimdir!”

 

Dağ, taş; börtü, böcek; canlı, cansız hepsi duyar bu sesi.

Bir tek hükmedenler duymaz; emir verenler, iş görenler; bir de cümle kanun hükmündekiler…


*  *  *

Karadeniz yorgun.

İkizdere bulanık akıyor bugünlerde.

Feryat figan çığlıkları kulakları tırmalıyor Eskencidere’nin.

Ağaçlar nefesini tutmuş, şelaleler tedirgin akmakta, hayvanlar ise ürkek; arılar kovanlarını arıyor; balıklar sularını, ceylanlar yuvalarını…

Yollar tutulmuş, ağaçlar devrilmiş; dereler taş, toprak, kaya ile dolmuş.

Beride Cevizlikli, Gürdereli kadınlar; alınları akça pak, yürekleri öfke dolu, gözleri toprak ana gibi berrak.

Ama yaşlı, ama genç; elleri değnekli; çoğu yazmalı, peştamallı, leçekli.

Havada dronlar uçmakta, yedekte helikopterler; geride greyderler, dozerler.

Hepsi hazıroldalar!

Bir yanda kılıç, kalkan, biber gazı, cop, tüfek; bir yanda kanunlar, kanun hükmünde talimatlar, acele kamulaştırmalar…

Dağın yamacında köylüler; Hüsniye Teyze, Nuran Ana, Dursun Emmi…

Çığlıklar birbirine karışmakta, aradan bir ses duyulmakta; “alın bizi alın bizi ” diye bağırmakta!

Ne korkudan eser var yüzlerinde, ne de yılgınlıktan bir iz; cesaret bulaşmıştır bir kez sözcüklerine.

Kelimeler bir bıçak gibi saplanıyor benim de yüreğime;

Eyy Kalapotamos’un yurdu!

Ey Rize, İkizdere, Eskencidere!

Havaya, toprağa ve suya yakılmakta olan bir ağıt var oralarda.

Belki de bir söz var; börtüye, böceğe, kuşlara ve ağaçlara verilmiş bir söz!

Görüyorum, orada bir direniş var.

Bir kez daha anlıyorum, direniş varsa, umut da var!


*
  *  *

Şimdilerde bahar.

Seferihisar’da, deniz kıyısındayım.

Samos Adası’nın tam karşısındayım.

Aklımsa Ege’yle Karadeniz arasında.

Kapıyorum gözlerimi.

Rize’nin dağlıklarındayım.

Öce Köyü’nden bir çocuk geliyor aklıma.

Göğsümde bir taş, dilimde yanık bir türkünün sözcükleri.

Kelimeler, durmaksızın oyun oynuyor haramilerin sofrasında:

“Oy dere, İkizdere

Söyle akışın nere?”


https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/oy-dere-ikizdere,30990


2 Nisan 2021 Cuma

Vatansız!

 

Yusuf Nazım
T24 | 2 Nisan 2021

Karanlık çağların parıldayan bütün ışıklarına

 

Mart 1933, Frankfurt.

Haardtwald Caddesi’ndeki 2 numaralı evin etrafı sarılmıştır. Üniversite lojmanlarının bulunduğu yamaçtaki, sarı boyalı evin kapısı kırılırcasına üst üste çalar. Kapı açılır açılmaz, omuzlarında Nazi arması bulunan kahverengi gömlekli polisler hızla içeri dalarlar.

Ev sahibi neye uğradığını şaşırmıştır.

Ne yapıyorsunuz” der, “ben Frankurt Üniversitesi Profesörü Philip Schwartz!

Onu duymazlar bile. Eşi Vera, henüz 1 yaşındaki kızları Susan’ı kucağına almış, beş yaşındaki oğulları Andre ise babasının bacakları arasına sığınmıştır.

Birkaç dakika içinde evin her tarafı alt üst edilir. Mobilyalar dağılmış, kütüphanedeki kitaplar raflardan etrafa saçılmış, çekmeceler boşaltılmıştır. Duvardaki ahşap işlemeli Davut Yıldızı, parçalanmış halde yerde yatmaktadır.

