20 Eylül 2024 Cuma

Aklın ayak izleri’nde yolculuklar (6) | Yüz karası değil, kömür karası

Yusuf Nazım
T24 | 20 Eylül 2024

Aklın Ayak İzleri’nde yolculuğumuzun Karadeniz’deki son durağı Karadeniz Ereğli.

Güzergâhımızdaki Fatsa'da Terzi Fikri’nin yol arkadaşı sevgili Ahmet Özdemir karşılıyor bizi. Hozat'a gidecekmiş. Geleceğimizi öğrenince bir gün erteliyor gidişini. Dostumuz, önceden ayarlamış, geceyi öğretmen evinde geçiriyoruz.

Fatsa deyince Terzi Fikri geliyor akla. Fatsa’da, tüm partilerin desteklediği bağımsız belediye başkanı Fikri Sönmez, halk belediyeciliğinin en güzel örneklerinden birini sergilemişti. 12 Eylül askeri darbesi öncesi, dönemin başbakanı Süleyman Demirel tarafından bizzat hedef gösterilmiş, tarihe Nokta Operasyonu olarak geçen askeri bir harekâtla halkın belediyeciliğine son verilmişti. Terzi Fikri “Ben ne yaptımsa halkımla beraber halkım için yaptım” sözünü tarihin sayfalarına kazımıştı.

Terzi Fikri'nin mezarı,
Kabakdağı Köyü, Fatsa
Ertesi gün Terzi Fikri'nin Fatsa’nın Kabakdağı Köyü’ndeki mezarını ziyaret ederek devam ediyoruz yola.

Dışarıda deli dalgalar

Önümüzde Sinop. Bafra'dan geçiyoruz. Kızılırmak, 20 kilometre sonra denize dökülmek üzere Bafra'nın içinden nazlı nazlı akıp gidiyor.

Sinop'ta İl Tarım Müdürlüğü'nün konuk evinde kalacağız. O gün Sinop Cezaevi'ni ziyaret ediyoruz. Hayatımda bu kadar erişilebilir bir yapı kompleksi görmedim. Mimarı, öylesine özenle dokunmuş ki her noktasına... Merdivenlerden inip çıkarken gözün fark edemeyeceği rampalar yapılmış. Tam erişilebilir, mükemmel bir tasarım.

Cezaevinde, Sabahattin Ali'nin kaldığı koğuşu görüyoruz. “Dışarıda deli dalgalar, gelir duvarları yalar” demişti ya şair. Denize sıfır olan Sabahattin Ali’nin kaldığı koğuşun duvarlarını artık dalgalar yalamıyor. Doymak bilmez bir iştahla gezegeni kemiren insan türünün marifeti burada da zuhur etmiş. Şehrin içini yiyip bitirdikten sonra adım atacak yer kalmayınca, çareyi denizi doldurmakta bulmuşlar. Cezaevi dış duvarları ile deniz arasındaki dolgu alanına meydan yapmışlar. Meydana, faili meçhul cinayete kurban giden gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun adını vermişler. Bu arada sahilin bir bölümü de ticarete açılmış.

Sahi, bir devlet kendi şairini öldürebilir mi? Peki, öldürdüğü şairinin heykelini o şehrin meydanına diker mi? Diker! O meydanın hemen yanı başındaki Kültür merkezine onun adını verir mi? Ülkenin adı Türkiye ise pek âlâ mümkün bunlar. Dalgaların sesini dinleyerek şiirler yazdığı hapishane hücresinin hemen önündeki Uğur Mumcu Meydanı’nın tam ortasında büyükçe bir heykeli dikilmiş şairin. “Beni öldürdünüz ama şiirlerim yaşıyor” der gibi bakıyor Karadeniz’e. Meydanın bir ucunda ise Sabahattin Ali Kültür Merkezi... Cezaevinin hemen karşısında ise yüksekçe bir kaide üzerinde Sinoplu Diyojen. Elinde feneriyle insanı değil de insanlığı arıyor gibi...

