28 Temmuz 2018 Cumartesi

Atların nal sesleri

Yusuf Nazım
28 Temmuz 2018


Doğru zaten güçlüdür, doğru insanların dilinde daha da güçlü olacaktır.

Nal sesleri geliyordu… Atların nal sesleri!
Üstelik ateş emri verilmişti, tereddüt edilmeyecekti!
Nereden geliyordu sesler? Vurulacak olanlar kimlerdi? Süvari Birliği kimin üzerine yürüyordu?
Ortalığı, havaya gelişigüzel açılan silahların cayırtısı kaplamış, askerlerin karşısındaki binanın duvarları delik deşik olmuştu.
Başbakan istifa, hükümet istifa!” sloganları bir kez daha yükseldi.

*  *  *

29 Nisan 1960, Hukuk Fakültesi, Ön Bahçesi. Ankara
Tarih 29 Nisan 1960, yer Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’dir.

Öğrenciler,  İstanbul Beyazıt Meydanı’nda Turan Emeksiz’in öldürülmesini protesto etmektedirler. Güvenlik güçleri önce fakültenin bahçesine, sonra da mülkiyeye yönelirler. Süvari Birliği Hukuk Fakültesi’nin içine girer.
Nal sesleri, üniversitenin koridorlarından yükselir, binanın taş duvarlarına çarparak yankılanır. Sloganlar devam eder, silah sesleri de…

Askerler fakülteye girdiğinde, dekan Fehmi Yavuz’un yanında asistanları ve öğrencileri vardır. “Buraya giremezsiniz, ben öğrencimi vermem!” der, göğsünü siper eder, direnç gösterir; copu yer, tırnağı kopar…

Barut kokuları kaplamıştır her yanı. Genç asistan, dekanı Fehmi Yavuz’un yanından bir an olsun ayrılmaz. Genç yaşında üniversiteyi, bilimi solumakta; yeri geldiğinde onun, etiyle, tırnağıyla nasıl korunacağının tanıklığını yapmaktadır. Asistanın adı Cevat Geray’dır…

29 Nisan 1960, Siyasal Bilgiler Fakültesi Bahçesi
Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin duvarları delik deşik olmuş, üniversite yaralanmıştır. Koridorlarında atların nal sesleri duyulmuş, duvarlarında mermi izleri kalmıştır.

Haftalar sonra dönemin başbakanı Menderes dekan Fehmi Yavuz’u arayıp binadaki kurşun izlerini silmesini isteyecek, aralarında kısa bir tartışma çıkacaktır. Fehmi Yavuz başbakana, o izlerin “Mülkiye’nin şerefi” olduğunu söyleyecektir.

*  *  *

1964 yılı, Hindistan, Hayderabad eyaleti.

Bir gurup, Türkiye’deki köy enstitülerinden esinlenmiş bir okulda gözlemlerde bulunmaktadır. Köy gençlerini alarak lider ve öğretmen olarak yetiştirmeyi amaçlayan bir okuldur bu. O gün okulda diploma törenini vardır. Törende çocuklar diğer gösterilerin yanı sıra cirit oynamaktadırlar.

Konuklara hayvanların bulunduğu damlar gezdirilir. Biri tamamıyla beyaz, diğerinin ise gövdesi kızıl, ayakları ve yelesi siyah iki gösterişli atın önünde dururlar. Kıratın adını Cevat, doru atınınki ise Ruşen ‘dir. Bir süredir Hindistan’da toplum sağlığı üzerine araştırma ve gözlemler yapan bu iki insan olay karşısında oldukça duygulanırlar. Zira isimleri atlara verilerek onurlandırılan kişiler, ileride Ankara Üniversitesi SBF tarihine adlarını yazdıracak Prof.Dr.Cevat Geray ve Prof.Dr.Ruşen Keleş’ten başkası değildir.

Olay, hayatlarının 51 yılında birlikte olan ikilinin, Yeni Delhi’de 5 yıllık kalkınma planlarında köye yönelik ne tür olanaklar sağlandığını, Bombay’da konut sorunlarını nasıl çözdüklerini incelemek; Pune Üniversitesi’ndeki kırsal kooperatifçilik konusundaki çalışmaları yerinde görmek için Hindistan’da bulundukları sırada yaşanır.

*  *  *

Sene 1977.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Derneği’nin kapısından biri girer. Fakültenin yeni dekanıdır gelen. Kendisi de öğrencilik yıllarında aynı derneğin üyesi olmuştur.


Fakültedeki tüm sorunları öğrencilerle birlikte çözmeyi önerir. Önerisinde samimidir, öyle de yapar. Okuldaki sorunların çözümü için birlikte çalışma kararı alırlar.

