21 Kasım 2012 Çarşamba

Suçlusunuz!


Gazze'de fosfor bombası-2009
Yusuf Nazım
Evrensel, 6 Ocak 2009
Yıl 1949, CHP hükümeti (Başbakan Ş.Günaltay, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü)Türkiye İsrail`i tanıyan ilk Müslüman ülke oldu. İnönü, İsrail Devleti’nin bölgede huzur ve barışın tesisinde önemli rol oynayacağını söyledi. 
İsrail Devleti'nin derhal tanınması Dışisleri Bakanlığının 25/3/1949 tarihli ve 35970/155 sayılı yazısı üzerine Bakanlar Kurulunun 24/8/1949 tarihli toplantısında kararlaştırıldı.

Yıl 1958, DP hükümeti (Başbakan Adnan Menderes)
Türkiye, İsrail ve İran arasında Trident adı verilen gizli askeri ve istihbarat işbirliği anlaşması imzalandı.

31 Mart 1994, DYP-SHP hükümeti (Başbakan Tansu Çiller, B.Yard.Erdal İnönü)
Türkiye-İsrail Güvenlik Gizlilik Anlaşması imzalandı.

23 Şubat 1996,
DYP-CHP hükümeti (Başbakan Tansu Çiller, B.Yrd. Deniz Baykal)
Türkiye-İsrail arasında Askeri Eğitim ve İşbirliği Anlaşması imzalandı.

14 Mart 1996, ANAP-DYP hükümeti (Başbakan Mesut Yılmaz, CB S.Demirel): Türkiye ile İsrail arasındaki Serbest Ticaret Anlaşması imzalandı.

28 Ağustos 1996,
RP-DYP hükümeti (Başbakan N.Erbakan, B.Yrd.Tansu Çiller)
Türkiye-İsrail arasında Savunma Sanayi İşbirliği Anlaşması imzalandı.

Yıl 2000,
DSP-ANAP-MHP hükümeti (Başbakan B.Ecevit, B.Yrd.M.Yılmaz, D.Bahçeli)
MHP’li Milli Savunma Bakanı Sebahattin Çakmakoğlu, İsrail’le bugüne kadar yapılan 13 anlaşmanın tamamının gizlilik dereceli anlaşmalar olmasından dolayı TBMM`nin onayına sunulmamıştır, içeriklerini açıklayamam dedi.

2 Mayıs 2005,
AKP hükümeti (Başbakan R.Tayyip Erdoğan)
Abdullah
Ariel Şaron Erdoğan görüşmesi, 2 Mayıs 2005,
Kudüs, İsrail

Gül’ün ardından başbakan olduktan sonra R.Tayip Erdoğan da ilk kez İsrail’e gitti.  Beyrut Kasabı lakaplı Şaron’la, İsrail'in başkent ilan ettiği Kudüs'te görüşen Erdoğan bu görüşmenin ardından Şaron ile Erdoğan arasında kırmızı telefon hattı kuruldu ve 60’a yakın ikili anlaşmaya imza atıldı.

27 Aralık 2008 - 18 Ocak 2009,
 AKP hükümeti (Başbakan R.T.Erdoğan)
İsrail Gazze’yi günlerce sürecek füze yağmuruna tuttu. Saldırıda, yüzlerce çocuk, kadın ve sivil insan öldü. Denizden ve karadan da süren saldırılarda, Filistin halkı tarihinin en büyük trajedilerinden birini daha yaşarken, gidecek yeri olmayan insanlar, evlerinde ölümü bekliyorlar…

Başbakan Erdoğan ve Cumhurbaşkanı Gül, Gazze saldırısında İsrail’in orantısız güç kullandığını söylediler!

İsrailli kadın bakan, Gazze’de insani yardıma gerek yok dedi!

AB, İsrail harekâtının, saldırı amaçlı değil, savunma amaçlı olduğunu söyledi!

İsrail saldırıları devam ederken ABD, İsrail’in kendini savunduğunu açıkladı.

19 Eylül 2009: Uluslararası Atom Enerjisi Kurumu'nun (UAEK) 53'üncü Genel Kurul Toplantısı'nda, İsrail'in nükleer programı aleyhine karar aldı. Türkiye oylama öncesi salonu terketti.

Toplantının son gününde İsrail'in atom ve nükleer programlarını eleştiren bir karar çıktı. İsrail'in nükleer kapasitesiyle ilgili kaygıların dile getirildiği önerge 16 çekimser ve 45'e karşı 49 oyla kabul edildi. 

11 Mayıs 2010: İsrail, Estonya ve Slovenya ile birlikte, 2007 yılından beri yürütülen katılım müzakereleri sonucunda Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) üyeliğine kabul edildiler. Türkiye dahil 31 ülkenin yer aldığı OECD'ye yeni üyeliğin onaylanması için, üye ülkelerin oybirliği gerekmekteydi. Buna göre, Filistin yönetiminin Türkiye'ye yaptığı çağrılara rağmen, AKP hükümeti İsrail'in üyeliğini onaylamış oldu. Oybirliği ile karar alan örgütte, Türkiye veto hakkını kullamış olsaydı, İsrail'in üyeliği gerçekleşmeyecekti.

31 Mayıs 2010
, AKP hükümeti (
Başbakan R.T.Erdoğan): Uluslararası sular, Gazze’nin 130 km açığı: İHH İnsani Yardım Vakfı ve Özgür Gazze Hareketi'nin organize ettiği ve Gazze'ye insani yardım taşıyan ve 32 farklı ülkeden 663 yolcu bulunan 6 gemiye İsrail Ordusu saldırı düzenledi. Akdeniz'de, İsrail'den 130 kilometre açıktaki uluslararası sularda İsrail Deniz Kuvvetleri'nin yaptığı saldırıda 9 aktivist öldürüldü. Olay, tarihe Mavi Marmara katliamı olarak geçti. İsrail özür dilemeyi reddetti. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komisyonunun hazırladığı raporda 6 aktivistin İsrail Komandoları tarafından "infaz" yöntemiyle öldürüldüğü, bazı yolcuların yaralı durumdayken başlarına ateş edildiği belirtildi. Buna rağmen BM, ABD'nin engellemesinden dolayı İsrail'e karşı bir yaptırım uygulayamadı.

6 Aralık 2011
AKP hükümeti (Başbakan R.T.Erdoğan): AKP Hükümetinin Milli Savunma Bakanı’nın gensoru yanıtında, NATO Lizbon Zirvesi'nde geliştirilmesi kararlaştırılan füze savunma sisteminin bir unsurunu oluşturan erken uyarı sisteminin Kürecik Radar Üssü'nde konuşlandırılacağını açıklandı… Oysa ki kamuoyunda radarın, İsrail'e karşı olası tehditleri önlemek amacıyla kurulacağı yoğun bir şekilde tartışılmakta.

14 Kasım 2012, AKP hükümeti (Başbakan R.T.Erdoğan): İsrail Gazze’ye yeniden saldırdı, Hamas’ın askeri lideri öldürüldü, yüzlerce ölü var! 20 Kasım 2012, AB Zirvesinde saldırgan ve işgalci İsrail değil, saldırıya uğrayan ve toprakları işgal edilen Filistin’in seçilmiş hükümeti Hamas kınandı; İsrail’in kendi halkını koruma hakkına sahip olduğu karar altına alındı!

