1 Aralık 2012 Cumartesi

Vesile'nin Çaresizliği

Foto : Gülsün Sarıoğlu
Yusuf Nazım
Bianet & Radikal/1 Aralık 2012


İçinde odunların çıtır çıtır yandığı kuzine bir soba. Onu, işte bu sobanın ısıttığı evin büyük odasında, oturduğu yer minderinde bir o yana bir bu yana sallanırken anımsıyorum. Kendisini böylesine mest eden şeyin, transistorlu eski ahşap radyomuzdan odaya yayılan Erivan Radyosu’nun iç yakan ezgileri olduğunu çok sonraları anlayacaktım. Babaannem, gelin geldiği Türk evinde, uzak kaldığı kendi dili ve köklerine olan hasretini radyodaki Kürtçe, Ermenice ağıtların ezgilerini dinleyerek gidermeye çalışıyordu…

Çocukken çoğu şeyin farkında değildik. Güzel arkadaşlıkların temelinin atıldığı bir zamandı liseli yıllarımız. Henüz farklılıklarımızı da keşfetmemiştik. Ya da başkaları bize bunu öğretmemişti. Okulda yeni öğrenmeye başladığımız İngilizce dışında bazı arkadaşlarımın, anlamadığım farklı bir dilden konuştuklarını fark ettiğim dönem, işte bu dönemdi. Kürtlerle bu liseli yıllarda tanıştım. Arkadaş canlısı, nedense biraz ezik, yaşları geç, hatta bir kısmı evlilerdi. Çocukları bile vardı. Öğrenciyken evlilik, yasal olarak mümkün olmadığından okula geldiklerinde yüzüklerini çıkarırlardı. Ben onlara güzel Türkçe yazmayı, onlar da bana Kürtçe küfürler öğretirlerdi…

 Aralarında Kütçe konuştuklarında, hocalardan hep uyarı alırlardı… Resmi erkana dair nedense hep belli belirsiz bir ürkeklik, bir korku duyarlardı… Yıllar sonra, deniz kenarındaki arabamızda müzik dinlerken yaşadığım ve hafızamın derinliklerinde keskin bir bıçak yarası gibi taşıdığım o küçük anı birçok şeyi anlamama yetmişti. Otomobilimizden yükselen Kürtçe ağıtların sesini, yaklaşan polis otosunu gördüğünde, aceleyle teybi kapatarak kısan arkadaşımın yüzündeki tedirginlikti beni buna ikna eden. Kim bilir, bu civanmert yüreklerde birikmiş, kimselere itiraf edemedikleri nice anıları vardı onların. O gün, arkadaşımın yüzündeki korkuyla karışık endişe dalgasını sessizce izleyen gözlerim, suskun bir ölü gibi önüme düştüğünde anlamıştım bunu.

Adı “dağ Türkü’ne” çıkan arkadaşlarım

 Arkadaşlığın ne ırkı olurdu, ne teninin rengi, ne dili, ne de inancı.. Hiçbir şey bozamazdı, henüz para ve mülkiyet dünyasıyla tanışmamış dostlukları, arkadaşlıkları. Her ne kadar yıllarca, tek bir ırk ve ulus kavramı üzerinden gurur duymamız öğretilse de bizlere, yine de arkadaşlık başkaydı işte.

12 Eylül 1980’de, televizyonlardan onların Kürt değil de, “kırt” olduklarını öğrendiğimde hiç şaşırmadım. 700 bin kişilik orduyu yöneten ve sonradan bir ülkenin kaderini belirleyecek olan en rütbeli generalin ağzından duyuyordum bunu; dağlarda, karda yürürken ayakları “kart” “kurt” diye ses çıkaran dağ Türkleriymiş meğer benim arkadaşlarım..