Babacan biridir. Sağcı olsun, solcu olsun her koşulda öğrencisinin okula devam etmesini sağlamaya çalışır. Birçok öğrencinin okuldan atılmasını özel çabasıyla önler. Salt öğrenimleri aksamasın diye, emniyetin sorduğu öğrencileri saklar, parası olmayanlara harçlık verir, yeri gelir nikâh şahitliği yapar, okul bittiğinde onlara iş bulur.

Uzun dalgalı saçları, müşfik ve babacan tavırlarıyla tam bir öğrenci dostu olan; sadece üniversitenin değil, her üniversite hocasının özerk olmasını savunan bu adam, geleceğin Efsane Dekanı olarak adlandırılacak olan Prof.Dr.Cevat Geray’dır.

Dekanlık yaptığı sürece, kolluk güçlerinin üniversiteye girmesine hep karşı olmuştur. 1978 yılında polisin ilk kez SBF’ne girişindeki tavrı ise hafızalara kazınmıştır:

Başlarında elinde telsiziyle komiserleri olmak üzere bir grup polis, okula girerek öğrencilere saldırır. Cevat hoca, dekan odasının olduğu üst kattan, aslan yelesini andıran saçları dalga dalga, merdivenlerden aşağı doğru seyirtir. Polislere, “Sizi kim çağırdı? Kim oluyorsunuz da okula izinsiz giriyorsunuz?” diye bağırır. Polisler, başlarındaki komiserleriyle birlikte neye uğradıklarını şaşırırlar. Kös kös çıkıp giderler. Üniversite onun evidir, öğrencileri ise çocukları… Öğrencilerin gözünde “evini ve çocuklarını koruyan bir aslan gibidir.

*  *  *

Karlı bir Kasım akşamı.

Bir araç, Mersin’den Malatya’ya doğru yol almaktadır. Hava soğuktur, kar yağmaktadır.

Üniversitenin resmi aracı içindeki üç yolcusu tedirgindir. Hava karanlıktır, belki de gece yarısı. Kar şiddetini iyice arttırmış, zincirsiz araç, karlı yolda zorlanmaya başlamıştır. Yaşça diğerlerinden hayli büyük olan adam, diğerlerinin ürkek, kaygılı hallerine aldırmadan peş peşe espriler yapmakta, fıkralar anlatmaktadır. Gecenin köründe kara saplanıp kalmak, kurda kuşa yem olmak umurunda bile değildir. Ya da diğerlerine öyle gelmektedir.

Bir gün önce, Mersin Üniversitesi’ndeki Şehir Plancıları Odası’nın toplantısında konuşmalar yapmışlar, yenilen yemeğin ardından hoca, yaşından beklenmeyecek şekilde piste fırlamış, gençlere taş çıkartırcasına dans etmiş, herkesi keyiflendirmiştir.

Kasım ayında, kış koşullarıdır. Ertesi günü Malatya’da yapılacak toplantıya gidip gitmeme tereddüdü oluştuğunda, o her zamanki gibi cesur ve rahattır. Tüm kaygıları giderecek şekilde, “haydin çocuklar, gidiyoruz” demiştir…

Gergin ve gerilimli geçen yolculuğun sonunda, ertesi gün, sabah erkenden kalkan, hiçbir yorgunluk belirtisi göstermeyen yine odur. Gayet rahattır; kürsüye çıkar, konuşmasını yapar...

Üniversitede bilimin meşalesini hep yüksekte tutan, daima gençlerden yana tavır koyan, bir dönemin efsane dekanıdır o. Her devrin diktatörlerinin hışmını üzerine çekmiştir. Emeklidir. Adı Cevat Geray’dır…

*  *  *

“Müthiş bir çığlık, kadın çığlığı… Sonra korkunç bir sessizlik. Evet ölüm sessizliği… Kısa sürüyor.”  

Kısa sürüyor, çünkü alevler onları daha yukarı katlara çıkmaya zorluyor. Dışarıdan tekbir sesleri yükseliyor. Gözü dönmüş güruh “Sivas şeytan Aziz’e mezar olacak, şeriat gelecek, zulüm bitecek” diye slogan atıyor.

Adam, karısıyla birlikte Aziz Nesin’e yaklaşır, “seni kaçıralım” diye sorar. Ama nereye? Nasıl?