21 Kasım 2012, AKP iktidarı (Başbakan R.T.Erdoğan): Türkiye, NATO'dan Patriot füzeleri istedi! Kararı savunurken "şu anda bizim topraklarımız aynı zamanda NATO'nun da topraklarıdır" dedi Erdoğan...

2014, AKP Hükümeti (Başbakan Ahmet Davutoğlu, CB R.Tayyip Erdoğan): İsrail ile 2000 yılında 1 Milyar dolar olan ticaret hacmi, 2014 yılı itibarıyla 5,8 milyar doları ile en yüksek düzeyine ulaştı.

19 Ağustos 2016, AKP hükümeti (Başbakan Binali Yıldırım, Cumhurbaşkanı R.T.Erdoğan): Türkiye ile İsrail arasındaki Mavi Marmara anlaşması, TBMM’nin 28'inci Birleşiminde AKP oylarıyla kabul edildi. Bu konuda hükümetin üç şartı vardı: Mavi Marmara nedeniyle İsrail’in özür dilemesi, mağdurlarına tazminat ödemesi ve Gazze üzerindeki ablukanın kaldırılması. Anlaşmayla İsrail özür dilemiyor, Gazze ablukası devam ediyor, tazminat ise toplamda 20 milyon dolar ile sınırlı kalıp, mağdurların İsrail’e karşı dava açmaması, açarsa bundan TC devletinin yükümlü olacağı taahhüt ediliyor.

6 Aralık 2017 (Başkanlık sistemi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan): "Kudüs bizim kırmızı çizgimizdir" diyen Erdoğan'a rağmen, bir gün sonra ABD Başkanı Donald Trump, Kudüs'ü İsrail'in başkenti olarak tanıdı. 

9 Mart 2022 (Başkanlık sistemi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan):
Izaac Herzog-Tayyip Erdoğan, Ankara, 9.3.2022

İsrail Cumhurbaşkanı Isaac Herzog resmi ziyaret için Ankara'ya gitti. Herzog ve eşi Michal Herzog'un ziyareti, 2008'den bugüne İsrail'den Türkiye'ye gerçekleşecek ilk üst düzey ziyaret olma niteliği taşıyor. Herzog'u Ankara'ya getiren uçağın gövdesinin, İbranice ve Türkçe "barış, gelecek, iş birliği" yazılarıyla süslenmiş olması dikkatleri çekti.


18 Ağustos 2022 (Başkanlık sistemi, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan): Dışişleri Mevlüt Çavuşoğlu, İsrail ile karşılıklı büyükelçi atamaya karar verdik dedi. Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsrail Başbakanı Yair Lapit ile görüşerek yeni büyükelçi atanma işi için gerekli adımların bir an önce atılacağını söyledi.



Not: Bu yazı ilk olarak 6 Ocak 2009 tarihinde Evrensel Gazetesi'nde yayınlanmış olup sonraki gelişmelere göre güncellenmektedir.



































13 Kasım 2012 Salı

Susmak bir çığlık olur bazen

Tahir Şilkan
Yusuf Nazım ile söyleşi

Evrensel Kültür Dergisi/ Kasım 2012, Sayı : 251

Evinizin çalışma odasının duvarları, Nazım Hikmet'le ilgili yazılar, resimler, afişlerle dolu, kendinize seçtiğiniz yazarlık ismi "Yusuf Nazım". Nazım'ın sizdeki izdüşümü nedir?

Sondan başlayacak olursak, Nazım’ın bendeki izdüşümü insanları ve yaşamı sevmektir. Nazım gibi büyük bir ustanın eserlerini kendi dilinden okuma ve onun dizeleriyle dünyayı algılama şansına sahip bir kuşağın üyesiyim. Sonradan 78 kuşağı dendi bu kuşağa. İşte bu kuşağın bir üyesi olarak tanıdım edebiyatın büyük pınarını. Denebilir ki edebiyatla ilgilenmem, roman ve hikâyelerle tanışmamın hemen arkasından geldi Nazım’ı tanımam. Onun, bu topraklardan doğan ve gümbür gümbür çağlayarak akan bir pınar olduğunu çocuk yaşlarda fark etmek güzel bir şey. Böyle bir toprakta büyüyerek ondan beslenmemek, etkilenmemek olanaksız. Dolayısıyla, on dörtlü yaşlarımdan beri beni etkileyen, şiir serüvenine kapılmamı sağlayan; yaz günlerinde, ülkenin ücra bir köşesinde kırık dökük masasının üzerinde 13-14 tane kitabıyla, henüz ergen bile olamamış bir çocuğun, şiir üzerine araştırmalar yapmasına neden olan zengin bir toprak o…



Dolayısıyla şiirle başlayan yazma serüvenimde “serbest nâzım” biçimi ve bu biçimin ustaları; Mayakovski ve Nazım Hikmet’in özel bir yeri oldu bende. Nazım adını ve şiirin bu biçimini çok sevdim. O yıllarda aynı evin küçük odalarını birlikte paylaştığımız ve elimizde doğan kuzenime “nazım” adını da bu yüzden ben koymuştum. O zamandayken, bölük pörçük karalamaya başladığım şeyleri, ileride yayınlamaya karar verdiğimde kullanmayı düşündüğüm ve o günden sevmeye başladığım bir isimdi Yusuf Nazım. Bu yüzden, 1993 yılında ilk defa bir gazeteye, Özgür Gündem’e gönderdiğim yazının yazarı da Yusuf Nazım olmuştu…



Geçtiğimiz Eylül ayında ilk kitabınız okuyucuyla buluştu. Hâlbuki yirmi yıla ulaşan bir yazım geçmişiniz var. Bir kitap için niye bu kadar geç?

Çoğumuzun hayata olan bir gecikmişliği vardır. Bu da benim gecikmişliğim işte. Hangimiz yüreğinin götürdüğü yere gidebiliyor ki. Belki de çok azımız. Yapmak isteyip de yapamadıklarınız, zamanın sizin önünüze koyduğu zorunluluklar, hayata bir başka noktadan ilişme gerekliliği… Edebiyata, felsefeye, estetiğe, iktisada düşkünsünüz. Gecekonduda Marks’ı, mum ışığında Darwin’i okumaktan zevk alıyorsunuz; on altı yaşında, küçük bir taşra kasabasının mütevazi kütüphanesinden çıkmıyor, Türkiye’de kapitalizmin gelişmesini araştırıyorsunuz; on yedisinde kırsal bir alanda köylülerin toprak sorunuyla ilgileniyor, at sırtında köyleri dolaşıyor, heybenizde felsefe kitapları taşıyor, dedeniz yaştaki insanlarla, köy muhtarları ve ihtiyar meclisiyle toplantılar yapıyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz mühendislik fakültesinin kapısındasınız! Hayat sizi başka yere savuruyor, yüreğiniz başka bir yerde kalıyor. Hâlbuki çıkmak istediğiniz başka yolculuklarınız var, henüz çıkılmamış, bir kısmı yarım kalmış. Ve hayata dair duygularınız bir nehirdir akıyor içinizde, biriktikçe birikiyor. Notlar alıyorsunuz, karalıyorsunuz, yazılar yazıyorsunuz. Ama asla benliğinizle, duygularınızla, kalbinize yoğunlaşamıyorsunuz. Ve yazdıklarınızı, ürettiklerinizi beğenmek kolay olmuyor. Mevcut üretiminizi kitaba dönüştürmek kolay ama önce sizin beğenmeniz, önce sizin ikna olmanız gerekiyor. Ve kendinizi beğenmediğiniz sürece de, bekliyorsunuz ve tabi ki gecikiyorsunuz…

Yani, ilk kitabı beğenerek çıkardınız?