Sabahattin Ali yontusu, Uğur Mumcu
Meydanı, Sinop
O gün bir şey daha yapmamız gerekiyor. Şahin Tepesi’ne çıkacağız. Sinop’un merkezinden Karadeniz’e bir at başı gibi uzanan yarımada. Şahin Tepesi’ne çıkmak için yol yordam ararken karşılaşıyoruz onunla: Burhan Demirbozan. Şahin Tepesi’nde yaralı bir şahin. Hiç tanımadığı bizleri bir inatlaşma üzerine evine davet ediyor. Eve giriyoruz ki bir de ne görelim. Evin bütün odaları Türkiye ve dünya solunun/edebiyatının sembol resimleriyle dolu. Yüzlerce resim, zengin bir kütüphane karşılıyor bizi. Çaylar, kahveler kesmiyor hızımızı, kahvaltıyla devam ediyoruz sohbete. Çocukluğundan öyle bir hikâye anlatıyor ki Burhan, tüylerimiz diken diken, kanımız donuyor adeta. “Radyo kırıldı” diye mırıldanıyorum, “öyküsünü yazmalıyım bunun...” Yazacağım!

Arkamızda, yeniden uçabilmenin düşleriyle yaralı bir şahin bırakarak ayrılıyoruz.

Yüz karası değil, kömür karası

Sonunda Ereğli'ye varıyoruz. Eski memleketim. Mühendislik yaptığım yıllarda ülkenin en büyük yazılım projesi için on yılımı verdiğim; demirine, cürufuna, tozuna hayali bir eşkıya gibi sızdığım o şehir...

Uzaktan bakıyorum şehre. Güneş, kükürtlü dumanlar arasından ağır ağır denizin koynuna sokuluyor. Şehrin arkasında yemyeşil ormanlar, üç yan deniz. Akşamın alacakaranlığında Baba Burnu hep sessizliği solumakta. Aşağılarda, Kırmacı’nın eteklerinden kıvrıla kıvrıla uzanan asfalt yol Kilimli’ye doğru uzanıyor. Yıllar yılı Armutçuk’un kömürüyle Erdemir’i beslemek için kullanılan demiryolundan eser yok. Hurda niyetine satmışlar! Çeştepe’nin yabanıl ıssızlığı her zamanki gibi çekici ve mağrur. İşte şu tepenin arkasında Kestaneci Köyü. Aşağılara doğru döne dolana inen toprak yol eski bir öyküyü çağrıştırıyor gibi. Asarlık Tepesi’nde bir madenci fenerinin aydınlattığı mezar, boylu boyunca uzanırken etrafa ıhlamur kokuları yayılıyor.

Sonunda varıyoruz. Sevgili Halis, Kandilli Konukevi’nde oda ayırtmış. Fercan ve ben konukevinde kalıyoruz. Serhat ise Kandilli’deki şair dostumuz Salim Çalık'ın evinde. Eski anıları yâd ediyoruz. Çetin ve Mine Ereğli’yi, Alaplı’yı, Akçakoca’yı maden şirketlerinin pençesinden koruma savaşına iki gün ara vermişler. Piknik için son hazırlıklar tamam. Ereğlili dostlarla yorgunluğumuzu rakıyla hafifletip, sohbetimizi mangal ateşinin közlerinde ısıtıyoruz.

Ertesi gün Ereğli'de eski anıların peşinde iz sürüyorum. 90’lı yıllarda ilk öykülerimi yazdığım, ilk gazete yazılarıma başladığım şehir. Çeliğin demiri dövdüğü, cevherin kora dönüştüğü, sinter tozunun ciğerlere doluştuğu yer. Yarım yüzyıl öncesine gidiyor aklım:

O hikâyeler ki madenci sofralarına konuk olmuş, kara taşın esrarına ilişkin nice anlatılar dinlemiştim. O hikâyeler ki peşi sıra gitmiş, an olmuş dilimi yutmuş, an olmuş kömür tozu solumuş, denizin altında 580 metrelere inmiştim. Yüz karası değil, kömür karası insanlar tanımıştım. Gözlerinde sabır, ellerinde nasır, yüreklerinde kahır taşıyan insanlar…

Nasıl yaşamıştım bu kenti ben? Ciğerlerime tarifsiz heyecanlarla soluduğum öyküler hangi sırların eseriydi?

Denizin, yeşilin koynuna büyük bir ihtişamla sokulduğu bir coğrafyayaydı yolculuğum. Ne yana gitsem madenci köylerine düşerdi yolum. Hikâyeler dinleyip öyküler topluyordum. Kazmayı vurdukça kazıyor, kazdıkça derine, daha derine iniyordum.

Geçmişin labirentlerinde dolaşırken aklım, hafızam İ.Ö 401 yılına götürüyor beni:

Lidya’nın Sardes kentinden yola çıkan bir ordu. Mezopotamya içlerinden dönüyor Onbinler. Ah Ksenephon! Tarihin küfeleri sırtındayken hangi talih sana bağışladı bu ömrü? Adımlarınla kan revan içinde Orta Anadolu’yu boydan boya geçmek hangi tanrının emriydi?