Beş katlı otelin, ön cephesinin her katına aralıksız taş yağmuru başlar. Kalabalık, korunmak için arka odalara, koridorlara doğru çekilmek zorunda kalır. Aşağıda, belediye başkanının “gazanız mübarek olsun” diye başlayan konuşması, dışarıyla artık yapılamaz olan telefon bağlantıları… Elektrikler de kesilir, otel tümden karanlığa gömülür, ortalığı bir ölüm sessizliği kaplar…

Bir anda holü saran ateş yalımları arasında adam ve karısı kendilerini odalarında bulurlar. Pencere! Odanın penceresi! Birisi odanın penceresini açmaya çalışmaktadır. Bir kaçış yolu belki! Pencereden terasa çıkış, yıkılan sac perde, karşıda ışık yanan bir ev, bitişik apartmana bir geçiş olanağı…

Ölüm, ateş ve duman bulutu içinde soluk soluğa kalmışlardır. Eşi Gülsen’in elinden tutmuş olarak kendilerini bitişikteki binanın odasında, pek de konuksever gözükmeyen insan kalabalığının istemsiz, öfkeli, kindar bakışları arasında bulurlar; “Niye geldiniz?” derler...

Yaşadıkları bir kâbus gibidir. Şok olmuş vaziyettedirler. Bir süre ne yapacaklarını bilemeden, ayakta öylece dururlar. Gençlerden birinin sesi onları kendine getirir. “Cevat Hocam bu tarafa gelin!”

Tarih 2 Temmuz 1993, Sivas ili, yer Madımak Oteli’dir. Beki de insanlık tarihinin gördüğü en büyük aydın katliamı. 35 aydın, yazar, sanatçı, kültür insanının yakılarak öldürüldüğü katliamdan eşi Gülsen Geray’la birlikte son anda kurtulanlardan biri de Prof.Dr.Cevat Geray’dır.

*  *  *

Ankara Üniversitesinde polis kampüse girerken, 10 Şubat 2017
Sene 2017, Ankara, Siyasal Bilgiler Fakültesi.

Tam 57 yıl önce, atların nal seslerinin duyulduğu fakültenin koridorlarında bu sefer plastik mermilerin, biber gazlarının, polis coplarının sesleri duyulur.

Mülkiye’den 72 öğretim üyesi KHK ile ihraç edilmiştir.

Kampüsün önüne gelen hocalar ve öğrenciler içeri alınmadığı gibi, fakültenin kapısından polis kalkanlarının önüne katılarak sürülürler. İçerdeki hocaların yapabildikleri tek şey, cübbelerini kampüs girişine sermek olur.

Polis kampüs önünde serilmiş hocaların cüppelerini öfkeyle, hınçla çiğneyerek içeri girer. Biber gazı ve su ile saldırır, katlara ve sınıflara müdahale eder. Bazı akademisyenler coplanır, yumruklanır. Bir kez daha resmi bir nefretin kokusu bulaşır mülkiyeye. Bir kez daha atların nal sesleri yankılanır fakülte koridorlarında. Bu sefer gelenler TOMA’lardır, akreplerdir; coplu, kalkanlı, biber gazlı polislerdir…

10 Şubat 2017, Ankara Üniversitesi önü
Ve üniversite bir kez daha yara alır bu topraklarda. Aklı ve yüreği halktan, bilimden, aydınlanmadan yana bütün akademi çalışanları da yaralanır. Bu yaralanmadan 87 yaşındaki bilim insanı Prof.Dr.Cevat Geray’da nasibini alır. 80’lerin efsane dekanının, emekli öğretim üyesi sıfatıyla altmış yıllık akademik birikimini paylaştığı fakültedeki derslerine rektörlük kararıyla son verilir.

*  *  *



Prof.Dr.Cevat Geray.

Akademinin saygın insanı, mülkiyenin çınarı. 88 yaşındaydı.

Türkiye’nin en önemli kent bilimcilerinden, ömrünü bilime, aydınlığa adamış, öğrenci dostu bu güzel insanı geçenlerde kaybettik. Cebeci Mezarlığı’nda sessiz, duygulu bir kalabalık uğurladı onu. Son yolculuğunda öğrencileri, dostları, sevenleri yanındaydı. Yüzlerinde, hep aynı yürek burukluğu, ruhlarında eksik kalmış bir düşün halkaları vardı…

Atların nal sesleri, bu sefer ülkenin her taraftan duyuluyordu. Yaşam, bir ömre daha noktasını koymuştu…

Lakin bilenler, biliyordu; tarih, hayat tarafından ne kadar örselenseler de, haklı olmanın gururuyla yaşayan neşeli insanların yurduydu.

Not: Bu yazının yazılmasından katkıları olan Celal Özkan, Serap Kurt, Yunus Isın, Tahir Şilkan, Özcan Yaman, Mehmet Özer, Taner Avşar, H.Tarık Şengül’e teşekkürlerimle… 

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/atlarin-nal-sesleri,20171

14 Temmuz 2018 Cumartesi

301


Yusuf Nazım
T24 | 14 Temmuz 2018


“Siyah akar Zonguldak’ın deresi
Yüz karası değil, kömür karası
Böyle kazanılır ekmek parası?”
Orhan Veli Kanık

 301 can
 301 kömür karası
 301çocuk
 301 kişiydiler.
 301
 301 baba
 301 yâren
 301 sevgiliydiler.