Evet, tabii ki.. İlk kitabı beğenerek, iyi bir şey olduğuna ikna olarak çıkardım. Çünkü, artık zamanımı tümüyle edebiyat çalışmalarına adadım. Aklım ve yüreğim aynı yerde ve büyük bir zevkle yazıyorum.
   
"Kızak" bir öykü kitabı, niçin öykü?  Öykü konularını nasıl seçiyorsunuz

Aslında asıl yazma serüvenimin başlangıcı şiirdi. Şiir olarak bekleyen iki dosya mevcut elimde. Ancak, onları yeteri kadar olgunlaşmış olarak görmüyorum. Kısaca beğenebileceğim konusunda ikna olmuş değilim. Öyküler ise öyle değil. Onlar, yaşadıklarımız ve tanıklıklarımız çünkü, yaşayıp ve belleğimizin bir köşesinde kaydettiklerimiz, kaydedip biriktirdiklerimiz. Öyküler, yağmurlu ve fırtınalı bir gecede aniden parlayan bir şimşeğin aydınlattığı özel bir anın resmi gibidir. İşte o resmi saklarsınız, tarif edersiniz, oturup detaylarını yazarsınız. Bazen çok güzel bir tablo çıkar buradan, bazen de dehşetengiz bir görüntü. Kalbiniz ve duygularınız arasındaki işbirliği öyledir ki, yaşadığınız bir an, işittiğiniz bir söz, tanığı olduğunuz bir görüntü yeter; kalbinize yıldırımlar düşer, aklınızda şimşekler çakar. Adeta ve işte tam da o an öykü yazılmış gibi olur. İşte tam da o an, o özel anın öyküsü belli olmuştur ve size oturup yazmak düşer.

Tabii ki eklemekte fayda var; yazarın kalbinde esen fırtınalar ve aklında çakan şimşekler, içinde yaşadığı toplumsallıktan asla bağımsız değil. En azından benim öyle olmadığını söyleyebilirim. Elbette ki, birey olarak da duygularımız var ve bu duygularımızın eseri olarak çok güzel bir öykü ya da başka bir edebiyat ürünü verebiliriz. Ama unutmamak gerekir ki, tek tek bireylerin yaşadığı aşkları, sevinçleri, acıları ve hüzünleri olduğu kadar ve hatta ondan daha çok, nihai olarak bireylerden oluşan toplumların, sosyal sınıfların ve diğer başka toplulukların yaşadıkları ve hissiyatlar, edebiyatın esas ilgi alanı olmalıdır.

Kısaca söylemek gerekirse, yaşadıklarımız size öykü için gerekli malzemeyi zaten çokça sunuyor. Eğer ki bu malzemeye duyarlı bir kalbiniz, ayağa kalkmaya hazır duygularınız ve öyküye dair bir diliniz varsa tamam demektir. Gerisi, zamanın size teslim ettiği güzel bir ana ilişkin serüvendir. Kısaca böyle oluyor işte, hayat gelip damarıma basıyor, ben de oturup yazıyorum.

Kızak'taki 9 öykünüz yer alıyor. Biraz bu öykülerden konuşsak?

Evet, Kızak dokuz öyküden oluşan bir kitap. Öykü sayısını özellikle biraz sınırladım, ne de olsa bir ilk kitap bu ve okuyucunun tepkisini göreyim istedim. Yani bir bakıma görücüye çıkmak gibi.

Öykülerin hemen hemen tamamı, son çeyrek yüzyılın büyük umutları, heyecanları, düş kırıklıkları ve alt üst oluşlarıyla dolu ülkemiz toprağının görüp gördüklerinden doğmuştur. Her biri bu toprakların sevincini, hüznünü, dehşetle yaşanmış travmasını anlatmaktadır. Her bir öykü, yaşadığımız bu yaşamın görünmeyen öteki yüzü gibidir.

Kızak’taki öyküler, hayatları sıradanmış gibi olanların öyküleri. Aslında sıradanmış gibi derken bir şeyin altını çiziyorum; “hayata gerçek rengini verenler” in hikâyeleri bunlar. Okuyucuyu içine alan, sarsan ve örseleyen sıra dışı hikâyeler. Bütün bu hikayeler, merkezinde insan olmak üzere bütün bir doğanın tanıklığında gelişmektedir. Doğa içindeki canlı, cansız nesneler dünyası, öykülerin de birer kahramanıdır. Çoğu zaman onların canlı tanıklığında gelişir olaylar, ondan güç alarak mesajlarını oluşturur ve taşır. Bazen madde dünyasının çok küçük parçalarında gizlidir asıl mesajlar ve o küçük parçayla insan arasındaki bağdır insanı güçlü kılan. Ve işte o bağı keşfetmekten geçer, insanın en zor durumlarda dahi ayakta kalmasını sağlayan kuvvet. Bazen de doğa, kendi sinesinde doğup gelişenin saklayanıdır. O sessiz bir isyanın susturulmuş çığlığı gibidir. Susmak nasıl bir çığlık olursa bazen, çaresizliğinde bir başkaldırıya dönüştüğü anlar olur. Sessizdi Oranın Çığlıkları, işte böyle bir öyküdür. Koko, daha yazıldığı yıllarda bazı edebiyatçılar tarafından çok beğenilmiş ve hatta keşke Koko’nun romanı yazılsa denmiştir. Değerli Aydın Çubukçu bunu önermiştir örneğin, belki ileride yazılır, kim bilir..

Her öykünüzün başında 'hayat' üzerine söylenmiş güzel yazılar var. Galiba bunlar size ait? Bu öyküden bağımsız sözler üzerine neler söyleyeceksiniz?
Evet, bunlar benim hayata dair özdeyişlerim. Birisinde, “Öyküler hep hayata dairdir” der ya, işte böyle bir şey. Öykülerin hayat karşısındaki tavrının özetleridir bu esasında. Bu özdeyişler başlangıçta öykülerin içinde geçen paragraflardı. Sonradan, öykülere fazladan katacağı didaktizmden kaçınmak için çıkardım ve daha özlü ifadelerle öykülerin başlarında kullandım. Bir bakıma bunlar, yazarın hayata dair söyleyecek sözleridir. Kim bilir, belki okuyucu da benimser,  paylaşır bunları ve “benim de hayata dair sözümdür” der bunlar için…

Hangi projeler üzerinde çalışıyorsunuz? Yeni çalışmalarınızdan söz eder misiniz?

Şu an ikinci öykü kitabım hemen hemen hazır. Ancak yayınlaması için araya biraz zaman koymak istiyorum. Bu arada çokça yeni öyküler var ve her gün de yazılmak üzere yenileri sıraya giriyor. Şiirler var ama biraz üzerinde çalışılması gerekiyor. Ayrıca, halen değişik dergi ve gazetelerde yayınlanmış denemelerim var. Bunlar da oldukça beğeni toplayan yazılar. Sanırım bir ara bunları da yayınlamayı düşüneceğim. Ama dediğim gibi şu an öncelikli olan ikinci öykü kitabı..