Gestapo şefi ayrılırken, kıyıcı gözlerle profesörü süzer.

Ağır silah ihbarı aldık” der, ekler;

Gözümüz üzerinizde!”

 

Evinde ağır silahla yakalanan nöropatolog!

 

Ertesi gün havada, kopmaya hazır bir fırtınanın gerginliği asılı gibidir.

Birkaç gün önce Adolf Hitler’e kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi tanıyan 5 maddelik kanun teklifi kabul edilmiş, üniversitelerde büyük bir cadı avı başlamıştır.

Profesör Schwartz, hastane bahçesine girdiğinde Dr.Albert Wilhelm Fischer’in ona doğru acele adımlarla yaklaştığını görür. Arkadaşı telaşlıdır:

“Sen ne yapıyorsun, neden halâ kaçmadın?”

Profesör Schwartz şaşırır;

“Ne oldu, niye kaçayım?”

“Bütün hastane seni konuşuyor, evinde ağır silahlar yakalanmış, koridorlarda sivil polisler dolaşıyor, seni tutuklayacaklar!”

Profesör, elinde çantasıyla öylece kalakalır. Gözlerinde, onu bekleyen kötü kaderin acı izleri bir görünüp bir kaybolur.

O gün, birkaç yakın dostu tarafından daha kaçması yönünde uyarılınca, kararını vermekte gecikmez.

Aynı gece, oğlu Andre ile birlikte Zürih treninde yol alırlarken gözlerinde, nereye çıkacağı belli olmayan puslu bir geleceğin kaygı dolu izleri vardır.  

Yarınki Fötal Patoloji, Nöropatoloji derslerini düşünür, acıyla gülümser. Frankfurt Üniversitesi’nde yaptığı, Doğum Travmaları Üzerine Deneysel Çalışmaları gelir aklına; Erişkinlerde Beyin Kanamaları, Virchow Ensefalit, Recklinghausen Sendromu, Gliomların Lokalizasyonu ile Çevre İnfiltrasyonları üzerine araştırmaları… Tren yol aldıkça hepsi bir bir geride kalmaktadır; Tüberkülozda Hipersensibilite ve İmmünite ile İlgili Doku Lezyonları hakkında çeşitli makalelerini anımsar, içini bir burukluk kaplar. Frankfurt giderek uzaklaşmaktadır ondan…

Kısa süre sonra, kızı Susan ve eşi Vera’da arkasından Zürih’e gelecektir…

 

Philipp Schwartz
Kanun hükmünde gelen faşizm

 

Profesör Schwartz ayrılırken geride, büyük hızla felakete doğru sürüklenen bir ülke kalmıştır.

Meclis işlevsizleşmiş, yerini tek adam rejimi almıştır. Ülke, Hitler’in çıkardığı kanun hükmünde kararnamelerle yönetilmektedir.

İlk iş olarak muhalefetin en dirençli kesimi olan Alman Komünist Partisi kapatılır, yöneticileri tutuklanır.

Kurulan Reich Kültür Dairesi tarafından tüm gazetelere, radyo programlarına, sinemalara sansür uygulanır; tiyatro, eğlence ve kültür programları, sanat ve müzik dünyası bütünüyle denetim altına alınır. Akademik yayınlar bu kurul aracılığıyla kontrol edilir. Bilim, kültür ve sanat insanları arasında korku ve kaygı dolu bir süreç başlar.

Üniversitelerde Yahudilere, komünistlere ve diğer muhaliflere karşı büyük bir cadı avı başlatılır. Binlerce akademisyen üniversitelerden ihraç edilir, kürsüleri ellerinden alınır. 1933/34 döneminde ihraç edilen akademisyen sayısı 1684 iken bu rakam, 1938’e gelindiğinde tüm Almanya akademik kadrosunun %39’una ulaşır.

Reich Kültür Dairesi’ne üye olmayan sanatçılar hiçbir kültür sanat ürünüyle ilgili çalışma yapamaz, sergi açamazlar. Buna karşılık iktidara sadık gazeteci ve yayıncılar; müzisyenler ve sanatçılara ise özel bir değer verilir, bu sanatçılar devlet tarafından korunur, kollanır; iş verilir, maaşa bağlanır.