 301 işçi
 301 Somalı
 301 madenci o gün…
 301’i birden işçi tulumlarını giydiler.
 301’i birden aldılar baretlerini, lambalarını takıp kara taşın esrarına doğru yürüdüler.
 301’inin de “yüz karası değil” di yüzlerinde, “kömür karası” ydı.
 301’inin de uğruna indikleri cehennem, “ekmek parası” ydı.

 301’i birden ağır ağır davrandılar.
 301’i birden, yol uzundu, çıkınlarını aldılar.
 301’i birden “Ya Allah Bismillah” dediler.
 301’inin geride kalanları, her zamanki gibi tekrarladılar, “Allah kurtarsın” dilediler.
 301’i birden ürkek, tedirgin, mecbur; kimi asansöre bindi, kimi uzun yol yürüdü, yerin yedi kat derinine indiler.

 301’inin kimi ayaktaydı, kimi tulumbada, kimi palangada, motor başında.
 301’inden kimi kazmacıydı, kimi makasta; kimi puantör, kimi lavvarda usta.
 301’i yerin yedi kat altındaydılar, yerin yedi altı gibi zifiri bir karanlıktaydılar.
 301’inin de bahtları kara, kaderleri aynıydı.
 301’inin birden kalktı kazması.
 301’i birden kazma vurdu, ter döktü, kömür soludu.
 301’i birden terini toza kattı, yoruldu.

 301’inin birden vardiyası değişiyordu…
 301’i birden bir ses duydu!
 301’inin kazması birden bire durdu!
 301’inin birden büyüdü gözleri, yumulup açıldı yüreği.
 301’i birden bağırdı; kimi siloda yangın dedi, kimi ayakta patlama, galeride göçük!
 301’i birden bıraktı kazmasını, koştu.
 301’i birden mahsur kaldı; domuz damı direkleri yandı, makaslar bozuldu, tumbalar arızalandı, halatlar kırıldı!
 301’inin birden yalımlı bir ateş bastı bedenini.
 301 madenciden birinin anası, “çocuğum yüzme bilmez” dedi.

 301 madencinin üzerini bir sessizlik bastı, galeriler sustu!
 301’inden uzun süre oldu, haber alınamadı.
 301’inin birden ışığı söndü, sesleri duyulmaz oldu.
 301’inin giderek azaldı gözlerinin feri, ağır ağır kesildi nefesi.
 301’inden birinin yaralı kurtuldu arkadaşı, ambulansa binmek istemedi,  “çizmelerim kirli” dedi!

 301 işçinin kapandı gözleri.
 301 işçi, çocuklarını bir kez daha sevemediler, sevdiklerine son sözlerini söyleyemediler.
 301 bahtı kara insan, bir o kadar işçi, bir o kadar sevgili, bir o kadar baba; bir o kadar Manisalı hayat söndü!
 301 Somalı madenci, fıtratından öldü dediler!

 301 Somalı işçinin eşleri kaldı geride, söylenmemiş sözleri kaldı.
 301 işçinin ödenmemiş mesaileri, düşük saat ücretleri kaldı geride.
 301 emekçinin dayı başlarından alacakları kaldı.
 301 ‘inin çocukları, son kez göremedikleri babaları için, ağladı.
 301’i için dualar okudu dışardakiler; saçlarını yoldu, ağıtlar yaktı anaları.
 301 ölü madencinden birinin yakını, canı yandı, feryat figan etti; yere yıktılar onu, tekme vurdular…

 301 işçi
 301 madenci
 301 kömür karasıydılar.
 301 ölüydüler Soma’da, nicedir onlar.
 301’inin defalarca mahkemelerde bir araya geldi yakınları.
 301’inden geride kalanları, bıkmadan, yılmadan, usanmadan devletin kapısında yıllar yılı sıralandılar.
 301’i için sabırla, umutla adalet aradılar.

 301 ölünün son mahkemesi oldu geçende…
 301 ölünün eşleri vardı mahkemede; yârenleri, çocukları, sevgilileri vardı.
 301 ölünün acıları vardı salonun her yanında.
 301 Somalı madencinin umutları vardı; inanıyorlardı, adalet yerini bulacaktı, mahkemenin bu son duruşmasında.
 301’i için artık kesindi, karar, geride kalanların yüzlerine okunacaktı.
 301 işçinin birden eşleri, dostları, sevenleri ayağa kalktı.
 301 için verildi hüküm!