Yakın zamandaki iş programımda kömürle ilgili bir belgesel film projesi var. Halen senaryosunu yazdığım bir film bu. Daha önceleri Zonguldak’ın Kandilli beldesindeki kömür ocaklarına 580 metre yeraltına inerek tanıklık ettiğim bir yaşamın belgeseli. Geçtiğimiz yaz, genç bir yönetmen arkadaşım, Gülsün Sarıoğlu ile Diyarbakır, Batman ve Van illerinde çekimlerini yaptığımız Düşümdeki Uçurtma adlı belgesel filmin çekimleri sonrasında zamanın nasıl da hızla geçtiğini anımsadım; on yıldır bir kenarda beklettiğim bu projeye artık hayat vereyim istiyorum.

Bir de büyük bir sabırsızlıkla beklettiğim roman taslakları var. Konusu belli, çok beğendiğim üç roman taslağı.Henüz çok erken ama yine de öykülerden sonra beni en fazla heyecanlandıran tasarılar olduğu için belirtmek istedim.

Bir söyleşide, "15 yaşından bu yana, hiç umutsuzluk içinde olmadım demiştiniz. Sizi umutlu yapan nedir?

Doğru,  küçük yaşlardan itibaren lügatimde “umutsuzluk” adına bir şey barındırmadım. Çok zor koşullardan geldim, büyük olanaksızlıklarla büyüdüm, çok yalnızlıklar  gördüm ama hiçbir şey içimdeki umut halkasının zincirini koparmayı başaramadı. Geleceğe, insan toplumunun yaşamayı hak ettiği daha güzel bir dünyaya olan inancım hiç kaybolmadı. Biliyorsunuz, bizim kuşağın büyük umutları vardı, büyük düşleri. Hiçbir şeyi kendimiz için istemeyen bir kuşaktık biz. Önce başkasını, sonra kendini sevecek kadar saftık, çocuktuk. Bu yüzden çocuk gülüşlü kahramanlarımız vardı bizim.  Gittiler ve hikâyeleri yarım kaldı onların.

Beni umutlu kılan şeyi soruyorsunuz; nasıl umutlu olamazsınız ki! Milyonlarca yıllık insanlık serüveninde, kendi hayatlarımızın daracık koridoru ne kadar yer kaplar ki. Ve hangi ömre sığar, dünyayı kuşatacak denli bir güzellik? En güzel günlerimizi, yalnızca kendi sınırlı ömürlerimizde görebilmeyi isteyecek kadar bencil olabilir miyiz? Tarihin inişleri ve çıkışları vardır, çağların da karanlık ve aydınlık dönemleri. Ülkelerin de böyle; gerileme ve ilerleme yılları, soluklanma ve atılım dönemleri… Sonuçta, emin olduğum bir şey varsa; tarihin suyu ileri doğru akar ve ilerler..

Bugün, insanlık çağının ileri hamlesinden her zamankinden daha çok umutluyum. Sevginin en büyük güç olduğuna ve bunu en çok insanın hak ettiğine sonsuz bir inanç duyuyorum.
Bu yüzden bir yanımdaki o saf ve masum çocuğu hep besleyip, koruyorum. Eskiden olduğu gibi, onu yaratandan başka sahibi olmayacak bir hayata inanıyorum ben. Bundan dolayıdır ki, sevince hala bir çocuk gibi gülüyor gözlerimiz ve hala aynı saflıkta atıyor yüreğimiz.

İnanıyorum ki bir gün, o çocuk gülüşlü kahramanlar yeniden gelecekler ve yarım kalmış öykülerine, bıraktıkları yerden devam edecekler.
 

10 Kasım 2012 Cumartesi

Hikayeler üzerine

MUSTAFA SÜTLAŞ
Bianet, 10 Kasım 2012, Cumartesi


yusuf nazım'ın hikâye kitabı "kızak" okuyan herkesin kendi yaşamıyla koşutluk kuracağı olayları anlatıyor...


hikâyelerle ve hikâyelerde yaşıyoruz. hikâyeler düşünüyoruz, hikâyeler uyduruyoruz, hikâyeler anlatıyoruz. hikâyeler dinliyoruz.

hepsinden hiçbir zaman herkesin haberi olmuyor. çok azını da hikâyeleri yaşayanlar ya da düşünenlerden başka bir de "okuyanlar" biliyor!

hikâyeler yaşamı var eden ve yaşamı sürdüren unsurlar.

her şeyin hikâyesi olabiliyor; bir yerin, bir olayın, canlı cansız, anlatıcının ya da yaşayanların evrenindeki, hatta evrenlerinin dışında, hayallerindeki yer alan her şeyin bir hikâyesi var.

her hikâyede değişmeyen unsur ise insan! eğer hikâyede anlatılan olayların içinde insanlar yoksa bu kez anlatıcı kimliğiyle o hikâyenin içinde kendi varlığını ekleyerek varoluyor. Şurası kesin ki insansız hikâye olmuyor.

kimileri gördüğü, yaşadığı her şeyde, her yerde, her olayda bir hikâye buluyor ve onu anlatıyor. kimileri ise önlerinde duran hikâyeye gözünü kapatıp arkasını dönüyor.

ne kadar çok hikâye bilirsek, o kadar çok şey öğreniyor, o kadar çok "ders" almış oluyoruz. zaman zaman "keşke bütün okullarda bütün dersler hikâyelerle anlatılsaydı" derim.

her derste bir hikâye öğrenseydik.

yalnız edebiyat, tarih, coğrafya gibi "sosyal" (ne demekse!) derslerde değil, fizik, kimya, matematik gibi derslerde de...

"sıfır"ın hikâyesini kaç kişi biliyor sizce. o yüzden 'sıfır'ın anlamı gerçek yaşamımızda ne kadar bilincimize çıkmış durumda, biliyor muyuz?

sahi "sıfır"ın hikâyesi ne?

peki ya "bir"in? örneğin "34" diyince kafanızda nasıl bir hikâye canlanıyor bir düşünün!

yaşamımızı o hikâyelerle geliştiriyor, dönüştürüyoruz, geleceğe de onlarla bırakıyoruz.

biz gidiyoruz ama geleceğe eğer kalırsa bir tek o hikâyeler kalıyor; o da eğer bir anlatıcı, aktarıcısı bulunursa... peki o "anlatıcılar"ın  kendi hikâyelerini biliyor musunuz?

hikâyeciler, anlatıcılar

çok az insan bunları başkalarının da keyif alacağı ve merak edeceği bir şekilde anlatabiliyor, ya da yazabiliyor. hele içine biraz mizah, biraz felsefe, biraz duygu, biraz merak  katabilirlerse, o zaman onlara "hikâyeci" diyoruz.

edebiyatın ana dallarından birisi de hikâye.

dünya üzerinde ve bu coğrafyada bilinir, tanınır çok hikâyeci var.

o hikâyeciler başta olmak üzere, çok bilinip tanınmayan insanların da yazdıklarıyla oluşmuş çok fazla hikâye kitabı var. o kitapların hepsini okumak olanaklı değil. o kitapların her birini yazarından ve yayıncısından başka kaç kişi okumuştur bunu da bilmek mümkün değil.

