Tarihe, fotoğraflarla düşen notlar olur bazen.
Bir fotoğraf makinesinin deklanşörüne dokunulmasıyla başlar hikâye.
Saniyenin milyonda bir kadar süresine sığar, bir şimşek parlamasıyla aydınlanır
ortalık. Karanlık bir sükun içinde, bir an için görünüp kaybolan muktedirin
çıplaklığıdır. Şimşek birden bire parlamış ve kral bütün çıplaklığıyla zuhur
etmiştir. Vahim olay, bir çift gözün tanıklığında cereyan etmiş olsa hiç sorun
olmayacaktır. Oysaki, milyonda birlik zamanın ortaya çıkardığı gerçeğin, bir
fotoğraf karesiyle tarihin hafızasına kazınmasıyla durum başkalaşmıştır.
Zıtların çelişkisi, muktedirin çıplaklığı üzerinden, tek bir kişinin
tanıklığından kurtulmuş, tarihin müzesinde milyonlarca izleyicinin görüşüne
sunulmuştur bile.
Bir fotoğraf tarihe miras kalır
1966 yılı Vietnam’ında olduğu gibi. ABD işgalcidir o yıllarda.
Uzak bir kıtadan gelmiş, beğenmediği bir rejimi silah zoruyla değiştirmeye
kalkmıştır. Vietnam halkı zorbalığa ve işgale karşı direnmiştir. İşgalcinin, bu
küçük ve az gelişmiş ülke halkına boyun eğdirmek üzere, kimyasal ve biyolojik
silahlar dâhil denemediği yöntem, kullanmadığı silah kalmamıştır.
Napalm bombasının atıldığı köydeki 9 yaşındaki kız çocuğu Kim Phuc’ın kaçışı, Nick Ut isimli gazetecinin fotoğraf
makinesine yakalanmıştır.
Nick Ut Pulitzer
Ödülü’nü kazanırken, savaşı ve adaletsizliği anlatmak üzere bir fotoğraf tarihe
miras kalır.
1966, Vietnamlı çocukların ABD’nin köylerine attığı Napalm bombasından kaçışı.(Fotoğraf, Nick Ut) |
* * *
Daha önce de yazdım.
Adamın önce kolunu koparmışlar.
Yıllardır cemaat denilen oluşumla kol kola girmiş, aynı
yolda, birlikte yürümüşler.
Beraber paylaşmışlar halkın ve devletin malını.
Parsel parsel, kupon kupon bölüşmüşler.
Yurttaşın çocuğu dersane dersane dolaşıp, sınav sınav ter
dökerken onlar, devlete kapağı atmanın kolay yolunu çoktan bulmuşlar bile.
On yıldan çok ÖSYS
sorularını çalmış, yıllarca KPSS
sınavlarında hile yapmışlar.
Derken devlette bürokrat, sanayide iş insanı, kamuoyunda
hatırlı kişi olmuşlar.
Sonra ne mi olmuş?
Biz demokrasicilik oyunlarıyla meşgul olurken bu insanlar
yıllarca sizi, bizi, hepimizi yönetmişler.
Kimi hastanede müdür olarak çıkmış karşımıza, kimi
üniversitede rektör; kimi vali mi dersin, kimi kaymakam mı, yoksa emniyet amiri
mi...
Hâkimi, savcısı, daire başkanı ise cabası…
Yıllarca din adına soymuşlar ülkeyi, sömürmüşler, kan
kusturmuşlar halka.
İşçiye, kendi bayramını yaşatmamak için yıllarca İstanbul’u
gaza boğmuşlar bazıları.
Kimi, öylesine arsız çıkmış ki, önüne bile yatmaya kalkmış
hırsızın!
Kimiyse cinayet şebekelerine ortakmış; Hrant Dink’ın katilleriyle bile iş tutmuş.
Daha ileri bile gidenler olmuş; kimi orduya kumpas kurmuş, kimiyse
kozmik odayı basmış.
Ülkenin Genelkurmay Başkanı’nı bile çete lideri yapmaktan geri
durmamışlar.
Bazıları esaslı Müslümanmış bunların; Avrupa Birliği’nden sorumlu bakan olmuş. Güya Avrupa’ya sokacakmış bizi. Sonradan anlaşılmış, sabahları piyangodan çeker gibi dua seçer, üfleyip sallarmış, millet ve memleket aşkına. Sonradan anlaşılmış, eğerse makaraya alırmış koca ülkeyi.
