5 Eylül 2024 Perşembe

Aklın ayak izleri’nde yolculuklar (3) | Karadeniz kadar asi

Yusuf Nazım
T24 | 2 Eylül 2024 

Aklın Ayak İzleri’nde çıktığımız yolculukta Ovacık ve Dersim’i geride bırakmıştık.

Yolculuğumuzun yeni durağı Şavşat. Aslında planımızda olmayan bir yerdi burası. Lâkin güzel insanlar her yerde varlar. İyi ki varlar. Ve biz gittiğimiz her yerde karşılaşıyoruz onlarla. Dostluğunu, sıcaklığını esirgemiyor, kucak açıyorlar bize. Sözcüklerin bir ucundan tutuyor, düşlerimize renk veriyor, umudumuza yelken oluyorlar. Şavşat’ın yaylalarından Ali Yüksel ısrar ediyor, buralara kadar gelmişken bir söyleşi de burada yapalım...

Neden olmasın? Sonuçta akçelerin, ihalelerin, pazarlıkların dünyasında değiliz. Sözcüklerin, imgelerin, kitapların özgür evreninde yol alıyoruz. Ve hayalleri, hayallerimiz olan güzel dostlarla buluşuyoruz. Hep güneşin sofrasındayız, hem dost sıcağındayız, hep insan kokuyoruz.

4 Temmuz’da güneş bir güne açıyoruz gözlerimizi. Kura Nehri’ni geçerek Ardahan Ovası’ndan ilerliyoruz. Baharda karlar eridiğinde göz alabildiğine suyla dolan ova şimdi yeşilin bütün tonlarıyla kucaklaşmış. Hayran hayran bakıyoruz. Eski Gürcü köyleri Değirmenli ve Sulakyurt’u teğet geçerek 2800 metre yükseklikteki Sahara Geçidi üzerinden Şavşilerin yurduna doğru yol alıyoruz. Şavşeti’ye, yeni adıyla Şavşat’a varmak bir buçuk saat sürüyor.

Şavşat’ın bir yanı Gürcistan’a komşu. Gel gör ki hısımlarına, komşularına pasaportla gidip geliyorlar. Neylersin, devletler böyle buyurmuşlar. Bölgede Gürcü kültürünün izleri kendini hemen hissettiriyor. Şavşeti adı da Gürcüce zaten. Yöre halkının bir kısmı Türkçe’ye olduğu kadar Gürcü diline de hâkim. Kimi köylerde ise kendi dilini konuşma ve kültürel korunma daha baskın.

İlçe dağlık, engebeli bir arazide kurulmuş. Dört yanı dağlarla çevrili. Ne yana dönsen başı dik, yalçın bir dağ. Yemyeşil yamaçlarında kar öbekleri. Üstelik Temmuz olduğu halde. Zengin su kaynakları, derin vadileri, hırçın akan dereleri, buzul gölleri... Vadilerin ıssızlıklarında, dağların sarp yamaçlarında köyler, yaylalar. Nasıl da tutunmuşlar oralara, nasıl da inatla kök salmışlar.

Kirazlı Köyü, Şavşat
Dağları da, dereleri de, insanları da Karadeniz gibi asi buraların. Şavşat'ın sert coğrafyasına inatla tutunmaya çalışan başka birileri daha var. Bir grup insan, Şavşat Kültür ve Sanat Evi'ni kurmuşlar. Altı bin nüfuslu kasabada edebiyata, sanata, kültüre dair harç karmaya gönül vermişler. Kültür ve Sanat Evi açılalı henüz bir yıl olmuş. Beni söyleşi için davet edenler de onlar. Heybelerini taze sözcüklerle doldurmuş, sanatın gücünü arkalarına almış, ilçenin toprağını hararetle karmaya koyulmuşlar. Şavşat’ın dağlarında tohum olup çiçekler gibi açmaya kararlılar.

Şavşat'ın geçmişten gelen güçlü, sol ve aydınlık bir damarı var. O damardan beslendikleri belli. Mehmet Fatih Keskin genç yüreğinin güzelliğini Kültür ve Sanat Evi’ne yansıtma çabasında.

Fakir Baykurt'un Efkâr Tepesi adlı kitabını yazdığı yer bu ilçenin sınırlarında, aynı isimle anılıyor. Ne yazık ki planlamış olmamıza rağmen zaman yetmiyor, Efkâr Tepesi’ne çıkamıyoruz. Ne büyük kayıp. Turne sırasında içime dert olan iki şeyden biri.

Saat 14.00. Etkinlik saati gelip çatıyor. Şavşat Kültür ve Sanat Evi hayallerini sözlerden, seslerden, ezgilerden yana kuran konuklarını ağırlama telaşında.

Dokuz gün öncesi, hüzünlü bir günü çağrıştırıyor bana. 25 Haziran 2005, en az Karadeniz kadar asi bir çocuğun, Kazım Koyuncu’nun ölüm yıldönümü. Anmadan geçilir mi hiç? Üstelik bu toprakların; hırçın dalgaları olan denizlerin, hırçın akan derelerin, hırçın bakan dağların çocuğu o. Konuşmama, daha önce T24’de Kazım için yazdığım  En az Karadeniz kadar asi başlıklı yazımı okuyarak başlıyorum. Hüzünlü bir coşku doluyor salona.

Salondakilerin meraklı bakışlarıyla göz gözeyiz. Bir yıl değil, on yıl değil, yüz yıl değil, bin yıl değil; hatta binlerce, on binlerce yıl da değil... Milyonlarca yıl öncesinin tropikal ormanlarına gidiyoruz...

Şavşat Kültür ve Sanat Evi
İlk defa burada fark ediyorum. Mahir Çayan’la bu romanın yazılma serüveni arasında bir ilişki var. İlginç ama öyle. Sözcükler kendiliğinden dökülüyor dudaklarımdan, cümleler böyle bir keşfe götürüyor beni. 1968 isyanıyla, o isyan kuşağının sembollerinden birisinin, milyonlarca yıl sürecek insan evrimi hikâyesi arasında nasıl bir bağ olabilir? Mahir Çayan’ın Maltepe Cezaevi’ndeki koğuş arkadaşı Oktay Kaynak’ın anlatılan bilim öyküsündeki rolü nedir? 

Doğu Afrika’da, Bugünkü Etiyopya’nın Afar Bölgesi’nde 3,18 milyon yıl önce neler oldu? Ormanlardaki ağaçların tepelerinden yere inen dört ayaklılar nasıl ayağa kaktılar? Neyle ve nasıl besleniyorlardı? Gündüzleri hangi ortamlarda avlanıp geceleri nerede uyuyorlardı? Onların doğum yapma biçimlerini değiştiren nasıl bir sürecin etkisiydi? Milyonlarca yıl süren bu değişim, dönüşüm, yıkım ve yenilenme sürecinde; akıllara durgunluk veren var olma ve hayatta kalma savaşından onları galip çıkaran neydi? Sorular, sorular, sorular...

Etkinlik p imzaları ve ayaküstü sohbetler eşliğinde sona eriyor. Şavşat’ın, en az Karadeniz kadar asi yaş almayan gençleriyle vedalaşıp ayrılıyoruz.

https://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/aklin-ayak-izleri-nde-yolculuklar-3-karadeniz-kadar-asi,46208

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

yusuf.nazim1@gmail.com