bir arkadaşım var, çok kitap okur ama hiç hikâye okumayı sevmez. hepsi "yalan" der.

bir başka arkadaşım var. her gördüğünde bir hikâye bulmaya çalışır, bulamayınca da uydurur. o kadar çok hikâye bilmesine, anlatmasına karşın, hatta yazacağını söylemesine karşın kağıda dökülmüş tek bir hikâyesi yoktur.

hikâyeler yazılmayınca, herhangi bir yolla birilerine anlatılmayınca, o anlatanlar da başkalarına aktarmayınca kaybolur, unutulur. hikâyelerinizi yazmasanız da anlatıyor musunuz birilerine?

kaybolmuş her hikâye insanoğlunun tarihinde bir daha bilinemeyecek bir eksiklik demektir.

bazı hikâyelerin de bilinmesi istenmez. birileri "kaybolsun", "unutulsun" ister ve çeşitli yol ve yöntemlerle karartılmasına çalışır; hatta sıklıkla da başarılı olunur ve karartılır o hikâyeler. bunu da en çok hikâye anlatıcıların yardımıyla, örneğin medya aracılığıyla yapar.

çünkü o hikâyeleri merak eden insanlar çoğaldığında birileri hesap sormaya başlar.

biliyorum genel anlamda ifade ettiğim bu düşüncelere, somut örnekler bekliyorsunuz. yazmayacağım; çevrenize bakın göreceksiniz onları.

adeta hikâyeler içinde yüzüyoruz yaşamımızın her anında. hele hele şu sıralarda

 

yazılmamış, okunmamış hikâyeler


ben hikâye okumayı severim. hikâyeleri merak ederim. araştırmaya bulmaya çalışırım.

bu yaz yaptığım karadeniz ve doğu anadolu gezisinde yine her zaman olduğu gibi çok hikâye duydum, gördüm, fark ettim. çoğu yazılacak kadar netti ama ben dahil yazan, anlatan kimse yoktu.

en çok eski mekanlarda sorun yaşadım. insanların yaşadığı kaleler, anıtlar, ibadet yerlerine dair pek çok bilgi vardı. ama o bilgilerin içinde oraları, yaratan, yapan, yaşayan ve yok eden insanların hikâyeleri yoktu çünkü. onların sadece birer taş, kaya, çimento, demir, tahta vb. maddi unsurları size bir şeyler anlatmaya çalışıyordu, eğer görebilirseniz, ama o anda içinde yaşayan kimse olmadığı için "insan hikâyeleri" yoktu oralarda. oralarda daha öncesinde yaşayan o insanların da hikâyelerini anlatan da kimse yoktu. sanki onlar gökyüzünden oraya o şekilde düşmüş "gök taşları"ydı.

bu duyguyu en çok yaşadığım yerlerden birisi "ani harabeleri" oldu.

ama o kadar yoğun bir şekilde olmasa da bu tür hemen her yerde yaşadım aynı duyguyu.

bir yeri yok etmenin yollarından birisi de onların hikâyelerini yazmamak, eğer yazılmışsa yok etmek, unutturmaktır bence!

işte o zaman insanlar, topluluklar, hatta toplumlar "gerçek soykırım"lara uğruyorlar.

bu duyguyu yaşamım boyunca hep yaşadım.

hikâyelere olan merakım bu yüzden. onları öğrenmek, yapabiliyorsam yazmak!

o yüzden okuduğum her üç kitaptan birisi neredeyse "hikâye kitabı". ben buluyorum, ama sanırım huyumu biliyorlar, hikâyeler ve hikâye kitapları da beni buluyor.

 

yusuf nazım ve "kızak"


hikâye kitabına "yusuf nazım" adını koyan yakup sayın'ı sevgili coşkun özdemir hoca'nın kurup, hastalarıyla birlikte var ettiği "kas hastalıkları derneği"nden tanıyorum. o bir elektrik mühendisi. onunla asıl tanışıklığım o ve onun gibilere yönelik olarak, hepimizin en azından aldırış ve itiraz etmeyerek verdiği katkı yüzünden yaratılmış "fiziksel engellere" karşın varolduğu toplumsal mücadele içinde oldu. toplumsal yaşamın zorluklarına karşın direncinden, çalışma azminden ve bulunduğu her yerde yarattığı "birlikte davranma" tavrından hep etkilendiğim, inançlı, dirençli bir "aktivist"ti!

doğrusu zaman zaman onun hikâyesini merak etmekle birlikte "hikâyeciliği"den haberim yoktu. sokakta başlayan "merhabamız" sosyal ağlar üzerinden sürekli bir iletişim ve birbirinden haberdar olmamızı sağladı. "kızak" adlı hikâye kitabından da bu yolla haberim oldu. yayınlanmış bir hikâye kitabı olduğunu duyduktan sonra da ilk fırsatta bulup, aldım. kitaba da adını veren ilk hikâyeyi hemen okudum. okurken yıllar öncesine gittim. sanki bir yerlerden beni izlemiş, yaşadığım kimi olayları, hissettiklerimi değişik bölümler halinde bu 'hikâye'nin içine yerleştirmişti.

sevindim; "benzer yaşantılar demek çok daha fazla hikâye ediliyor" diye düşündüm. okuduğum bazı hikâyelerin bir yerinde bu duygu beni yakalar. Orada yazılanların aynısını ya kendimde, veya bildiğim duyduğum bir başka olayda, yerde kişide görürüm, ya da oradan çıkarak başka bir yaşanmışlığa bağlarım orada yazılanları.

öykünün bir boyutu da budur sanırım: "benzerlik, koşutluk ve devamlılık!"

 

yaşam ve hikâyeler


"tanrıların, topraklarına yüzyıllar boyunca acıyı, nefreti ve kini zerk ettikleri bu coğrafyada hayat, gizemli bir yolculuk gibi serüvenden serüvene akıp gidiyordu. dehşetengiz bir şekilde önüne çıkan her şey yakıp yıkarak ilerlerken bile hayat, gerçek anlamını büyük olanın gösterişli dünyasından değil, küçük ve önemsiz görünen esrarengiz ayrıntılarından alıyordu..." (sessizdi oranın çığlıkları)

yusuf nazım 128 sayfalık kitabında "on" hikâye anlatmış, onu merak edip alıp, okuyanlara.

bu on hikâyenin başına da çoğu yukarıda örneklediği gibi tek paragraflık girişler yapmış.

hemen tümü o ardından gelen hikâyeyi açımlayan belki de içinden çıkarılması gereken dersi ortaya koyan düşünceler bunlar.

hikâyeciler genellikle hikâyeden çıkarılması gereken dersi hikâyenin sonuna, çoğu zaman da dolaylı biçimde yazarlar. hikâyelerinin içinde kendi duygu düşüncelerini de belirttikleri olur. bir giriş cümlesi, ya da başına bir savsöz yazdıkları da. ama her hikâyenin önünden böylesi bir yaşama dair bir felsefi ya da kuramsal giriş bölümü yazan sanırım çok azdır.