Ellerinde devletin bütün olanakları, vaktiyle herkesi
dinlemiş, izlemiş bunlar.
Yetmemiş, siyasetçinin yatak odasına kadar girmiş;
gözdağı vermiş, tehdit etmiş, şantaj yapmışlar.
Öylesine çalışmışlar ki birlikte, öylesine kol kola
girmişler, öylesine ortaklarmış ki, el pençe divan durmuşlar liderlerinin
önlerinde, hep övgüler dizmişler birbirlerine.
Üstelik öyle beribenzer değil, koca koca salonları, statları
doldurmuşlar, salya sümük ağlamış, gözyaşı dökmüşler biat ettiklerine.
Tarihin büyük hazinesidir fotoğraflar
Tarihin büyük hazinesidir fotoğraflar.
Tıpkı, 1973 yılı Şili’sinde olduğu gibi. Salvador Allande, dostu Fidel Castro’dan farklı düşünmektedir.
O, bir ülkede silaha başvurmadan, barış içinde sosyalizmin kurulabileceğine
inanmaktadır. Bunun için 1970 yılında girdiği başkanlık seçimlerinde %36,3 oyla
Şili’nin başkanı olmuş, 1973 seçimlerinde ise oyunu %43’e yükseltmiştir.
Ne var ki, Şili’nin ve dünyanın egemenleri bunu hazmedemez. CIA’nin örgütlediği Kamyoncular Grevi sonunda Şili Ordusu 11Eylül 1973’te sosyalist Allende iktidarına karşı harekete geçer. Allende, askeri darbeye boyun eğmez, demokrasiyi ve sosyalizmi savunmak için sonuna kadar direnir. Başkanlık sarayı tanklar ve uçaklarla bombalanır. Direnişin son anlarında onu, elinde Fidel’in armağan ettiği silahla Başkanlık Sarayı’ndan çıkarken görürüz. Yine bir fotoğraftır tarihe düşen.
Ne var ki, Şili’nin ve dünyanın egemenleri bunu hazmedemez. CIA’nin örgütlediği Kamyoncular Grevi sonunda Şili Ordusu 11Eylül 1973’te sosyalist Allende iktidarına karşı harekete geçer. Allende, askeri darbeye boyun eğmez, demokrasiyi ve sosyalizmi savunmak için sonuna kadar direnir. Başkanlık sarayı tanklar ve uçaklarla bombalanır. Direnişin son anlarında onu, elinde Fidel’in armağan ettiği silahla Başkanlık Sarayı’ndan çıkarken görürüz. Yine bir fotoğraftır tarihe düşen.
Şili devlet başkanı Salvador Allende’nin darbeye karşı direnirken son fotoğrafı. |
* * *
Oysaki Türkiye’de tek bir fotoğraf karesine sığmaz
yaşananlar.
Yıllardır çıkar ortaklığı yapanlar yol ayrımındadır artık.
Sonunda, iş bitmiş, ortaklık bozulmuştur.
Çoğunun ipliği pazara çıkmaya başlar.
Kimi rüşvet yerken yakalanır, kimi para sayma makineleriyle.
İstanbul’u gaza boğan vali mi dersin, şehre zulmeden emniyet
müdürü mü, Hrant’ın ölümüne ortak
saygılı emniyet amirleri, subaylar, astsubaylar mı?
Darbeye bile teşebbüs etmiş, meclisi bile bombalamıştır bir
kısmı.
Hepsi birer birer cezaevine girmeye başlar.
Hastanede yönetici, üniversitede rektör, hatırlı iş insanı,
eski milletvekili, bürokrat, müdür…
Bir devrin mağrurları, muktedirleri hepsi…
Peki!
Bütün bunlardan Veli
Saçılık mıdır sorumlu olan?
Yoksa Nuriye Gülmen
ve Semih Özakça mı?
Ya da bütün bu suçların sorumlusu, işinden uzaklaştırılan
yüzlerce akademisyen, binlerce memur, öğretmen mi?
Cumhuriyet Gazetesi’nin yazarları, çizerleri; cezaevine
atılan 169 gazeteci mi?
Veya, çeşitli gerekçeler gösterip şehirlerini başlarına
yıktığımız, geride kalanlarını hapislere doldurduğumuz, son yüzyılın ötekileri,
Kürtler mi?
