T24 | 14.09.2017
Onları ilk kez Yüksel
Caddesi’nde otururken gördüm.
Son derece basit, masum bir talep için oradaydılar. Daha
birçoğunun benzer amaçlar için, farklı zamanlarda, farklı biçimlerde yaptığı
gibi. Biri eğitim emekçisi, diğeri akademisyendi. İki satırlık bir KHK ile
işlerine son verilmişti. İşlerini geri istiyorlardı!
İlk anda, insanı sarıp sarmalayan, yüzlerindeki o çocukça
gülümsemeleri dikkatimi çekmişti. Öylesine okuyup geçmiştim isimlerini.
NU-SE’ydi adları.
Birkaç gün sonra,
sosyal medyada tekrar rastladım onlara.
Yine oradaydılar. Yanlarında birkaç kişi daha vardı. Ayaktaydılar.
Yüzlerinde hiç düşmeyen gülümsemeleriyle… Kırmızı bir önlük giymişlerdi bu
sefer. Üzerinde işimi geri istiyorum
yazıyordu. Son derece olağan bir şeydi bu. Taleplerini birkaç gün dile
getirecek, sonra köşelerine çekilip kadere boyun eğeceklerdi.
Adları ise NU-SE’ydi
Sonra, bir gözaltı haberinde
iliştiler gözlerime.
Artık
tanıyordum. Devletimize göre, Yüksel Caddesi’ndeki sayıları her geçen artan
kalabalıkla, toplumun nizamını bozmaya başlamışlardı! Kendilerini derdest
ederek karakola götürmekten beis görmemişti demokrasimiz. Yalnız bir sorun
vardı; işini geri istemekten başka bir derdi olmayan bu insanları hangi
gerekçeyle tutacaklardı. Tutamamış, serbest bırakmışlardı.
Çünkü adları NU-SE’ydi onların.
Çünkü adları NU-SE’ydi onların.
Takip eden günlerde,
günü birlik gözaltılar başladı.
Kolluk
göz açtırmıyordu artık. Her gün karakoldaydılar. Ne var ki, çıkar çıkmaz ilk
durakları yine Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı oluyordu. Bir gün,
internet haber sitelerinden okumuştum. Bütün kapılar yüzlerine kapandığında,
söylenecek kelimeler tükendiğinde, artık yapılacak hiç bir şeyleri
kalmadığında, insanoğlunun elindeki o son çareye, açlığın koynuna sığınmaya karar
vermişlerdi…
İnsan
Hakları Anıtı’nın önü çelenklerle, çiçeklerle, papatyalarla dolu oluyordu
artık.
Çiçeklerin üzerinde ise NU-SE yazıyordu.
Çiçeklerin üzerinde ise NU-SE yazıyordu.
Başka bir gün, onları
bir kez daha gördüm. Arkadaşları kollarına girmişti. Güçlükle yürüyorlardı.
Gülüşlerinden
yaralı çocuklar gibiydiler. Mecalleri iyiden iyiye azalmış, takatları
kesilmişti. Havaya güçlükle kaldırdıkları elleriyle çevredekileri selamlıyor,
sıcacık gülümsemelerini haksızlığın, adaletsizliğin, eşitsizliğin hüküm sürdüğü
bir dünyaya doğru üflüyorlardı.
Adları
NU-SE’ydi ve şehirden şehire dolaşıyordu artık.
Günün birinde tekerlekli
bir sandalyede çarptılar gözüme.
Bacakları,
iyice güçten düşmüştü. Giderek zayıflayan bedenlerini taşımakta zorluk çekiyordu.
Gülümsemelerini, tekerlekli bir sandalyenin üzerinden armağan ediyorlardı bu
sefer hayata.
Adları
ise yasaktı. Yüksel Caddesi’nde hak aramak imkânsızdı artık. Sadece hak aramak
değil, üç kişinin bir araya gelmesi bile imkânsızdı. İnsan Hakları Anıtı önünde
durmak, çiçek koymak, kitap okumak, seyretmek; üzerinde isimlerin yazılı olduğu
dövizlerle orada durmak, isimlerini anmak, hatta üzeri boş, beyaz bir karton
parçası taşımak… Yasaktı bütün bunlar.
Orada,
kitap okuyan kadın heykeli bile çelik bariyerlerle gözaltına alınmıştı.
Çünkü
adları NU-SE’ydi onların.
Bir gün, polislerin
arasında, kollarına girilmiş, götürülürken görmüştüm onları.