"kızak" kitabını okurken buradan çıkarak bir başka durumu da fark ettim: bir fotoğrafçının objektifini çevirdiği yerdeki bakış açısı aslında onun yorumudur ve bakana baktığından önce o bakış açısını gösterir. hikâyelerden de her okuyan farklı anlamlar, sonuçlar çıkarır. bu okuyanın özgürlüğüdür. ama bir de yazanın göstermek istediği şeyi fark etmek, onun gibi bakmak, onun gördüğünü görmeye çalışmak, düşünce sistematiğini ona göre oluşturmak ve başka bir yerden, başka biçimde bakmak gerekir.

işte yusuf nazım'ın o girişleri, başta insana sanki yazar tarafından yönlendiriliyormuş gibi gelen ama sonrasında onun anlattığını gördüğünde "iyi ki de yapmış" dedirten böyle bölümler. onlardan yola çıkarak başka hikâyeleri okudum. bunun da yaşamın devamlılığını ve insanların yaşamlarının birbirleriyle kesişme noktalarını çoğalttığını fark ettim.

 kızak, koko, düğme, torba ve diğerleri

 "kızak" adlı öyküde kendi yaşamımdaki kimi olaylara dair bulduğum koşutluğun benzerlerinin diğer öykülerde de farklı boyutlarda ortaya çıktığını söyleyebilirim. kendim yaşamasam bile "ben bu anlatılan olayı" ya da "buradaki insanı" biliyorum dedirten hikâyelerdi bunlar.

örneğin kitabı okuyanların çoğu "koko"nun kahramanını tanıdığını, bildiğin ya da duyduğunu söyleyebilir. sonucunda ne kadar büyük bedel öderse ödesin, yaşayacağı sıkıntı ve olumsuzluk ne olursa olsun, haksızlığa "her durumda ve koşulda", bazen kaybedeceğini bile bile karşı koyma cesaretini gösteren ve yaşamı boyunca bunu yapan herkes orada anlatılan "koko"dur bence. şu ya da bu nedenle öyle yapamayanların da çevrelerinde bir "koko" mutlaka vardır.

bir gömlek düğmesinin insan yaşamındaki anlam ve önemine dair yazılmış "düğme" adlı hikâye, insanların kendi yaşamlarında bazen çok değerli olmasına karşın bir kenara attıklarını fark ettiren çok anlamlı bir öykü.
içi ölmüş bir insanın kanlı giysileri ile dolu üç plastik torbanın olduğu yerden kaldırılması gibi çok basit ve gündelik bir olayı anlatan "torba" öyküsü, hem insanı hem de toplumdaki sınıfsal ilişkileri ortaya koyan çok anlamlı bir "siyaset" dersi veriyor okuyana. onu fark ettikten sonra her olayda aldığınız tutumun sizin toplumun neresinde olduğunuzu ortaya koyan bir turnusol kağıdı olduğunu fark ediyorsunuz.

yusuf nazım'ın hikâyelerinin her biri aynı zamanda "politik" hikâyeler. "bu iş yerinde grev var", "yağmur saçlı gece", "sessizdi oranın çığlıkları" ve "çıplak"ta olduğu gibi çoğunda anlatılan olaylar da "politik" ama onları politik yapan bence "yaşama"nın zaten politik eylem olması.

ben yine de "kitaba adını veren hikâye kadar "pirinç" adlı hikâyeyi daha çok sevdim. çünkü onlar insanın doğayla olan savaşının aslında kendisiyle olan savaşı olduğunu anlatan hikâyeler. insanın sınırları ve boyutlarının uzandığı yerleri görmek ise gerçekten çok önemli yaşam dersleri arasında.

sonrası da olmalı!


"kızak"ta anlatılanlar gerçekten çok iyi hikâyeler. sevgili arkadaşım erdoğan aydın'ın ve cezmi ersöz'ün kitabın arkasına yazdıklarını yinelemek gereksiz.

yusuf nazım yazdığı hikâyelerde siyasi ve sınıfsal boyutu doğa ve insanı anlattığı ayrıntılarla iyice iç içe yedirmiş. hikâyeleri yalnızca bir durumu ya da olayı anlatmıyor, sonrasında nelerin olacağına dair kattığı merak unsuru ve şaşırtıcı sonlarıyla da keyifle okunuyor.

büyük keyif alarak okuduğum ilk hikâyeler çocukluğumda ilk kez radyoda dinlediğim o'henry hikâyeleriydi. bir tiyatro oyunu gibi canlandırılarak anlatılırdı.

yusuf nazım'ın "kızak" kitabını okurken o hikâyeler aklıma geldi. onlardan farklı yanı bazılarının uzunluğuydu. her hikâyeyi keyifle okumama karşın zaman zaman "keşke biraz daha kısa olabilselerdi" dediğim de oldu. çünkü hikâyenin hası, akılda kalanı ve aktarılanı her zaman kısa olanıdır. uzun olanlarında birden çok hikâye vardı aslında, kim bilir belki yusuf nazım sonrasında onlardaki diğer hikâyeleri de ortaya çıkarır ve bizlerle buluşturur.

tüm hikâyeleri yazmak anlatmak olanaksız; ama yazılanları ve okunanları çoğaltmak elimizde. onlar yaşayanlara, bilenlere, fark edenlere böyle bir görev yüklüyor.

herkesin ama en çok da yusuf nazım'ın "daha çok yazmasını bekliyoruz" diyerek bitirelim. (ms/as)

* kızak (öykü), yusuf nazım (yakup sayın), evrensel basım yayın: 499, ağustos 2012, istanbul, 128 sayfa.

www.bianet.org/biamag/kitap--2/141971-hikayeler-uzerine

9 Kasım 2012 Cuma

Kitap dostları TÜYAP Kitap Fuarı'nda buluşuyor


31.Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nda,
 17-25 Kasım tarihleri arasında İstanbul-Beylikdüzü'ndeki TÜYAP Kongre Merkezinde edebiyatsever dostlarla buluşuyoruz :

1. İmza günü :

2. İmza günü :



 31. ULUSLARARASI İSTANBUL KİTAP FUARI 

Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile 17-25 Kasım 2012 tarihleri arasında TÜYAP Fuar ve Kongre Merkezi- Büyükçekmece’de düzenlenecek olan 31. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı 600 yayınevi ve sivil toplum kuruluşunun katılımı, 200 etkinlik ve yüzlerce imza ile kapılarını kitapseverlere açmaya hazırlanıyor.  İstanbul Kitap Fuarı’na yurt dışından 40 ülkeden yayınevleri, telif ajansları ve konuk yazarlar katılacak.

Ayrıntılı bilgileri için :

http://www.istanbulkitapfuari.com/index.php?main=etkinlik

ARTİST 2012 / 22. ULUSLARARASI İSTANBUL SANAT FUARI

Bu arada, kitap fuarına gelenler için çok önemli bir fırsat daha var. Bu sene 22.si düzenlenen sanat fuarını gezmek. İstanbul gibi devasa bir metropolde gündelik yaşamın koşturmacasında kolay kolay tamamını gezmeye fırsat bulamadığımız onlarca sanat galerisinin sergilerini bir arada görmek mümkün.

 
Bu sene yurt içi ve yurt dışından 100’den fazla sanat galerisi ve sanat kurumunun katılacağı İstanbul Sanat Fuarı dokuz gün süresince birbirinden önemli sergilere ev sahipliği yapacak.

