T24 | 29.06,2017
Yıl 2014.
Haziran’ın on yedisi.
Eskişehir’deki Sazova Parkı, mutlu bir resme tanıklık
etmeye hazır.
Saat 16.00 suları.
Profesyonel bir fotoğraf makinesinin deklanşörünün sesi
duyulur.
Hayatlarını birleştirmek heyecanıyla mutluluğa kanat çırpan
iki insanın resmi pozlanır.
Çifte bir mutluluktur onlarınki; her ikisinin de öğretmenliğe ataması yapılmış, bu güzel
haber üzerine yaşamlarını birleştirmeye kadar vermişlerdir.
Ataması yapılmış öğretmenler, Esra ve Semih Özakça
çiftidir onlar.
Yüzlerinde, yaşadıkları çifte mutluluğun telaş içindeki sevinç
ışıltıları parlamaktadır.
Esra, bir
bisiklete binmiş pedal çevirmekte, Semih
ise arkasından yetişmeye çalışmaktadır.
* * *
Açlık grevlerinin 111.gününde gördüm bu fotoğrafı.
Uzun uzun baktım resme.
Dayanamadım, yaklaşıp biraz daha yakından inceledim.
Yüzlerindeki o tarifsiz sevinci, dokunulmamış mutluluğu,
çocuksu masumluğu...
Bu fotoğrafı, onları, azılı bir terör örgütünün üyesi olarak
Türkiye toplumuna sunan iktidar gücünün elindeki medyada görmek mümkün değil!
Böyle bir fotoğraf karesindeki masum yüz, onu yargısız bir
infazla linç edecek gazete ve televizyonlar için pek uygun olmasa gerek.
Nitekim bundan dolayıdır ki fotoğraf, ana akım medyanın
ilgisine mazhar olmadı.
Zira beyhude olacaktır, onların çocuksu yüzlerinde, bir
teröristin acımasız bakışlarını aramak.
Olsa olsa bakanın yüzüne, sade bir tebessümün yayılmasına
sebep olabilir böyle bir fotoğraf.
Nitekim benim de öyle oldu.
Fotoğraftaki insanların yüzüne bakınca, sebepsiz bir tebessüm
yayıldı yüzüme, gülümsemeden edemedim…
* * *
İşte bu fotoğraftaki iki insan.
Yüzlerinde, sanki dünyanın bütün sevinçlerini toplamış bu
çift.
Bir süredir açlığın koynundalar!
Eğitimci Semih Özakça,
akademisyen Nuriye Gülmen’le
birlikte 113 gündür açlıklarını bir
söz gibi dillerinde taşıyorlar.
Üçüncü evlilik
yıldönümlerine yirmi bir gün kala, eşi tutuklanınca, “iyi günde, kötü günde”
deyi hayat yoldaşının açlığını paylaşmaya karar vermiş Esra.
O da, işinden ihraç edilenlerden.
Tam 38 gündür açlığın
koynunda yol alıyor.
Tıpkı aynı adalet arayışının 36. günündeki İsmail Erdoğan
gibi…
* * *
Açlık!
İnsanın hayatta kalma dürtüsünün, en karşı konulmaz
sonuçlarından biri.
Bir canlının, sahip olduğu bütün erdem ve yeteneklerini
kullanabilmesi için öncelikle yenmesi gereken bir dürtü.
Yürümek, düşünmek, konuşmak, espri yapmak, eğlenmek; kavga
etmek, uyumak, sevişmek, şarkı söylemek gibi.
Bütün bunlar için öncelikle açlık duygusunu yenmesi gerekir
insanın.
Bir insan düşünün; tüm bunlardan vaz geçmesine sebep olacak
nasıl bir şey yaşayabilir?
Nasıl bir duygu insanın, sonuçları en hafifinden geri
dönüşümsüz bir hastalığa sebep olabilecek ölümcül bir yolculuğa çıkmasına sebep
olabilir?
Nasıl bir anında, onu hayata bağlayan en değerli şeyini;
yaşamını, bile bile bir ölüm çukuruna atabilir insan?
Yanıtlanması güç sorular bunlar.
* * *
15 Temmuz Darbe Girişimi.
Bütün yaşananların miladı denebilecek tarih.
Bir KHK ile
işlerinden edildiler; ekmekleri ellerinden alındı onların.
Oysaki darbeyle, darbeye kalkışanlarla, onları
destekleyenler uzaktan yakından ilgileri yoktu.
Üstelik bütün dünya âlem bunu biliyordu.
Tıpkı, benzer KHK’larla işten çıkartılan, ekmekleri gasp
edilen daha binlerce, on binlercesi gibi.
İşten atıldıktan sonraki adresleri Yüksel Caddesi olmuştu.
Hemen her gün polis copu yediler, zehir içtiler, gözaltına
alındılar.
Sanırsın darbeyi onlar yapmışlardı!
Sanırsın zehirli bir sarmaşık gibi ülkeye dadanan cemaatleri
yıllar yılı onlar beslemişlerdi.
Tüm baskılara rağmen Semih
Özakça, Nuriye Gülmen ve Acun Karadağ yılmadılar, sevenleriyle
birlikte aylarca sokaklarda adaleti aradılar.
Bulamadılar!