Karikatürler, şaka ve espri içeren yazı ve fıkralar ile bunların yazarları, çizerleri hakkında soruşturmalar açılır.

Yazarlar ‘istenmeyen Alman’ olarak ya sınır dışı edilir, ya da vatandaşlıktan çıkarılırlar.

Modern sanat hareketleri saçmalık, ahlaksızlık, baştan çıkarıcılık olarak görülür.

Tüm dernek ve sendikalar Nazi yanlısı organizasyonlar altında bir araya getirilir.

Hitler’in yeni düzeninde kadınlara biçilen rol ise bellidir; daha çok çocuk yapmak, kiliseye gitmek, dua etmek, evin işlerini çevirme...

 

Heimatlos

 

“Heimatlos”

Tarih 5 Temmuz 1933, İstanbul Sirkeci Tren Garı.

Kimlik kartındaki kırmızı renkli damgada, büyük harflerle bu tek sözcük yazılıdır:

“Heimatlos”

Danışmadaki memur Almanca bilmemektedir. Elindeki kartı evirir, çevirir, anlamaya çalışır.

Haymatloz” der, “bu da ne demek böyle?”

Takım elbiseli, kravatlı adam karşısında, çantasını yanına bırakmış, beklemektedir.

Eliyle, geniş alnından yana doğru saçlarını sıvazlar. Açık mavi, müşfik gözlerini memura yöneltir, Almanca bir şeyler söyler, ona bir zarf uzatır.

Memur, “bir dakika, amirime sorayım” der, ayağa kalkar, elinde pasaport ve zarf olmak üzere arkadaki odalardan birine girer.

Biraz sonra geri döndüğünde, tereddütle kırışık alnındaki izlerden eser kalmamıştır.

Vatansız” der, “adamın vatanı yokmuş, böylesini de ilk defa görüyorum.”

Arkadan bir ses, “Profesör Schwartz!” diye çağırır.

Adam arkasına döner, “Ja, ich bin Philip Schwartz” (Evet, ben Philip Schwartz) diye karşılık verir.

Karşılayan kişi, 1931 yılında başlatılan Türkiye Üniversite Reform Komitesi üyesi, Profesör Dr.Kerim Erim’dir.

 

Sirkeci Tren Garı’nda bir Yahudi

 

Sirkeci Garı’nda Kerim Erim tarafından karşılanan kişi, Nazi zulmünden kaçtığı için yurttaşlıktan çıkarılan Profesör Philip Schwartz’dan başkası değildir.

O yıllarda, Profesör Schwartz gibi çoğu Yahudi olan birçok bilim insanı, Almanya’daki Nazi soykırımından kaçarak başka ülkelere sığınmış, bunların çoğu vatandaşlıktan çıkarılmıştı. Böylelerinin pasaportlarında, ya da kimliklerinde iri harflerle “Heimatlos” (vatansız) diye kırmızı bir damga bulunmaktadır. Zamanla bu kavram yerleşti, böylelerine vatansız, ya da vatansızlar anlamında Haymatloz denildi.

Bir zamanlar, Almanya’da ünlü bir nöropatolog olan Profesör Schwartz, bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir Haymatloz idi artık.

O yıllarda ülkede, bir Üniversite Reformu yapılma çabaları vardır. Bunun için İsviçre’den ünlü Pedagoji Profesörü Albert Malche getirtilmiştir.

Schwartz, Almanya’dan kaçtıktan sonra, faşizmin ve tek adam diktatörlüğünün ülkelerinden göçerterek vatansız bıraktığı Yahudi bilim insanlarına destek olmak amacıyla Zürih’te bir dernek kurmuştur. Adı “Notgemeinschaft (Acil Yardım Birliği)” olan bu dernek, yüzlerce bilim insanına dünyanın değişik üniversitelerinde iş ve çalışma olanağı sağlamıştır.

Profesör Schwartz’ın Türkiye’ye gelişi, Üniversite Reformu çerçevesinde, Prof.Malche tarafından işte bu derneğe yapılan bir davetle gerçekleşmiştir.