 301 Somalı ölüydü onlar…
 301 Somalı madenciden çıt çıkmadı bir an.
 301 madencinin birden tutuldu nefesi.
 301 sevgili için verildi hüküm!
 301 kömür karasının
 301 gönül yarası
 301 yerinden kanadı o an!
 301 yaralı yüreğin bütün umutları söndü o an.
 301 Somalı için verilince hüküm, insanlık yeraltında, adalet yeryüzünde öldü o an…

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/301,20098


10 Temmuz 2018 Salı

Söylemesi yasak ölümler


Yusuf NazımT24 | 10 Temmuz 2018 

Söylemesi yasak ölümler taşıyorum bir süredir, kalbimin zulasında. Hayat kadar gerçek, bir o kadar acı, üstelik karanlık... Kabul etsek de, etmesek de… Bir süredir, söylemesi yasak ölümlerin yurdu ülkem.

Hayat kadar gerçek. Çünkü içindeyiz, her gün yaşıyor, görüyor, duyuyoruz.

Bir o kadar acı. Çünkü farkındayız, anlıyor, hissediyoruz.

Aynı zamanda karanlık. Çünkü hep bir nihayete evriliyor, mutlak bir sessizliği çağrıştırıyor, hep ölümle bitiyor sonu.

Bir sözcük kaç ölü ediyor bu ülkede

Tekirdağ’da bir tren faciası. Tren raylardan çıkmış, ölü ve yaralılar var. Telaş içinde yolcuların yakınları. Kaza nasıl olmuş, ölenler kim, yaralılar kaç kişi, neredeler?

Malum, kötü haber tez yayılıyor. Çoktandır yasağa batmış bir ülkeyiz ya; anında yayın yasağı başlıyor.

“Başbakanlık tarafından tren kazasıyla ilgili yayın yasağı getirildi!”

Yalnızca sekiz sözcük! Yanlış duymadınız sekiz sözcük! Ama en önemlisi “Yasak!”
Nedensiz, gerekçesiz, açıklamasız bir yasak…

Tarıyorum medyayı; hepsi tek bir yerden alıyor haber kaynağını. Bütün izler devletin ajansına çıkıyor. Anadolu Ajansı, başbakanlık tarafından iletilen tek cümleyi vermekle yetiniyor. Belli ki ambulanstan önce yayın yasağı ulaşıyor geride kalanlara.

Peki, birden bire rahatlıyor muyuz? Acısı azalıyor mu geride kalanların? Yaraları sarılıyor mu?

17 şirket, 28 gemi, 2 süper yat sahibi son başbakanın makamından veriliyor talimat.

Sekiz sözcük, 24 ölü, 318 yaralı. Hesapladı mı acaba sayın başbakan, sözcük başına üç ölü düşüyor, kırk da yaralı! Düşünüyorum da, bir sözcük kaç ölü ediyor bu ülkede? Sekiz sözcüğe ne de çabuk sığıyor 24 ölü?

Haber yasağı kalkınca öğreniyoruz. Demiryolu üzerinde, şişmeye nasıl da tam teşebbüs etmiş menfez. Yağmursa görünmez bir ihanet içinde; metrekareye 32 kg düşmüş meğer, malum görünmez kaza öncesinde. Bilseniz, nasıl da aydınlandık, nasıl bilgilendik…

Soma Katliamı, 13 Mayıs 2014
Bir kıvılcım çakar, ateş nefes basar bacaları

Alıştık mı ne? Çoğu fıtratından diyorlar ölümlerin. Nedense hiç vakit geçirmeden, yine fıtratından geliyor yayın yasakları. Oysaki sebebi olmalı bu ölümlerin. Ya da sorumlusu! Ve bir karşılığı bulunmalı yok yere ölüme sebebiyet vermelerin…

Ama olmuyor, olmuyor işte!

Örneğin, Soma’da madencisindir. Toprağından kopmuş, yok yoksul, çaresizsindir.  Çoluğunun, çocuğunun rızkının peşinde, ekmek parası peşindesindir. Gözünü karartarak emniyetsiz, güvencesiz yedi kat yerin altına inebilirsin. Bir gün bir kıvılcım çakar, ateş nefes(*) basar bacaları, soluksuz kalıp yüzlerce birden ölebilirsin. RTÜK bir duyuru yayınlar hemen. “Medya kuruluşlarına” diye başlar o duyuru, “bölgeden haber aktarırken insanların üzüntüleri konusunda gereken hassasiyetin gösterilmesi,” şeklinde devam eder, “ayrıca yayın akışlarında gerekli düzenlemeleri yapmaları konusunda” diye bitebilir… Günlerce sayamazsın sayısını ölenlerin; aylarca ulaşamazsın cansız bedenlerine. Yıllar sürer mahkemesi de, gerçeği bir türlü öğrenemezsin.