Adı “dağ Türkü” ne çıkan arkadaşlarımın o masum çaresizliğine olan sempatim sonraki yıllarda da devam etti. 12 Eylül’ün sonraki aylarında Adıyaman’ın bir dağ köyünde öğretmenlik yapan ablama giderken beni yolda karşılayan köy azası Şeyho, bu sempatinin belki de doruk noktasıydı. Toprağı erozyona uğramış taşlı köy yolunda, ince, uzun boyu ve siyah şalvarı içinde, otuz iki dişiyle yüzünde gülümsemesi hiç eksik olmayan biriydi Şeyho. Ellerini, önünde mahcup bir edayla kavuşturmuş, bendenizin karşısında boynunu kırmış, sevecenlik dolu ışıl ışıl gözleriyle köylerine hoş geldin diyordu... Kus kurban olur gibi bir hali vardı; sanırsın 18 yaşında toy bir delikanlıyı değil, sanki bir kralı, şahı karşılıyordu Şeyho… Onun, o masum saflığının sadece ona özgü değil, aslında köyün tüm halkına ait olduğunu gecikmeden öğrenecektim. Köylerden zoraki silah toplayan 12 Eylül cuntasının estirdiği korku fırtınası tanığımdı; giderek kendi köylerine yaklaşan askerlerin “silah teslim edin” talebine köylüler ne yanıt vereceklerini tartışıyorlardı… Eski çakaralmaz silahlarını, dede yadigârı tüfekleri ve Rus beşlilerini, köy muhtarı ve ihtiyar heyetiyle birlikte okul öğretmenin evinde yaptıkları toplantıda, öğretmene de danışarak karar vermeyi sağlayan arka planı olmayan bir saflıktı bu.

Ankara’ya döndüğümde, haber ardımdan tez gelmişti; yeşil kasırga ablamların köye ulaştığında, teslim edilen onca çakaralmaz silah, eski tabanca ve tüfek ikna edememişti askerleri. Gülerken 32 dişiyle birden gülen, o en sevimli haliyle sempati dünyamın doruğundaki köy azası Şeyho, götürüldüğü karakolda kolu ve bacağı kırılmış olarak köylülere teslim edilecekti…

Vesile’nin çaresizliği

2012 yılı Mayıs ayıydı. Bir belgesel filmin çekimleri için gittiğimiz Diyarbakır’da, yolumuz bir dağ köyüne düşmüştü. Film ekibinin çekimler için köy içine indiği bir sırada, konuk olduğumuz yoksul Kürt evinin tek gözden ibaret odasında, 13 yaşındaki Vesile’yle yalnız kalmıştım. Üçü genetik bir hastalığa sahip, yedi çocuklu ailenin en büyüğüydü Vesile. Onunla, duvarları badanasız o küçük odanın ıssızlığında aramızda geçen iletişim, göğsümü tutuşturacak denli bir ateşin bütün bedenimi sarması gibiydi. Üçüncü sınıfa gittiğini öğrendiğim Vesile’yle, diyaloğumu duvardaki takvimin yazısı üzerinden kurmaya çalışmıştım. On üç yaşındaki bir kız çocuğunun, beyaz bir duvar önünde birkaç kelimeden mürekkep basit bir cümleyi okuyabilmek için, ıkına sıkıla çaresizce kıvrandığını görmemle buruk bir hezimete dönüşmüştü çabam. Kendisiyle iletişim kurmanın eğlenceli ve basit bir yolu olarak gördüğüm o birkaç kelimeyi okutmak, Vesile’ye ayaküstü bir işkence gibi gelmişti. Kalbi buruk Vesile’nin kızaran yanaklarındaki mahcubiyeti oracıkta görmezden gelmiş ve onun masum çaresizliğini bir bıçak yarası gibi göğsüme gömmüştüm. Sonradan öğrenecektim; onun ilkokula başlarken Kürtçe’den başka bir dil bilmediğini; sesleri bir uğultu gibi kulaklarına çarpan ve ne dediğini anlamadığı öğretmeninin Türkçe dışında konuşmayı yasak ettiğini… Vesile, henüz anasının karnındayken işittiği, doğduktan sonra da kulaklarını okşayan, ninnileriyle uyuduğu, ağıtlarıyla oyalandığı bir dilin çocuğuydu; O, çocuk ruhunu okşayan, anasının şefkatli dilinden mahrum, başka ve yabancı bir dile mahkûm kalarak öğrendiği Türkçe’siyle okumaya çalışıyordu duvardaki takvim yaprağını… 

***

Geçenlerde aralarında Antropolog Müge Tuzcuoğlu’nun da bulunduğu 19’u tutuklu, 27 kişinin yargılandığı 'KCK' davasında savunmalar alındı. Mahkeme heyeti, Türkiye'nin kurucu antlaşması Lozan’ı da (Madde. 39) çiğnemek pahasına, sanıkların Kürtçe yaptıkları savunmalar için “ne dedikleri anlaşılamamıştır” diyerek “kaçma şüphesi” gerekçesiyle tutukluluklarının devamına hükmetti…