İlk görüşmelerden sonra, Schwartz’la birlikte 30 bilim insanının Türkiye üniversitelerinde çalışmasına karar verilir. Bu sayı 1933-39 arasında, çoğu profesör olmak üzere 139’a çıkacaktır.

Kendisi de, Malche'nin raporu doğrultusunda, 31 Mayıs 1933 tarihinde kapatılan Darülfünun'un yerine, birkaç ay sonra kurulmuş olan İstanbul Üniversitesi’nde görev alır.

1933 yılında, henüz 39 yaşında göreve başlayan Schwartz, İstanbul Üniversitesi’nde çok büyük yararlılıklar gösterecektir.

 

Frankfurt Üniversite Hastanesinin ana binasının
önündeki Philipp Schwartz steli
İstanbul’da bir Alman üniversitesi

 

Bir süre sonra Profesör Malche’ın görevden ayrılarak ülkesine dönmesiyle, Üniversite Reformu’nun bütün yükü Schwartz’ın omuzlarına kalır.

Schwartz, ona kucak açan Türkiye’yi sevmiştir. Tek başına kaldığı yolda daha çok bilenir.

Tıp, Matematik ve Fen Bilimleri, Edebiyat ve Hukuk Fakülteleriyle İstanbul Üniversitesi, tümüyle Schwartz ve onun getirdiği akademisyen kadroları sayesinde adeta bir Alman üniversitesine dönüşür. Yine aynı şekilde, Ankara Üniversitesi de, başta konservatuar olmak üzere, diğer fakülteleriyle Schwartz’ın getirdiği Alman ve Avusturya bilim insanlarıyla kadrolaşır.

Türkiye'de kaldığı yıllar içinde, İstanbul Üniversitesi Genetik Patoloji ve Patoloji Anatomisi Profesörü olarak, Patoloji Bölümü Başkanlığını yürütür. Patolojik Anatomi Enstitüsünü kurar, sonradan her biri otorite olacak Türkiye’nin en önemli patoloji hocalarını yetiştirir.

1942 yılında ilk Klinik-Patoloji derslerini başlatır. Türkiye’de kaldığı on dokuz yıl boyunca İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Patoloji Bölümünde genel patoloji ve patolojik anatomi derslerini verir.

Yurt içi ve yurtdışında yayınlanan makaleleri dışında, “Genel Patoloji”, “İltihap”, “Ur Bilgisine Giriş”, “Selim ve Habis Urlar”, “Hemoblastozlar”, “Genel Histopatologia”, “Hususi Histopatologia”, “Autopsia Tekniği” gibi kitapları yayınlanır, hepsi Türkçeye çevrilir.

Tüberküloz üzerine geliştirdiği araştırma metodolojisi, elektron mikroskobu çalışmaları; otopsi, biyopsi, mikroskopi ve makroskopi alanında getirdiği yenilikler hep onun adıyla anılacaktır.

Aynı zamanda çok iyi bir pedagog olan Schwartz, morfolojiye de hâkimdir. 1948 tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde Ordinaryüs Profesörlüğe kadar yükselir.

1933 yılında geldiği Türkiye’nin vatandaşlığına geçmek için 1939’da yaptığı başvuru ancak 1948’de kabul edilince emeklilik hakları son derece kısıtlı hale gelecek, buna çok üzülecektir.

Oysaki sığındığı ülke ona emeklilik hakkını çok görürken, İstanbul Üniversitesi, Schwartz’ı, 1973’de Şeref Doktoru, 2002’de de Avicenna Madalyası ile onurlandırmaktan geri kalmayacaktır.

Üniversiteye yaptığı başvuru ve diğer girişimlerden sonuç alamaz. Bunun üzerine, buruk bir şekilde ABD’ye gider. Pennsylvania’daki State Institute for Geriatric Research-Warren’da çalışmaya başlar.

Bir yandan da, Frakfurt’taki eski üniversitesine, kendi kürsüsüne dönmek özlemi içindedir.

