Yusuf Nazım
15 Ağustos 2025
28 Mart 1923, Casene, Süleymaniye
Zaman, avuçlarındaki paslı manivelanın ucunda, asılı durmuş gibidir. Mağaranın
nemli duvarları arasında kendine yer bulmuş, üzerinde ustasının çekiç izlerini
taşıyan dövme demirden yapılı gövde, adamın ayak hareketleriyle ileri geri
sallanıp durmaktadır.
Baskı plakası olanca ağırlığıyla aşağı iniyor; hareket eden frisket çerçevesi,
hafif bir hışırtı, platen’in sesi; ağır ağır dönen merdane. Siyah mürekkep,
diskin üzerine barut üfler gibi püskürürken, kurşun harfler birer mermi gibi
inmekte, altındaki kâğıda arsız kelimeler mühürlemektedir.
Ahmet Hewîca, merdaneden çıkan ilk
sayfayı heyecanla eline alır, sayfanın başlığına dikkatlice göz gezdirir:
“Bangi Haq” diye mırıldanır,
parmaklarını bu iki sihirli kelimenin üzerinde şefkatle dolaştırır.
“İşte bu!” der, “Hakikatin Sesi”
Kayaların kalbindeki matbaa
Irak'ın Süleymaniye kentinin kuzeydoğusunda, 1.660
metre rakımlı tepe. Etrafı sarp kayalıklarla çevrili bu tepenin 775 metre
altında bir mağara. Girişi üçgen biçiminde, içi iki bölmeli, toplam uzunluğu
yaklaşık 40 metre, genişliği 9 metre, tabanı ise 7 metre yüksekliğinde. Ön ve
arkada birbirine bağlanan iki oda şeklinde bir açıklık vardır.
Burada, bundan tam 102 yıl önce, “mağara içi basım tesisi” sayılabilecek küçük
el tipi matbaada basılan, Kürt ulusal hareketinin ilk devrimci gazetesidir.
Kürtçe ilk yeraltı basını sayılan “Bangi
Haq’ın” editörlüğünü Ahmet Hewîca
(Ahmad Khwaja) üstlenmiştir.
“Bangi Haq”, Kürt devrim hareketinden
yana, bağımsızlık için ideolojik olarak silahlı direnişi savunan bir gazetedir.
Geçit vermez sarp kayalıkların arasında, gözlerden ırak mağara içindeki bu
küçük matbaa, modern Kürt özgürlük mücadelesinin yayınevi işlevini görecektir.
Tarihin dip akıntısından beslenerek bir hakikat çağrısı olarak yayın hayatına
başlayan bu yeraltı basının hikâyesi, Osmanlı sonrasında İngilizlerin,
Kürdistan bölgesindeki sömürgeci emelleriyle başlar.
İngilizlerin bölgede kurduğu kukla rejimle birlikte, Kürtlere verilen özerklik
sözünün tutulmaması üzerine Şeyh Mahmud
Berzenci liderliğinde Bağımsız
Kürdistan Krallığı ilan edilir. Kürtçe dilinde gazeteler çıkarılır, bayrak
bastırılır, vali atamaları yapılır. İngiltere, hem Musul petrolleri üzerindeki
denetimlerine hem de sömürgeci otoritesine bir tehdit olarak gördüğü bu hareketi
bastırmaya karar verir.
Şubat 1923’te, İngiliz uçakları Süleymaniye şehrini bombalar. Camiler, evler,
pazar yerleri hedef alınır. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar panik içinde kenti
terk ederler. Bu, Orta Doğu tarihindeki sivil yerleşimlere karşı ilk hava
saldırılarından biri olarak kayıtlara geçer.Ortada, oturur vaziyette siyah kaftanlı
Şeyh Mahmud Berzenci, savaşçılarıyla birlikte
Baskılar karşısında birçok yerel ileri gelen teslimiyet önerirken Şeyh Mahmud, silahları bırakıp teslim
olmayı reddeder. O, ölüm ya da teslimiyete karşı halkı direnmek üzere dağlara
çağırır. Mahmud’un, direnişin karargâhı olarak belirlediği yer ise 1.660
rakımlı tepenin altındaki Casene
Mağarası’dır.
1930’lar sonrası Baas rejimi döneminde de Peşmerge için yeraltı direniş
sığınağı olarak kullanılan mağara, böylece modern Kürt özgürlük hareketinin
sömürgeciliğe karşı silahlı mücadeleye başladığı sembolik bir yer olarak tarihe
geçmiştir.
Tarihin
aynasında Casane’nin çığlığı
11 Temmuz 2025, Irak, Süleymaniye, Dukan ilçesi, aynı mağara
102 yıl önce, Kürt devrim hareketini
savunmak üzere, bağımsızlık ve direnişi yanlısı “Bangi Haq” gazetesinin basıldığı mağara turizme açılmıştır.
Önceden silahlı peşmergelerin sekerek mağaraya girdiği keçi yolu yerine taş
basamaklardan oluşan bir merdiven yapılmıştır. Mağaranın önüne kadar gelen ve
burada iyice genişleyen yol, tören yapılacak bir meydan olarak düzenlenmiş,
oturma yerleri hazırlanmış, orta yere dev bir metal kazan yerleştirilmiştir.