Tarihin en büyük imparatorluklarından birini kurmuş köklü bir devlet geleneğinin, 21. yüzyılda sergilediği bu arkaik tutumun trajikomik hikâyesinin özeti... Devasa bir imparatorluktan hayatta kalmaya çabalayan bir ulus devlete geçiş travması; askeri cuntalarla beslenmiş bir rejim, ötekileri yok saymayı büyüklük, otuz yıldır akan kanı olağan gösterme çabasında bir zihniyet…

***

Bir büyük sonsuzluk evreninde, giderek soğuyup küçülmekte dünyamız. Biz görür müyüz bilmem. İşte böyle bir yeryüzünün kaynaklarını adil ve hakkaniyetli bir şekilde paylaşmasını bilecek kadar gelişmiş, gerçekten uygar olan ileri bir kuşağın çocukları eminim görecektir. Milyonlarca yıl öncesini bugünden araştıran sosyal antropoloji, gelecekte insanın insana hükmetmeden yaşayacağı bir dünyanın da bilimi olmaya devam edecektir. Ve işte, o günden geriye doğru baktığımızda, milyonlarca yıl öncesine varmadan önceki zaman çizelgesinin, 2012 yılını işaret eden noktasında tarih kitapları belki de şöyle yazacaktır:

“Ne dediği anlaşılamayan halk; Kürtler”

http://bianet.org/biamag/insan-haklari/142492-vesilenin-caresizligi

http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1110103&CategoryID=99

Yusuf Nazım
Twitter : @yusufnazim

9 yorum:

  1. Sevgili Yakup, her yazın bize unuttuğumuz pek çok şeyi tekrardan hatırlatıyor mesela 'kırt' gibi ve eline sağlık, yüreğine sağlık bizleri bu yazılardan mahrum etmediğin için teşekkür ederiz IŞIK

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Işık, çözülmemiş sorunlar tarihin küflü karanlığına bırakıldıkça, içten içe büyüyor ve bir gün kapımızı yeniden çalıyor. Bireylerin unutması kötüyse, toplumların unutması bir faciadır. Belleğini kaybetmiş bir toplumun eninde sonunda gideceği yer ise koyu bir karanlıktır..

      Yüreğindeki ışık hiç sönmesin, olur mu..

      Sevgiyle

      Sil
  2. Evet İlkel bir anlayıştan dolayı dilinin bütün zenginliklerine rağmen "Ne dediği Anlaşılmayan" bir halk Kürtler. Beni İlk okkul sıralarına taşıdı yazdıklarınız abi. Pis kürtler diye aşağılayan ilk okul öğretmenimi hatırladım. Belki de bir çok arkadaşımın eğitimden vazgeçmesine sebep oldu.
    Kuzenim Batman'da bir yatılı okulda öğretmenlik yapıyor. Bir kaç yıl önce göreve başladığında bir gece nöbetçi iken yatakhanede ağlayan sekiz yaşındaki bir çocuk bulmuş. Niye ağlıyorsun diye sordukça çoğun daha çok ağladığını anlattı. Ne yapacağını şaşırmış. En sonunda çocuğun Türkçe bilmediğini düşünüp kürtçe neden ağladığını sormuş. Çocuk sakinleşti ve bataniyesini çaldırdığını söyledi. Diye anlattı. Can acıtıcı bir olay bu. Yazık ki anadili ile büyüyen bütün kürt çocukları bu travmayı hala yaşıyor...

    YanıtlaSil
  3. Teşekkürler Fatma,
    Maalesef oyucu yorumlarında da benzer hikayelerin hep anlatıldığını görüyorum..
    Sevgiler

    YanıtlaSil
  4. Vesile'nin Çaresizliği aslında benim,bizim hikayemiz.Ne çok şey tanıdık,safi sevgi ve dostluk Şeyho,dilsizliğin (varlığının,yokluğunun)çaresizliği Vesile.Bırakın kendisini ,haki elbisesinin bile nutukların tutulmasına yettiği o umarsız ve kimsesizlik zamanları...sorgusuz yargısız kaybedilmeler.
    Bir anı,çocukluğumun yedi sekiz yaşları.Köyde bir telaş,bir panik havası,yolun karşısındaki yamaçta düşe kalka kaçmaya çalışan bir adam.Rüyada gibi,hani koşarsınız,koşarsınız ama hiç mesafe alamazsınız öyle işte.Bakıyorum tekrar "ayakları birbirine dolaşmak" bu deyim o an genç adamın halini anlatabilecek en iyi ifade. Köyü asker basmış,onu almaya gelmişler.Suçu...Suçu Kürtçe kaset dinlemekmiş.Büyük suç.O genç öğretmen benim Ayhan ağabeyim,halamın oğlu.