1957 yılında, eski hakları iade edilerek yeniden Frankfurt Üniversitesi Profesörü unvanını alsa da, 1952-1959 yılları arasında, eski kürsüsüne dönebilmek için yaptığı iki başvurudan da sonuç elde edemez.

Böylece, eski vatanı ona bir kez daha sırt dönerken, yeni vatanı Türkiye’den de emeklilik hakkını alamadan ayrılmış olur.

Yaşı gerekçe edilerek kendi üniversitesine kabul edilmeyen Schwartz, Amerika Birleşik Devletleri'ndeki Araştırma Merkezi'ni 82 yaşına kadar yönetir ve bir yıl sonra da Florida’da hayata gözlerini yumar.

 

Modern dünyanın vatansızları

 

Sene 2016, Türkiye.

AKP ile Kürt Hareketi arasında süren Çözüm Süreci sona ermiştir. Irak-Suriye topraklarında boy gösteren radikal İslamcılar IŞİD örgütlenmesiyle hilafet devleti kurmaya yeltenmiş, Doğu/Güneydoğu’da adına “Hendek Savaşları” denen çatışmalarda ölüm ve yıkım haberleri ülkenin üzerini kara bir bulut gibi örtmüştür. Yıllardır ittifakla yol alan AKP ve “Cemaat” kavgaya tutuşarak en sonunda, bir taraf diğer tarafa darbe yapmaya kalkmıştır.

Tam da bu koşullarda, bilimden, aydınlanmadan, barıştan yana tutum alan akademi, iktidarın hedef tahtası haline girmekte gecikmez.

Seçildiği halde atanmayan rektörler, görevinden uzaklaştırılan hocalar, kürsüsünden edilen bölüm başkanları; dünyaca tanınmış cerrahlar, ünlü halk sağlığı uzmanları, anayasa profesörleri, iktisatçılar; soruşturmaya uğrayan odalar ve bilim örgütleri, gözaltına alınan yöneticileri… Binlercesi üniversitelerden ihraç edilirler.

Kimilerinin pasaportlarına el konulur, kimine yurt dışı yasağı getirilir. Birçoğu işsiz, ekmeksiz kalır, mahkeme kapılarında çile çekerler. Pasaportunu alabilenler, yasağı kalkıp yabancı üniversitelerde iş bulanlar ise dönüşü belirsiz bir yolculuğa çıkmaktan başka çare bulamaz, ülkeden çekip giderler.

Henüz, çoğunun pasaportunda, kırmızı büyük harflerle basılmış “Vatansız” damgası olmasa da, haklarında açılmış soruşturmalar nedeniyle, köklerinden kopartılmış, incitilmiş, narin çiçeklerin kırıklığı içindedirler. Onlar, bir süredir modern bir dünyada, vatanlarından uzakta, zorunlu bir sürgünün burukluğundadırlar artık...

 

Almanya ve Türkiye.

Kaderleri iyilikte de, kötülükte de kesişen iki ülke.

Tarihin cilvesi bazen gülümsetirken düşündürür; bazen de düşündürürken hüzünlendirir.

Almanya’da bir vakıf, 2016 yılında kürsüleri ellerinden alınmış, üniversitelerden ihraç edilmiş, göç ve sürgün sarmalında, yaşamları tehdit altındaki 46 bilim insanına Alman üniversitelerinde tam burslu olarak çalışma olanağı sağlamaya karar verir.    

Bunlardan, birinci sırada, 21 kişiyle Türkiyeli akademisyenler gelmektedir.

Vakfın adı Alexander von Humboldt-Stiftung’dur. Vakıf bünyesindeki “Philipp Shcwartz Girişimi” bu olanağı sağlayacaktır. Söz konusu Girişim adını, 1933 yılında Faşizmin pençesinden kaçan, Profesör Philipp Schwartz’ın Zürih’te kurduğu, “Notgemeinschaft (Acil Yardım Birliği)” nden almaktadır.

 

Philipp Schwartz steli, 2014
Karanlık çağda parıldayan bir ışık

24 Kasım 2014, Pazartesi, Frankfurt.

Frankfurt Üniversitesi’nde, hastane ana binasının önünde, üstü bezle örtülü, 3,5 metre yüksekliğinde bir kaide yükselmektedir. Önünde, kalabalık bir akademisyen grubu toplanmıştır.