Ankara Katliamı, 10 Aralık 2015
Mesela Ankara’dasınız. Ülkenin dört yanından gelmişsiniz. Barış mitingi yapıyorsunuz. Önceden haber verilmiş, izinler alınmış, güven içindesiniz. Ya da siz öyle sanıyorsunuz. Öyle ya, barış için yürüyorsunuz, şen, şakrak, neşelisiniz. Davullarla, zurnalarla halaylar çekiyorsunuz. Apansız birkaç bomba patlar ortanızda, parçalarınız dört bir yana savrulur da, yüzünüz birden ölebilirsiniz! Merak etmeyin, Cumhuriyet Başsavcılığı’nın talebi üzerine yayın ve eleştiri yasağı getirilir hemen. Mümkünü olmaz gerçeğin peşine düşmenin, olsa olsa can derdine düşersiniz siz.

Dedim ya, ölmek dâhil, bazı şeyler öyle kolaydır ki bu ülkede…

Örneğin Suruç gibi küçük bir kasabadasınız. Komşunun savaş mağduru çocuklarına oyuncak götüren gençlerin arasında olabilirsiniz. Bir anda bir bomba patlar aranızda, onlarca gencecik çocukla birlikte ölüp gidebilirsiniz. Lakin katliamın haberini istediğiniz gibi yapamazsınız.

Suruç Katliamı, 20 Temmuz 2015
Anlayacağınız, bugünlerde her türlü kötülük musallat olabilir insana. Dilediğiniz gibi mağdur olup özgürce ölüp gidebilirsiniz. Yaşlıysanız, yolda yürürken bir panzerin altında kalıp rahatça can verebilirsiniz. Ya da çocuksanız, yoksul evinizin küçücük odasında uyuyorsanız; ansızın bir polis aracı girebilir odanın duvarından içeri, taksirle bile olsa ölebilirsiniz.

Kısacası, nicedir ölmek serbest bu coğrafyada. İster üçer üçer, ister beşer beşer, ister onar onar olsun; ancak nasıl öldüğünü söylemek yasaktır ülkemde!

Mesela sakıncası yok; bin odalı bir sarayda, ballandıra ballandıra, diyelim yüz garsonla masalara nasıl servis yapıldığını haber yapabilirsiniz. Ya da, program sunucularını televizyonlardan bas bas bağırtarak, bir takım insanları binalardan baş aşağı sallandırmakla gözdağı verebilirsiniz. Barış isteyeni uluorta hedef gösterip içeri tıktırabilir, üniversite hocalarının kanlarında banyo yapmak isteyen mafya bozuntusuna alkış tutabilirsiniz… Bütün bunların haberlerini özgürce yapabilirsiniz.

Ancak toplu ölüm haberleri yapamazsın! Şehirlerde bombalar patlar, binalar uçar havaya; insanlar ölür; askerler, polisler, çocuklar; anında yayın yasakları gelir, sekiz sözcüğe 24 ölüyü gönül rahatlığıyla sığdırabilirsiniz. Çünkü ölmek/öldürmek serbest, dillendirmek ise yasaktır artık benim ülkemde.

Yasak ölümler taşıyorum bir süredir

Yasak ölümler taşıyorum bir süredir, kalbimin zulasında.
Hep kanun hükmünde veriliyor emirler, üst perdeden işitiliyor bir ses.

Git öl, diyor o ses, git öl!
Nasıl bir cinayete kurban gidersen git!
Hangi cehennemin ateşinde, hangi kör menfezin kuytuluğunda, hangi derinlikte olursa olsun, git öl!
Ama kimseler duymadan, çocuklarının canhıraş feryatları kulakları tırmalamadan, olur olmaz ortalığı ayağa kaldırmadan öl…
Kim bilir ölenlerin, nasıl bir rüşvet pazarlığına kurban edildiğini öğrenmeden…
Belki bir ihaleye fesat karıştırıldığını, belki liyakatsiz bir atamanın nelere kadir olduğunu bilmeden…
Sanki her şey kendiliğinden, usul usul oluyormuşçasına; fıtratı belli bir kazada istersen birer birer, onar onar, yüzer yüzer öl...
Yeter ki söylemesi yasak olsun ölümler, ölürsen sessizce öl…

 (*) Eski metinlerde kömür ocaklarında giruzuya verilen isim.