Gün gelir, bir fotoğrafa sığar tarih
Yer Güney Vietnam.
ABD ve müttefikleri işgal etmeye kalktığı Kuzey
Vietnam karşısında zorlanır. 18 Ağustos 1966. Ünlü Long Tan muharebesinin ardından, Avustralyalı askerlerin
alışkanlığı olur. Ele geçirdikleri Viet
Cong’lu savaşçılara türlü türlü
işkenceler yaparlar. Bunlardan birinde, bir Viet Cong savaşçısını, askeri bir aracın arkasına bağlayarak
sürüklerler. Deklanşöre dokunan parmak, o anı tarihin hafızasına kaydetmekte gecikmez.
Bir parmak dokunur deklanşöre, bir resim kaydedilir, bir
fotoğraf daha aktarılır tarihin hafızasına.
Vietnam Savaşı sırasında, bir Viet Cong’lu savaşçısı, Avustralya zırhlısınca sürüklenirken. |
* * *
2017 yılının Haziran ayında Ankara’nın fotoğrafı ise
başkadır.
Bir adam, adalet için direnişine tek koluyla devam
etmektedir.
Her gün Yüksel Caddesi’ndedir o.
Bu sefer, direnişinin 216.gününde görürüz onu.
Yine bir kolluk ordusu vardır karşısında!
Yine coplu, kasklı, kalkanlı, biber gazlıdırlar.
Yine emir komuta zincirindedirler.
Kolluk ordusu ağır ağır ilerler Veli Saçılık’a doğru.
Veli, her zamanki gibi tek koluyla karşı koymaya hazırlanır.
Oradan bir anons duyulur:
“Yüksel Caddesi,
heykel önünde eylem yapan gruba sesleniyorum. Yapmış olduğunuz eylem kanunlara
aykırıdır, lütfen dağılınız… Dağılmadığınız takdirde, kademeli olarak zor
kullanılarak dağıtılacaksınız!”
Anonsu yapan henüz cezaevinde değildir!
Onun amiri, amirinin müdürü, müdürünün yöneticisi de…
O şehrin emniyet müdürü, henüz bir terör örgütü üyesi
iddiasıyla tutuklanmamıştır!
Onun amiri durumundaki Ankara valisi, ya da valinin bağlı
olduğu bakan… O da tutuklu değildir. Aksine, talimatları belki de bizzat
vermektedir!
Oysaki daha dün, ülkenin en büyük şehrinin eski emniyet
müdürü tutuklanmamış mıdır?
Hatırlayın, nasıl da kibirliydi bir zamanlar?
Örneğin eski İstanbul valisi; on beş milyon nüfuslu şehrin
en üst düzey yöneticisi.
Darbe girişimi sonrası, terör örgütü üyesi olmakla cezaevini
boylamamış mıydı?
Gezi Parkı
olayları sırasında az zulmetmemişti halka!
Nefretlerini, Kürt illerinde dağa, taşa, toprağa bulaştıran
kaç generale, kaç albaya, kaç binbaşıya, 15 Temmuz günü başkentin ortasında, halkın
üzerine bomba yağdırırken suçüstü yapılmıştı?
Hâlbuki bir zamanlar, devletin ve milletin bekası için nasıl
da vatanseverdiler hepsi!
Kaç muhterem bakan eskitmişti bu ülke 17/25 Aralık’ta?
Kimi çikolata kutularında götürürken yakalanmıştı rüşveti,
kimi bilmem ne ülkesinden özel olarak getirtilmiş kol saatiyle.
Cerahat gibi akmıştı yolsuzluk ve rüşvet ülkenin
sokaklarına.
İşte, bir devrin muktedirleriydi bunlar; hâkimi, savcısı,
rektörü, emniyet müdürü; valisi ve
kaymakamı; ihalecisi, komisyoncusu, rüşvetçisi…
Hepsi birer birer cezaevinin yolunu tutmuştu.
Bazense bir fotoğrafa benzer tarih
Bu sefer yıl 1968. Meksika
Olimpiyatları’nın 200 metre ödül töreni. Amerika Milli Marşı okunmaktadır.