İstanbul Sanat Fuarı yirmi iki yılını geride bırakırken, yurt içi ve yurt dışından 100 sanat kurumu ve galerisinin katılımıyla kapılarını açmaya hazırlanıyor. 22. Uluslararası İstanbul Sanat Fuarı Türkiye Yayıncılar Birliği işbirliği ile düzenlenen 31. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı ile eş zamanlı olarak gerçekleştirilecektir. 




Ayrıntılı bilgi için :

http://www.istanbulsanatfuari.com/



7 Kasım 2012 Çarşamba

Dersim'in Kayıp Kızları - Tertele Çenequ

Dersim'in Kayıp Kızları - Tertele Çenequ
Nezahat Gündoğan/Kazım Gündoğan
608 Sayfa, Türkçe, İletişim Yayıncılık


Röportaj : Miraç Zeynep Özkartal
Milliyet, 21 Ekim 2012

Ne kadar meraklıyızdır uzaktaki zulümlere bakıp üzülmeye, onların filmlerini gözyaşlarıyla seyretmeye, sonra da rahat rahat hayatımıza devam etmeye.

Yanı başımızda olup bitenleri ise birilerinin gelip gözümüze sokması gerekir.
Tıpkı Nezahat-Kazım Gündoğan çiftinin yaptığı gibi...
Önce “İki Tutam Saç” belgeseliyle anlattılar bize Dersim’in kayıp kızlarını... Orada dört hikaye vardı, belki o kadarla sınırlı sandık. Şimdi İletişim Yayınları’ndan çıkan “Dersim’in Kayıp Kızları” kitabıyla yüzlerce hikayeyle baş başa bırakıyorlar bizi.
600 sayfalık kitabı okumak kolay değil. Hacminden ötürü söylemiyorum, her hikayeden sonra boğazınıza yerleşen düğümle devam etmek zorunda kaldığınız için... Kendi evinizde, ailenizle, doğumunuzda konan isimle yaşamanın bile bir lüks olduğunu fark ettiğiniz için...
Ve tarihe gözümüzü kapayarak bakmanın kimsenin acısını dindirmediğini, daha minicik bir çocukken burnuna sinen kan kokusunu gidermediğini, 75 yıl boyunca ömrünün ilk beş yılına hasret yaşamasına engel olmadığını anladığınız için...

‘80 yaşındaki Emoş ailesini 75 yıl sonra buldu’

 “Dersim’in Kayıp Kızları”nı önce bir belgesel olarak duyduk. Bu, filmin kitabı mı? Başlı başına bir kitap mı?

Nezahat Gündoğan: Projenin adı “Dersim’in Kayıp Kızları”. Projenin devam edeceğini biliyorduk, kitap çalışması da hedeflerimizden biriydi. Filme başladığımızda bugünkü kadar çok kişiye ulaşamamıştık. On kişi vardı, dördünün öyküsüne yer verdik. Kitapta ise 150’ye yakın kişinin öyküsü var. Bu öyküler çok önemli bizim o süreci anlamamızda. O günkü kız çocukları, bugünkü kadınların yaşamının her aşamasında Dersim katliamının nasıl devam ettiğini, iz bıraktığını gördük.
 Siz de Dersimlisiniz. Çocukluğunuzdan bu öykülere aşina mıydınız?

Kazım Gündoğan: Ailede hikayeler olduğunu küçükken dinlerdim ama bilinçle değil. Dersim katliamını yaşayan dedelerimiz, ninelerimiz hep anlattılar. Biz üçüncü kuşak olarak Dersim ağıtlarıyla büyüdük. Sabahın beşinde, altısında annelerimizin, ninelerimizin ağıtlarıyla uyanırdık. Böyle bir sürecin çocuklarıyız.

Nezahat G.: Kimi ailelerde de tamamen susulur. Hatta bazıları Dersimliyim bile demek istemez, Erzincanlıyım, Elazığlıyım der, çünkü toplumun algısını biliyorlar. 38’den bu yana devredilen bir anlayışın ürünü.

Kazım G.: Bir atasözü vardır: Birinci kuşak yaşar, ikinci kuşak susar, üçüncü kuşak sorgulamaya başlar.

“Büyüklerimiz ‘Devlet bizi kırdı’ derdi, inanmazdık”

Siz ne zaman sorgulamaya başladınız bu olayları?

Kazım G.: Nezahat da, ben de politik düşüncelerimiz nedeniyle uzun yıllar hapiste yattık. 2000’lerde çıktık. Sorgulamalar da o zaman başladı. Öncesinde resmi tarihte ne varsa ona göre bir algımız vardı. Dersim’i yıllarca isyan olarak bildik, hatta dedelerimiz adaletsizliğe, zulme isyan etmiş diye övünürdük. Büyüklerimiz de derdi ki, “Biz isyan etmedik, devlet geldi bizi kırdı”. Bunu pek önemsemedik o yıllarda.
 İnandırıcı mı bulmadınız?

Kazım G.: Bulmadık. Sonra araştırmaya başladık. Gördük ki, 1925 Şark Islahat Planı’yla birlikte Türkiye’deki herkesi Türkleştirmek ve Sünnileştirmek uğruna politikalar uygulanıyor. Bu bizi dehşete düşürdü. Sonra baktık isyanın verileri yok. Ne var? Devletin çok sistemli biçimde “Dersim Osmanlı’dan beri bir çıbandır. Sökülüp atılmalıdır” düşüncesi var. Yani 1937-38’den çok önce başlıyor. Hatta kitapta yayımladığımız bir belge var. 1926’da New York Times’ta çıkmış bir haberde Dersim’de 83 kadın ve çocuğun tehcir edildiği yazıyor.

Nezahat G.: Biz bunları öğrendikten sonra da şöyle bir soru sorduk: Dersim katliamı sürecinde kadınlara ve çocuklara ne yapıldı? Çünkü böyle bir politika varsa o sürecin niteliğini değiştirir.

Kazım G.: Başta şöyle düşünüyorduk: Pek çok insan öldürüldü, çocuklar ortada kaldı, devlet de sahip çıktı. Ya da vicdanlı askerler, subaylar aldı onları. Ama araştırma derinleştikçe başka bir resim gördük.

 “Askerler güzel kızları alıyor, çirkinler trenle dağıtılıyor”

 Neler var o resimde?

Kazım G.: Türkleştirmek üzere yüzlerce kız çocuğu toplanıyor. Elazığ ve Erzincan’da toplama kampına götürülüyor. Subaylara emir veriliyor: Herkes bir kız çocuğunu evine götürecek. Subaylar o toplama merkezlerine geliyor, güzel ve sağlıklı olanları alıyor.

 Diğerleri ne oluyor?

Kazım G.: Çirkinler kalıyor orada. Bunları da kara trenlere bindiriyorlar, her istasyonda birkaç kız çocuğu bırakıyorlar. Orada da eşrafa ve bürokratlara veriyorlar.

Nezahat G.: Erzincan’da toplanan çocuklar Sivas’a götürülüyor. Demiryolu Sivas’ta çünkü. Sivas’tan Zonguldak’a kadar o hat boyunca... Elazığ’dan da İzmir’e kadar tren nereye gidiyorsa kızlar dağıtılıyor. Medeniyet hep demiryoluyla anlatıldı ya bize; medeniyetten Dersimli kız çocuklarına düşen pay buydu.