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/soylemesi-yasak-olumler,20073

2 Temmuz 2018 Pazartesi

O adamlar ki hep kazandılar

Yusuf Nazım
T24 | 2 Temmuz 2018


Din şükretmeyi, felsefe düşünmeyi, bilim ise şüphelenmeyi öğretir.



Çok şükür, çok şükür atlattık seçimleri.

Kazasız belasız geride kaldı. Ana muhalefet büyüğünün ağzıyla bir kez daha “kazandı demokrasi,” bir kez daha sağduyu hâkim geldi. Baksanıza, Barolar Birliği Başkanı toz bile kondurmuyor sandıklara, ona göre meşruiyeti tartışılmaz seçimlerin! 

*  *  *

Peki, şimdilik öyle olsun. Biz gelelim seçim öncesi manzaraya.

Yani, sade bir yurttaş gözüyle bakarak ülkenin hal-i perişan resmini anlamaya.
Bir defa, öyle bir toplum ki, uzunca bir süredir düşürülmüş, biat eylemişsin.
İşçiysen, emekçiysen eğer fabrikada, patronun verdiğine şükür etmelisin. Her şeyden önce olağanüstü bir haldesin; hak arayamaz, grev yapamazsın, öncelikle bunu bileceksin!

Örneğin madenciysen, fıtratın belli demektir. Kaderine razı olacak, diz kırıp oturacaksın. Öleceksen eğer, öyle birer birer değil;  onar onar, yüzer yüzer öleceksin! Kader deyip boynun bükmezsen şayet, belki tekme bile az gelecek sana; o şehir senin, bu mahkeme benim, sürüm sürüm sürüneceksin!

Diyelim ki üniversitede akademisyen ya da yazarsın; duyarlı bir aydın ya da gazeteci… İşin zor demektir vesselam, bir defa haddini bileceksin! Öyle aklına eser esmez bildiriler yayınlamayacak; her şeyi, her zeminde yazmayacaksın! Aldırmaz da yazarsan eğer bil ki Fetöcüsün, teröristsin, hapissin!

Daima şefkatle bahsedeceksin devletinden. Mesela, -bilerek ya da bilmeden- insan öldürse bile, muhtemelen bir “kazadır!” diyeceksin, lakin asla “katil” demeyeceksin! Sıradan bir yurttaş değil; parti başkanı, siyasetçi, vekil bile olsan; devletinin sırlarını ifşa etmek mi, haşaa! Asla bunu yapmayacaksın!
Mesela hekimsin, otur oturduğun yerde, bekle gelecek müşterini(!). “Savaş bir halk sağlığı sorunudur!” diyemezsin!

Farz edelim kamuda memursun, işinden sebepsiz yere ihraç edilmişsin; haddine mi devletine diş bilemek, kanun hükmüne karşı gelmek; aksine büyük bir suç! Öyle gelişigüzel sokaklara düşüp devletin ali düzenini bozarak işini geri isteyemezsin!

Hele ki efendiler, savaş mı istediler… Mümkün mü itiraz etmek, karşı çıkmak, barış isteyemezsin! Topunla, tüfeğinle bile girsen komşunun toprağına “işgal” diyemezsin!

Kutlarım seni İnce!

Evet, "güya bir seçim” daha geride kaldı. Gazeteciler şaşırmış durumda, siyasetçi pişkin, komplo teorileri revaçta, analistler yeni senaryolar peşinde.
Bana kalırsa bu seçimlerin galibi CHP. Kahramanı ise Muharrem İnce!
Malum CHP'yi düşündükçe, olmadık sorular takılıyor zihnimin çengeline.
Galiba önceki yıldı, meclisin başkanı, “laiklik anayasada yer almamalı” dediğinde…

Oysaki demokrasi hakkı olan tüm laiklerin de ülkesi değil miydi bu ülke? Doğrusu merak ettim, seçim meydanlarındaki yüz binleri, meclisin bahçesinde neden göremedik, laiklik elden ha gitti, ha gidince?

Sır değil, kurucu liderinizin heykelleri parçalanıyor uzunca bir süredir, her gün yeni bir şehirde. Başkentin göbeğinde, daha nice nice yerde, sanatın içine tükürülüyor. Bunlar olurken sahi, İzmir’de toplanan 2,5 milyon kişiyi niye göremedik sizce?

Hadi diyelim ki zor bir soru, geçtik bunu. Ankara’da 2 milyon kişiyi topladınız geçenlerde. Çok iyi bir iş başardınız, gerçekten kutlarım sizi İnce! Lakin sordunuz mu partinize, o milyonlar neredeydi, Ankara parsel parsel edilince? İçinizde kalmış bir acıdan hiç eser yok mu, bir zahmet söyleyin lütfen, ne geliyor aklınıza Ankara Orman Çiftliği deyince?