    YanıtlaSil
  5. Yukardaki yorum bana aittir
    Zenda RU

    YanıtlaSil
  6. Değerli yorumun için teşekkürler Zenda,

    Vesilenin çaresizliği, aslında bizim de çaresizliğimizdi.Yaşadık ama fark edemedik, tanık olduk ama itiraf edemedik, itiraz ettik ama değiştiremedik...

    Bedeli ağır oldu, belki de bir kuşağı bu yüzden kaybettik. Kim bilir bir kuşakla birlikte geleceğimizi de kaybettik... Şimdi, her şeyin mala ve mülkiyete tahvil edildiği bir dünyanın çocukları olarak sonu gelmez bir yarış içindeyiz. Şairin dediği gibi;

    Kendi kendimizle yarışmadayız gülüm
    Ya ölü yıldızlara hayatı götüreceğiz
    Ya da dünyamıza inecek ölüm!

    Sevgiyle

    YanıtlaSil
  7. Yazdığınız bu yazının bende yarattığı içselliğe değinmeden önce sevgi ve saygılarımı sunuyorum umarım iyisinizdir. Sizi geç tanımış olmanın vermiş olduğu üzüncü ve tanımış olmanın verdiği sevinci paylaşmak isterim. Yazdığınız yazılardan eminim ki her Kürt genci ve ya bölgede yaşayan halk kendine bir pay çıkarmıştır, okuduktan sonra şöyle bir kaç saniye geçmişin seyrine dalarak dudak bükmüştür. Evet küçükken yaşadığım bi anı paylaşayım konuya örnek olması açısından. İlkokul 3. Sınıf öğrencisiyken (gözde öğrencilerdendim) sesimin gür ve hitabetimin güçlülüğünden dolayı özel gün ve haftalarda şiirler ve iki güne bir rutin andımızı okurdum. Evde kürttüm. Okulda türk. Bunun vermiş olduğu çocuk zihnimdeki karmaşa dışavurdu. Bir gün andımızı okurken ne mutlu türküm diyene diyecekken kafamda evde Kürt okulda Türk diyeceksin unutma sesleriyle ne mutlu Kürt türküm diyene dedim. Hiç bir öğrencinin cesaret edemediği bir söylem istemeden dilimden dökülüvermişti. Öğrenciler sevinirken bazı öğretmenlerde tebessüm etmişti. Fakat adını dahi bilmediğim bir öğretmen tutup beni idari bölüme çekmiş ve var gücüyle tokatlamıştı. O Tokat'ın bana değil hakkını hayatının herhangi bir alanında aramak isteyen Kürt halkına atıldığını çok sonraları anladım.
    Seyhoya gelince o dönemden çok sonrası ama zihniyet aynı, evet o hal döneminde akşamları ışığı açık olan ev baskın yerdi , saat beşten sonra dışarı çıkan birçok insan hala yok aramızda. Şu müzik olayına gelince düşününce ancak tebessüm edebildim bende sanırım hala o ezilmişlik var , hala kendi dilimden müziği bildiğim kişilerle dinliyorum.
    Merkezlerde değil ama köylerimizde ana dilden dolayı ifade sorunu yaşayan türkçeyi beşinci sınıfta çözen çok öğrenci var. Okumayı 12 sinde çözen birinin psikolojik olarak akranlarından ezik olması gayet tabidir.
    Bu yazdıkların bana gurur verdi kalemin her daim keskin olsun diyor, yazıların devamını diliyorum.

    YanıtlaSil
  8. Sevgili Mehmet merhabalar,

    Ben de seni tanımaktan çok mutlu oldum. Film turnesinin Batman ayağında göstermil olduğun samimi ilgi ve destek için de ayrıca teşekkürler.

    Yazıdan bu kadar etkilenmen doğal.. Başka dilden, kültürden, hayattan her insanın şu yeryüzü parçasında muktedir olanın elinden çektiği acılar hep aynıdır. Yaşanan bu acılarda biriken öyküler hep aynı şeyi anlatır...

    İnsanların diline, dinine, ırkına, milliyetine, cinsiyetine ya da başka bir özelliğine göre ayrıştırlmadığı bir dünya dileğimle.

    YanıtlaSil

yusuf.nazim1@gmail.com