 Askeri ve sivil bürokrasiye verilmeleri bir tesadüf mü?

Nezahat G.: Değil. Subaylar ve eşraf Cumhuriyet politikalarıyla çok bütünleşmiş kesimler. Kızların ev içinde eğitimle asimilasyonu hedefleniyor. Bu politikaları en iyi benimsemiş olanların evlerine yerleştirmek esas.

“Celal Bayar’ın ve Kazım Orbay’ın evlerinde de Dersim evlatlıkları vardı”

 Kızlar o evlere hangi vasıfla giriyorlar?

Nezahat G.: Temelde asimile edilmek için. Hizmet etmek amacıyla alınmıyorlar, hatta alırken evin hanımının haberi bile olmuyor. Kazım Orbay’ın eşi bile hoşnutsuz oluyor ki bu politikaların başındaki insan. Biz genel olarak evlatlık olarak tanımlıyoruz. Ama hukuki değil. Nüfuslarına geçirmiyorlar. Hemen hemen hiçbiri nüfusa geçirilmiyor ve okutulmuyor. Çoğu kız kayıtlarda ölü gözüküyor. Sonradan nüfus cüzdanı çıkarmak gerektiğinde farklı anne-baba ve doğum yerleri belirleniyor onlara.
Kazım G.: O süreçte askerin gücünü düşünün. Nüfus memuruna diyor ki, şunun adına bir kimlik çıkar. Hepsi bu kadar.
 Kazım Orbay gibi Celal Bayar’ın evinde de bir Dersim evlatlığı olduğunu söylüyorsunuz...

Kazım G.: Evet, onun hikayesini oğlu anlattı. Emine Bayar 13-14 yaşlarında geliyor Celal Bayar’ın evine. Adını değiştirip Saray diyorlar. Birkaç yıl içinde de evin şoförüyle evlendiriliyor. Sonra nasıl oluyorsa ayrılıyor o evden ve ailesini buluyor. Kendi köylülerinden biriyle evlenip orada yaşıyor.

 Kızların Türk-Sünni adetlerine göre “eğitilmeleri” için bir de enstitü kuruluyor...

Kazım G.: Evet, 1937’de Elazığ Kız Enstitüsü’ne bu politikalar nedeniyle yatılı bir bölüm açılması talebi iletiliyor. Kız çocukları asker zoruyla ailelerinden toplanarak orada eğitiliyor. 1939’da oraya atanan Sıdıka Avar daha sonra köy köy dolaşarak ve aileleri ikna ederek çocukları topluyor. Avar, Türkçü politikayı eğitim üzerinden topluma taşımaya çalışan bir misyoner. Kendini “Dağ Çiçekleri” kitabında böyle tanımlıyor. Okul, o politikanın yasal tarafı. Kızların toplanıp ailelere verilişi ise gayri yasal. Ve biliyor musunuz ki bunlar kayıt altında. Aslında devlet hangi kızın nereye gittiğinin kaydını tutuyor. Onlar sadece aileleri açısından kayıp.

Kenan Evren’in eşi Dersim’in kayıp kızı mı?

Nezahat G.: Bir yakını var, o iddia etti ilk. Hayri Koç, “Sekine Evren benim amcamın torunu. Soyadı da Kankotan” diyor. O iddia üzerine araştırma yaptık. 1940’larda Sekine Kankotan’ın Alaşehir’de bir tüccara verildiği biliniyor. Sekine (Muslu) Evren de Alaşehirli bir bağcının en büyük kızı olarak biliniyor. Kenan Evren de  Sekine Hanım’ın kardeşi Perihan Sıkılı da okuduğunu söylüyorlar. Ancak Alaşehir’deki tek okulda kaydı bulunmuyor. Çıkan portre, Sekine Evren’in aslında Dersimli Sekine Kankotan olma olasılığını güçlendiriyor.

Kazım G.: Amcası sürekli araştırıyor. Aileden Aziz Kankotan’ın 1980 darbesi olduktan sonra Kenan Evren ile görüştüğünü, o görüşmeden sonra bu konuyu tamamen kapattığını anlatıyorlar.

“Evren’in anlattıkları tipik Alevi adetleri”

Nezahat G.: Kenan Evren anılarında Sekine Hanım için “Bazı inançları vardı. Çamaşır yıkayacağı zaman çarşamba mı, perşembe mi bir günde çamaşır yıkamazdı. El ve ayak tırnaklarını aynı günde kesmez, bize de kestirmezdi” diyor. Bu tipik bir Alevi inancıdır.  Bir hikaye daha var. Tam darbe sonrası bir kadın askeri helikopterle Hozat’a gidiyor, Sekine Kankotan’ın ailesini araştırıyor. Ona bundan kimseye bahsetmemesini söylüyor. Biz büyük olasılıkla Sekine Evren’in son günlerinde ailesinden bilgi alma çabası olarak değerlendiriyoruz. Hozat’a giden kişi de Sekine Evren’in kızıydı herhalde.

Kapak resmi

“Annesinin Dersim evlatlığı olduğunu bilip bizden yardım isteyenler var”

Araştırmalarınız sayesinde buluşturduğunuz aileler oldu mu?

Nezahat G.: Evet oldu. 80 yaşındaki Emoş Gülver’i 75 yıl sonra ilk defa memleketine götürdük. Birinci dereceden ailesini kaybetmiş. Onu orada görevli askerlerden biri almış. Bir amcaoğlunu bulduk.
O buluşma başlı başına bir dramdı. Asıl adının Emoş değil Elif olduğunu orada öğrendi.

Kazım G.: Bir de annesinin Dersim evlatlığı olduğunu bilip bizden yardım isteyenler var. Mesela Güldane Acar filmi görmüş. Annem acaba o filmdeki kayıp Şemsi ya da Sakine’den biri mi diye geldi. Öyle mi değil mi bilmiyoruz ama artık kader ortaklıkları var ve birbirlerini akraba kabul ediyorlar.

“Harekata katılanların çocuklarının yüzleşmesi daha anlamlı”

 Kayıp kızlardan biri de kapaktaki fotoğrafta. Onun hikayesi ne?

Nezahat G.: Kayıp Kürt kızı Bese. Hâlâ kayıp. Yaşıyor mu yaşamıyor mu bilmiyoruz ama arıyoruz. Kapak fotoğrafını bize Şefika Bitim verdi. Bugün 95 yaşlarında. 1938’de Dersim’e gittiğinde bir asker kızıymış. Orada evleniyor, asker eşi oluyor sonradan. Babası da, eşi de harekata katılanlardan. Evlendikten sonra Dersim Mazgirt’ten Elazığ’a yerleşiyor. O sırada Bese onların evlerine geliyor. Bir süre sonra da evden kaçıyor. Sebebini henüz öğrenemedik.
Size nasıl ulaştılar?

Nezahat G:: Biz bir blog’ta yazılan yazıyla ulaştık onlara. Yazan, Şefika Bitim’in torunuydu. Bu, sadece Dersimlilerin, mağdurların ve çocuklarının duyarlılık gösterdiği bir konu değil. Harekata katılmış kişilerin çocukları ve torunlarının da meselesi. Bu çok anlamlı bizim için. Onların bu süreçle yüzleşmesi çok daha anlamlı.