Saat tam tam 12.00’yi gösterdiğinde, üstünde akademi cübbesiyle, kahverengi-kır saçlı adam ağır adımlarla kaideye yaklaşır. Yakasındaki kartta, Frankfurt Üniversitesi, Tıp Fakültesi Dekanı Prof. Josef Pfeilschifter yazmaktadır. Hemen yanında ise Goethe Üniversitesi Başkan Yardımcısı Profesör Schubert-Zsilavecz bulunmaktadır.

Kalabalık, şöyle bir hareketlenir.

Prof. Pfeilschifter, elini kaidenin üzerindeki örtüye uzatır;

Bugün” der, “Hitler ve sonrası dönemde, Frankfurt Üniversitesi’nin, patolojide çığır açmış, değerli bir bilim insanına karşı gösterdiği utanç duyulacak tutumundan dolayı, özür borcu için toplanmış bulunmaktayız."

Kalabalığın üzerine ağır bir sessizlik çökmüştür.

Bu anıt” diye devam eder, “onun cesur çabalarının anısına ithaf edilmiştir” kaidenin üzerindeki örtüyü yavaşça çeker.

Örtünün altından, üzerinde, 1933 yılında faşizmin pençesinden kıl payı kurtulmuş Prof.Philipp Schwartz’ın portresinin olduğu bir stel gözükür. Prof. Schwartz, ülkesinden kaçmak zorunda kaldığı o günden beri, yaşamı boyunca bir daha kabul edilmediği üniversitesine, uzun yıllar sonra bir sütun başında resmedilmiş olarak geri dönmüştür.

Stel üzerindeki Schwartz portresi, Alman üniversitelerinde görevden alınarak ihraç edilmiş ve bizzat Schwartz tarafından kendilerine yeni bir yurt, yeni bir üniversite bulunmak suretiyle hayatları kurtarılmış, 1.794 bilim insanının adından oluşmaktadır.

Kalabalığın içinde gözyaşlarını tutmayan biri dikkati çeker. 82 yaşındaki bu kadın, 1933 Martında, henüz bir yaşındayken annesiyle birlikte, babasının sürgününe katılan psikiyatrist Susan Ferenz-Schwartz’tan başkası değildir.

Prof. Pfeilschifter, kalabalığa bir hüzün bulutu gibi karışan alkış sesleri arasında sözlerini tamamlar:

"O, Alman tarihinin en karanlık çağında parıldayan bir ışıktı."

 

 

Kaynakça

-       Namal, Arın (2016), Portreler: Ord.Prof.Dr Philipp Schwartz (1894-1977), 1933 Türk Üniversite Reformu ve Patolojiye Katkılarıyla, Nobel Medıcus, Cilt 12, Sayı 2

-       Andic, Fuat – Reisman, Arnold (2007), Migration and Transfer of Knowledge: Refugees from Nazism and Turkish legal Reform, https://forhistiur.net

-       Kreft, Gerald (2014), Der vergessene Retter, Philipp Schwartz – Organisator der Wissenschaftsemigration während des Nationalsozialismus, Forschung Frankfurt, 2

-       DW | Culture (18.10.2016), Haymatloz: German Jews tell their stories of growing up in exile in Turkey | Culture| Arts, music and lifestyle reporting from Germany

-       Fisek.org.tr | O Bizlerden Biri: “Unutulmuş Kurtarıcı” Philipp Schwartz | Cumhuriyet İnsanları Portreleri

-       Çelikbudak, Halit (2015, Mart 9), İki devrimin mucizesi | Inter Ajans

-       Keser, Melda Philipp Schwartz: Türkiye’ye Ve Alman Göçmenlere Katkıları, Ankara Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 5, dergipark.org.tr arşivi

-       Arslan, Müge (2014), “Haymatlos” Kavramının Türkçedeki Serüveni, Ankara Sosyal Bilimler Dergisi, Türkbilig, Sayı 27, dergipark.org.tr arşivi

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/vatansiz,30444