Haklarında,
devlete ait, imzalı mühürlü kocaman bir tutuklama kararı vardı artık. Kaçamazlardı!
Öyle olur olmaz yerde, oturup toplumun huzurunu bozamazlardı! Elini kolunu
sallayarak dolaşamaz, istedikleri yere papatyalar koyamazlardı!
Devletti
bu, gerekçe üretmek elbette zor olmayacaktı. Gerçekte ise cürümleri, Ankara’nın
orta yerinde, işlerini ve ekmeklerini geri istemeye tam teşebbüsten ibaret
kalacaktı.
Ne
var ki, hala çocuksuydu yüzleri, hala bir eser yoktu yılgınlıktan, bakışları hala
civanmert, gülmekte hala cömerttiler.
Adları
ise NU-SE olarak anılıyordu.
Bir süre göremedim onları, sadece
haberlerini okuyordum.
Yüksel
Caddesi artık yalnızdı, kimsesizdi. Lakin çok geçmedi, sevenleri ve
destekçileri dolduruverdiler bu boşluğu. Onlar da, diğerleri gibi her gün polis
copuna maruz kaldı, zehir içti, gözaltına alındılar. Kimilerinin çatur çutur
kolları kırıldı oracıkta. Veli Saçılık, her gün İnsan Hakları Anıtı önünde
sürdürdü itirazını. Bıkmadan, yılmadan, usanmadan! Tek başına, kötülüğün
tarihine Türkiye’nin
Kolsuz Direnişi’ni yazdı. Her gün gaz sıkıldı üzerine, zehir püskürtüldü,
yağmur gibi plastik mermi yedi bedenine. Ampute kolu bile kırıldı, ancak onun
kolsuz direnişi asla kırılamadı!
Adları
ise hala NU-SE’ydi.
Son olarak,
cezaevinde, ağır bir açlığın koynunda bir meçhule doğru giderken, başlarında
gardiyanlar varken gördüm onları.
Cezaevinde yaşanan gerçeği bir video filme almışlardı. Devletin
gardiyanı geliyor, uykudayken dürtüyor, “öldünüz
mü?” diye soruyordu.
“Henüz ölmedik”
diyorlardı, “ölmedik, ölmeyeceğiz! Ölmek
için değil, yaşamak/yaşatmak için buradayız.”
Böyle
söylüyor ve açlığın
koynundaki gülümseme ye devam ediyorlardı.
Hapishaneden
resimler çiziyor, şekiller yapıyorlardı. Resimlerde sakallı bir adam ile gülen
bir kadın göze çarpıyordu. İçerideki küçük hapishaneden, dışardaki büyük
hapishaneye pusulalar gönderiyorlardı.
Pusulaların altında NU-SE yazıyordu.
* * *
Bugün, 189 gündür açlığın koynunda onlar. 115 gündür, onları
işten atan, aç bırakan devletin hapishanesinde tutuklular. Ayakta duramıyorlar
artık; gözleri çukurlarına düşmüş, kasları erimiş, benizleri sararmış. Fakat incecikten
gülümsemeye devam ediyorlar hala. Umutla bakıyorlar maviliklere…
Ve adları var artık onların.
Tıpkı kendileri gibi gerçek, gülümsemeleri kadar sahici,
yürekleri gibi umut dolu.
Bugün mahkemeye çıkacaklar. Onların değil bizim mahkememiz
bu. Onlar değil, adalet yargılanacak bugün.
Onları değil bizi çağırıyorlar mahkemeye bugün; ekmeği
elinden alınanlar, işinden edilenler; öğrenciler, öğretmenler, akademisyenler;
gazeteci, yazar ve aydınlar; Horasan’da bir okulda, öğretmensiz kalmış
yoksul çocuklar çağrılıyor mahkemeye bugün.
Geç kalmayalım, hepimizin mahkemesi var bugün!
Geç kalırsak eğer…
Okulda, çocukların defterine, sıralarına, ağaçlara yazılamayacak
adları.
Geç kalırsak eğer…
Okunmuş yapraklara, bembeyaz sayfalara çizilemeyecek yüzleri.
Yaldızlı imgelerde, toplarda tüfeklerde, kralların tacında okunamayacak
adları…
Geç kalırsak eğer…
En güzel gecelerde, günün ak ekmeğinde, bir daha göremeyeceğiz gülümsemelerini. (*)
Adlarını unutmayın.
NU-SE!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com