Samsun’dan gemilerle Sinop üzerinden İnceburun’u geçerken sen de Şahin Tepesi’ne uzaktan baktın mı? Binlerce yıl sonra orada, dalgaların duvarlarını dövdüğü zindanda bir şairin, on yıl boyunca mahpus kalacağını hayâl edebildin mi? Baba Burnu’nu geçip Heraklia; yani bugünkü Karadeniz Ereğli’de Mısırlı Krispos’la karşılaştın mı? Ölüler ülkesi Hades’in kapısını bekliyordu Kerberos. Onu yeryüzüne çıkarmaya ant içmiş Herakles’i işittin mi?

Anılar diyarından dönüyorum. Ömrünün bahçesinde nice anılar biriktirdiğim bu ilçe, bu kasaba bir kez daha bana kucak açmış. İşte, bir kez daha seninleyim ey şehir!

Kandilli’nin orta yerinde genişçe bir çukurluk. İlk yapıldıkları haliyle kalmış sanki her şey; soyunma odaları, kabinler, duşlar, lambahane… Biraz ileride, Armutçuk Lavvarı’nın taşa, toprağa, toza bulanmış görüntüsü eski zamanların hüzünlü hikâyelerini anlatıyor. Baca ağzı yorgun suretleriyle son vardiya işçilerini kusmakta. Başlarında madenci fenerleri, baretler; çamur ve balçık içinde çizmeleri. Kömür karası yüzlerinde ışıl ışıl bakışları, bembeyaz gülüşleriyle umutları hayâl dokuyor. Karanlık dehlizlerden o gün de sağ salim yeryüzüne çıkabilmenin ürkek ve tedirgin bakışları var. Ustabaşıları somurtkan, puantörler hesap peşinde, ekipler dermansız… Sanırsın, başka bir dünyadan gelmiş gibi suretleri, sanki başka bir dünyanın insanları bunlar...

Tanrı zamanda yolculuk

Aklın Ayak İzleri, söyleşi ve imza etkinliği, Penguen Kitapevi
Söyleşi için Penguen Kitabevi’nde buluşuyoruz. Taşın ve kömürün ustaları çıka gelmişler. Çeliğe su verenler buradalar. Eğitimin, sanatın, hayatın emekçi dostları doldurmuşlar salonu. Bu sefer hikâyeler, çeliğin demiri dövdüğü, kazmanın kömüre vurduğu bir kentin eteklerinde akıyor.

4-5 milyon yıl süren yarı su, yarı karasal bir yaşam, iki ayak üzerinde yürümeye yönelen bazı primat türleri, zamanla bu değişime ayak uyduran embriyolar; fetüsün rahim içinde 180 derece dönmesi, buna bağlı olarak büyüyen beyin ve zamanla akıllı, zeki, daha zeki ve korkunç zeki bir tür olarak ortaya çıkan insan...

Sonunda, içine doğduğu gezegene meydan okuyan; doğaya ve diğer canlılara karşı acımasız bir üstünlük sağlayan bu yeni türün, yeri geldiğinde nasıl durdurulması güç bir yok ediciye dönüştüğünün dramatik hikâyesi...

Ve Oktay Kaynak’ın sorduğu, yanıtı belirsiz, iddialı bir soru; bir şempanze embriyosu, insan rahmine aktarıldığında nasıl gelişir? Aklın Ayak İzleri’nde çıkılan uzun, uzun olduğu kadar gizemli bir yolculuğun soruları bunlar.

Aklın Ayak İzleri’nde çıktığımız yolculuğun sonundaydık. Gerçekte ise insan türünün yolculuğu devam etmekteydi. İçine doğduğumuz bu evrende zaman bir tanrıyı andırıyordu. Önüne gelen her şeyi yutuyor, öğütüyor, değiştiriyor... Değiştiriyor ve yeniden var ediyordu. Hangi esrarengiz yollardan geçerek gelmiştik, nasıl bir sona gidiyorduk? İnsan aklına musallat olan kötülük neyin eseriydi?

İçinde yol aldığımız bu serüven tanrı zamanda çıkılan bir yolculuk gibiydi. Var olmanın öncesinden, yok olmanın sonuna uzanan, aklın ayak izlerinde bir yolculuk... Karanlık, sınırsız, gizemli... 

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/aklin-ayak-izleri-nde-yolculuklar-6-yuz-karasi-degil-komur-karasi,46428

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yusuf.nazim1@gmail.com