Zaman birçok şeyi silip süpürse de,
insan aklının gezegene zerk ettiği kötülük devam etmektedir. Hükmedenle
direnen, bastıranla itiraz eden, ezenle ezilen arasındaki mücadele azalıp
çoğalarak, hız kesip şiddetlenerek, biter gibi olup yeniden başlayarak
süregitmektedir.Casane Mağarası düzenleme çalışmalarından
1984 yılında, Bağımsız ve Birleşik
Kürdistan hedefiyle silahlı mücadeleye başlayan PKK örgütü, devletle girdiği 41
yıllık savaşı sona erdirmeye karar vermiştir. Bunun için Casene Mağarası’nın önünde simgesel bir tören yapılacaktır.
Saatler 11.30’u gösterdiğinde mağara girişindeki merdivenlerden ellerinde
silahlarıyla sıra halinde militanlar gözükür. Yüzlerinde tarihsel bir hüznün
çizgileri, sanki Avaşin’den, Dorşin’den, Deşta Farqini’den, Çiyaye Reş’ten çıkmış
geliyor gibidirler. Kararlı adımlarla yürüdükleri meydanın ortasında,
silahlarını dev kazanın içine atıp tutuşturduktan sonra manifestolarını
bırakarak çekip giderler...
“Bangi Haq”, Kürt devrim hareketini
savunan, bağımsızlık ve direnişi yanlısı bir gazeteydi. Onun ilk sayısının
yayımlandığı Casene Mağarası,
Güneyli Kürtler için tarihsel anlamda bağımsızlık ve direnişin sembolü olmuştu.
Tarih, kimi zaman hikâyesini garip cilvelerle anlatırdı bize. 102 yıl önce
Güneyli Kürtler için bağımsızlık ve direniş ateşinin yakıldığı Casene, 102 yıl
sonra Kuzeyli Kürtler için silahların bırakılarak aynı taleplerden vazgeçildiği
sembolik bir yere dönüşür.
Hemingway’in
Silahlara Veda’sı
Ernest Hemingway’in Silahlara Veda (A
Farewell to Arms) adlı romanı, Birinci Dünya Savaşı’nın kaotik ortamında geçen,
hem savaşın anlamsızlığını hem de bireyin içsel trajedisini konu edinen
derinlikli bir eser.
Hemingway’in romanında “silahlar” savaşı
ve militarizmi; yıkımı, şiddeti ve ulusal çılgınlığı simgeler.
Savaşın ilk başlarında Frederic Henry,
tarafsız görünse de zamanla savaşın saçmalığına, emir-komuta zincirindeki adaletsizliklere
ve insanların ölümüne tanık olur ve savaştan içsel bir kopuş yaşar. Özellikle
Caporetto bozgununda kendi ordusu tarafından yargısız infaza uğramaktan kıl
payı kurtulması, onu bu “silahlı delilikten” soğutur.
Sonunda Frederic, orduyu terk eder. Bu,
fiziksel bir firar değil, aynı zamanda ruhsal bir “silahlara veda”dır.
Frederic’in, savaşın anlamsızlığına
karşı tek sığınağı aşktır. Bu, adeta “silahlara veda, aşka merhaba” demektir.
Catherine ile birlikte dağlara, İsviçre’ye kaçışları, hem savaştan hem
geçmişlerinden hem de insanlıktan uzak bir cennet arayışıdır.
Kendi modern çağımıza dönersek…
1945’te Yunanistan’da partizanlar,
gönülsüzce silah bırakırken, çok değil bir yıl sonra yeniden silaha sarılmak
zorunda kalıp, 4 yıl sürecek yeni bir iç savaşta dramatik bir yenilgiye
uğrayacaklarını öngörebilmişler miydi?
Ya da, tarihin sığınak kapısından ağır
adımlarla çıkıp, bir çağdan başka bir çağa süzülür gibi geldikleri bir
meydanda, trajik bir törenle silahlarını yakan bu insanlar, içine süzüldükleri
bu yeni çağda, hayallerinde besledikleri cenneti bulabilecekler midir?
Peki ya silahlar? Veda edilen o silahlara ne olacak? Dünyanın ötekileri, bir
zamanlar çeşitli sebeplerle sarıldıkları o silahları yakarken, dünyanın
egemenleri, ürettikleri bunca silahı ne yapacaklar?
İster insanın kellesini bir saniye içinde koparıp atan bir ortaçağ giyotini
olsun, ister göz açıp kapatıncaya dek kafatasını paramparça eden ateşli bir
silah, isterse de dakikada 1 milyon 620 bin mermi kusan Metal Fırtınası adı
verilen otomatik tüfek… Veyahut binaları kökünden söküp atan, insanları onar
onar, yüzer yüzer, biner biner, on biner on biner topluca imha eden diğer ölüm
silahları olsun.
Ya bunlar? Bu silahları üretenler? Ürettikleri korkunç ölüm silahlarıyla
kendilerine şaşaalı bir gelecek yaratmak uğruna yeryüzünü cehenneme çevirenler?
Onlar da silahlara veda edecek mi?
Yoksa ölüm kusan silahlarını Irak’a, Libya’ya, Ukrayna’ya, Suriye’ye veya başka
bir yeryüzü parçasına; örneğin Filistin’e ve Gazze’ye taşımaya devam mı
edecekler?
Barış üzerimize olsun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com