Kürsüde, çıplak ayaklı iki zenci atlet; Tommie
ve John, siyah meşin eldivenli
yumruklarını sıkarak havaya kaldırırlar. Ayakları çıplaktır. Avustralyalı beyaz
atlet Peter Norman ise, göğsünde ‘İnsan Hakları İçin Olimpiyat Projesi’
hareketinin rozetini taşımaktadır. Bu üç cesur atlet, Amerika’daki ırkçılığı ve
zenciler üzerindeki eşitsizliği protesto etmektedirler. Stat beklenmedik bu
eylem karşısında birden buz keser. Olimpiyat Komitesi bu üç atleti anında linç
eder, spor yaşamlarını sona erdirir. Geride kalan fotoğraf ise onları, dünya
insan hakları mücadelesinin tarihine altın harflerle yazar.
1968, Meksika Olimpiyatları, Peter Norman, Tommie Simith ve John Carlos olimpiyat ödül kürsüsünde. |
* * *
Veli Saçılık.
Yukarıda saydığım suçların hiç birini işlememiştir.
Hiç birinin yapılmasında ufacık bir rolü dahi olmamıştır.
Aksine, tüm bu suçlar işlenirken o, onurlu bir yurtsever
gibi karşı çıkmış, mücadele etmiş, bağlı olduğu sendikayla birlikte kavgasını
vermiştir.
Peki, sonunda ne mi olmuştur?
Sosyolog Veli Saçılık’a,
devletteki işinden el çektirilmiştir!
Sadece ona mı?
Daha yüzlerce, binlerce Veli’ye,
Semih’e, Nuriye’ye…
At izinin it izine karıştığı bu güç dalaşında ekmeğinden,
işinden edilmişlerdir onlar.
İşte bunun için ekmek kavgasında Veli.
Bugünlerde her gün Ankara’da, Yüksel Caddesi’nde.
Hem kendisinin, hem de açlık grevindeki arkadaşlarının
kavgasını veriyor.
Akademisyen Nuriye
Gülmen, öğretmen Semih Özakça’nın
kavgasını.
Onun kavgası, işini ve ekmeğini kaybeden herkesin kavgası.
Onun yüreği, bütün KHK mağdurlarının yüreği.
Sadece kendisi için değil, ülkenin bütün mağdurları için
direniyor o.
Cop yiyor, yerlerde sürükleniyor; üzerine biber gazı
sıkılıyor, zehir kusuyor, plastik mermilere siper ediyor etlerini.
Bir tarafta darbeyi yapanlar, rüşvet alanlar, ihale
kaçıranlar, yolsuzluğa karışanlar; hilebazlar, milleti makaraya alanlar, hırsızın
önüne yatanlar ve tüm bunlara sebep olanlar...
Öbür tarafta ise, bir ateş denizinin ortasında canını dişine
takmış, hakkını arayan tek kollu bir adam!
İnsan, böyle bir durumda derdini nasıl anlatabilir ki?
Kelimelerle tabii…
Peki ya, kelimeler anlamını çoktan kaybetmişse?
Ahlak, vicdan, haysiyet, onur, riyakârlık sözcüklerinin
hükmü yoksa?
Sorular kifayetsiz kalıyorsa artık?
İnsanlar, kurumlar, sözler, verilen emirler, demeçler, ajans
haberleri, bildiriler…
Yalan sözcüklere sığınıyorsa hemen her şey?
Kolluk hala bu kadar acımasızsa!
Devletin ve milletin bekası adına, her seferinde bir ordu
gibi yürümeye devam ediyorsa tek koluyla direnen Veli’nin üzerine?
2017, Ankara, Yüksel Caddesi. Veli Saçılık işini geri isterken. |
İşte, Yeni Türkiye’nin fotoğrafı bu!
Veli Saçılık!
Bir kolluk ordusunun önünde, tek başına!
Pulitzer Ödülü’ne,
ya da başka bir ödüle aday olur mu, bilmem.
Bir kolu devletin hapishanesinde koparılmış bir adam.
Ankara’dan, tüm ülkeye cesaret bulaştırmaya devam ediyor.
Kolsuz bir direnişin adı o!
Ne denebilir ki?
Hayat, meşhur insanların şaşaalı sözlerinden değil, küçük ve
inanılmaz olanın, basit ama yalın eylemlerinden alırmış cesaretini.
Bugünler elbette geçer, sorunlar çözülür, kavga da biter.
Zamanın kalın perdesi birçok şeyi örter.
Lakin hayatlarını, haklı davaları uğruna bir ateş denizine atanlar kolay unutulmazlar.
Birisi çıkar şarkısını söyler, birisi direnir, birisi de deklanşöre
basar.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com