Öylesine haklıydılar ki, adalet denen aygıt, bütün kapıları
üstlerine kapadığında, insanoğlunun en çaresiz anlarında yaptığı şeyi yaptılar;
sessizce açlığa sığındılar.
İşlerine geri dönme taleplerini, Ankara’nın bir sokağında
destekçileriyle birlikte sürdürmeye devam ettiler.
Sonunda, açlık grevlerinin 76.gününde tutuklandılar.
* * *
Şimdi, sessiz ama bedeli büyük bir yolculuktalar onlar.
Nuriye 44, Semih ise 63 kilo kalmış durumda.
Açlığın koynundaki
Semih, atamasının yapıldığı ilk yer olan Erzurum’un Horasan
ilçesinin Haydarlı Köyü’nde o yoksul
öğrencileri düşünüyor mudur acaba?
Orada yaşadığı yoksunlukları, sonradan birlikte olduğu diğer
çocukları…
Kendi istekleriyle seçtikleri bu yolda sessiz ama içten içe
hüzünle yol alıyorlar.
Yine de hiçbir şey düşüremiyor onların yüzlerindeki sevinci.
Elbette ki bir sınav değil yaptıkları.
Devletle de boy ölçüşmek gibi bir amaçları olduğunu
sanmıyorum.
Seçtikleri yöntem ne kadar tartışılsa da, biliyoruz ki
onlar, yaşamak için bu yolu seçmiş durumdalar.
Tereddütsüz haklı oldukları bir davada, bütün adalet ve
hukuk olanakları ellerinden alınmış bireyler olarak tercihlerine saygı
duymaktan başka yapacak şey yok.
Buna karşılık, adaleti, hukuku, insanca yaşamayı hiç eden
bir iktidar gücünün günahları ortada.
Semih, Nuriye, Acun ve diğer tüm KHK
mağdurları, bağımsız bir yargı süreci işletilene kadar derhal işlerine iade
edilmelidirler.
Sorunları çözmeye yarayacak temel talep bu olsa gerek.
* * *
İki gün önce bu amacı dillendiren 111 aydın ve sanatçının imzasının olduğu bir bildiri yayınlandı.
Oldukça yerinde, son derece insancıl bir kapsamda yazılmış
bildiriydi.
Ne var ki, yükseklerden parmak sallamakta gecikmedi devletin
bürokratı;
“Neyin altına imza attığınızın farkında mısınız? “
Üstelik hem nalına, hem mıhına vuruyordu;
“Peki, terör örgütüne cesaret vermek için bu ilanı yayınlayanlar?”
170’ten fazla gazeteciyi cezaevine tıkmışlar, yetmemiş; onlarca
gazeteyi kapatmışlar, az gelmiş; 16 televizyonun ekranını karartmış, binlerce gazeteci
işsiz bırakmış yine de yetinmemişler.
Parmak, geriye kalanlar için sallanıyor bu sefer:
“Peki terör örgütüne cesaret vermek için bu ilanı yayınlayanlar?”
* * *
Nuriye, Semih, Acun…
232 gündür
adaleti arıyorlar.
112 gün boyunca, adalete olan açlıkları bir
çığlığa dönüşmüş onların.
Vicdanlar sağır, yürekler kör, diller tutulmuş.
Açlıkla koyun koyunalar.
Hiçbir baskı, engelleme onları yıldıramıyor.
Gözlerindeki o umut ışıltısını söndüremiyorlar.
Notlar gönderiyorlar içerden, resimler çiziyorlar, espriler
yapıyorlar.
“İyiyiz, bizi merak etmeyin,” diyorlar, “kazanacağız, işimize
geri döneceğiz” diye pusulalar iletiyorlar dışarıya…
Her gün biraz daha kargacık burgacık olsa da yazıları, her
gün biraz daha zayıflasa da kalemlerinin çizgileri…
Ölümü de tiye alıyorlar, onları ölüme gönderenleri de.
* * *
Esra Özakça…
Hayat yoldaşı Semih’in.
Eskişehir’de, Sazova
Parkı’nda çekilen fotoğrafa bir kez daha bakıyorum.
Semih’le çıktığı
hayat denilen bu yolculukta, ayakları hala aynı bisikletin pedalında.
Yılmadan çeviriyor; çeviriyor, çeviriyor, çeviriyor…
Bu sefer arkasından koşan Semih değil!
O, Semih’in ve
arkadaşlarının peşinden gidiyor.
Hep beraber, adaletini kaybetmiş bir ülkenin dikenli
yollarında yürüyorlar.
Sessiz, ağır, acı dolu; ölümüne bir yolculuk onlarınkisi.
Haklı olduklarına eminler!
Bu yüzden hiçbir şey, ama hiçbir şey geri adım attıramıyor
onlara.
Haklılıklarını rengarenk bir bayrak gibi taşıyorlar
gülümsemelerinde.
Açlığın koynunda bir gülümseme onlarınki.
Bütün insanlığı kucaklayan.
Adını umut koydukları kalenin en yüksek burçlarına dikilmiş.
İş için, ekmek için, adalet için onurla dalgalanıyor
yüzlerinde.
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/acligin-koynundaki-gulumseme,17571
http://t24.com.tr/yazarlar/yusuf-nazim/acligin-koynundaki-gulumseme,17571
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
yusuf.nazim1@gmail.com