Emin olun, abartısız söylüyorum, içimden gelerek alkışladım; 23 Haziran 2018’de, Maltepe’de, İstanbul’un en görkemli mitinginde; 5 milyon insan, 5 milyon hasret, 5 milyon umuttunuz. Hadi geçtik diğer gazeteleri, -sözüm CHP’ye- FETÖ’yü meydan meydan övenler, Cumhuriyet Gazetesi’nin yazarlarını FETÖ’cülükten yargılarken, Çağlayan Adliyesi’nin önünde kaç kişiydiniz?

Yurtta Sulh Cihanda Sulh demişti kurucu lideriniz; ne de güzel söylemişti. Lakin sıra, komşunun toprağını fethetmeye geldiğinde, söyleyin Allah aşkına, bu güzelim sözün üzerini, niye böyle kolaylıkla çizdiniz?

Gördüm, seçimlerden önce, umutluydunuz. Demokrasi olmayan ülkemizde, demokratik seçimler yapabilmek, hele bir de kazanmak hayalindeydiniz…

Hâlbuki bilmeyen yoktu; çoktandır iktidara teslim olmuştu yargı, asker ve kolluk dahil, bütün kurumlar paylaşılmış, her yan İmam Hatip dolu. Geçen yıl tam 1 milyon 300 bin genç okuyordu, bu sene kim bilir kaç oldu? Meraklısına söyleyeyim, yaz aylarında 5 milyon çocuk şükretmeyi öğreniyor kuran kurslarında…

Dahası var; malum, barış istemek bir süredir suç, eleştirmek ise yasak! Haziran 2018’de 146 gazeteci tutuklu, on binlerce memur ihraç; işini geri istemenin bedeliyse görülmemiş bir zulüm! Hele bir peşine düş suçlunun,  hele bir karşı dur haksızlığa; yalancıya, arsıza, hırsıza; ana muhalefette vekil bile olsan içerdesin…

Basın dersen çoktan ele geçirilmiş, her biri medya maskarası, gençler tweet atmaktan hapiste. Kamu kaynakları mı, istisnasız iktidarın tekelinde. Örtülü ödeneğe gelince; haddi hesabı yok harcanan paranın…

Geçenlerde televizyondan izledim, röportajı vardı bir cumhurbaşkanı adayının. 10 ulusal, 250 yerel radyodan birden, 783.562 km2’de yayılıyordu sesi, seçimlerden üç gün öncesinde. Doğrusu gözlerim yaşardı, anayasaya son derece uygun, görülmemiş bir eşitlik içinde.  

Çok azını saydığım, işte bu koşullar altında “güya seçimler” bitti.
Seçimin galibi CHP’ydi, kahramanına gelince…

Sonunda, malum OHAL altında, dünyanın en adaletsiz, en eşitsiz, en haksız seçiminde  iyi performans gösterdin ve “adam kazandı!,” kutlarım seni İnce! 

O adamlar hep vardı

Peki şaşırdık mı?

Şaşırmadık! Çünkü cümle evveliyatından biliyorduk, o adamlar hep vardı!

Şaşırmadık! Çünkü tanıyorduk onları, tarih boyunca zaten kazanıyorlardı.

O adamlar ki Mısır’da, Arjantin’de, Şili’deydiler. Darbeler yaptılar, sıkıyönetimler ilan ettiler, olağanüstü haller…

Ve ardından serbest seçimlere(!) gittiler, malum hep kazandılar!

O adamlar ki, tarihin her karanlık dehlizinde vardılar!

27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de yine o adamlar vardı; hatırlayın, yine onlar kazanmışlardı!

O adamlar ki, her zaman demokrasiye aşıktırlar, önce darbeler yapar, sonra kanunlar, anayasalar hazırlar; sonra da adil, eşit, özgür seçimler…

O adamları iyi biliriz biz.

O adamların kalpleri pür-ü pak, elleri şefkatli, alicenap, düşüncesi bile gözlerimizi yaşartıyor.

O adamların tarihe bıraktıkları miras göz kamaştırıyor.

Biliriz o adamları biz, hiç olur mu dünya nimetlerinde gözleri; kul hakkı yemez, hukuk bilir ve ne kadar adaletlidirler.

O adamlar ki zevahirinden belli, meftundur halkına, sevgiyle sarar ve ayrımsız kucaklar insanını.

O adamlara ne yapsan azdır, kutlamak gerekir bence!

Kim bilir, belki yeni seçimler bile yapılır önümüzdeki seneler içinde.

Bence, sen o adamları yeniden kutlamaya hazır ol İnce…

http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/o-adamlar-ki-hep-kazandilar,20036